Ana SayfaArşivSayı 32-33Aydınlanmanın Öncülleri

Aydınlanmanın Öncülleri

Aydınlanmanın Öncülleri

Antik Yunan Felsefesi Üzerine Bir İnceleme

 

İraklis Gökoğlu

“Doğa, onun yolunu kapatan her engelin düşmanıdır.”

Erasmus[1]

Kant, Aydınlanmayı tanımlarken; “insanın bizzat kendisinin neden olduğu erginsizlikten kurtuluştur… Aydınlanmanın şiarı ‘sapere aude! Kendi zekanı kullanmaya cesaret et! olmalıdır” der. Lucien Goldmann ise; Aydınlanmayı, “dünyanın eleştirel bir kavranışı ve insanın dünyayla ilişkisini rasyonel bilgi (arı içgörü) aracılığıyla görme biçimi” olarak tanımlar.

Bu yazının konusu olan Antik Yunan Felsefesi‘ni incelerken, MÖ 2500 yıllarından 1400 yıllarına kadar, Girit’te on bir yüzyıl hüküm süren ve Homeros’un övgüyle söz ettiği Miken uygarlığının yanı sıra Mısır, Babil, Fenike ve hatta Pers uygarlıklarının Antik Yunan’a ve dolayısıyla onun felsefesine önemli tarihsel miraslar bıraktığını önsel olarak kabul etmek gerekiyor. Fakat, bilimin atalarını, uzay, matematik, tıp ve üretim alanlarındaki gelişmelerle geriye doğru iz sürerek Mısır’da bulmak mümkünken, felsefe, ya da daha doğru bir ifadeyle; doğa üzerine felsefenin hem niteliksel üretilmesi ve hem de sonraki uygarlıklara devrinin asıl özneleri tartışmasız Yunanlılar olmuştur.

Olasılıklar ve varsayımlardan hareketle, elimizdeki devasa verileri bir tarafa bırakarak, biri Doğulu kompleksi diğeri de Batılı megalomanlığının ya da ırkçılığının yönlendirmesiyle, gerçeklere sadakatsizlik gösterirsek, kendinden sonraki nesillere devasa kaynaklar armağan eden, bu büyük filozoflara (=bilge dostları) haksızlık etmiş, tarihin çarpıtılmasına küçümsenemez katkılar sunmuş oluruz.

Bertrand Russell, üç ciltte topladığı Batı Felsefesi Tarihi adlı eserinde, Yunan felsefesini incelerken ölçülüdür. Doğu’nun küçümsenmesinin aracı haline getirilen ve bir tür Batı ırkçılığına malzeme yapılan yukarıda vurguladığımız uyarılara azami dikkat gösteren Russell, Yunan felsefesine eleştirel yaklaşarak hakkını teslim ediyor ve şu değerlendirmede bulunuyor:

“Aydınlanma çağından çok, yakın bir geçmişe kadar Grekler, her şeyin en iyisini bulmuş ve çağdaş insanın erişmeyi bekleyemediği insanüstü dehanın insanları olarak neredeyse batıl inançlı bir saygıyla değerlendiril(mişlerdir).”[2]

Platon’dan önceki filozofların hiçbir yazısı bütün olarak günümüze ulaşmamıştır. Kendinden önceki filozofların görüşlerini sonraki kuşaklara bilim adamı titizliğiyle devretme şerefi Aristotales’e aittir. Stoacılar, kilise kaynakları ve bizatihi görüş ve ideaları örtüşmeyen Yunan filozoflarının polemikleri bu felsefi görüşlerin sonraki kuşaklara aktarılmasında önemli rol oynamışlardır. Yunanlı filozofların bir tarafında materyalist Demokritos ve diğer tarafta idealist Platon bulunuyor olsa da, birbirlerini zincirleme olarak derinden etkilemiş olan Yunan filozoflarının düşünce dünyalarına, bu kısa yazıyla bir gezintiye çıkalım.

Milaslı (Miletos) Heraklitos, Hades kapısını, Serber adlı üç başlı korkunç köpeğin koruduğunu işitmişti. Bu köpeğin, kuyruk sokumunda bir yılanın bulunduğu söylenirdi. Heraklitos bu masala inanmadı. Korkmadan mağaranın derinliklerine indi, eğri büğrü koridorlarda dolaştı ve meşalesi ile, eski kör inançları dağıttı. Bu meşale, geleneksel inançların yıkılmasında bir simge gibidir.

Işıkla meşalenin; ateşle insanın ilişkisine tanrılar da karışır. Prometheus’un ışığı çalıp insanlara armağan etmesiyle, karanlıkla aydınlığın savaşı, Heraklitos’dan da önce, mitolojik kahramanlar vasıtasıyla süregeliyordu. Heraklitos da, meşalesinin ışığını geleneksel kör inançları simgeleyen karanlığa doğru tutmuş ve kör karanlığı yırtarak “gerçeği açığa çıkarmıştır”. Bu meşale, karanlığa karşı aydınlığın, bilinmeyeni bilmenin günümüze dek süren kesintisiz savaşımının ilk başlangıcı gibidir.

İnsanların gereksindikleri şeyleri, uzun süre kendi denetiminde ve özelinde ne doğa ne de tanrı tutabilir. Roma’da bakanlık yapmış Seneca’dan, köle Epiktetos ve “Köleler de diğer insanlar gibi eşittir, çünkü hepimiz tanrının oğullarıyız” diyen Stoacı İmparator Marcus Aurelius’a; Lucretius’tan, neus noster (tanrımız) diye bir nevi tanrı katına yücelten ve hatta “Heraklitos hakkı için asla!” diye tanrıya atıfta bulunur gibi yemin eden Posidonios’un öğrencisi Cicero’ya; Newton’dan Einstein’a, Montaigne ve Montesquieu’dan Hegel ve Heidegger’e kadar Batı’nın bütün bilim insanı, felsefeci ve Aydınlanmacılarını derinden etkileyen, Kopernikus’un teoremine esin kaynağı olan, tanrılardan çalınmış bu aydınlanma aracı olan ışığı kullanmayı başarmış Yunan filozoflarının sırrı; bilinenler üzerine kuşku duymaları ve doğa üzerindeki bütün şeyler üzerine düşünce üretebilmelerinden kaynaklanıyor. Fizik, uzay, biyoloji, tıp, matematik, geometri, etik, tarih, politika vb. gibi bütün her şeyi sorgudan geçiriyor ve bu konularda us yürütüyorlardı. Doğada verili bulunan her şey logosun eleştiri süzgecinden geçiriliyor, kendilerinden önceki düşünürlerin önermeleri önemli, fakat gerçekler onlar için her zaman çok daha önemli oluyordu. “Doğa” adeta bu büyük üstadların “deneme tezgahı” olmuştur. Düzenlenen şölenlerde, eğlenmekle yetinmiyor, her konuda tartışıyorlardı. Onları düşünceye sevk eden ve hiçbir engel tanımadan cevap aradıkları soru şuydu: İlk başlangıç ve neden?

İnsanlığın toplam bilgi birikiminin zirvesi olan Marx; 21 yaşında doktorasını Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark adıyla Yunan felsefesi üzerine yapar. Bilimsel sosyalizmin kurucusu bu büyük deha; “İlkçağ Yunan filozoflarının hepsi doğuştan en yüksek derecede doğal diyalektikçilerdi ve aralarında en ansiklopedik zeka olan Aristotales, diyalektik düşüncenin en özsel biçimlerini daha o zamandan irdelemişti”[3] diye yazıyor.

Atom’un kurucularından Abderalı Demokritos’un düşünceleri Lukretius aracılığıyla Gassendi ve Bacon’a geçmiş ve modern doğa biliminin doğuşunun temellerini oluşturmuştur. Yüzlerce yazılı eser bırakan Aristotales’in diliyle, tanrıtanımaz oluşu ve komünist bir dünya tasarladığı için eleştirilerin en sivri oklarını yönelttiği çağdaşı Demokritos’a ithafen söylediği, Yunan filozoflarının neredeyse tümü için ortaklaştırılabilecek özelliklerini bir tek cümle ile ifade edersek, her şey üzerine kafa yormuş bu kendiliğinden materyalist filozofların itici dinamiğini “bir tek nedenin açıklanmasını bulmayı, Pers tahtını elde etmeye yeğ(lemelerinden)” alıyorlardı.

27 yıl hapis yatmak zorunda kalan Campanella, Demokritos’un düşüncelerini benimsemekle, Kiliseye karşı düşmanca duygular içinde olmakla, din kurallarının dışına çıkmakla ve Aristotales’in “dünyanın sonsuz ve bozulmaz” olduğunu söyleyen düşüncesine karşı çıkmakla itham edilir. Elli hapishaneye girer çıkar, tüyler ürpertici ve 40 saate varan işkencelere uğrar, öldü sanılarak bir kenara atılır. Bütün bu işkenceler, onu yolundan döndürmek yerine; Pythagorasçı eğitimin verildiği okulların olduğu Güneş Ülkesi’ni yazarak, devrimci tavrını kalıcı bir atılıma dönüştürmesine yol açar.

Friedrich Nietzsche’ye göre; “Başka ulusların ermişleri, Helenlerin ise bilgeleri” vardır.[4] Bilgi onu kullananın hizmetine girmeden önce nötrdür. Gelişmelere kayıtsızdır. Tıpkı edinime tabi tutulmadan önce doğada varlığını sürdürdüğü gibi. Filiz vermesi için uygun sosyolojik mekanın oluşmasını bekler. Eğer köleci Roma, Yunan felsefi külliyatından yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmış Hıristiyanlığı 324 yıl sonra resmi olarak siyasi çıkarları gereği devletleştirirken, bu felsefenin motiflerinden yararlandıysa, bu o felsefenin kendisinin eleştirisini gerektirmez. Atom’un bir silah olarak kullanılmasının sorumlusu Einstein olamayacağı gibi.

Kilise; düşün dünyası üzerine karanlık perdesini çekebilmesinin ana sorumlusu, Nietzsche’nin haklı ve övgüye değer öfkesini yönelttiği Hıristiyanlığın ideolojik gücünün simgesi piskoposun asası olabilir fakat, gerçek güç, çıplak zorun dolaysız ifadesi Roma’nın kılıcıdır. Egemenliğin zor aygıtı İsa’nın tanrısı değil, Kilise ile sömürücü egemen sınıfların örgütlenme alanlarına dönüştürmeyi başarmış teokratik Roma’nın tanrılaştırılmış Sezar’ıdır. Hangi din ya da ideoloji önderlik etmiş olursa olsun, sınıflı toplumların asla kaçınamayacakları son, nihayetinde gerici ve despot bir devlet yapılanmasıdır. Bu önerme, 700 binin üzerinde köleyi ayaklandırıp Mısır’ın dışına çıkarmayı başarmıYahudilerin Musa’sı, günahkarlar dahil “bütün insanların kardeş” olduğunu öneren, bu yüzden Yahudi egemen sınıflarının ve Roma’nın gazabına uğrayan Hıristiyanların İsa’sı için olduğu kadar, köleler dahil olmak üzere “bütün Müslümanlar kardeştir” şiarıyla, birbirlerini kırmaktan bitap düşmüş Bedevi kabileleri Arap İmparatorluğu’na giden yolda örgütlemeyi başarmış Muhammed için de geçerlidir. Ve ondan sonra gelen bütün devlet yapılanmaları da, hangi iddia ile yola çıkmış olurlarsa olsunlar, bu doğanın çelik ve granitten daha güçlü yasasından kaçınamazlar. Sınıflar varsa, onun dolaysız ürünü, şiddet de vardır!

Aydınlanmanın temellerine ilişkin, tıpkı Cicero’nun büyük çabalarla Arşimedes’in mezarını bulması gibi, arkeolojik bir araştırma yapacaksak, bu araştırmalar, aşağıda anlatmaya çalışacağım gibi, bizi Antik Yunan Felsefesi’ne götürür. Aydınlanmanın önünün; Romalı askerin Demokritos’un eserlerini ezberleyerek mekanik, matematik ve geometri konularındaki bilgilerini askeri alanda kullanan Arşimedes’in boynuna vurulan kılıçla Batı’da; İslam ordularının 800.000 ciltlik kitap arşivi bulunan İskenderiye Kütüphanesi’ni yakması ile de Doğu’da kesildiğini söyleyebiliriz. Her iki eylem, karanlıkla aydınlığın çatışmasının ilk ve en çıplak anı, karanlığın lehine savaşın kaybedilmesinin tarihsel momentleridir. İnsanlık, bu iki büyük fiille lanetlenmiş gibidir. Kitaba ve düşünmeye düşmanlık, boğazına kadar suya batmış olmasına rağmen su içemediği için susuzluktan kavrulan, kendi öz çocuğunu tanrıların ziyafetine sunduğu için cezalandırılan Tantalos’un laneti gibidir. İnsanlığın tarih boyunca başına gelmiş belli başlı en büyük felaketlerden ilk ikisi; teokratik Roma’da somutlaşmış egemen sınıfların kılıçlı terörü ve insanın kendi yarattığı şeye tapınmasından başka bir şey olmayan tanrının kelamının kör karanlığına mahkum olmasıdır.[5]

Campanella, kendi ifadesiyle örnek aldığı başta Platon olmak üzere Yunan filozoflarının “altın çağ” diye nitelendirdikleri ve kısmen “komünal” savaşçı site Sparta’da yaşam süren eşitlikçi toplum modelini tıpkı çağdaşı, peşinen “Ütopyalılar Yunan soyundan gelmiş olabilir” diyen[6] Thomas More gibi, mülkiyetsiz, eşit ve hatta Platon’un Devlet’inde betimlediği ortaklaşa düzeni Güneş Ülkesi’ne uyarlar ve şu şiiriyle taçlandırır: “Mutlu bir çağ olduysa eskiden / Niçin bir kez daha olmasın: / Her şey dönüp dolaşıp / Gelmiyor mu eski yerine.” Campanella’nın tasarladığı Güneş Ülkesinin yöneticisi Hoh da aslında Metafizikçi’dır. Platon gibi düşünür, bu büyük filozofun ileri sürdüğü kanıtları duraksamadan kabul eder.[7]

Voltaire, “Benim tanrım Sokrates’in, Platon’un, Aristidis’in, Cicero’nun, Titus’un, Antonius’un, Marcus Aurelius’un, Epictetus’un İsa’nın… yani tüm insanlığın dinidir. Her biri, bana bir ödev yükleyen nitelikleri kendimde birleştiririm: Ben insan, dünyanın bir yurttaşı Tanrı’nın bir çocuğu, tüm insanların bir kardeşi, bir evladı, bir kocası, bir babasıyım, tüm bunlar beni isimlendiriyor, hiç birisi benim için bir onursuzluk değil” diyor. Hegel şu itirafta bulunur: “Heraklitos’un hiçbir cümlesi yoktur ki logik’ime almış olmayayım.” Nietzsche ise şöyle demiştir: “Dünya her zaman doğruya muhtaçtır, o halde her zaman Heraklitos’a muhtaçtır.” Yine Nietzsche “Zerdüşt Şöyle Dedi” adlı eseri için “Heraklitos Şöyle Dedi” adlı eserden ilham almıştır.[8] Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, son tahlilde Reform hareketlerine giden yolu düzleyen Rönesans’ın bir ayağı, esas itibariyle Yunan felsefesinin yeniden keşfedilmesinden başka bir şey değildir.

Günümüzün insanını hayran bırakacak tragedyaları, Batı kültürünü yüzyıllar boyu etkileyecek kültürel birikimleri Yunanlıların, devasa askeri gücüyle kendilerini yenik düşürenleri bile teslim almalarına yol açmıştır: “Mağlup Yunanistan acımasız galibine egemen oldu.”[9] “Roma, onları bir ölçüde kendisi de Yunanlı olarak yutmuştu.”[10] Yine P. Levi’nin görüşüne göre;

“Bütün dünya onların (Yunanlıların) güzel sanatlarını, bilimlerini, deneyimlerini, dillerini, dürüstlük kurallarını, hatta bazen de dinlerini yavaş yavaş, ama giderek artan ölçülerde benimsemişlerdi. Afganistan’da hala ayakta duran tahta mimarinin sütunlarında, Budist sanatının öğelerinde, Çin kadar uzaklardaki birtakım bibloların yeni gerçekliğinde hiç kuşkuya yer bırakmayan bir Yunan etkisi vardır.”[11]

“Huysuz çocuklar vardır ve büyük adam tavırları takınan çocuklar vardır. Antikçağın birçok halkları, bu kategoriye girerler. Yunanlılar normal çocuklardı. Onların sanatının bizi büyülemesi, o sanatın içinde büyüdüğü toplumun ilkel niteliği ile çelişki oluşturmaz. Bu büyüleme, tersine, o toplumun ürünüdür.”[12]

Kendinden sonra kurulan bütün devletleri, düşünce sistematikleri ve önermeleriyle dolaylı olarak etkileyen Antik Yunan medeniyetini, Marx’ın görüşünden hareketle, ekonomik-siyasal dayanaklarıyla kısa da olsa incelemeye çalışalım.

Antik Yunan’ın toplumsal yapısı ve site devletlerinden Sparta

“Filozoflar kral olmadıkça ya da şu kral denen kimseler gerçek filozoflara dönüşmedikçe siteler için onların kötülüklerinin sonu gelmeyecektir.” Platon[13]

“Bir çağı veya ulusu anlamak için, onun felsefesini anlamamız … gerekir. İnsanların içinde yaşadıkları koşullar, felsefelerini saptamada çok ağırlıklıdır, ama diğer yandan da felsefeleri onların koşullarını saptamada oldukça ağırlıklıdır.[14]

Bu görüşle örtüşen, fakat başka yönden bir değerlendirme Stefan Zweig’a aittir. Roma Katolik Kilisesi’ne karşı dinsel reformasyoncu Protestan hareketin önderlerinden Martin Luther’in izleyicilerinden olan Calvin, İsviçre’de yönetimi ele geçirince katı bir diktatörlük kurar. İlk ve önemli işlerinden biri, aynı görüşleri paylaşmış olduğundan hareketle kendisini ziyaret eden, ve fakat, Fransa’da aranan eski yoldaşı Castillo’nun sürülmesi ve aynı görüşleri paylaştığı Miguel Servet’ın diri diri yakılmasına öncülük etmesi olur. Calvin önderliğindeki teokratik diktatörlükle ilgili Zweig, şu değerlendirmeyi yapar: “Bu kent (Cenevre) Calvin’den iki yüzyıl sonra bile dünyaca ünlü tek bir ressam, tek bir müzisyen, tek bir sanatçı yaratamamıştır.”[15]

“Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin kaynağını ve temelini oluşturur. Demokritos, Aristotales, Pythagoras, Ptolemaios, Arkhimedes, Lucretius, Vitruvius ve diğerleri olmasaydı Newton, Kepler, Galileo ya da Einstein da olmazdı. Böylelikle Ariadne’nin yolu bilim, teknoloji ve felsefenin renkleriyle donatılmış halde Atina’dan İskenderiye’ye ve oradan Roma’ya uzanmış, Heidelberg’den dolanıp Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ne geçmiş, oradan New Mexico’da Los Alamos’ta zirvesine varmıştır.

“Ama bu yolculuğu anlamanın anahtarı Yunan-İskenderiye-Roma kültürüne uzanarak bulunabilir.”[16]

Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi’nin “Eski Yunan” cildini hazırlayan Peter Levi, şu anda ulaşılan ve elde bulunan verilerle bile, “Yunan tarihinin birçok yüzyılını kavramaya kalkışıp da mutlak yetkeye ulaşmak olanaksız”dır diyor.[17]

Yunan site devletlerinin sosyal dokusuyla ilgili kısa bir anıştırma ile, Yunan felsefesinin toplumsal dayanaklarının anlaşılması için yararlı olabilir.

Kaynaşılmış ve özümsenmiş Miken uygarlığının yanı sıra, devamcısı gibi görünen Girit adası ve Korintos boğazından Ege Denizi’nin içlerine kadar uzanan, Argos, Tryns ve Pylos yerleşim yerleriyle aynı mekanda yer alan Sparta’nın gelişimiyle, siyasal çalkantılarla birlikte yeni bir ekonomik formasyonla Yunan uygarlığının yükseliş dönemi olan, MÖ 479-338 yılları arasında hüküm süren Yunan kültürünün altın çağının başlangıcı olan Perikles Yüzyılı çakışır. Çok iyi yetişmiş biri olarak Sophokles, Eurpides, Herodotos ve Anaksagoras’ın çağdaşı olan Perikles’in, siteyi, parlak düşünce adamları merkezi ve Yunan dünyası için model haline getirdiği söylenir. MÖ 459-432 yılları arasında iktidar olan Perikles; Atina’dan kovulmuş, kitapları agora meydanında yakılmış Protagoras’ın kanun yapıcı olduğu Thuroi Helen örnek kolonisinin kurucusu ve Atomculardan Anaksagoras’ın öğrencisi ve yakın dostudur. Bilim ve felsefe bu altın çağda sıçrama yapar, fakat kökleri daha derindedir; Miletos’lu Thales, sadece Yunan felsefesinin babası değil, felsefenin de atası kabul edilmektedir.

Felsefenin atası, tüccar ve denizci Thales,[18] Anadolu’daki ticaret merkezlerinden ve en büyük Yunan kentlerinden Miletosludur. Miletos ya da bugünkü adıyla Milas’da, bir yandan zengin tüccarlar, tefeciler, gemi sahipleri; diğer yandan çalışanlar, yani zanaatçılar, denizciler, hamallar toplanır, bazen kavgalarla sonuçlanan tartışmalar yürütürlerdi. Deniz ticaretinin yaygın olarak yapıldığı, Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’la yakın ticari ilişkilerini sürdüren Milas’ın ticari girişimciliğinin yanı sıra, felsefi birikimleri ve bilimsel buluşları, Pers saldırısı ile birlikte Atina başta olmak üzere Ege’nin batı yakasına taşındı.

Girit ve Miken uygarlığının birikiminin, Doğu’dan edinilen bilimsel bilgilerin mirasçısı, yaygın ticaret ve gemicilik gibi girişimciliğinin çekirdeği olma özelliğini Atina devralmıştı. Kozmopolit bir kent özelliği gösteren Atina, yükseliş dönemi ile birlikte Perikles’in ortaya çıkmasının ekonomik ve toplumsal koşullarının temellerini de böylece atmış oluyordu. Girit, ticari öncülüğünü olduğu gibi, uygarlık birikimini de Yunan’a devrederek tarih sahnesinden çekilmiş ve Yunan uygarlığı bütün parlaklığıyla tarih sahnesine çıkmıştı.

Tarihçiler aynı zamanda Başkomutan (Strategos) da olan Perikles’i yoksulların koruyucusu olarak anlatır. Fakat, Perikles yoksulların koruyucusu değil, onların doğal öncüsü olsa gerektir. Tarihi, kahramanları ve hatta mitolojik kahramanlarla tanrının elçilerini de hareket halindeki kitlelerin öz dinamiği yaratıyorsa eğer, Perikles de onlardan biri olabilir. Doğuştan hakseverliği, tanrının lütfu ya da felsefecilerin, eğitimcilerin dolaysız bir ürünü olamaz. Olsa olsa, büyük alt-üst oluşlara yol açan toplumsal bir devrimin, ilerici sınıfların dayatıcı zorunun bir ürünü ve öncüsü olabilir. Hatta, tıpkı Aristotales’in Büyük İskender’in öğretmeni olması onun dünyaya egemen olmasına ne kadar katkı sunduysa, Anaksagoras’ın da Perikles’in öğretmeni, danışmanı ve yoldaşı olması o kadar etki etmiştir. Perikles’i Perikles yapan, eğitmenler ve öğretmenler değil, çağının ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullarıdır.[19]

Rostosev, Eski Dünya Tarihi adlı çalışmasında, diğer site devletlerinde benzer gelişmelerin yaşandığı Yunan kentlerinden Miletos’ta yedinci ve altıncı yüzyıllar arasında, yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığım toplumsal çalkantılarla ilgili şu bilgileri aktarıyor: “Miletos’ta önce halk zafer kazandı, soyluların karılarını ve çocuklarını öldürdüler; sonra soylular baskın çıkıp, kentin alanlarını canlı meşalelerle aydınlatarak, karşıtlarını diri diri yaktılar.”[20]

Toplumsal alt-üst oluş, hangi amaçla iktidarı alırsa alsın yeni egemen olan kesimler ve sınıfları, farklı olma yükümlülüğüyle yüz yüze bırakır. B. Russell, “Köleleri ve kadınları dışarıda tutma gibi son derece ciddi bir kısıtlama”ya rağmen, Perikles döneminde Atina’da, 21. Yüzyılın herhangi bir batı ülkesinin demokrasisinden çok daha ileri bir demokrasi kurulmuş olduğunu söyler ve ekler: “Atinalılar bir bakıma günümüz Amerika’sından daha özgürlükçüydü”.[21]

Yazarı bilinmeyen, fakat Ksenofon’un eserleri arasında günümüze dek ulaşan başka bir kaynakta toplumsal sorunlarla boğuşan o günün Atina demokrasisi eleştirilirken şu bilgiler aktarılır:

“Atina’da kölelere ve yerleşik yabancılara sağlanan olağanüstü başıboşluktur; bir tokat bile yasak olup, sokakta köleler sizin geçmeniz için yana çekilmezler. Bu garip göreneğin nedenini açıklayalım. Bir kölenin özgür bir yurttaş tarafından ya da yerleşik bir yabancının yahut yeni özgür olmuş birinin bir yurttaşı dövmesi yasak olmasa, bir Atinalının köle ya da yabancı sayılıp dayak yemesi sık sık olurdu; çünkü Atina halkı köleden veya yabancıdan daha iyi giyinmemektedir, kişisel dış görünüşde de herhangi bir üstünlük yoktur.”[22]

Yunan site devletleri arasında model olarak öne geçmiş ve diğer site devletlerini de etkilemiş olan Sparta’nın, savaşçı bir site ve aynı zamanda korunaklı bir coğrafi yapıya sahip olması, düşman devletlerce saldırıya uğrama tehlikesini asgariye indiriyordu. Aynı zamanda da iç çelişkilerden dolayı zayıf düştüğü anda kendi içsel sorunlarını yeni düzenlemelerle çözme inisiyatifi gösterebiliyordu. “İflasın, kıskançlığın, tamahkarlığın, lüksün, zenginliğin ve yoksulluğun önüne geçmek için” Sparta toprakları tüm yurttaşlara eşit olarak paylaştırılmıştı. Bununla da yetinilmemiş, bu kuralın sürekliliği de hiçbir Spartalı yurttaşın ne yoksullaşması ne de zenginleşmesi, bir devlet kuralı haline getirilerek garanti altına alınmıştı. Sparta, Lykurgos’un her ideal devlet için önerdiği; “kaleleri tuğladan değil insandan” müteşekkil bir kent devletiydi. Aynı şey Atina için de mümkün kılınmaya çalışılabilirdi ve Atina’da krallık yapan, ilk yazılı hukuku yürürlüğe sokan Solon ise, “Bütün birikmiş borçları” bağışlar, borç karşılığı esir edilmeyi yasaklar ve ülke dışına satılan Atinalıları ve Atina’da köle edinilmiş yurttaşları özgürlüklerine kavuşturur.[23] Dışa karşı yayılmacı bir siyaset gütmeyen ve aralarında bir nevi konfederatif bir birlik içinde hareket eden Yunan Site Devletleri, sınıf çatışmalarını da kendi dinamikleriyle çözmekle yüz yüze bulunuyorlardı.

Temsili değil doğrudan demokrasinin uygulandığı, bir yıllığına olmak üzere yöneticilerin seçimle geldiği, yine komutanların seçimle ve yargıçların kura yoluyla belirlendiği Atina’da, bazen deniz kabukları bazen de tuğla parçaları oy pusulası olarak kullanılır ve önemli sorunlar halk oylamasıyla çözümlenirdi. Sürgüne gönderilmesi gereken biri mi var, oy pusulalarından hareketle alaylı bir şekilde adlandırılan “çanak çömlek mahkemesi” kurulur ve karar tümüyle demokratik halk oylamasıyla alınırdı. İktidarı ele geçirmek isteyen soylu, halk kararıyla sürgüne gönderilirdi. Hatta, tiranlık eğilimi olanlar, yalan beyan verilmesi halinde cezalandırılmak kaydıyla halkın şikayeti üzerine sorgulanır ve nasıl bir cezai müeyyideye tabi tutulacağına ilişkin oylama yapılırdı. Şikayetin dayanakları olan eğilim, sorgulama sonucunda gerçeğe tekabül ediyorsa, tiranlığa özenen gözünün yaşına bakılmadan, 10 yıllığına Atina dışına sürgün edilirdi. Platon, güzel söz söyleme sanatının (propagandanın) kötü amaçlar için kullanılır hale gelmesi ve felsefenin ticari kazanç kapısına dönüşmesi gibi, aşırı demokrasinin de devlet düzenine zarar verdiğini düşünür ve bu tür halk oylamalarını benimsemez.

Site devletlerinde yönetim kurallara bağlanmıştı. Krallarla birlikte, otuz kişiden oluşan yaşlılar kurulunun yirmi sekiz üyesi altmış yaş üzeri olup, tüm yurttaşlarca ömür boyu görev yapmak üzere soylular arasından seçilirlerdi. Bu kurul işlenen suçları ele alır ve meclis tüm yurttaşlardan oluşur ve önlerindeki bir öneriye evet ya da hayır oyu vermekten başka bir yürütmede bulunmazlardı. Bu meclisin onayı olmadan hiçbir yasa yürürlüğe girmezdi.

Krallar, Yaşlılar Kurulu ve Meclis’in dışında, yalnızca Sparta’ya özgü olan dördüncü bir yönetim dalı daha vardı. Ephoros olarak adlandırılan bu kurul 5 kişiden oluşmaktaydı. Aristotales’in de “oldukça çocuksu” diye tanımladığı bir yöntemle seçiliyordu. Bu kurul aynı zamanda, yargı ayağını da oluşturuyordu ve krallardan üstün bir yargılama işlevleri bulunuyordu.[24]

Site devletlerinin tanrıları

“… o zamandan beri de artık hiçbir tanrı yaratamamışlardır. Neredeyse iki bin yıl ve tek bir tanrı yok.”

Nietzsche[25]

Roma’da git gide merkezileşen imparatorluğun bir gereği olarak, İsa’nın tanrısından önce, İmparatorlar tanrı katına yükseltilmişlerdir. Örneğin; İmparator Augustus, Yunanlıların savaş tanrısı Aris’tir. Roma’nın egemenlik altına aldığı halklara, henüz devletleştirilmeden önceki önerme ve vaadleriyle İsa’nın tanrısı, Augustus ya da Sezar’ın somut ver(me)diklerinden daha çekici geliyordu. Bundan dolayı henüz devlet dinine dönüştürmeden önce, Roma halkı ve askerleri Hıristiyanlığı büyük oranda benimsemişlerdi. Roma’nın tersine, Site devletlerinin önemli bir ayrıcalığı da, katı ve monolitik düşünceyi koşullayan ve daha sonra insanların başına bela olan, Platon’un mağaradan kovduğu yaratıcı ve her şeye mutlak hakim olan tanrıdan muaf olmalarıydı. Federatif bir birliği andıran ve farklı site devletlerinden oluşmasının yanı sıra, dünyanın uygarlaşmış ileri medeniyetlerinden motifler devralan Yunanlıların tanrıları, insanlar gibidir. Kuran’ın tanrısı insanları “kendisine kulluk etmek için yarattı”ğını söyler. Yunan tanrılarının böyle bir sorunu yoktur. Onlar, insanların işlerini kolaylaştırmaya uğraşırlar, onun için de onlara benzerler. Acıkırlar, suç işlerler, evlendikleri gibi evliliklerine sadakatsizlik gösterirler, içki içerek eğlenirler, kendi aralarında olduğu gibi ölümlülere aşık olur, onlarla sevişebilirler, çocukları olur, bir amaç için savaştıkları gibi kendi aralarında göğüs göğüse dövüşürler ve bazen kendi öz oğullarının öldürülmesini engelleyemedikleri gibi kendileri de ölebilir ya da öldürülebilirlerdi.

Hesiodos’un yaratılış hikayesi de, mitolojilerine ve bilimsel yaklaşımlarına benzer: “Doğrusu, başlangıçta Uçurum (Kaos) vardı, sonra Yer (Gaia) ve Aşk (Eros)… Gaia yıldızlı Gök’ü, Uranos’u, doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde.[26]

İnsani zafiyetlerle malul olan bu tanrıları Herodot, bir tanrının bile kaderin elinden kaçamayacağı sözleriyle anlatır. Hesiodos ise “armağanlar gönlünü çeler” diyerek tanrıları insanlarla eşitler. “Hatta tanrılardan biri ve birçok yarı-tanrı da maden işçisidir ve Homeros onları işlerinin ustası olarak tanımlar. İliada’daki Thersites farklı bir izlenim verir. O, halk meclisinde Agamemnon aleyhine konuşan isyancı bir halk adamıdır.[27] İstedikleri şekle soktukları yetmezmiş gibi, Euripides’e göre, “Adaletsiz tanrı, tanrı değildir.” Antik Yunan’da tanrıların güçsüzlüğü, insanın güçlülüğüyle orantılıdır. Her şeyin merkezi insandır. İnanılan tanrıların mermerden yontulmuş heykelleri sınırlıdır. İnsanı ve onun güzelliğini tanımlayan heykellerin sayısı sınırsızdır. Atina’daki Ulusal Müze’de sergilenen binlerce tarihi heykel bunun kanıtı gibidir.

Dedesi Uranos (Gök), babası Hronos (Zaman), oğul ise Zeus aither’dir, Zeus toprak, Zeus gök, Zeus gerçekten evren’dir ve bundan daha yüksek olan. Zeus, tanrılar toplantısında konuşuyor: “Hayret, nasıl da tanrıları suçlandırıyorlar insanlar şimdi! Bizden geldiğini söylüyorlar kötülüklerin, halbuki kendileri / Kendi budalalıkları yüzünden kısmetten acılara katlanıyorlar”. Akhilleus (Aşil) ölümünden sonra hüküm veriyor: “Üstün tutarım ırgat olarak yanında çalışmayı / Yoksul, malı mülkü az bir adamın, / Bütün göçüp giden ölülere hakan olmaktansa.”[28]

Aydınlık yüzlü Demokritos, tanrı inancını bilinç yetersizliğine bağlıyor, bilgisizliğin mutsuzluk kaynağı olduğunu söylüyor ve şu tespitte bulunuyordu: “Yeryüzündeki yaratılışın çözülüp dağılmasını bilmeyen birtakım insanlar, hayattaki kötü eylemlerini bildiklerinden, ölümden sonraki zaman için yalan hikayeler uydurarak ömürleri boyunca karışıklıklar, korkular içinde azap çekiyorlar”.[29] Tanrıların güçleri sınırlıdır. Pythagorasçılar, “gerçek var-olandan daha güçlü bir şey yoktur” derler. Her üç kişinin yan yana geldiği tartışma platformunda her şey sorgudan geçirildiği gibi, tanrı ve yaratıcıyla ilgili “saçmalıklar” da bu sorgulamadan kurtulamazlar. Yunanistan’da yanılan da yaratan da insandı. Onlarla baş edebilmek için, yarattıkları tanrıların güçlerini sınırlamış gibiydiler.

Euripides bir tragedyasında tanrı hakkındaki düşüncesini şöyle dile getirir: “Söyler elbete biri, gökte tanrıların bulunduğunu. / Yokturlar, yokturlar. İnsanlar arasında bir budala / Çıkıp da eski masalı tekrarlarsa, o başka.”

Ya da Ksenophanes’ın son noktayı koyduğu gibi:

Elleri olsaydı öküzlerin, atların ve aslanların

Yahut resim ve iş yapabilselerdi elle insan gibi

Atlar atlara, öküzler öküzlere benzer

Tanrı tasvirleri çizerler ve vücutlar yaparlardı

Her biri kendinin şekli nasıl ise ona göre.

Habeşler kendi Tanrılarının basık burunlu ve kara,

Thrakialılar da gök gözlü ve kızıl saçlı olduklarını sanmakta.

Prodikos; “Güneş, ay, ırmaklar ve kaynaklar ve genel olarak hayatımıza yardımı dokunan ne varsa, yararları yüzünden –Mısırlılar’da Nil gibi- eskilere tanrı olarak görünmüşler ve bunun için ekmeğe Demeter, şaraba Dionysos, suya Poseidon, ateşe Hephaistos gözü ile bakmış ve bu, işe yarayan şeylerin her biri için böyle olmuştur” diyerek tanrının yaratılmasıyla ilgili nesnele en yakın açıklamasını yaparken, çağdaşı Kritias ise, “ilk olarak kurnaz düşünceli adamın biri / Tanrı korkusunu insanlara buldu, / Korkutacak bir şey bulunsun diye” yergi oyunu yazabiliyordu.[30]

Lucretius tanrı hakkındaki fikirsel edinimi ile Epikuros’a dair şöyle der: “Onun felsefesi bize evrenin tanrıların bir ürünü olmadığını öğretir, buna göre boş inançların korkunçluğu ve dünyanın sırları yok olur.” Epikuros’un ölüm hakkında düşüncesi ise şöyledir: “Her türlü kötülüğün en korkuncu olarak görünen ölüm bir kuruntudan başka bir şey değildir; çünkü yaşam sürdükçe o yoktur, o gelince de ruh artık yoktur. Bu yüzden ne yaşayanları ne ölüleri etkiler. Yaşayanlar onun darbelerini duymazlar, artık varolmayan ölülere de onun zararı dokunmaz.”[31]

Bilim ve felsefenin ilk yapıtaşları

“Hiçbir şey yok olmaz. Yoktan hiçbir şey var olmaz.”

Empedokles

Mısır’dan Hindistan’a, İran’dan Etiyopya’ya kadar her yeri dolaşıp “bilgi” arayan, görmesi gerekenleri gördükten sonra, daha iyi düşünebilmek için kendi elleriyle gözlerini kör ettiği söylenen Demokritos; hizmetçisinin bir tabakta sunduğu incirlerin bal kokusu yaydığını algılayınca, düzenli olarak sabah kalkıp incirin toplandığı bu ağacın meyvesinin neden bu kokuyu yaydığına dair araştırmalara başlar. Araştırmalarından henüz bir sonuç alamamışken, bir hafta kadar sonra, kölesinin incirleri, eskiden içinde bal olan kaba koyduğu için koktuğunu izah etmesine sinirlenir; “Bu durumu açıklamakla, benim bir şeyi merak etmeme ve onu araştırmama engel oldun” diyerek onu azarlar. Demokritos, kendisinden yüzlerce yıl sonra açtığı yoldan ilerleyen Einstein’ın “düşlemek, bilmekten daha önemlidir” önermesini pratik olarak yaşıyor gibidir.

Defalarca bilgi dilendiği için kapıdan sopayla kovulmasına rağmen, yine de ısrarla Anaksagoras’tan ders almak isteyen, babasından kalan servetini bir mirasyedi gibi dünyanın büyük bir kısmını dolaşarak, en uzak olayları inceleyerek, göğün ve yerin en geniş alanlarını görerek, birçok bilim adamını dinleyerek harcadığı için, mahkeme huzuruna çıkarılan Atom’un kurucularından, yüzü de içi gibi aydınlık olduğu için “gülen melankolik” olarak tiyatro oyunlarına simge olan Demokritos, savunmasını yapmak için, gezip gördüğü yerlerde öğrendiklerini en değerli hazine olan bilgiyi, bir araya topladığı eseri, Küçük ve Büyük Evren Düzeni‘nden okumaya başlamıştı. Kendisini hayranlıkla dinleyen mahkemenin huzurunda okumaya başladığı eserinin bir yerinde şöyle diyordu: “Bilge kişiye tüm yeryüzü açıktır. Adillik gerekenleri yapmaktır, adaletsizlik gerekenleri yapmaktan kaçınmaktır. Cüret işin başlangıcı, kader sonun efendisidir.”[32] Anladığım şu ki demiştir, “dünyadaki her şey gibi su da atomlardan meydana gelmiştir.”[33] Bilimsel olarak kanıtlanmadan 2 bin 500 yıl önce 2 hidrojen ve bir de oksijen atomundan meydana gelen suyu böyle anlatıyordu bu büyük düşünür.

Aristotales’in aktarımına göre, Theopast, Demokritos’un görmeyi, (ıslak) gözde bir resim olarak açıkladığını söyler. Ve ayrıca resmin önce havada oluştuğunu, daha sonra göze nüfuz ettiğini ve nesnenin görme algısını meydana getirdiğini ekler.

Ona göre insan “bir küçük dünyadır”. Fizik, dünya ve uzay, doğa ve insan doğası, duyusal algılar, matematik, teknik-tıp, edebiyat ve ahlak üzerine eserler yazan Demokritos’un Atomculuk kuramı şu temel ilkelere dayanır:

“Hiçten hiçbir şey çıkmaz. Varolan şey, yok edilemez. Her değişme, parçaların birleşmesi ve ayrılmasından başka bir şey değildir.

“Hiçbir şey rastlantıyla meydana gelmez. Her şey, bir nedenden ötürü ve bir zorunluluğun etkisiyle doğar.

“Atomlardan ve boşluktan başka hiçbir şey yoktur. Geri kalan her şey sadece varsayımdır.

“Atomlar sonsuz sayıdadırlar ve biçimleri de sonsuz çeşitlilik gösterir. Uçsuz bucaksız uzayda (mekanda) başlangıçtan beri düşerlerken, atomların en büyükleri küçüklerine çarpar. (Büyükler daha ağır olduğu için daha hızlı düşmekte ve küçüklere yani daha hafiflere çarpmaktadır.) Bundan doğan sapma hareketleri ve anaforlar, evrenin meydana gelişinin başlangıcını oluşturur. Böylece daha sonra yeniden yokluğa gitmek üzere, aynı zamanda ya da birbiri ardından sayısız dünyalar meydana gelir.”[34]

Demokritos’a göre dünyalar şöyle meydana geliyormuş: “Sınırsızlık içinde şekil bakımından çeşitli tek tek atom cisimleri büyük boşluğa düşüyorlar, hep birlikte bir tek kasırga meydana getiriyorlar, bu kasırga ile birbirlerine çarpıyorlar ve çeşitli şekillerde çepeçevre dönüyorlarken benzerler ayrılıp bir araya geliyorlar.”[35]

Öğrencisi Büyük İskender tarafından 800 talant, yani on araba dolusu altın parayla ödüllendirilen Aristotales kadar şanslı olmasa da, kurayla geldikleri için halk mahkemesini andıran mahkemenin yargıçları, bu büyük deha karşısında hayranlıklarını gizleyemezler ve İskender’le yarışırcasına, kendilerini izleyen Atina halkının huzurunda şu kararı verirler: “Demokrit’e beş yüz talant verilsin, sağlığında bronz heykeli dikilsin, öldükten sonra şehir hesabına gömülsün.”[36]

Bilme uğruna bireysel öz yaşamlarına bile değer vermeyen ve hatta köle iken ayağına kadar gelen dünyanın hakimi Büyük İskender’den, “güneşi istiyorum, onu indirip verebilir misin?” sorusuna olumsuz yanıt alınca “öyleyse gölge etme” diyen Sinoplu Diyagones’de (Diyojen) somutlaştığı gibi, komedya yazarı Aristofanes’in “Sokrates bir sepet içinde havada uçarak, bulutları inceliyordur. Ama cebinde akşam yemeği için metelik yoktur” diye dalgasını geçtiği, hatta bir meslek olarak “paralı eğitim” veren Sofistleri azarlayan ve onlara “köpeğin babaları” diye hakaretler yağdıran, “etek dolusu som altından daha değerli, erdem ve mutluluğun kaynağı” olan doğrunun peşinde olan Platon gibi, diğer filozofların da düşünce üretmekten ve bunları toplum ya da tasarladıkları devlet yararına sunmaktan başka hiçbir kişisel çıkarları yoktu. Heraklitos’un yaptığı gibi, devlet yönetmek gibi rezil bir iş yapmaktansa çocuklarla aşık oynamayı tercih ederler.

Sokrates’in hizmetçisi bu büyük filozofun bazı davranışlarını garipser; “donup kalmıştı orada ve kendisine seslendiğimde oralı bile olmadı” diye anlatırken, onun yakın tanıdıkları da; “her an herhangi bir yerde durup, hiçbir neden olmaksızın kendinden geçerdi” diye anlatıyorlardı. Düşüncelerinden dolayı yargılanan ve ölüme mahkum edilen Sokrates, mahkeme heyetine “ölümün kötü olduğunu düşündüğümüzde, sağlıklı düşünemeyiz” diyor ve şunları ekliyordu: “Beni aklayın ya da aklamayın, kesin olarak bilin ki, kesinlikle başka bir şey yapmayacağım ben, bin kez ölecek olsam bile, düşüncelerimi değiştirmeyeceğim.”[37]

Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın bilicisi Phytia bir gün kendisine sorulan bir soruya, Tanrı Apollon’un ağzından “en bilge insan Sokrates’tir” diye yanıt vermişti. Bunu duyan Sokrates çok şaşırmış ve Apollon’un yanıldığını öne sürmüştü. Sokrates, önüne gelen herkesle konuşur, sorduğu sorularla onların fikirlerini değiştirir, fakat aradığı sorulara yanıtı bir türlü bulamazdı. Yunan felsefesinin en yetke kişisi Sokrates’tir. Platon’un Devlet’i Sokrates’in anlatımlarından ibarettir. “Bilim; sebeplerin bilinmesi demektir” diyen, bine yakın eser yazan ve devlet hakkında yazabilmek için yüz elli sekiz Yunan devletinin düzenini inceleyen Aristotales ise, bir bilim adamı titizliğiyle toplumsal toplam bilginin bir sentezini kurmaya çalışmış, fikir ayrılıklarının altını çizmiş bir akademisyeni andırır.

Felsefe, Politika ve Matematik’te olduğu gibi, tıp alanında da Yunanca konuşulur. Doktorlar halen tıp alanında ahlaki ve etik kurallar getiren yeminin isim babası Hipokrates adına yemin eder, dünyanın her yerinde neredeyse onun terimleriyle anlaşırlar. “Doğanın her şeyden haberi vardır: kendiliğinden, hiçbir şey öğrenmeden, gerekeni yapar. … Ancak insan sevgisi olan yerde meslek sevgisi vardır. —Temiz şeyler yalnız temiz insanlara malûm olur. —Tanrılar yardıma çağırıldığı zaman insan kendisi de işe sarılmalıdır” diyen tıp alanında “kadınları, erkekleri, özgürleri ve köleleri” eşitleyen bu büyük bilim adamı ve düşünürün birkaç yüzyıllık okul müfredatı Corpus Hippocraticum adlı külliyatta toplanmış ve günümüze kadar gelmiştir. “Gücüm ve aklım yettiği kadar hastaların yararı için yaşama kuralları göstereceğim” diyen Hipokrates, günümüzün tarihsel gelişim içinde tanrı adına konuşanları hedef alarak, halk arasında sara hastalığı diye bilinen epilepsi hakkında şunları söylüyordu: “Kutsal” denilen hastalık şöyledir: … Bu hastalığa ilk önce kutsal adını verenler büyücüler, üfürükçüler, cerci hocalar, dolandırıcılar gibi bugün de bulunan kimselerdir sanıyorum… Fazla bir şey biliyorlarmış gibi yapıyorlar, imsak ve temizlik öğütleyerek insanları aldatıyorlar, sözleri eninde sonunda hep “tanrısal”a “şeytanî”ye, dayanıyor. … Çünkü ayı gökten indirmek*, güneşi karartmak, bozuk havayı iyi hava yapmak, yağmur ve kuraklık meydana getirmek, denizi ve toprağı kısır kılmak ve bunlara benzer şeyleri yapmak gibi yetenekleri olduğu söylenmekle.. böyle bir kimsenin tanrıları gözeterek en kötü işten çekineceğini sanmıyorum…”[38]

Hem bilimde hem de felsefede Yunan, niteliksel bir sıçramadır. Günümüzde açığa çıkarılan dünyanın diğer bölgelerindeki yazıtların tümü doğal olayların açıklamasını “doğaüstü güçlere” ya da “tanrılara” dayandırmışlardır. İlk kez Yunan filozofları, olayların doğal nedenlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmaya ve yanıt aramaya çalışmışlardır. “Politik düzen ve doğa düzeni arasındaki ortak görünümleri ilk kez tanımlayan kişi”[39] olan, Demokritos’un görüşlerine cepheden karşı çıkıp ve onun teorisini saçma, hatta çürük bulan Aritstotales, “her değişim bir karşıtlıktan yola çıkar” diyerek diyalektikçileri kıskandıracak bir us yürütmeyle olaylara yanıt aradığı Doğa Bilimleri Üzerine adlı eserinde, rüyaların yorumlanması üzerine düşüncesini şöyle dile getiriyordu: “Yani geleceğe dair bir gerçeğin rüyalarda ortaya çıkması ya da rüyadaki bir olayın, gerçek bir olayın işareti gibi addedilmesi saçmadır.”[40]

“Mısır Nil’in ürünüdür” diyen Aristotales aynı eserinde, uyum için doğal gereksinme konusunda şöyle diyordu: “Ancak doğa her zaman aklı başında bir insan gibi, her şeyi kullanabilecek olana bahşeder, çünkü flüt çalana flüt vermek, flüt kullanabilecek olana flüt çalmayı öğretmeye çalışmaktan daha anlamlıdır. (…) Bu nedenle insan elleri var diye en akıllı yaratık değildir, bilakis canlı mahluklar arasında en akıllı yaratık olduğundan elleri vardır.”[41]

Atomculardan Epikuros, “bilimin, toplumu hurafelerden ve tiranlıktan kurtarması için insana esin kaynağı olacak, dünyaya ilişkin bir görüş açısını sağlamasının gerektiğini” söylüyor. “Bu dünyada hiçbir şey ölmez; nesneler ancak şekil değiştirirler. Doğmak, bir nesnenin yalnızca önceden olduğundan farklı olmaya başladığını ifade eder. Ölmek, aynı şey olmanın sona ermesi demektir” diyen Pythagoras’ın doğanın diyalektiğini kavramadaki olağanüstü yetisi çarpıcıdır. Heraklitos, “Ne tanrı, ne de insan tarafından yaratılmış olan evren, eskiden ve şimdi oluğu gibi, kendi yasalarına göre yanan ve yavaş yavaş sönen canlı bir ateş olarak, ileride de varolacaktır” diyor, Philolaos ise, “ateşin ortada, (dünyanın) merkez(in)’de bulunduğunu” ekliyordu.

Dünyanın yuvarlak olduğunu ve evrenin merkezinde bulunmadığını, Pythagoras söylemiştir. Eratosthenes, dünyanın çapını 7850 mil olarak hesapladı; gerçek değerinden yalnızca elli mil kadar kısadır bu sonuç. Ptolemaeos’un hesaplamış olduğu ortalama ay uzaklığı, dünyanın çapının 29.2 katıydı; doğru değer 30.2 gibidir.[42]

Hayattayken kimseden saygı görmemiş “şişman bir züppe” olarak anılmış Pontoslu Heraklides, Venüs ve Merkür’ün güneş çevresinde dolandıklarını bulmuş, dünyanın yirmi dört saatte bir kendi ekseni çevresinde döndüğü görüşünü benimsemişti. Platon’un okulundan Herakleides ile Pythagorascı Ekphantos yeryüzünü döndürüyorlar, fakat kendi ve güneş etrafında değil de, kendi merkezinde ve bir dingilin çevresinde bir tekerlek gibi, batıdan doğuya doğru.[43]

Dünya dahil tüm gezegenlerin Güneş merkezli çemberler çizdiğini; güneşin dünyanın 28 kat büyüklüğünde olduğunu söyleyen Anaksimandros; evrim teorisini çağrıştırır görüşlerini şöyle dile getirmişti: “Başlangıçta, insan balığa benzerdi. İlk hayvanlar, suda doğmuş olup dikenli pullarla kaplıydılar. Karaya çıktıklarında pulları çatlamış dış görünüşleri ve yaşayışları da değişmişti.” Ona gere; “Başlangıcı ve sonu olmayan yalnız bir şey vardır: Hareket”. “Yaşam, güneşte buharlaşmış gibi, suda başlıyordu. İnsan, tüm diğer hayvanlar gibi, balıklardan geliyordu. Farklı tür hayvanlardan evrimleşmiş olmalıydı, çünkü bebeklik döneminin uzun sürmesi yüzünden, başlangıçta şimdi olduğu gibi türünü sürdüremezdi.”[44]

MÖ 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden bilen, bu nedenden dolayı da zeytinin iyi ürün vereceğini kestiren, o yılki zeytin ürününü tarlalardan önceden satın alıp iyi para kazanan ve kendisi de zaten uluslar arası bir tüccar olan Thales, yaşamın sudan meydana geldiğini söylüyordu. Thales, sadece ürün olarak zeytinin bolluğunu bilmekle yetinen bir tüccar değildi elbette. O, aynı zamanda ticaretin merkezi sayılan Miletos’tan Mısır, Babil ve Fenike’ye satacağı ürünleri götürüyor ve oradan da bilgi satın alıyordu.

Thales’e göre evren sudan, Anaksimenes’e göre havadan, Paramenides ve Hippon’a göre ateş ve topraktan, Alkamenon’a göre ateş, toprak ve havadan, Empedokles’e göre ise ateş, su hava ve topraktan oluşmuştur.

“Savaş bütün nesnelerin babasıdır” diyen Heraklitos’a göre; gerçek var olandan daha güçlü olan bir şey yoktur. Doğanın sesini dinleyin. Kendi kendinize sorular sorun. İnsan, sonsuz bir dünyadır, evrenin benzeridir. Her şey hareket ediyor, her şey akıyor. Bir ırmağa iki kere girilmez. Bütün nesneler (evren) ırmak gibi akarlar. Güneş bile her gün başka doğar. Hiçbir yerde durgunluk, hiçbir yerde huzur yok. Her yerde mücadele ve savaş var. İnsanları köle yapan da, özgür yapan da savaştır.

Euripides, Heraklitos’un yazılarını Sokrates’e vermiş ve nasıl bulduğunu sormuş. Sokrates; “Anladıklarım pek mükemmel, öyle sanıyorum ki anlamadıklarım da. Onu anlayabilmek ve derinliğine inebilmek için Delos’lu bir dalgıç gerek. Ona göre; Kosmos ateşten meydana geliyor ve belli dönemler içinde yeniden ateş haline dönüyormuş; bütün sonsuzluk boyunca değişe değişe, 8.000.000 güneş yılı ediyormuş büyük yıl.[45]

Heraklitos’a göre; “Ne bir tanrı, ne de bir insan tarafından yaratılmış olan evren, eskiden ve şimdi olduğu gibi, kendi yasalarına göre yanan ve yavaş yavaş sönen canlı bir ateş olarak, ileride de var olacak tek varlıktır.”[46]

Heraklitos’un öfkelendiği ve “yalanların başı” diye itham ettiği Pythagorascılar başlangıçtan beri yaşamın temel kaynaklarını, çift çift anarak on ilk-temel bulunduğunu söylüyorlar: sınırlı ile sınırsız, tek ile çift, bir ile çok, sağ ile sol, dişi ile erkek, duran ile kımıldayan, doğru ile eğri, ışık (aydınlık) ile karanlık, iyi ile kötü, kare ile diktörgen (mustatil) rasyonel ile irrasyonel.

Platon’un komünist devleti

“Altın Çağ’daki yükseklikten insanlık çok aşağılara düşüyor.”

Platon

Platon’un görüşleri ile Sokrates’in görüşlerinin yazılı materyallerden yola çıkarak ayrıştırmak mümkün olmadığı için, yazılı eser bırakmayan Sokrates’e sonsuz derecede saygısından hareketle Platon’un sadakat gösterdiğini düşünüyor ve olabildiği kadarıyla görüşlerini ortaklaştırıyorum. Sokrates döneminde yaşayan Antisthenes’e göre, ne yönetim, ne özel mülkiyet, ne evlilik, ne de yerleşik din olacaktı. Kendisi değilse de, kendisini izleyenlerin köleliği kınadığı söylenir. Antisthenes, Sokrates, Platon, bu çağdaş filozoflar, fikir düzeyinde önemli ortaklaşmalar gösterirler. Platon’un komünizm ülküsü, Sokrates’in, ondan önceki filozofların felsefi vargılarının bir sonucu, ama daha çok bu düşünceyi koşullayan Atina’nın o dönemdeki siyasal/toplumsal yapısının dolaysız bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Doğanın acımasız yasasından hiçbir sınıflı toplumun asla kaçınamayacağı son, Atina demokrasisinin de başına gelmiş, ve toplumsal çatışmaların bir sonucu olarak kurban olarak seçilen Sokrates’in öldürülmesi, İskender’in ölümüyle birlikte gerileme dönemine giren kentteki siyasal çalkantıların zorlaması sonucu, her ne kadar “Atina’yı bir kez daha felsefeye karşı günah işlemekten kurtarmak için” gönüllü olarak ayrıldığını söylese de Aristotales’in sürülmesi bu yasanın hükmünün sonucu gerçekleşmiştir. Dönemin ekonomik ve toplumsal dokusu şöyledir:

“Orta sınıf kalabalık değildi, gittikçe azalıyordu. Yukarı kesimde soylularla evlenme yüzünden, aşağı kesimde de tarım alanının uğradığı yıkımlar yüzünden azalıyordu. Genel olarak bu yeni iktisadi yaşam düzeni alt sınıfları hızla çoğaltmakta, durumlarını ağırlaştırmaktaydı. Zenginler daha zenginleştikçe yoksullar daha yoksullaşıyordu. Yaşam parayla almak ve parayla satmak alışkanlığını kazanmış köylüler için iyice çetinleşti. Kentten sağladıkları madenlere çok para ödemeleri gerekiyordu, buna karşılık doğal yiyeceklerin fiyatı çok düşüktü. (…) Bu çöküntü küçükleri yiyip bitiriyordu. Borcunu ödemedi mi ailesiyle birlikte köle diye satılmak vardı. (…) Böylece sınıf kavgası başladı. Sınıf kavgası korkunç oldu, mala el koymalarla doludur.”[47]

Çelişkiler ve toplumsal hoşnutsuzluklar, felsefecileri yeni arayışlara iter. Sadece doğa üzerine değil, toplumsal sorunların çözümüne dair üretilen teoriler filozofların adeta ellerinin altındadır. Glaukon’la sürdürdüğü diyaloğunda Platon, başka devletlerin yanı sıra köle-efendi ilişkisini, tasarladığı komünist toplumdaki ilişkiler bütününü de şöyle anlatıyor:

“Ya bizim sitemizde, halk baştakilere yurttaştan başka ne ad verir?

‘Kurtarıcılar, koruyucular adını verir’ dedi.

Bunlar halka ne der?

      Ücretimizi ve rızkımızı veren der.

Öteki sitelerde baştakiler halkı ne sayar?

Köle

Birbirini ne sayarlar?

İktidar ortağı.

Ya bizim sitede.

Ortak koruyucu.”[48]

Platon’un devlet yönetim şekillerini tanımlarken, demokrasi tanımı Atina’da başarısızlıkla da olsa hüküm süren siyasal yapıya rağmen, övgüye değerdir. Platon, devrimle ya da egemen sınıfların devrim korkusuyla iktidardan çekilmesiyle kurulacağını düşündüğü demokratik devlet yapılanmasını şöyle tanımlıyor:

“Bir kere bu düzende insanlar özgürdür, değil mi. Site özgürlükle dolup taşar; herkes serbestçe konuşur, dilediğini yapar.

“‘Ola ki en güzel yönetim biçimi budur’ dedim. ‘Her çeşit rengi taşıyan, her türlü karakteri gösteren alaca bulaca bir giysi gibi göze pek de güzel görünebilir. Belki birçokları, göz alıcı renklere bayılan çocuklar ve kadınlar gibi, en çok bu yönetim biçimini beğenirler.’

“İşte sevgili dostum, aradığımız devlet düzenini demokrasi içinde kolayca bulabiliriz.”[49]

Marksistlerin, savaşı sınıf mücadelesinin şiddet yoluyla sürdürülmesi olarak tanımladıklarının benzer bir versiyonu olarak Platon, sınıf çatışmasının mülkiyetin özel olmasından ötürü olduğunu şu anlatımla dile getirir: “Anlaşılıyor ki savaş, sitelerde ortaya çıkan ve ortaya çıkınca da gerek kişiler, gerek kamu açısından en büyük kötülükleri yaratan şeyden, yani aşırı mal edinme hırsından doğuyor.” Platon, Atina’da hüküm süren demokrasinin şöyle bir zafiyetle malul olduğunu anlatır: “Ama dostum, böyle bir devlette özgürlük bolluğu, köle olarak satın alınan kadın ve erkeklerin onları satın alanlar kadar özgür oldukları zaman son kertesine ulaşır.”

Büyük İskender’in verdiği paralarla, ulaşabildiği yazılı materyallerin tümünü satın alan, onlarca devletin siyasal yapısını çözümleyen, egemen sınıflara mensup bir akademisyen / bilim adamı profili çizen Aristotales’in tersine, mülkiyete değer vermeyen ve devletin kötülüklerden arındırılması için nelerin yapılabileceğine ilişkin Sokrates’ten hareketle çözümler üreten bir filozof arasındaki nitelik farkının burada altının çizilmesi gerekiyor.

Köleleri “konuşan alet”ler kategorisinde değerlendiren Aristotales; “en güzel resim çizen ressam, bu güzellikte bir yüz göstermek zorunda değildir” diye karşı çıkışlara önceden eleştirel tavır almayı bilen öngörülü Platon’un komünizmine ve devletine sert eleştiriler yöneltir ve ortaklaşa mülkiyete, bazı istisnalar dışında kesinlikle karşı çıkar. “Bir devlet olabileceği en iyi biçimde kurulacaksa, mülkiyeti en iyi nasıl düzenlemek gerekir? Mülkiyet ortaklaşa olmalı mı, olmamalı mı? … Ortaklaşa yaşam ve ortaklaşa sahiplik, zaten en iyi zamanlarda bile sağlanması güç şeylerdir, bir de üstüne üstlük böyle durumlar olması iki kat güçleştirir” diyor, arkasından hiç de kendisine yakışmayacak zayıf bir argümanla karşı çıkışını sürdürüyor ve son noktayı koyuyor: “Platoncu bir şehrin gerçekten kuruluşunu görebilseydik, birlik konusundaki sözlerimiz daha çok aydınlanırdı.”[50]

“Şeyleri toplu bir bakışla kavrayabilen kafa diyalektikçidir” diyen Platon’un, “bir sınıfı ötekinden çok daha mutlu kılmayı değil, bütün siteye elden geldiği kadar mutluluk sağlamayı göz önünde tutarak” tasarladığı devlet düzeniyle ilgili görüşlerinden bazı anekdotlar aktararak, günümüzü çağrıştıran sorun ve çözüm önerilerine kulak verelim:

“En iyi düzene kavuşmak isteyen site, bir yandan kadın, çocuk ve eğitim ortaklığıyla savaş ve barışta iş ortaklığını kabul etmeli, öte yandan filozof ve savaşçı olarak en iyi oldukları ortaya çıkanları kral tanımalıdır.

“Çünkü zenginlikle erdem arasında şu ayrılık vardır ki bunları terazinin kefelerine koyduğumuz zaman hep biri aşağı iner, öbürü yukarı çıkar.

“Bu azınlık yönetiminin başındakiler hemen hemen hiç savaş yapmazlar. Çünkü bunun için kalabalığı silahlandırsalar, düşmandan çok ondan korkarlar; silahlandırmasalar, savaş alanında da gerçekten azınlık kalırlar! Üstelik bunlar, servetlerinin üzerine titrediklerinden, savaş giderlerine de katılmak istemezler.

“… bir sitede sefil, dilenen kimseler göründü mü, bil ki orada göze görünmeyen hırsızlar, yankesiciler, tapınak soyan dinsizler ve benzeri suç ustaları da vardır.

“‘İğrenç bir adamdır’ dedim. ‘Sinekten yağ çıkarır, para yığmaktan başka bir şey düşünmez; kalabalığın övdüğü insan tipidir. Böyle bir insan oligarşi yönetiminin benzeri değil midir?

“İşte bu yüzden, sitelerde iğneli, silahlı birtakım adamlar türer. Kimi borca boğulmuş, kimi şerefini ve haklarını kaybetmiş, kimi de her ikisine birden uğramış bu adamlar mallarını ele geçirenlere kin beslerler, onlara ve öteki yurttaşlara karşı kötülük kurar, düzeni devirmeye can atarlar.

“Nasıl çürük bir beden dıştan gelecek ufak bir etkiyle hemen hasta düşerse, hatta kimi zaman dış bir neden olmadan sarsıntıya uğrarsa, bunun benzeri bir devlet de ufacık bir bahaneyle sarsılıp ikiye, bölünür; bir bölüğü oligarşik bir devletten, öbür bölüğü demokratik bir devletten yardım isteyince de iç savaş patlak verir, hatta yabancılar karışmadan da çatışmanın baş gösterdiği olur. Öyle değil mi?

“İşte bence demokrasi, bu çatışmada üstün gelen yoksulların zenginlerden kimini öldürüp kimini sürdükleri ve yurttaşlık haklarıyla yönetim görevlerini geri kalan yurttaşlar arasında —çoğu zaman da ad çekme yoluyla— eşit olarak paylaştırdıkları zaman doğar.”[51]

Platon’un tasarladığı devlette “yoksullar, zenginlere dalkavukluk etmek zorunda kalmayacaklar; çocuk yetiştirmenin verdiği dertlere, sıkıntılara düşmeyecekler, ailelerine bakmak için para biriktirmeye çalışmayacaklar; kimi zaman borçlanıp, kimi zaman borçlarını inkar edip, kimi zaman da her çareye başvurup para bulmak, bu parayı da tutumlu kullansınlar diye karılarının ve uşaklarının eline vermek zorunda kalmayacaklar. İşte dostum, insanları uğraştıran bu ve buna benzer birçok bayağı, sözü edilmeye değmez dertlerden de kurtulmuş olacaklar.”[52]

Platon’un devletinde kadın ve erkek eşittir. Eğitim, çocuk bakımı, günlük yaşamın örgütlenmesinde, üretimde ve savaşta erkekle kadın ona göre eşittir. “Demek ki devlet yönetimiyle ilgili olup kadına kadın olarak, erkeğe erkek olarak özgü bulunan hiçbir iş yoktur. Tersine, yaratılıştan her iki cinste de aynı yetenekler vardır. Kadının da erkek gibi, bütün işlere katılması tabiata uygundur.”[53]

Campanella’nın kendi eserinde neredeyse sözcüğü sözcüğüne aktardığı bölümde, Platon, devlet için yetiştirilen savaşçıları, savaşçı ve eşitlikçi site Sparta’dan hareketle tanımlıyor; Savaşçılarımızın karıları hepsinin arasında ortak olacak; hiçbiri bir erkekle ayrı oturmayacak, çocukları da ortak olacak. Ana baba çocuğunu; çocuk ana babasını tanımayacak.

Sokrates, demokrasi yerine oligarşik bir diktatörlüğe yol açan, Sparta’nın askeri zoruyla kurulan 30’lar yönetimini desteklemiştir. Yönetimde kendi öğrencileri de vardır. Demokrasi başarısız olduğuna göre, en azından seçkin, felsefi bilgilerle donatılarak eğitilmiş yöneticiler devletin sorunlarını giderecek çareler bulacaklardır. Akademik eğitim Yunanlılarda fetişleştirilmiştir. Sokrates’in görüşlerine göre, “ya felsefeciler yönetici, ya da yöneticiler felsefeci olmalılar”. Bu durum 30’lar yönetiminde gerçekleşebilirdi. Hem de Sparta’nın desteğiyle. Fakat, 30’lar yönetimi, demos’un seçtiği 500’ler yönetiminden daha başarısızdır. Toplumsal düzen yerine, tiranlık hüküm sürer ve demokrasiye tutkun halk bir yıl içinde 30’ları devirir. Yeni demokratik hükümet, Sokrates’i pek de gönüllü olmayan bir yargılamaya tabi tutar, öğrencileri onu kaçırmayı teklif eder, ama Sokrates yanılgısının bedelinin ölüm olduğunu düşünür. Yaşamına baldıran zehiri içerek kendi eliyle son verir. Ölümü soğukkanlılıkla ve metanetle karşılar. Onun için ölmek “yeniden doğmaktır”.

Demokritos’la yıldızı barışmayan, demokrasiye övgüler dizmesine rağmen, çözümü komünizmde gören Platon, ereklerine ulaşmasına, disiplinsiz bir ateist olarak engel teşkil ettiğini düşündüğü Demokritos’un izinden yürüyenler hakkında şöyle diyerek, kendisiyle çelişir: “Bunların bir kısmı idam edilmeli, bazıları kamçıyla dövülüp hapse atılmalı, bir kısmı yurttaşlık haklarından mahrum edilmeli, bazılarının da malı elinden alınarak devlet sınırlarından dışarı atılmalı.”[54]

Genel olarak Antik Yunan Felsefesini araştırıp sonuç çıkaranlar, Platon’un demokrasiyi savunmamasını olumsuzluyor, bunu o zamanki demokrasinin başarısızlığı ve Sokrates’in demokrat bir hükümet tarafından öldürülmesinin baskılanmasıyla oluştuğunu iddia ediyorlar. Halbuki, tam tersi savunulmalı ve demokrasinin aşılması “Platonik” de olsa Sokrates’in belki Sparta “komün”üne özlem duyması ve Platon’un da onun yolundan gitmesiyle bağlantılandırılmalı. Yoksa, Platon demokrasiyi ve diğer devlet yönetim şekillerini çok iyi biliyor ve tercihini Diyonisos bayramlarında Altın Çağ’a duyulan özlem şarkılarının dile getirdiği gibi, bu düşün gerçekleşmesi için çabalıyordu.

“dünya o zaman hiçbir yerde,

Ne erkek köle görmüştü, ne de kadın köle.”[55]

Kapitalizm, sadece önceki ekonomik formasyonlardan ileridir, insanlığın olması gereken yerin ise çok çok gerisindedir. Eğer, sınıflı toplumsal formasyonun sonuncusu olan kapitalizm, gelişmenin ve ilerlemenin merkezini Avrupa’ya taşımışsa; öyleyse yeni ve daha ileri bir ekonomik formasyon ilerlemenin merkezini de değiştirecektir. Bu merkez Uzak Asya, Kafkasya olacağı gibi Ortadoğu da olabilir. İnsan soyunun geçmişte kurmuş olduğu geleceğin prototiplerinden parlayan uygarlıkların en mükemmellerinden olan Antik Yunan uygarlığının bize öğrettiği budur.

 

 

 


[1] Erasmus, Deliliğe Övgü, Çev.: Vildan Kamer, Cem Yayınevi, 1. Basım, İstanbul 2002, s. 50

[2] Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Cilt 1, Çev.: Erol Esençay, İlya Yayınları, Birinci basım, İzmir 2001, s . 72

[3] Karl Marx-Friedrich Engels, Felsefe Metinleri, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1999, s 168.

[4] Walter Kranz, Antik Felsefe, Çev.: Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1994, s. 20.

[5] Bütün ganimetleri paylaşmaya alışmış İslam Ordularının komutanı Ömer, kitapları ganimet olarak paylaştırmayı pek rasyonel bulmaz ve 40 gün ganimeti ele geçirenlerin banyo suyunu ısıtmakta kullanarak paylaştırır. Zaten doğruysa Kuran’da yazıyordur, yok eğer yanlışsa da onlara gereksinim yoktur. Bilim ve kelam arasında İslam’ın peygamberi Muhammed ile dönemin bilgesi ve asıl lakabı Ebu Alim (Alimlerin Babası) olan, Muhammed karşıtı Utbe bin Ebu Muit, bir sohbet esnasında Peygamberin miraca tanrının huzuruna çıktığını dinler. Muhammet konuşurken, ayağa kalkmasını rica eder ve devamında Muhammed’in bir ayağını kaldırmasını da ister. İkinci ayağını da kaldırmasını isteyince Muhammed itiraz eder ve tarihe Muhammed’in değiştirmesiyle Ebu Cehil (Cahillerin Babası) olarak geçen bu muhalif şu itirazda bulunur: “Sen iki ayağını kaldırarak 1 metre bile havada duramıyorsun da gökyüzüne çıktığını nasıl iddia edebilirsin.” Bu olay, bilimin otoritesinin, siyasi otorite karşısındaki savunma mekanizmasından yoksun oluşunun da bir anlatımı gibidir.

[6] Thomas More, Utopia, Çev.: Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol, Cem Yayınevi, s. 109.

[7] Campanella, Güneş Ülkesi, Çev.: Vedat Günyol, Haydar Kazgan, Sosyal Yayınları, 3. Basım, İstanbul 1996, s. 44.

[8] L. Goldmann, Aydınlanma Felsefesi, Çev.: Emre Arslan, Doruk Yayınları, Ankara 1999, s. 94-95.

[9] Horatius’dan aktaran: Colette Estin-Helene Laporte, Yunan ve Roma Mitolojisi, Çev.: Musa Eran, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 10. Basım, Ankara 2003, s. 215.

[10] Peter Levi, “Eski Yunan”, Çev.: Neşe Erdilek, Atlaslı Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s.22

[11] P. Levi, a.g.e., s. 200

[12] Karl Marx-Friedrich Engels, Felsefe Metinleri, s 125.

[13] Aktaran, Colette Estin-Helene Laporte, a.g.e., s. 37

[14] B. Russell, a.g.e., s. 15

[15] Stefan Zweig, Calvin’e Karşı Castillo, Çiviyazısı Yayınları, s. 77.

[16] Federico Mayor, Augusto Forti, Çev.: Mehmet Küçük, Bilim ve İktidar, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 10. baskı Ankara 2000, s. 13.

[17] Peter Levi, a.g.e., s. 9.

[18] İsa’dan Önce olmak üzere, yazıda bahsi geçen belli başlı filozofların yaşadıkları tarihler şöyledir; Thales: 624-545, Anaksimandros: 610-547, Anaksimenes: 550-480, Heraklitos: 540-480, Ksenophanes: 570-475, Parmanides: 515-445, Pythagoras: 580-500, Empedokles: 492-432, Anaksagoras: 500-428, Demokritos: 460-370, Hipokrates: 460-375, Sokrates: 469-399, Heraklides: 388-315, Platon: 428-348, Aristotales: 384-322.

[19] Öldüğünde henüz 32 yaşında olan, Demokritos’un “sayısız dünyalar”ını öğrenince, “ben daha birine efendi olamadım” diye üzülen, gittiği her yerde filozofları arayıp bulan ve adıyla anılan şehirlerde kütüphaneler de kuran, kendisi küçük, tarihin kaydına göre adı “büyük” İskender’in üzerinde Aristotales’in etkisi olmadığı söylenemez, ama etkiler de bu tür istisnai yönlerde aranabilir.

[20] Rostosev’dan aktaran B. Russell, a.g.e., s. 53.

[21] B. Russell, a.g.e., s. 121-123. “Bugünün” derken kast edilen 1950’lerdir.

[22] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 8. Cilt, Orijinal Metinler, İletişim Yay., s. 570.

[23] B. Russell, a.g.e., ve P. Levi, a.g.e..

[24] B. Russell, a.g.e., s. 150.

[25] Deccal, Hıristiyanlığa Lanet, Çeviren: Oruç Aruoba, Hil Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2001, s. 31.

[26] Colette Estin-Helene Laporte, Yunan ve Roma Mitolojisi,a.g.e., s. 122.

[27] Colette Estin-Helene Leporte, a.g.e.; P. Levi, a.g.e..

[28] Homeros’tan aktaran Walter Kranz, .a.g.e., s. 5- 6.

[29] W. Kranz, a.g.e., s. 175.

[30] W. Kranz, Antik Felsefe, s. 53-54 ve 203-204.

[31] Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, Genişletilmiş 2. Baskı, İnsancıl Yayınları, s. 228.

[32] W. Kranz, a.g.e., s. 172-179.

[33] M. İlin-E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çeviren: Ahmet Zekerya, Say Yayınları, 12. Baskı, İstanbul 2001, s. 184

[34] Selahattin Hilav, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 8. Cilt, s. 2482.

[35] Walter Kranz, a.g.e., s. 166

[36] M. İlin-E. Segal, a.g.e., s. 187.

[37] Platon, Sokrates’in Savunması, Çeviren: Semih Rıfat, K Kitaplığı Yay., İstanbul 2002, s. 36.

* Kendine inanmayanlara mucize göstermek için Ay’ı ikiye yararak bir dağın eteklerine indiren Muhammed’in kulakları çınlasın!

[38] Corpus Hippocraticum’dan aktaran Walter Kranz, a.g.e., s. 186-187.

[39] F Mayor, A. Forti, a.g.e., s. 14.

[40] Aristotales, Doğa Bilimleri Üzerine, Çeviren: Elif Günçe, Morpa Kültür Yayınları, s. 109.

[41] Aristotales, a.g.e., s. 33.

[42] B. Russell, a.g.e., s.301.

[43] İncil ve Tevrat’ın da söylediği gibi, Muhammed’e göre Tanrı evreni 6 günde yarattı ve 7. gününü dinlenmeye ayırdı. Sonra 3 meleğinin başarısız olduğu ve Azrail’in sonunda yeryüzünden alabildiği toprağı yoğurur, bin yıl yaşayacak olan ilk insan Adem’in suretini yaratır ve 40 yıl kurumaya bıraktığı ve sonra kendi ruhundan üfleyerek İnsanlığın atasını ve aynı zamanda ilk peygamberi yaratır. 124 bin peygamberle birlikte gönerilen 104 kitabın sonuncusu olan Kur’an’ın tanımına göre evrenin önemli ve çıplak gözle görünen bir bölümü şöyle anlatılır: “Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattık” (41. Sure, 12. ayet). “O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman’ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ göremezsin. İşte gözü çevirip-gezdir; herhangi bir çatlak görüyor musun. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. Andolsun. Biz en yakın göğü kandillerle süsleyip-donattık ve bunları, şeytanlar için taşlama birimleri kıldık. Onlar için çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık.” (67. Sure, 3, 4, 5. Ayetler, Kur’an’ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Hazırlayan: Ali Bulaç, Bakış Yayınları.)

[44] B. Russell, a.g.e., s. 57.

[45] İslami kaynaklara göre Muhammed ile ilk insan Adem arasında yaklaşık 5.400 yıl var. Eh, tanrı evreni yarattıktan sonra herhalde Adem’i yaratmak için milyonlarca yıl beklemeyecektir!

[46] M. İlin-E. Segal, a.g.e., s. 158.

[47] G. Goltz’dan aktaran Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, Genişletilmiş 2. baskı, İnsancıl Yayınları, s. 88.

[48] Platon, Devlet, Çeviren: Hüseyin Demirhan, Sosyal Yayınları, İstanbul 2002, s. 192.

[49] Platon, a.g.e., s. 310-311.

[50] Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 8, İletişim Yayınları, s. 573.

[51] Platon, a.g.e., s. 302-310.

[52] A.g.e., s. 195

[53] A.g.e., s. 182

[54] M. İlin-E. Segal, a.g.e., s. 231.

[55] A.g.e., s. 201.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar