Ana SayfaArşivSayı 32-33Devrimci Yıkıcılığın Küresel Yükseliş Dönemi

Devrimci Yıkıcılığın Küresel Yükseliş Dönemi

Melik Kara

Dünyada geçen yüzyılın ilk yarısında kurulan statüko çatırdıyor. Politik sınırların, alışılagelmiş iktidar etme anlayışlarının, bildik kurumların, … belirsizleşeceği düşünülsün. Ne olursa olsun, bu dinamik, devrimci bir fırtınayı dölleyebilir.

Çatırdayan ‘bina’ya ezilenler cenahından tekme sallayanlar arasında bir tek İslamcılar göze çarpıyor. İslamcıların dünyanın dört bir yanındaki vuruşları, Filistin ve Çeçenistan gibi ‘ulusal’ boyuta saplanıp kalmış olanlar dahil, hep küresel etkiler doğuruyor. Bu küresel alemde Marksizm-etkilenimli hareketler pek ulusal ve geçen yüzyıla ait kalıyor.

İslamcıların hareket ve etki alanı gözetildiğinde, devrimci akımların anakronik durumu daha da belirginlik kazanıyor. Dünyanın ‘yeni’ dinamikleri bağlamında mücadele edenler arasında, geçen yüzyıl dünyayı kasıp kavuran Marksizm-etkilenimli hareketler bulunmuyor.

* * *

Aşağıdaki notlar, günümüz dünyasında devrimci mücadeleye ilişkin iki önermeyi doğuran ve bu iki önermenin sonucu olan düşüncelere dayanıyor.

Birinci önerme: Dünya dönemsel veriler, devrimci güçlerin iktidarı fethetmekten kategorik olarak uzak olduğuna işaret ediyor.

İkinci önerme: İktidardan kategorik şekilde uzak olunan dönemin devrimciliği istikrarsızlaştırıcı (→bozguncu →yıkıcı →kaosa sürükleyici) olmalıdır. İktidarı kategorik ilişkilenme boyutuna bu durum çekecek; iktidar böylece fetih menziline girecektir.

Nepal ve Kolombiya’da devrimciler iktidarı istemiyor!

Nepal’de Nepal Komünist Partisi (Maoist) önderliğindeki önemli bir güce sahip devrimci hareketin iktidarı almaya, ABD müdahalesi olacağı gerekçesiyle yanaşmadığını görüyoruz.[1] Benzer bir durumun, dünyanın bir başka bölgesindeki en büyük devrimci hareketin yaşadıkları açısından da geçerli olduğunu görmek çarpıcı ve ibret verici. Kolombiya’nın üçte birini kontrol eden FARC-EP, “Kolombiya oligarşisini devirmeyi bugünkü konjonktürel ortamda gerçekçi bulmuyor”.[2]

Geçenlerde, Bolivya’da birkaç yıldan beri gelişen kitle hareketi çok önemli bir imkan yakaladı ve devlet başkanı ABD’ye kaçtı. Bu hareketin önderleriyle konuştuğunu ifade eden James Petras, onlara neden başkanlık sarayına girmediklerini ve kapıda durduklarını sorar. Liderler, iktidarı almak istemediklerini söyler. Petras’a göre, tüm Latin Amerika’da hareket iyidir ama sorun iktidarı alma noktasında gelip düğümlenmektedir. Gürbüzleşen hareket, iktidarı almak için bir politik yoğunlaşma yaşayamamaktadır.[3]

İktidarı by-pass etmek!

Birinci önerme, doğal olarak akla hemen, günümüz modası düşünceleri getirecektir. Burada söz konusu çağrışımdan kaçınılamaz; ancak ‘post-modern ideolojiler’le herhangi bir teorik ilintilenmenin adını anmak dahi söz konusu değildir. Öte yandan, evet, dönem, iktidar istemediğini, iflah olmaz muhalif olduğunu gururla ifade edenlerle zaman zaman omuz omuza olunacağını işaret ediyor; bu, somut gerçeğin kaçınılamayacak bir özelliğidir ve bu durumdan da yararlanmak pekala mümkündür. Bu durum, devrimci güçlere dinamik liberal nefeslenme sahaları bile temin edebilir.

Burada, Meksika’daki Zapatistalar’da ya da Abdullah Öcalan’ın yazılarında görülen tarzda bir ‘ideolojik’ yaklaşımdan Allah korusun! Yukarıdaki örneklerdeki öznelerin hiçbiri, Zapatistalar türü bir ideolojik yaklaşımla hareket etmiyor. Onlar, sezgileri ya da görüleriyle, iktidarın kendileri açısından olabilir nitelik arz etmediğini görüyorlar. Bu, gerçeğe bir ideoloji giydirmek değildir –Zapatistaların ve ‘Batı’daki post-modernistlerin yaptığı! Bu, gerçeği teslim etmektir.

Güney Amerika’da son yıllardaki gelişmelerin bu anlayışı geçersizleştirici mahiyette olduğu söylenebilir. Gerçekten de, kitlevi niteliklerinden dolayı bu alt-kıtada gelişen hareketlerin yıkıcı bir dönemin özelliklerini yansıtmadığı düşünülebilir. Fakat, Arjantin örneği kadar Bolivya örneği de gösterdi; kitlesel enerji bir süre ortalıkta etki icra ettikten sonra ya genel olarak görüldüğü üzere, çözülüp gidiyor, ya da devrimcilikle ilgisi olmayan bir örgütlü kesimin istismarına konu oluyor –bu, Brezilya’da olduğu gibi bir reformcu hükümetin teslimiyet örneğinde veya Arjantin’de olduğu gibi, neo-liberal politikaların biraz “eski tip” politikalarla bulaşmasıyla sonuçlanabiliyor.

Nepal’de devrimci bir önderlik, örgütlenme, politik ve askeri güç ve önemli kitle desteği var; fakat başka bir dönemde çok önemli atılımlar için vesile olabilecek bu faktörler sonuç alıcı olmaya yetmiyor. Un, yağ, şeker var, ama helva yapılamıyor.

Güney Amerika’da kitlevi dinamik var devrimci önderlik yok; fakat sonuç aynı!

Durumu, söz konusu devrimci örgütlerin çeşitli zaaflarıyla açıklamak, dönemi anlamamanın tipik bir belirtisidir. Ortada yapısal bir konjonktürel nitelik bulunmaktadır.

Merkezi tarihsel politik sorunumuz hala iktidar sorunudur. İktidardan dramatik uzaklığımız sorununu çözme sorunu. Politik iktidarı fethetme hedefinden vazgeçmemiz söz konusu edilemez, ama bugün bu hedef gerçekçi bir nitelik arz etmiyor. Dolayısıyla, onu sanki gerçekten ele geçirebilirmişiz gibi bir ‘programatik devrimcilik’ konjonktürel bir mesele olmaktan uzak bulunmaktadır bugün.

Feda eylemlerinin politik devrimi

Yıkıcılık döneminin önde gelen eylem biçimi “feda” tarzında gerçekleşiyor.

Feda eylemleri, en başta ve özellikle, dünyada temel ve egemen bir politika anlayışına derinden ve kesin bir karşıtlık ve mahkumiyet anlamına geldiği için bu kadar tepki topluyor. Feda eylemleri, ‘ben politikası’na karşı ‘biz politikası’na dayandığı için dünyanın bilumum liberallerini dehşete düşürüyor.

Feda eylemleri, liberalizmi ininden çıkaran bir turnusol işlevi görüyor. Marksist yuvarlarda yaşayıp giden liberal eğilimler feda eylemlerinin silkelemesiyle sapır sapır dökülüyor.

Bu dehşet, liberal solculuk, hatta liberal Marksist çevreler için ağır bir şamar işlevi gördüğü için bu kadar tepki çekiyor ve tam da ‘yıldırı’ / ‘terör’ işlevi görüyor. Canı tatlı bir liberalin, politikayı, çatışan, çekişen ama nihayetinde bir uzlaşma olarak ya da en azından bir platform üzerinde kurallı bir oyun olarak gören ve temel biriminin ‘bilinçli birey’ olarak kabul gördüğü bir dünya anlayışının mahkum edilmesidir feda eylemleri. Feda eylemlerini, her türden liberalin bir fundamentalizm sayması, ya da bir uygarlık düşmanlığı sayması bu anlamda bir gerçeğe işaret ediyor. Liberal solcu ve liberal Marksist, her ne olursa olsun, medeni bir dünyanın ferdi olduğunu yaşamak istiyor ve “demokratik mücadele alanında yeneceği” medeni rakipler istiyor. Medeni düşmanın medeni solcusu, komünisti!!!

Bu türden komüniste bugün Irak’ta da tesadüf ediyoruz. Irak Komünist Partisi adındaki örgütten söz ediyoruz. Ellerinde orak-çekiçli kızıl bayrak sallayan militanlarıyla, özgürlük getiren işgalcisiyle kol kola feda eylemlerini telin ediyor bu parti!

Feda eylemlerinden ve ölüm oruçlarından dehşete düşen solcu haklı. Onun, bu işleri yapanlarla bambaşka bir kozmosun yaratığı olduğu doğru.

Feda eylemi, aslında bir biçim olmaktan ziyade bir tarzdır; zira, birey temelli politika yapanlar, yani liberal öze sahip olanlar bu tarzı kendi politika anlayışlarına bir suikast olarak gördüler haklı olarak. Birey, onların vazgeçilmez temel birimi, yok olmak üzere kabul edilemez, çünkü bu durumda, ortada taraf kalmaz.

Devrimci olarak dönemin gereklerine çekiliş

Yıkıcılığa dönük bu vurgunun, geleneksel söyleyişle “stratejik” bir geri düşüş olduğu doğrudur. Fakat bir önceki dünya konjonktüründen geri düşüş değil. Bir önceki dönemde, iktidarla ilgili bu durum bilinmeden ‘iktidar taktik olarak yakın’ sanılıyordu; bugün hiç olmazsa gerçeğe ilerlenmiştir.

Gerçekten de, 20. yüzyılın çok kötü başlayan, çok iyi giden, ama o denli de kötü biten seyrinden sonra, devrimci güçlerin iktidara ilişkin olabilirlikleri kategorik denebilecek ölçülerde bir yitime uğramıştır. Günümüz dünyası –özellikle son birkaç yılda daha belirginleşen semptomlarla gösteriyor–, devrimci güçler için ‘müstahkem mevkiler’ yaratmaya olanak vermiyor. (Bunu, Kolombiya gibi bir gurur örneğini hiçbir şekilde unutmaksızın, ama onun aynı zamanda ‘ayrıksı’ olduğunu da unutmaksızın, telaffuz etmek gerekiyor.)

Peki, bu dönemin büyük yöneliminin, artık devrimlerin ve şiddetin çare olmadığı anlayışının, ya da daha kibar söyleyişle, kitle gerçeğinden kopuk “goşist” yönelimlerin artık kesinlikle bittiğinin hiç mi gerçeğe tekabül eden yanı yok? Var; gerçeğin bu tür yönleri her zaman olduğu gibi bugün de var. Devrimci akımların tarihte sürekli olarak reformizme doğru kan kaybetmesinin başlıca nedeni ve günümüz sosyal-demokrasisinin varlığının nedeni bu gerçektir. Ancak, bu basitçe temel ve ta işin başlangıcına dair bir sorundur. Politik devrimciliğin rolü ve işlevi… Gerçek tek yönlü değildir; gerici ve devrimci yönden ‘ilerler’. Devrimciler, gerçeğin devrimci-olmayan ‘ilerleyiş’ini reddeder; yok sayar anlamına değil, bal gibi var; orada bulunmayı reddeder anlamına…

Bugün devrimciliğin imkanlarının gerçeğin toplam varlığı içindeki yeri görece darlaşmış bulunuyor; o halde, devrimcilik iddiasında olanlar varlıklarını buna göre geriye çekmeli, daraltmalıdır. Ama bu devrimcilikten geri çekiliş değil, devrimci olarak geri çekiliş olmalı.

Güçler ilişkisi olarak politika

Burada geliştirilmeye çalışılan yaklaşımın, politikanın tanımı olan politik iktidarın alınması amacı esprisini geri çekmesi mi söz konusudur? Öncelikle, politikaya ilişkin bu tanım, Lenin de bu tanımı yapmıştır, dar bir tanımdır. Politikayı, özne haline gelmiş bir ekibin bitimsiz varlık ve kudret mücadelesi olarak ifade etmek daha doğru görünüyor. Bunda iktidarın fethi –kudret!– elbette kesin bir uğraktır, fakat bir tanımlayıcı bitiş değil. Bir politik ekibin, gücü yetiyorsa, iktidarı istememesi söz konusu olur mu? Politikayı, güç ve kudret (yapma ve yaptırma gücü olarak) terimleri çerçevesinde anlamak, günlük mücadele ve varoluşu anlamlandırmada daha etkin bir sonuca ulaşır. Bu politika tanımı, iktidarı almayı reddetmez, ya da günümüzde moda olduğu üzere, politikayı, öznesinin iktidarı fethetme amacından caydırmayı önermez. Bu tanım, bu yaklaşımları, deyim yerindeyse, ‘aşar’.

Yapıcılık ve yıkıcılık mirasımız

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinden son onyılına kadar bizleri birer toplum yapıcısı olmaya iten, bunu gerektiren koşullar ve daha doğrusu coğrafyalar vardı. Bu yapıcılık örneği, toplumlar tarihinin sınıflı bölmesinde ezilenlerin birkaç aydan birkaç onyıla kadar süren iktidar örneklerden öte bir nitelik taşıyamadı. Yapamadık ve bir yapıcılık pratiğimiz, Marksizmin bize verdiğini kabul ettiğimiz sihrin olmadığını görmemize meydan vererek bitti. Şuna kuşku yok; yıkarken ve devrim ‘yaparken’, bu pratiklerimiz gibi olacağız, fakat bu pratiklerimiz bize örnek alacağımız bir yapma tarzı bırakmadı. Dolayısıyla, şu anda elimizde bize yapıcı karakter verecek bir tarihsel nitelik de yok.

Elde var yıkıcılık. Bolşevik bozgunculuk.

Bozguncu devrimci Lenin

Devrim öncelikle bir yıkma işlemidir ve Emperyalist Paylaşım Savaşında devrimci bozgunculuğu örgütleyen Lenin, Devlet ve Devrim’de Marksistlerin bu konuda devrimci anarşistlerle neden benzeştiğini anlatır. Müesses nizam’a yönelik her saldırı, statükoyu sarsmaya hizmet eden her olay, “saraydakileri ve kulübedekileri” huzursuz eden her gelişme bugün hayırlıdır.

Lenin, devrim gibi yıkan bir işlemden önce, savaş yıllarında devrimcilerin yıkıcı olmalarını savunmuştu. Devrimciler, bir devrimin ağır ve önüne çıkan her şeyi dümdüz eden gövdesinin yaptığından başka, bir devrim ön-günü, bir devrimci durum beklemeden yıkıcı taktik faaliyetlere yönelebilmeliydi. Bu, elbette, yığın sağduyusunu karşısına almayı göze almayı bilen bir tutum olacaktı. Üstelik, kitlelerin patlamalarıyla alaşıma girebilen tam da bu pratik olacaktır.

Bu yaklaşımın, geçen yüzyılın 60 ve 70’li yıllarında “fokoculuk”la veya Türkiye’de “suni denge teorisi”yle, ya da aynı yüzyılın 20’li yıllarında görülen “sol komünizm”le birtakım bağlantılara sahip olduğu hususu elbette tartışma götürür. Devrimlerin bittiğini, şiddetin çare olmayacağını tartışacağımıza bunları tartışalım.

Devrim güncel değil

Bugün, geçen yüzyılda Ekim Devrimini izleyen yıllarda Lukacs’ın “devrimin güncelliği” şiarını yükselttiği dönemin benzerini yaşadığımız düşüncesiyle bağlantılı olarak, bu şiarı yükseltmek, mezarlıkta ıslık çalmaktır. Kendimizi kendi sözlerimizle ajite etmeye ihtiyaç duyacak bir konumlanmada olmamak zorundayız. Bugün devrime rağmen, yıkıcı devrimcilik günceldir.

Barbarlık döneminin devrimciliği

Bu dönemde, yığınsal gelişmenin ve başarılı devrimlerin tayin edici tarihsel halkalarından kabul edilen bir hususun, orta sınıfların veya onların alt-kesimlerinin ideo-politik hegemonyaya alınması, dönemin ‘yapısal’ gereklerinden dolayı ön planda tutulamaz.

Dönemden çıkarken, çıkma inisiyatifini üstlenirken belki gerekebilecek bu misyon bugün sadece reformculaştırıcı ve savaşkanlığı zayıflatıcı bir işlev görür. Oysa, başlarında olunan döneme Marksist devrimciler henüz dahil bile olamadılar.

Fransız Devriminin önderlerinden S. Just, “Devrimciler Tatar değil, Romalılar olmalı” diyordu. Bozgunculuk dönemi devrimciliği, devrimci barbarlığı öne çıkaran, barbarlıktaki devrimci damarı bulan bir devrimcilik türü de olmalıdır. Yani bugün “atlarımızı Roma’ya süreceğiz”[4], Roma’dan değil…

Dönemin olgunlaşması, ülkelerin politik sınırlarını kevgire çevirecek uzun ve yıpratıcı iç savaşları, iktidara hemen yönelme imkanı bulamayan bir ‘yatay mücadele’ dalgasını gündeme getirebilecektir. MLKP’nin son kongresinde bölge ölçeğinde bir federasyon olasılığını öngören bir düzenlemeye gitmesi, bu dinamiğin kaydedilmesine ilişkin bir belirtidir. Böylelikle, tek ülkede iktidar tesis etmenin çetin koşullarla karşı karşıya kaldığı bir anlamda teslim edilmektedir. Ülke devriminden bölge devrimine geçiş, çok daha geniş bir alanda, çok daha uzun sürebilecek bir istikrarsızlığı (bu anlamda istikrarsızlaştırma faaliyetini) öngörmek demektir. Yani devrim ve iktidar, kronolojik olarak, tek ülkeye göre daha uzaktadır:

Direniş değil saldırı

Bugüne kadar devrimci hareket, bozguncu bir devrimciliği ortaya koyamadı. Devrimci hareket, Machiavelli’nin dediği gibi, “Eylem gücünden çok felaketlere dayanma gücü”ne sahip oldu.

Bugün devrimci güçlerin, düşmanlarının saldırılarına karşı korumak zorunda oldukları bir cephe gerisi, bir müstahkem mevkii yok. Devrimci mücadele için jeo-politik unsur geri çekilmiş bulunuyor. Bugün devrimci güçlerin düşman saldırısı karşısında kaybedecekleri bir şey yok.

Devrimci hareket, dönemin karakteristiğinin farkına vararak, geçen yüzyıldan kalan gelişkin ve ileri dönemin reflekslerini de bırakacaktır. Artık devrimci hareket, varlığını bir kez yeni koşullar bağlamında oluşturursa, bulanıklığın düşmanın aleyhine işleyeceği bir ortamda mücadele yürütecektir. Günümüzde belirsizlik neredeyse devrimci harekete zarar vermekte ve bu durum, hareketin devrimci niteliğini kemirmektedir. Oysa belirsizlikten devletlunun korkması gerekir. Belirsizlikten ürken bir hareketin varlığını devrimci imkanlara hasretmesine imkan olamaz.

Direnişçi devrimcilik itfaiyeci olmayı peşinen kabullenmiş demektir. Düşman güçler hamle yapacak ve devrimciler onu karşılamaya çalışacak, devrimciler mevzilerinde yiğitçe göğüsleyecekleri saldırı bekleyecek. Bu tarzın muktedir devrimcilik yaratmayacağı kesindir.

Geri Marksistler, ileri İslamcılar

Lenin’in, bu büyük devrimcinin, “Geri Avrupa, ileri Asya” şiarında çok derin politik ve teorik anlamlar saklı. Bugünkü şiar şu olmalı: “Geri Marksistler, ileri İslamcılar”, “Geri yapıcılık, ileri yıkıcılık”.

İslamcı hareket, geçen yüzyılın ideolojik ve politik zırhını üzerinden atamamış Marksist devrimcileri ‘sollamıştır’! İnisiyatif artık onlardadır.

Marksizm ne kadar ‘ileri’ bir teori olursa olsun, ‘geri’ bir ideolojinin savaşçıları olan İslamcılar dünyanın yeni döneminin gereklerini karşılama bakımından, Marksizmin taşıyıcılarından kesinlikle daha ilerideler. Bugün dünyanın birçok bölgesinde, ulusal sınırlar içinde mücadele yürüten sosyalistler, İslamcıların küresel vizyon ve mücadelesinin kendi duruşlarıyla çelişkili durumundan rahatsızlık duyuyorlar. Dünyanın bu döneminde bir pratik devrimci varlık olmalarıyla ne kadar önemli bir iş ifa ediyor olursa olsunlar, Nepal’deki devrimciler, bölgelerinin İslamcı cereyan nedeniyle emperyalizmin sıcak elinin uzandığı bir yer olmasından rahatsızlar.

Dünyanın bu döneminde, “uluslararası tugaylar” İslamcılar tarafından oluşturuluyor. Tek tek çok ilginç öykülere sahip bireyler, İslamcılara koşuyor. Neredeyse her gün, dünyanın bir köşesinden bu tür öyküler izleniyor; ya bir feda eylemcisi olarak video kasette, ya yeni Müslüman olmuş bir eski askerin kendi başına yaptığı eylemde, ya “Carlos” gibi bir eski ‘Marksist’in Devrimci İslam adlı kitabında…

Dar-Marksizmin “yapı-bozum”u

Marksizm açısından, yani bizi Marksistler olarak tutan ‘yapı’ açısından da, yıkıcılık döneminin gerekleri ön plandadır. Marksizm, konsolide olma, pekişme, oturma dönemleri yaşadı geçmişte. Hatta, İkinci Enternasyonalciliğin kireçlendirici etkisini kıran ve Marksizme yeni bir teorik-politik dinamik getiren Leninizm ve Ekim Devriminden sonra bütün 20. yüzyılın Marksizm açısından bu nitelikleri tekrar öne çıkardığı söylenebilir. Günümüzün Marksizmin kendi öz-gerekleri açısından bir yeniden-kuruluş/yapılanış gereğini işaret ettiği bir vakıadır. Marksizmin kriz döneminin gerekleri açısından hareket eden Marksistlerin hareket tarzı, Marksizmin müesses nizamının varlığı koşullarında hareket eden Marksistlerinkinden kategorik olarak farklı olacaktır. Evet, standart Marksizm anlayışı, bir doktrine dönüştürülmüş (indirgenmiş) Marksizm görüşü, kalıplara hapsedilmiş Marksizm anlayışı da devrimci yıkıcılığın eyleminin konusu olmalıdır. Tarihsel Marksizm, bir alandaki temsilcileri nezdinde, Marksizmin gerekleri için bir tür “yapı-bozum”a uğratılacaktır.

Yılmazer’in anakronizmi

Yıkıcılığın devrimci işlevini mahkum etmek isteyenler, en başta 11 Eylül’ün faillerini örnek gösteriyor: Bir projeleri, programları ve hedefleri yokmuş!

Dünyanın içinde bulunduğumuz konjonktürel döneminde programatik bir devrimciliğin ya da eylemciliğin ön planda olduğu nasıl söylenebilir! Bunu aramak, tam da ‘yenilik’in farkında olmamak, geçen yüzyılın programatik kültürü bağlamında yaklaşmaktır olaya.

Mehmet Yılmazer, vuzuh sahibi bir devrimci yazar olarak şunları yazıyor: “Bugün dünya devrimci hareketi programsızdır. Bunun, günümüz post-modern mantığının çok doğal bir sonucu olduğunu biliyoruz. Ancak dünya egemenleri hiç de post-modern davranmıyorlar. (…) 2004 ve sonrası, artık dünya devrimci hareketi de kendi dünya projesini yaratmak zorundadır. Programsız ve iktidar hedeflemeyen bir mücadele eriyip yok olmak zorundadır.”[5]

Yeni düşünceler geliştirme konusunda Türkiye devrimci hareketinde alışılmadık ölçüde önde olan Yılmazer bile geçen yüzyılın paradigmasından kurtulamıyor. Bugün devrimci mücadelenin sağlıklı yürütülmesi için acil sorun, bir program ve somut iktidar hedefi değildir. Zira, dünya koşulları, ne bir program oluşturacak denli sarahet kazanmış, ne de iktidarı somut bir hedef kılacak denli olgunlaşmıştır. Devrimcileri, daha çok önü görülmez mücadele pratikleri beklemektedir. Günümüzün sorunu, iktidara ilişkin politik (yani hakiki, gerçek gerçek) bir beklenti olmaksızın mücadeleyi devrimci tarzda yürütebilmektir.

İktidar, onu istemediğini ilan eden gücün dahi, eğer gelişecekse, uzak duramayacağı, kendini içinde muhakkak bulacağı bir mücadele konusudur. Bir dev gerçeklik olarak varken ve eylerken, iktidarı istemeden ancak iktidar olmayla kazanılabilecek birtakım alanlar yaratılabileceği iddiasının tek gerçek karşılığı, onun bir yenilginin ifadesi (yenilgicilik) olarak anlaşılmasıdır. (Abdullah Öcalan yenilmiştir ve iktidar dışında alanlar yaratabileceğinin gerekçelerini oluşturmaya yönelmiştir.) Bu görüşün başkaca bir ciddiyeti yoktur.

Konjonktürel özne

Yıkıcılığın devrimci işlevini mahkum etmek isteyenler, İslamcıların ABD’nin ve İsrail’in fideliğinde yetiştiğini, bu durumun değişemeyeceğini söylüyorlar. Bu görüş sahipleri değil miydi, büyük diyalektikçi olanlar; “Aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz” sözünü olur olmaz teorik konuda tekrar edip duranlar! Alın size ‘aynı ırmak’; bakalım kaç kere yıkanabileceksiniz!

Onlara göre, tarih, sabit özne kimliklerin mücadelesidir. Özne yaratılmaz, tersine, yaratır onların anlayışına göre.

Her konjonktürün öznesi farklıdır. Saddam Hüseyin rumuzuyla anılan birden çok konjonktür öznesi olmuştur. Gençliğinde bir ulusal devrimci olarak krala suikast yapan gözüpek adamla, Halepçe’de Kürtleri katleden, ve Arapların anakronik Bismarck’ı olmaya heveslenen, ABD emperyalizminin şimşeklerini çeken adam aynı biyolojik varlık, hatta aynı hukuki şahsiyet olabilir. Bu hukukun ve bu biyolojik organizmanın politik konjonktürde zerre kadar hükmü yoktur. 1991 konjonktüründeki Irak’a, 1996 konjonktüründeki Irak’a, ve 2003 konjonktüründeki Irak’a “Kürt katili Saddam” argümanıyla bakan birinin politika yapma ve somut gerçeği devrimci bir yerinden yakalama şansı yoktur. El Kaide ABD’yi vururken, dilinde hala onun Sovyetler Birliğine karşı ABD tarafından organize edildiği nakaratı olan birinin, politik niteliği tayin ediciyse gerçekten, Marksist olması imkansızdır. Bir Marksistin somut gerçeğe bu kadar kör olması, onun ancak Marksist olmamasıyla mümkün olabilir.

Yıkıcı dinamiğin ezilenler tarafındaki öne çıkan eyleyicisi İslamcı hareketlerin ideolojik politik nitelik ve meşreplerine ilişkin sol ve sosyalist cenahta söylenen birçok şeyin hiçbir politik değeri yok. Bu hareketlerin ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin tarihsel ürünü olduğu, bir toplum projelerinin olmadığı, kapitalizm değil sadece ABD karşıtı oldukları türünden bir dizi basit gerçeğin sadece enformatik kıymeti bulunuyor; bunların hiçbir bilgisel değeri bulunmamaktadır.[6] Kimse onların Marksistler olduğu zehabına kapılmış değil, ve şükür, onların önemli zaafları var. İyi ya işte; onların eksik bıraktığını biz tamamlayalım!

Bu bağlamda önemi olan tek argüman, bu hareketlerin halen ABD’nin denetiminde hareket ettiği ve büyük bir komplonun basit piyonları olduğudur. Buna şiddetli bir şekilde karşı durmak gerekiyor. Asıl tehlikeli zihniyet budur. Bu zihniyet, kendinden başkasına prim vermeyen bir saf öznellikten beslenmektedir ve bu zihniyetin, politik olma, gerçeğin kalıba girmez cevvaliyetiyle karşılaşma imkanı bulunmamaktadır.

Çeçenistan’da Rusya’ya karşı yürütülen hareketi başta ABD destekliyordu. Bu, deyim yerindeyse, ‘eski dönem’in karakteristiğiydi. Ama bugün, tam da dönemin mantığına uygun bir tarzda, Çeçen savaşçılar, hiçbir devletin lojistiği olmadan çok çetin ve ümitsiz bir mücadele yürütüyor. Çeçenlere üstelik, Türkiye’den İslamcılar yardıma gidiyordu –azalmakla birlikte halen gittiği bildiriliyor. Fakat, bu hareketin insan rezervleri ne olursa olsun, bu hareketin ideolojisi ne olursa olsun, bu hareket bugün devlet iktidarına karşı bir mücadele yürütüyor. Çeçenistan’da yürütülen mücadele, istikrarsızlığı sadece Kuzey Kafkasya’da yaşatmıyor; bu mücadele sayesinde Moskova da istikrarsızlığın çemberinde yer alıyor.

İslamcı hareketlerin devrimci karakterine ilişkin kılı kırk yarıcı tarzda bir akıl yürütmeye gerek yok. Bu her şeyden önce operasyonel değil, çünkü ‘klasik’ devrimci hareketin İslamcı hareketle bağlaşacak bir gücü ve –ideolojik– hazırlığı yok. Fakat kesin olan bir şey var; bu hareket, bugün dünya ölçeğinde devrimci işlev görüyor. Devrimci işlev, ABD’ninki tarzda negatif değil, pozitif bir devrimci işlev söz konusu.

 
 


[1] “Emperyalizm Direnenleri Yok Edemiyor”, Ekmek ve Adalet, Sayı: 74, 24 Ağustos 2003, s. 43-4

[2] Mehmet Akyol, “FARC: Kolombiya Devriminin Garantisi”, Direniş, Sayı: 35, Şubat 2004, s. 23

[3] “Petras İle Söyleşi”, Atılım, 17 Ocak 2004, Sayı: 3 (68), s. 9

[4] Cuma Tat, “Atlarımızı Roma’ya Süreceğiz!”, Teori ve Politika 29-29

[5] Mehmet Yılmazer, “Yeni Yıl, Eski Sorunlar”, Zafere Kadar Direniş, Sayı: 34, Ocak 2004, s. 13

[6] Örneğin, yeni dönemin dinamiklerini anlama konusunda esaslı bir çaba içinde olduğu gözlenen Sosyalist Barikat Dergisi de bu konudaki koroya katılabiliyor. Barikat, S. 18, s. 10

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar