Ana SayfaArşivSayı 32-33Aydınlanmanın ‘Son Zafer’i İslama Karşı mı Olacak?

Aydınlanmanın ‘Son Zafer’i İslama Karşı mı Olacak?

 
 
Aydınlanmanın ‘Son Zafer’i
İslama Karşı mı Olacak?

  

Yavuz Ermeç

Aydınlanma askeri ve politik olarak “son savaşı”nı henüz kazanamadı. Oysa, Avrupa’da monarşiye ve teokrasiye karşı zaferini uzun süren “savaşlar” sonunda elde edebilmişti. Aydınlanma’nın “İslam Devletleri”ne ve İslama karşı özellikle askeri-politik savaşı, bu biçimiyle yeni sayılabilir. İsrail-Filistin çatışması, birinci ve ikinci intifadada İslamcı politik öznelerin cephede belirgin biçimde yerlerini almasıyla birlikte, İsrail’in devletsiz İslama karşı bir savaşına dönüştü. Bu dönüşümü asıl perçinleyen ve aslında İslam’a karşı asıl cepheyi açan, 11 Eylül eyleminden sonraki Afganistan ve Irak savaşları ve işgalleri oldu. Böylece “başlangıçta” tek cephede süren İslama karşı savaş üç cephede devam etmektedir. Batı medeniyeti, ABD aracılığıyla askeri ve politik sınırlarını genişletmektedir.
Bu koşullarda İslam için Cihad şimdi değilse ne zaman? Savaşan İslamcı ile savaşmayan İslamcı tarihte hiçbir zaman bir olmadı. Bu iki türden İslamcı, “Allah katında” da bir olmasa gerek!
İntifadadan önce, Filistin’de verilen savaş “ulusal hareket” kimliğine daha yakındı. Deyim yerindeyse, İslam, ‘ulusal kimliğin’ bir alt öğesiydi. Bu kimlik uygar Avrupa için (Batı Avrupa solu da buna dahil), her zaman daha tanınır olmuş ve meşru kabul edilmiştir. Bu meşruluk anlayışını, Türkiye solu içinde devrimci ve reformcu kanatlardan paylaşanlar da vardır. Filistin cephesinde, ikinci intifadadan sonra daha da belirginlik kazanarak, İslamcı politik öznelerin cephede yerini alması ve ABD tarafından açılan diğer iki cepheyle birlikte, ulusal kimlik yerini belirgin biçimde İslama bıraktı. ABD’nin Afganistan’a açtığı savaş açıktan Taliban öncülüğünde kurulmakta olan İslam devletine karşıydı. ABD’nin Afganistan’ı işgalinin ne öncesinde ne de sırasında süren direnişinin hiçbir kertesinde “ulusal kimlik” zaten belirgin değildi. Uygar Batı, Taliban yönetimindeki Afganistan’ı zaten hiçbir zaman meşru görmemişti. ABD’nin İslam’a karşı açtığı son cephe Irak’ta ise, savaş Saddam Hüseyin’in “diktatörlüğü”nü yıktı; ABD, “insanlık ve uygarlık düşmanı” Saddam adındaki “barbar”ı bitli sakalından yakaladığı gibi ininden çıkardı! Ama direniş hala devam ediyor. ABD işgaline karşı Irak’taki direnişin özellikle Sünni Araplar tarafından İslamın bayrağı altında sürdürülmesi, savaşın yeni evresinin “diktatörlüğün kalıntılarına” karşı değil İslama karşı cereyan ettiğini göstermektedir. İslam, Irak’ta Saddam’ın “kalıntıları”nı yedeğine mi aldı? İslam Filistin’de, Afganistan’da ve Irak’ta savaşıyor! Hasan Sabbah’ın fedaileri “küllerinden yeniden doğdu” ve “Batı” metropollerine kan ve barut taşıyorlar; Batı uygarlığının üstünde bu sefer İslam’ın “hayaleti geziyor”.
Laik Haçlıların, ABD öncülüğündeki seferi, kaynağa, kutsal topraklara geri döndü ve tekrardan, eskisinden daha da yüksek “kaleler” inşa etmekteler. Avrupalı Haçlılar, Filistin ve Suriye kıyılarında ele geçirilemeyecek kadar yüksek ve sağlam inşa edilen kalelerde Hıristiyan devletleri kurmuşlardı. Kürt kökenli ve Sünni bir asker olan Salah el Din (Salahaddin Eyyubi), onbirinci yüzyılın sonuna kadar ele geçirilemeyeceği düşünülen bu kaleleri teker teker düşürmeyi başarır. Salah El Din’in torunları “Kuzey Irak”ta bugün ona “ihanet” mi ediyor?
* * *
Jean Calvin, “İsa’nın krallığını bu dünyada aramanın ve bu dünyaya katmanın bir Yahudi tersliği olduğunu” söylemektedir. Protestanlık, Katoliklikten ve Yahudilikten farklı olarak Tanrı’nın Krallığını yeryüzünde aramamak gerektiğini buyurdu. Protestanlığa göre, kral, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi değildir. Katolikler, tüm Ortaçağ boyunca yeryüzünde Tanrı’nın krallıklarını Kilise aracılığıyla temsil ettiler. Edebi ve felsefi yazıları ile Aydınlanma düşüncesini özetleyen Voltaire’in, Hıristiyanlığın baş sorumlusu saydığı için Yahudiliği sevmemesi boşuna değildir.
Yeryüzü krallıkları ile gökyüzü krallıkları arasındaki ‘din savaşları’, kilise devlet iktidarını sarstı; kilise ve devleti özdeş görmeyen “Hıristiyan laikliği”, yalnızca doktriner (Kutsal Kitap’a dayanan) bir iddia olmaktan öte, Reformasyonla birlikte pratik bir anlam kazandı. Protestan liderler, her ne kadar gökyüzü krallığını yeryüzünde aramamış olsalar da, teokratik yönetimler kurmaktan geri durmamışlardır. Teokrasiye karşı verilen ‘savaş’ iki yüzyıl daha sürecektir.
Kilise-devlet özdeşliğine doktrinde karşı çıkan Protestan ahlakı ve ‘Hıristiyan laikliği’ gerçek politik, felsefi karşılığına 18. yüzyıl düşüncesiyle ulaşıyor. Bu yüzyılda din karşısında insan aklı, kilise ve krallıklar karşısında ise cumhuriyet zafere ulaşıyor. Goldmann, Hıristiyanlığın, Aydınlanmanın düşünsel kategorilerini benimsediğini ve bu kabul edişin mücadelenin sonucunu da önceden belirlediğini söylemektedir.[1] Aydınlanma düşünürleri içlerinde hala evrenin bir mimarı olduğu düşüncesini taşıyor olsalar da, bu inançları Yaradancılıktan daha öteye gidemedi. “Kendilerini ister Tanrıtanımaz, ister Yaradancı, isterse de Tanrıcı diye adlandırsınlar, filozoflar herhangi bir mutlak dine gerçek inanç diye bakılmasını ve diğer dinler karşısında herhangi bir üstünlük iddiasına izin verilmesini tiksindirici buldular. Dahası Tanrıtanımaz olmayan ya da henüz böyle olmamış olan filozoflar, ‘doğru’ bir dinin herkese açıkça doğru gelmesini ve bu nedenle vahye dayanan ya da akılla ilgisi olmayan öğretileri savunmamasını, her şeyden ötede de bu öğretilerin akılcı düşünce ve rasyonel burjuva ahlakıyla çelişmemesini talep ettiler. Ayrıca, nihayet herhangi bir mutlak dini yücelten bir Kilise kuşku konusu olmaya başladı. Filozoflar, iyi bir hükümetin ancak Kilisenin siyasal etkilerinden tümüyle arındırılması koşuluyla görevlerini yerine getirebileceğine inanıyorlardı.”[2] Bu kadarı, yöneticilerin gökyüzü krallığı peşinde koşmamasını öğütleyen Protestan düşüncesine bile fazladır. Protestanlık, yöneticilerin, Kutsal Kitap’ın yasalarına uymaları gerektiğini öğütler. Kutsal Kitap’ın yasalarına uymayan ve Tanrı’nın imgesini taşımayan yönetici halkı tarafından saygı görmez ve tanınmaz. Kutsal Kitap’ın yasalarına uymayan yöneticinin cezası Tanrıya bırakılmış ve her türlü ayaklanma yasaya aykırı kabul edilmiş olsa da, bu düşünce uygulamada değişmiş, Kutsal Kitap’ın yasalarını hiçe sayan yönetimlere karşı, gerçek Hıristiyan inancını Protestanlar silah yoluyla bile savunmuşlardır.
Aydınlanma düşüncesi din ile politik ve felsefi olarak karşı karşıya gelmiştir. Aydınlanma düşüncesinin, başka bir deyişle Batı’nın, ilk büyük zaferi ve ilk büyük ihaneti Hıristiyanlığa karşıdır. Eğer Goldmann’ın kurduğu bağlantı uygunsa, Aydınlanma, Hıristiyanlığı aklileştirmiştir. Aydınlanma düşüncesi vahye dayanan her türlü yasayı yüryüzü yönetimlerinden uzaklaştırmış ve akla dayalı hale getirmiştir. “Doğal hukukun hukukçu yazarlarının büyük değeri, tanrısal hukuk teorisini yıkmış olmalarıdır. Bu Protestanlar [Groutus ve Pufendorf], Devlet’i Katolik Tanrıbilimin etkisinden kurtarmak için bütün güçleriyle çalışmışlardır. Böylece bunların öğretisi, 18. yüzyılda Protestan ülkelerde resmi öğreti haline gelmişti. Hepsi insanların özgür ve birbirine eşit bulundukları varsayılı bir ‘uygarlık öncesi doğal hali’ni varsaymışlardır; insanlar buradan uygar bir duruma geçmek için, bir sözleşmeye varırlar, isteyerek olsun zorla olsun (fetih hakkı), politik bir otoriteye boyun eğerler.”[3] 18. yüzyıl devrimleri, kilise-devletlerin iktidarına son vermiştir, Batı’da Tanrı’nın iradesi yerini insanın iradesine bırakmıştır. Bu yüzyıldan itibaren “akıl dışı” yönetimlerin barınabildiği tek coğrafya olarak Doğu kalmıştır.
İmparatorluklar döneminde ezilenlerin dini
18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında Batı, Doğu’yu “akla dayalı bir uygarlık dönemine geçirmek için” fetih hakkını kullanmaya başlamıştır. İslam, ilk Arap devletinin kurulmasından 19. Yüzyıl başlarına kadar, Mağrip (Kuzey-batı Afrika) ve Maşrıkta (Ortadoğu) ezilenlerin dini olmaktan çıkmıştır. Bu dönemde, İslam devletleri içindeki gayrimüslimlerin dini ya da İslam içindeki mezhep ayrımlarından kaynaklı inançlar ezilenlerin dinleriydi. Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Osmanlılar döneminde her kim bu iktidarlara karşı savaşmışsa onların dini, ezilenin diniydi.
Avrupa devletleriyle Osmanlı arasında Balkanlar, Mağrip ve Maşrık üzerindeki emperyal iktidar mücadelesinde, Marksizmin politik konum alması mümkün değil midir? “Ne Sam, ne Saddam” şiarı bugünün konjoktüründe ne kadar apolitik ise, geçmişin konjonktürüne uygulandığında da o kadar apolitiktir. 19. yüzyılın başından itibaren emperyal güçler arasındaki mücadelede, Marksizmin uygun politik konumu ezilenden yana olmaktır. 19. yüzyılın başında, Sırplar ve Grekler Osmanlı devletine isyan ettiğinde ezilenlerin dini Hıristiyanlıktır. Bu isyanlar yalnızca ulusçu değil, Müslüman hakimiyetine karşı Hıristiyanlık temalarını da ağırlıkla taşıyan hareketlerdir. Diğer tarafta, Fransızların 1830’da Cezayir’i işgal etmesi ve Osmanlı yönetimini dağıtması sonucu ortaya çıkan iktidar boşluğunda Abdulkadir (Kadiri tarikatına mensuptu) iç bölgelerde fiilen bağımsız bir İslam devleti kurdu. Fransa’nın Cezayir’in iç bölgelerine doğru ilerleyişinde, Abdulkadir’in verdiği savaş bir cihaddı ve bu kez ezilenin dini İslamdı.
İslam, devrimlerin yolunu açacak mı?
ABD imparatorluğunun öncülüğünde emperyalizm, Aydınlanma’nın yarım kalan işini tamamlamaya çalışmaktadır. Emperyalizm, iki dünya savaşı sırasında Doğu’nun “akıl dışı yönetimleriyle, despotizmiyle, inancıyla” vb. savaşmıştır. Ancak emperyalizmin hiçbir savaşı, Aydınlanma çağının teokrasi ve Hıristiyanlık karşısında kazandığı zafer kadar kesin gözükmemektedir. Emperyalizmin iki dünya savaşı dönemindeki Doğu’ya saldırıları, mutlak bir zaferle sonuçlanmadıysa bunun en önemli nedenlerinden birisi, emperyalistlerin birbirleriyle savaşmalarıdır. Bu savaşlarda asıl hasım birbirleriydiler, kazanan ve kaybedenlerin arasında onlardan en az birkaçı olacaktı.
Emperyalistler şimdi birbirleriyle savaşmıyor. Ya emperyalistler kazanacak ya ezilenler!
İkincisi, emperyalistler, birinci ve özellikle ikinci dünya savaşı sonrası dönemde, Doğu üzerinde askeri-politik adımlarında Sovyetler Birliği’nin jeo-politik konumunu gözetmek zorunda kaldılar. Bunun tersi de mümkündü. Baas rejimleri, emperyalistler ve Sovyetler Birliği arasındaki ‘denge’nin bu coğrafyadaki adeta en uygun formülü gibi durmaktaydı. Emperyalizm, Irak’a saldırısında Baas rejimini hedef aldı. Emperyalizm uzun bir dönem Doğu’da bu tür rejimlere “mahkum” olmanın acısını Irak’ta çıkarmaktadır. Emperyalizm yeni saldırısında halkları ya da ulusları karşısına almamaya çalışıyor. Karşısına almaya çalıştığı “akıl dışı rejimler”, “diktatörlükler” ve “İslam”dır. Ya emperyalizm kazanacak ya İslam!
Bu ayrımlardan kalkarak, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin, bu biçimiyle ilk defa doğrudan ezilenlerle karşılaşmakta olduğu değerlendirmesi yapılabilir.
İslamın, bu savaştan emperyalizmi zayıflatarak çıkması, devrimlerin yolunu açar mı? Devrimcilerin, Kolombiya ve Nepal dışında iktidarı alabilecek güçleri yok. Bu ülkelerde devrimci politik güçlerin, en güçlü oldukları şu dönemlerde dahi, hala iktidarı neden ele geçiremediklerini, Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in tutumu özetlemektedir. NKP(M), “emperyalist müdahaleden çekindiklerini” söylemektedir. Bu ülkelerdeki devrimci politik güçler, kendi ulusal iktidarlarını yıkacak kadar güçlü olsa da, buna benzer açıklamalardan anlaşılan odur ki devrimden sonra, devrimci iktidarı koruma ve sürdürme konusunda, emperyalist müdahale tehdidini göze alacak güçte değiller. Ancak bu politik devrimci özneler, kendi ulus-devletlerinin zayıflaması ve bunun karşısında emperyalizmin güçlenmesi “ikilem”ine düşmeden, kendi ulus-devletlerini politik mevzinin konusu yapmayarak, askeri ve politik savaşlarını kesintisiz devam ettiriyorlar. Bu ülkelerdeki devrimci politik özneler, Irak’taki, Afganistan’daki İslamcı öznelerden farklı olarak, doğrudan emperyalist devletlerle değil, kendi ulus-devletleriyle savaşıyor. Bu nedenle, onların yürüttüğü savaşın sonu, ‘ya emperyalistler, ya İslam kazanacak’ kadar net değil.
Kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirecek kadar güçlenmiş devrimci politik özneler, emperyalist müdahale olasılığı kaşısında, Marksizmin, Leninizm politik uğrağını pratik olarak yaşıyorlar: “Sosyalizm ve Savaş”.[4] Her iki dünya savaşında da emperyalist savaşın koşulları, devrimlerin yolunu açmıştır. Emperyalist devletler zayıfladı ve kendi ulus-devlet iktidarlarını parçalayacak ve ele geçirecek güce ulaşmış politik özneler başarılı devrimler yaptı. Ülke devrimleri, sadece kendi ulus-devletlerinin değil, aynı zamanda emperyalist güçlerin de zayıflamasına gereksinim duyuyor. Yeni dönemde, devrimci politik güçlerin bu gereksinimine, en iyi enternasyonalist yanıtı Filistin, Irak ve Afganistan cephelerinde emperyalizme karşı savaşan İslamcı devrimci güçlerin dışında kim verebiliyor? Dünya devrimlerinin kaderi bugün emperyalizme karşı bu üç cephede yürütülen savaşlara bağlı gözükmektedir.
İslamı emperyalist küreselleşmeyi yenilgiye uğratacak kadar mükemmel bir kuram olarak tanımlayan “Çakal” Carlos, devrimci İslam konusunda şunları söylemektedir:
“’Devrimci İslam’, Müslümanların yaşadıkları toplumlarda yayılan sağlıksız laiklik ve gelişme ile modernlik adına yaşadıkları baskıya karşı duydukları isyandan doğdu. Allah’ın rızasıyla, Allah adına emperyalizm, Siyonizm ve sömürgeciliğe karşı savaşmaya başladılar. Değerlendirme ve eylem modeli olarak sosyalizm, Marksizm ve milliyetçilikten faydalandılar ancak bu kaynakları bir potada eritip ideolojik bir alaşım haline getiremediler. İslam köklerini temel alan cihatçı Devrimci İslam ise değişik akımlardan oluşan dinamik bir senteze ulaşmıştır. Eşitlikçi, birliğe dayanan, adalet ve hakkaniyet temelini esas alan bir yapısı vardır.”[5]
Türkiye’de solun bazı kesimleri ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesini ve/veya Doğu Halkları Kurultayı’nı politik okumaya tabi tutmak yerine, genel olarak doktriner yoruma çakılıp kalmıştır. Bugün benzer bir doktrinerlik, İslamın devrimci güçlerinin emperyalizme karşı yürüttüğü savaşa yaklaşımda da görülmektedir. Ancak bu savaşta da, doktrinerliğin öngördüğü, “Ne emperyalizm, ne İslam” teraneleri yine gerçek bir karşılık bulmayacak, taraflardan biri kaybedecek, biri kazanacak.
Emperyalizm kaybederse, Kolombiya’daki ve Nepal’deki devrimci politik güçlerin yolunun açılması hiç olasılık dışı değil. Bu konuda yeterince tarihsel kanıt var. Tarihe dönük politik zihnimizi tazelemede en son ve yeni kanıt Nepal’dir. Bu ülkelerdeki devrimci politik güçlere, uygun konjonktüre kadar, devrimciliklerini kesintisiz kılmak ve askeri-politik güçlerini korumak ve güçlendirmekten başka bir yol gözükmüyor. Ya emperyalizm kazanırsa?
Yenilgi dönemleri sağa savrulmaları getirir. Yeni dönemde, Türkiye solunun bazı kesimleri hiç olmadığı kadar sağa savruldu. Bu savruluş, reformcu kanatlarda çok daha belirgin. “Ne emperyalizm, ne İslam” şiarını sokaklara taşıyanlar, doktrinerliği politik tutum olarak algılayanlar, geldikleri son noktada, doktrinerliklerini de bir tarafa bırakarak, İstanbul’daki feda eylemlerini protesto yürüyüşlerinde, ulus-devlet iktidarlarıyla ve emperyalizmle aynı safta yer alarak, uzlaştıklarını, barıştıklarını tescil etmişlerdir. Türkiye solu içinde, pratik tutum olarak bundan daha sağa kaymak herhalde mümkün değil.

Yeni dönem, yeni enternasyonalizm

Usame Bin Ladin, ABD imparatorluğuna ve emperyalizme karşı sosyalistlerin ve Müslümanların aynı cephede yer aldığını söyledi. Ancak bu öneri ne politik ne de askeri alanda gerçekleşebildi. Uzun bir dönemden beri, Marksist devrimcilik açısından enternasyonalizm politik ve askeri bir gerçeklik olmaktan çıkmıştır. İç savaşların ve emperyalist müdahalelerin yaşandığı yeni dönemde enternasyonalizm “savaş karşıtlığı”na indirgenmiştir. Emperyalizme karşı askeri savaş yürütenlerle, “savaş karşıtlığı” üzerinden politika yürütenler politik düzlemde nesnel olarak aynı cephede değerlendirilse de, “savaş karşıtlığı” ancak savaş durumunun bir alt düzleminde yer alabilir. Yeni dönemde enternasyonalizm “kan ve ateş”e büründürülmelidir.
Marksist devrimciler, emperyalist işgal altında ya da iç savaş durumunda olan ülkelerde ancak “bizden” politik özneler olduğu zaman cephede askeri-politik olarak yer aldılar. Devrimciler, Latin Amerika ülkelerinde, İspanya’da, Filistin’de ve diğerlerinde ancak “bizimkiler” varsa cephede yer aldılar. İstikrarsız ve serbest bölgelerde kırk ülkeden devrimci aynı kamplarda askeri ve politik eğitim gördü; aynı cephede savaştı, öldü, öldürdü, esir düştü, işkence gördü… “1970’lerde Filistin hareketinin karargahı Lübnan’dı ve dünyada devrimci hareketin kendiliğinden enternasyonal merkezi bu topraklardı. Bunu, o topraklarda faaliyet yürütmüş olan Ergun Adaklı şöyle anlatır: ‘1960’ların sonlarından itibaren, özellikle 1970’ler boyunca ve 80’lerin başlarına kadar, Filistin devrim sahası tüm dünyadan devrimci örgütlerin ortak mücadele ettiği, ilişki kurduğu, dayanışma gösterdiği muazzam bir enternasyonal sahaydı. Dünyanın bütün devrimci örgütleriyle karşılaşmak için Avrupa’ya gidilmezdi, Filistin’e gidilirdi.”[6]
Yeni dönemde emperyalizmin tekelci gücü devrimci hareketlerin manevra yapacağı, nefesleneceği ve lojistik ihtiyaçlarını karşılayacağı coğrafyaları büyük oranda kontrol altında tutmaktadır. Deyim yerindeyse, emperyalizm tarafından açılan cephelerin dışında bu tür yerler hemen hemen bitmiştir. Emperyalizm tarafından açılan yeni cephelerde savaşan politik özneler arasında “bizden” olanlar yok! Ne Irak’ta ne de Afganistan’da… Marksist devrimciler, ya askeri ve politik karşılığı olan yeni bir enternasyonalizme yönelerek döngüyü kıracak, ya da “savaş karşıtları cephesi”nin aktivistleri olmakla yetineceklerdir.
Marksist devrimciler, Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan iç savaşta cephede yer alabilir miydi? Belki Yugoslavya iç savaşında karar vermek Irak, Afganistan, Filistin savaşlarına göre daha zordu. Yeni dönemde, Marksist devrimciler ortak düşman emperyalizme karşı “bizden” olmayan ama ezilenlerden olan politik öznelerle omuz omuza savaşmak için cephelerde yer almanın enternasyonalist devrimci yolunu açmalıdır.

Ateşe girmek gerek.

 
 


[1] Lucien Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, Çev.: Emre Arslan, Ankara 1999, Doruk Yay., s. 78

[2] A.g.e., s. 92

[3] J. L. Lecerce, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Konuşma Üzerine İnceleme”, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev.: Rasih Nuri İleri, İstanbul 1998, Say Yayınları

[4]Teori ve Politika’nın, Marksizmin Leninizm uğrağını ele alan iki dosya sayısı mevcut: “Devlet ve Devrim”, Sayı: 28/29, Güz 2002-Kış 2003; ve “Savaş ve Marksizm”, Sayı:30, Bahar 2003

[5] Ilich Ramirez Sanchez Carlos, Devrimci İslam, Çev.: S. O. Kocaoğlu, Ankara 2004, Elips Kitap Yay., s. 66

[6] M. Kayaoğlu, “Bitimsiz Mücadele, Kesintisiz Devrimcilik”, Teori ve Politika 26, Bahar 2002, s. 22

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar