Ana SayfaArşivSayı 32-33Hıristiyan Aksiyolojisinin Temeli, ‘İlk Günah’ ve ‘Aydınlanma’

Hıristiyan Aksiyolojisinin Temeli, ‘İlk Günah’ ve ‘Aydınlanma’

“Günlük hayatın bize sunduğu her şeyin boş ve değersiz olduğunu tecrübeler bana gösterdikten ve kendisinden korktuğum ve benden korkan her şeyin iyi ve kötü niteliklere ancak gönlü etkilediği kadar sahip olduğunu gördükten sonra, değerini saf, katıksız olarak ruha bildirebilecek bir şeyin var olup olmadığını araştırmaya karar verdim; evet öyle bir şey ki, bulunması ve ele geçirilmesi ile sürekli ve en yüksek sevinç bütün zamanlar için elde edinilebilsin.”

Spinoza

Yılmaz Sezer

I.

Hıristiyanlık düalist, İslam ise monist bir ontoloji anlayışına sahiptir. Bu nedenle, Hıristiyanlık Grek düşüncesi ile birleşebilir. Bu saptama teoriktir. İslam’da ‘Grek tarzı felsefe yapmak’ mümkün müdür? Bu sorunun teorik cevabı olumsuzdur. Tarihsel süreçte, her iki dinin de Grek düşüncesi ile ilişkisi yukarıda ifade edildiği şekilde olmamıştır. Aradaki gerilim, teorik olanla tarihsel olan arasındaki farka ilişkindir.

Hıristiyanlık ve İslam İbrahimi geleneğin devamcısı olarak aynı topraklarda, Ortadoğu coğrafyasında doğdu. Her ikisi de, başlangıçta Grek düşüncesine şiddetle direndiler. Direnişler esas itibariyle siyasaldı. Hıristiyanlık, süreç içinde Grek felsefesinin, Platon-Aristo düşüncesinin kalıpları içerisinde yeniden üretildi. Bu bireşim, Grek-Hıristiyan düşüncesi olarak anıldı. Batı Aydınlanması, işte bu bireşimin Grek-Hıristiyan kültürünün üzerine inşa edildi. Aydınlanma, aynı zamanda Batı’da gelişmekte olan kapitalizmin ideolojik formu olarak belirdi. İslam ile Grek düşüncesi arasındaki alışveriş, iki ayrı bütünsel yapının ilişkileri gibiydi. Bu süreçten, İslam’ın Grek düşüncesi ile birleşmesi gibi bir sonuç çıkmadı. Ancak, bir ‘Felasife’ grubu ile ‘çizgidışı’ anlamına gelen ‘Mutezile’ mezhebinin ortaya çıkmasına sebebiyet verdi.. Bunlar, İslam içinde ‘ayrıksı’ bir yerde durdular; İslamı, Grek felsefesi ile bağdaştırmak gibi bir olanaksızlığı denediler.

II.

Kant, ‘Aydınlanma’yı insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulması, olarak ifade ediyordu. Kant’a göre, ergin olmama insanın aklını başkasının kılavuzluğu olmadan kullanamaması halidir. Bunun nedeni, aklın kendisinde değil, insandaki cesaret yokluğudur. O halde, Aydınlanma’nın parolası, ‘aklını kullanma cesaretini göster’ olmalıdır. Ancak, Mendelssohn, bu cesaretin kuralsızca kullanılışının tehlikelerine işaret eder; aklın kötüye kullanılışının ahlak duygusunu zayıflatacağını, katılığa, bencilliğe, inançsızlığa ve anarşiye götüreceğini söyler..Bir başka deyişle, aklı kullanmada ölçülü olmak gerektiği belirtilir ve aşırılığa düşülmemesi vurgulanır. Bunun için gerekli olan şey ‘ahlak’tır. Ahlak, aynı zamanda, Kant’ın ‘özne-merkezli akıl’ yaklaşımının muhtemel teröristik sonuçlarını engellemeye yönelik bir şeydir.

Bu yan yana geliş, aynı zamanda Hıristiyan geleneği ile Yahudi düşüncesinin birlikteliğine, birbirleriyle olan alışverişlerine işaret eder. Kitab-ı Mukaddes[1] nezdinde birbirini tümleyen Kant ve Mendelssohn’un söyledikleri, Hıristiyanlığa içerilmiş eski bir öykünün seküler anlatımından başka bir şey değildir. ‘İlk günah’ olarak bilinen ve Hıristiyan aksiyolojisinin temelini oluşturan bu öykü, Tevrat’ın Tekvin bölümünde şöyle anlatılır[2]: Tanrı, Adem’i, baksın ve korusun diye Aden bahçesine koyar. Bahçenin her ağacından yiyebileceğini, ancak iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yememesini söyler. Aksi takdirde öleceği uyarısında bulunur. Sonra Tanrı, Adem’e yardımcı olsun diye, Adem’in kaburga kemiğinden bir kadın yapar ve onu Adem’e getirir. Aden bahçesinde birlikte çıplak ve utançları olmadan yaşamaya başlarlar. Yılan kılığındaki şeytan kadına yaklaşır, yasaklanan ağacın meyvalarını yerlerse, ölmeyeceklerini, iyiyi ve kötüyü bilerek gözlerinin açılacağını ve Tanrı gibi olacaklarını söyler. Şeytan kadını, kadın kocası Adem’i ikna eder ve yasaklanan ağacın meyvalarından yerler. İkisinin de gözleri açılır; çıplak olduklarının farkına varırlar ve incir yapraklarıyla örtünmek isterler. Tanrı onları lanetler ve onlara, asılları olan toprağa döneceklerini, onun ürünlerini zahmetle, acı çekerek edineceklerini söyler. Tanrı, onların iyiyi kötüyü bilmekte kendisi gibi olduklarını belirtir ve onların daha ileri gidip bahçedeki ölümsüzlük ağacının meyvalarını da yiyebileceklerini düşünür, önlem alır ve onları cennetten kovar. Yeryüzüne gönderir.

Adem ve karısı yasak meyvayı yiyince ‘akıl’lanırlar; gözleri açılır, kendilerini görürler ve çıplak olduklarını anlarlar. Tanrı gibi olmak istedikleri için lanetlenirler. Bu durum, ‘ilk günah’ olarak anılır ve Hıristiyan aksiyolojisinin temelini oluşturur. ‘İlk günah’, insanoğlu’nun Tanrı ile ilk restleşmesidir. Adem ile Havva, ‘Tanrı’ gibi olmak için yasağı çiğnerler. Peki, Tanrı gibi olurlar mı? Tanrı’nın söylediğine bakılırsa, kısmen olurlar. Ancak, Tanrı, insanın daha ileri gitmesini, ölümsüzlük ağacına el atmasını önlemek için önlem alır ve onları cennetten kovar.

Aydınlanma olgusunu bu kadar güzel anlatan başka bir öykü yoktur.

Öyküyü[3], Kant’ın ileri sürdüğü kavramları kullanmak suretiyle şöyle yorumlamak mümkündür: Tanrı’nın kılavuzluğunda hareket eden ve koşullanan Adem, Tanrı’nın koyduğu kuralı çiğneyerek büyük bir cesaret örneği gösterir ve özgürleşir. Ama, eklemek gerekir; Adem’in cesareti ‘kendinden’ değildir, Şeytan’ın kılavuzluğu ile ortaya çıkar ve gerçekleşir. O halde; herkesin, her durumda bir ‘Şeytan’ı ya da bir ‘Tanrı’sı vardır.

III.

Aydınlanma, Ortaçağ Hıristiyan mirasını sekülerleştirmiştir. Carl L. Becker’in de ifade ettiği gibi, Aydınlanmanın geliştirdiği ‘akıl’, ‘doğa’ gibi bütün kavramlar, dinsel muhtevalarından soyutlanmış kavramlar olmanın ötesinde başkaca bir anlam taşımamaktadır. Bir başka deyişle, ‘otorite’ kavramı sekülerleştirilmiş olur; kilise ve kutsal kitap İncil’in otoritesinin yerine, ‘doğa’nın ve ‘akıl’ın otoritesi ikame edilir. Gökyüzündeki Tanrı, ‘insan’ kılığında yeryüzüne indirilir. İnsan aklı, Tanrısal aklın yerine geçirilmek suretiyle, ‘insan’ ‘Tanrı’laştırılır.

Aydınlanma, Grek-Hıristiyan kültürüne dayanmaktadır. Hıristiyani ontoloji ‘ilahi’ ve ‘la-ilahi’ (‘gayri ilahi’ değil) şeklinde ikiye bölünmüştür. Birlikte sahip olunamaz bir düalite oluştururlar: Ya biri, ya da öteki. Bu seçimde, Ortaçağ Hıristiyanlığı çubuğu ‘ilahi’den, Aydınlanma ise ‘la-ilahi’den yana bükmüştür.

Hıristiyan aksiyolojisine göre, irade sahibi insan dışında, her şey ilahi iradeye boyun eğer. Bir başka deyişle, insan, iradesi ile ilahi iradeye ya itaat eder ya da isyan eder. İnsan, iradesi ile monizme aykırı davranabilmektedir. Burada ahlak devreye girer; insan, varoluşuna uygun davranmalı, olması gerekeni yapmalıdır.

‘İlk günah’ ile yeryüzüne sürülmüş Adem’in çocukları da bu-dünyada ‘ilk günah’la, lekeli olarak doğar. İnsanoğlunun bu ‘leke’den temizlenmesi için ‘inayet’ kavramı geliştirilmiştir. İşte, insanoğlunu bu lekeden temizleyecek, onu bir ahlakla itaat alanında tutacak dinin, yani ilahi’nin dünyevi bir kurumu olarak kilise karşımıza çıkar. Kilise, Tanrı tarafından Oğul İsa’ya verilen, gökyüzüne yükselmesinden sonra onun yerine geçen ‘dünyevi İsa’dır. Kilise, bir hükmi şahsiyet olarak, mensupları tarafından temsil edilir. Bu temsilcilere ‘ruhban’ denir. Yani, Tanrı, İsa ve kilise bir hiyerarşik düzen içinde ‘ilahi alan’ı oluşturur. Görüldüğü gibi, ‘ilahi’ ile ‘la-ilahi’den teşekkül bir düalite karşımıza çıkar.

Hıristiyanlık, ‘insan iradesi’ne yer açmış; ancak, onu ilahi irade karşısında aşağılamıştır. Aydınlanma, aşağılanmış insan iradesini yüceltmiş; kimi zaman yüceltmede hızını alamamış, insan iradesini ilahi iradenin yerine ikame etmiştir. Hıristiyanlığın içerdiği çifte-ontoloji, Batılı Hıristiyan toplumların dünyevileşme çabalarının ideolojik-kültürel arka planını oluşturmuştur. Aydınlanma, yarattığı ‘insan modeli’, yani ‘burjuva birey’ ile, geleneksel Tanrı kavramını da değiştirmiştir. Kusursuz bir evren düzeneği yaratan, herkesi seven, tövbeyi kabul eden; cezalandıran değil, bağışlayan ve esirgeyen bir Tanrı anlayışı öne çıkmıştır. İnsanın özgürleşmesi, Tanrı’nın liberalleşmesi demek olmuştur. İlk günah ile lanetlenen insanın, İsa’nın kendini feda edip çarmıha gerilmekle insan soyunu bağışlatıp bağışlatmadığı, Hıristiyan dünyasında onaltıncı yüzyıla kadar tartışılmıştır. Onaltıncı yüzyılda kilise, İsa’nın kendini feda etmesiyle insan soyunun bağışlandığına kesin olarak karar vermiştir. Bu kararla, bir ilahi kurum olarak kilise, kendini geri çekmiş, laik alanı genişletmiş ve ona güç katmıştır.

IV.

Aydınlanma, Batı’da ve ona özgü tarihsel gelişmeler sonucu ortaya çıkmıştır. Batı sömürgeciliği, batı-dışı toplumları yağmalamak suretiyle, o toplumlara ait zenginlikleri ve değerleri Avrupa’ya transfer etmiştir. ‘Mübadele’ye dayanan bir ticari kapitalizm gelişmeye başlamış ve bir burjuva sınıfı belirmiştir. Aydınlanma, ticari kapitalizmin ve onun temel öğesi ‘mübadele’nin ihtiyaç duyduğu ‘birey’in yaratılması sürecidir. Aydınlanma, gelişen kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ‘insan modeli’ni kuran ve onu örgütleyen ideolojik sürecin adıdır[4].

Piyasa ekonomisinin gelişmesinin önemli bir sonucu, ‘birey’in yeniden yapılandırılması olmuştur. Toplumsal sürecin bütünü, bireyin iradesinden bağımsız ve mekanik, özgür bireylerin eylemlerinin toplamı olarak düşünülmüştür. Kendiliğinden işleyen bir piyasa ekonomisi ve bu piyasada çıkarlarını koruyabilen ve başkaca bir otoriteye tabi olmayan özgür bireyler vardır. Birey, kendi bilinci ve kendi türü içinde bağımsız bir öğedir. Piyasa ekonomisinin kendindenliği ve bireyin bağımsızlığına ilişkin düşünce ‘rasyonalizm’ ve ‘ampirisizm’ gibi birbirinin karşıtı görünen, gerçekte birbirini tamamlayan, burjuva ideolojisine içerilmiş ideolojik-felsefi eğilimlerin doğmasına yol açmıştır.

V.

Aydınlanma, ‘Akıl Çağı’ olarak da adlandırılmaktadır. Bu adlandırma, tam da ‘tarih-aşırı’ bir nitelemedir. Onyedi ve onsekizinci yüzyılın Avrupa’sında tarihsel olarak ortaya çıkmış bütün Aydınlanmaların -ilerleme fikri ile birlikte- ortak özelliğidir bu. Her türlü felsefi ve toplumsal proje ‘akli’ olmak ve ona dayanmak mecburiyetindedir. İnsanoğlunun, ‘aklı’ ilk kez Aydınlanma ile birlikte farkettiği ve kullanmaya başladığı varsayılır. Oysa, Aydınlanmanın ortaya koyduğu ‘akıl’ da dahil, ‘akıl’ her zaman ideolojiktir ve ideolojik olmuştur. Bu bakımdan, ‘Aydınlanma aklı’ ile Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın ‘aklı’ arasında kategorik ve işlevsel bakımdan hiçbir fark yoktur. Biri diğerinden daha ‘ileri’, daha ‘evrensel’, daha ‘gelişmiş’ falan değildir. İnsan, ‘aklı’nı her zaman; her dönemde, her çağda kullanmıştır. İdeolojik olmayan bir akıl söz konusu değildir ve hiç olmamıştır. Burada, daha çok ya da daha az ‘ideolojik olma’dan da söz edilemez; bir derecelendirme yapılamaz.

VI.

Kapitalizm, bir üretim tarzı olarak Batı’da doğmuş, gelişmiş ve oradan bütün dünyaya yayılmıştır. Söz konusu olan, Batı-merkezli emperyalist bir yayılmadır. Kapitalist üretim tarzına içkin yapısal bir özelliktir bu. Kapitalist yayılma, operasyoneldir; girdiği her yere ideolojik-kültürel değerlerini taşır, orada işine yarar ne varsa alır ve onu merkeze, yani Batı’ya transfer eder. Gelişen ve küreselleşen Batı kapitalizmi (emperyalizm) Batı-dışı toplumların kaderlerini kendisine bağlamış; Avrupa-merkezli bir tarih yazımını egemen kılmıştır. Avrupalı olmayan toplumlar kendi tarihlerine yabancılaşmışlar, daha ilginç olanı, bunlar kendi tarihlerini Avrupalılardan öğrenmeye başlamışlardır.

Avrupa-merkezcilik, Batılı olmayan toplumların kendi kaderlerini Batı’ya bağlamalarıdır. Batı, güçle ele geçirdiği tarih yazımının yardımıyla, ‘evrenselliği’, ‘uygarlığı’ ve ‘ilerlemeyi’ temsil eder olmuştur. Avrupa-merkezcilik artık kaçınılmaz bir hal alır; bütün toplumlar onu izlemek, onun yaptığını yapmak, kısacası onu taklit etmek durumundadır. Net olan şudur; tekelci emperyalist yapıdan, ulusüstü kapitalist sistemden kopmayan bir parçanın, bir yapının ‘merkezin’ dışında durabilme olanağı yoktur. Politik kopuş önemlidir; ancak yeterli değildir. Kopuşun, anti-kapitalizm ve kapitalist sistemin dışında varolabilme yeteneği ile tamamlanması şarttır.

Batı’ya, yani kapitalizme Doğu’dan yükselen iki önemli itiraz olmuştur. Biri, Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi, diğeri İran İslam Devrimi’dir. Tarihsel olarak, her ikisinin de kapitalizme karşı ideolojik-politik itirazlar olmanın ötesine geçemediğini, kapitalizme alternatif bir üretim tarzını hayata geçiremediklerini ve bir toplum geliştiremediklerini ve buna yönelik çabalarda da başarısız olduklarını söyleyebiliriz. İslam ancak bir tür savunma ideolojisi çerçevesinde varolmuştur. Teorik de olsa, alternatif bir üretim tarzı geliştirmemiş ve sunmamıştır. Marksizm ise, kapitalizm gibi, Batı kapitalizmine itiraz olarak Batı’da doğmuş ve oradan dünyaya yayılmıştır. Bu nedenle, Batı kapitalizminin ideolojik-kültürel dünyasıyla sakatlanma eğilimini bünyesinde hep taşıyagelmiş, bu bağlamda Marksizmin Aydınlanmacı, modernist ya da post-modernist bir biçimi hep olmuştur. Bu geleneği sürdüren Aydınlanmacı tarihselci-Marksizm ya da post-Marksizm bir yana, politik-Marksizmin Batıcılığı aşma bakımından büyük olanakları vardır. Öte yandan, İslamın ideolojik-kültürel dokusunun, kapitalizm ile uyuşmaması ve çatışma potansiyelleri içermesi, politik Marksizm için büyük bir imkandır. Hiç kuşku yok, bu imkan sonsuza değin değildir.

VII.

Yeni bir ‘insan modeli’ni yaratma ihtiyacı, içinde bulunduğumuz sürecin ve görülebilir en yakın geleceğin meselesi olarak görünüyor.

Bir; Tarih, öznesi ve amacı olmayan bir süreçtir. Bu tez Marksisttir. Tez, her ne kadar teorik olarak ‘anti-hümanizm’ vurgusunu içeriyor olsa da, tezin içerdiği anlam konjonktürün pratiğinde ‘hümanizm’ izleğinin reddi anlamına gelmez. Bu bağlamda, Marksizm de bir ‘insan modeli’ne dayanır ve dayanmak zorundadır.

İki; Aydınlanma, modernizmin çocukluğudur; Batı, moderniteyi Grek-Hıristiyan kültürü üzerine inşa etmiştir. Modernitenin devamı olarak ‘post-modernite’ söylemi de aynı tarihsel gelişmelerle bağlantılıdır.

Üç; Grek-Hıristiyani ontoloji düalisttir. Batılı toplumların geliştirdiği ‘insan modeli’, işte bu çifte-ontolojiye dayanmaktadır. Bu ontolojilerden biri, her zaman ‘insan’; diğeri ise ‘ilahi’ ya da materyalist biçimiyle ‘doğa’ olmuştur.

Dört; Marksizm, Batı coğrafyasında, Batı’nın ideolojik-kültürel ikliminde doğmuş ve gelişmiştir. Marksizmin, modernist ya da post-modernist kavranışı veya bir ‘praksis felsefesi’ olarak anlaşılışı, Batı sorunsalı içinde mütalaa edilmelidir.

Beş; İslam Grek-Hıristiyani ontolojiye yabancıdır. Doku uyuşmazlığı söz konusudur; Hıristiyani ontolojinin tersine, tevhid dini olan İslamın ontolojik anlayışı monisttir. Bu nedenle, teorik olarak ‘hümanizm’i yadsır; dolayısıyla, Batı’da olduğu biçimiyle İslam’da ‘Grek tarzı felsefe’ yapma olanağı yoktur.

Altı; Tarihin öznesiz ve amaçsız bir süreç olduğuna ilişkin Marksist tez, İslami ontolojinin materyalist ifadesidir.

Yedi; Avrupa-merkezci Marksizm ya da herhangi bir Avrupa-merkezci yaklaşımla içinde yaşadığımız toplumu anlama, topluma nüfuz etme ve onu dönüştürme olanağı yoktur. Batı-merkezli ulusüstü kapitalizmden ideolojik, politik ve toplumsal kopuşu gerçekleştirmeksizin ya da bu kapitalizmi merkezinde yıkmaksızın ‘kurtuluş’ görünmemektedir. Bunun için gerekli ‘insan modeli’nin ideolojik-kültürel arka planı içinde yaşadığımız topraklarda mevcuttur.

 
 


[1]Hıristiyanlık, pratik-Yahudiliği metafizikle gerçekleştirme çabası olarak ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil, İsa’nın söylediklerini, yaptıklarını ve yaşadıklarını anlatır. İncil, Yahudi şeriatını içeren Eski Ahid’in sonuna eklenmiş ve Yeni Ahid olarak anılmıştır.

[2]Öykü, Tevrat’ın Tekvin bölümünün 2. Bap’ında anlatıldığı biçimiyle aynen şöyledir: “Ve Rab Allahın yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilekarı olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek, Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemiyeceksiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: Bahçenin ağaçlarının meyvasından yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvası hakkında Allah: Ondan yemeyin, ve ona dokunmayın ki, ölmiyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsiniz, çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız. (…) Ve kadın (…) ağacın meyvasından aldı ve yedi; kocasına da verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve kendilerinin çıplak olduklarını bildiler; ve incir yapraklarını dikip kendilerine önlükler yaptılar. (…) Ve Rab Allah dedi: İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın, ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye- böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. Ve adamı kovdu; Aden bahçesinin şarkına Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu…” (Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi Yay., İstanbul 1976, s.2-3)

[3]Aynı öykü, Kur’an’da da yer alır, ancak VII. Araf Suresi’nin 19-26. Ayetlerinde başka türlü anlatılır: “Ve ey Adem!. Sen ve eşin cennette ikamet ediniz, dilediğiniz yerden yiyiniz ve şu ağaca yaklaşmayınız, sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz. Sonra Şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeye başladı. Va rabbiniz sizi bu ağaçtan neyh etmedi, ancak iki melek olacağınız veya ebedi kalacaklardan bulunacağınız için neyh etti, dedi. Ve onlara yemin etti ki, ben muhakkak sizin için elbette hayırhah olanlardanım. Artık onları batıl sözle aldattı. Vaktaki, ağaçtan tadıverdiler o kapalı avret yerleri kendilerine görünmeye başladı. Onların üzerine cennetin yapraklarından kat kat örtüverdiler. Ve Rableri ise onlara nida etti ki: Sizi bu ağaçtan nehy etmiş değil miydim ve size şüphe yok ki şeytan, size apaçık bir düşmandır, dememiş miydim? Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendi nefislerimize zulm ettik, ve eğer bizi yargılamaz isen ve merhamet buyurmaz isen elbette biz hüsrana uğramışlardan oluruz. Buyurdu ki: Bazınız bazınıza düşman olarak -yeryüzüne- ininiz sizin için yerde bir zamana kadar bir ikametgah, bir temettü vardır. Buyurdu ki: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınızdır.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, Cilt 2, İstanbul 1964, Bilmen Yayınevi, s.1001-06) Hikaye bu kadar. Bir yasak vardır. Nedeni belli değildir. Yasağa uyulmadığı için Adem ve Havva ceza olarak cennetten kovulur, yeryüzüne gönderilir. Kur’an’da, bir ‘Aydınlanma’ yoktur; Tevrat’ta olduğu gibi, Tanrı, ‘insan iradesi’ni tanımaz. Şeytan’ın kılavuzluğunu kabul eden Adem’i ve eşini cezalandırır. Ve daha sonra, tövbe eden Adem ve eşini affeder. Yasak meyvayı yeme eylemi, avret yerlerin (çirkin yerlerin) açılmasıyla sonuçlanmıştır. Görüldüğü gibi, aynı öykü iki ayrı şekilde anlatılmaktadır; aradaki fark epistemolojiktir.

[4]Aydınlanma, modernizmin çocukluğudur. Aydınlanmanın yarattığı ‘insan modeli’, modernizm ile kapitalizmin tekelci evresinde doruğa çıkmış; post-modernizm ile emperyalizmin tekelci evresinde ise dönüşüme uğramıştır. ‘Özne-merkezli akıllar’dan giderek tekelleşen ‘özne-merkezli akıl’a yönelinmiştir. Çok-Tanrılı bu-dünyadan, tek-Tanrılı bu-dünyaya geçiş söz konusudur.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar