Ana SayfaArşivSayı 31Politik Ekoloji ve Marksizmin Geleceği

Politik Ekoloji ve Marksizmin Geleceği

Alain Lipietz

Çeviri: Ali Osman Alayoğlu – Özgür Yakupoğlu

1. Giriş

Karl Marx’ın düşüncesinden esinlenen politik rejimler ve toplumsal hareketlerin yeryüzünden yok olduğu bir zamanda Marksizmin geleceği hakkında konuşmanın hala bir anlamı var mı? Marksolojinin geleceğinden bahsetmiyorum. Tıpkı Aristoteles gibi Marx da entelektüellerin ondan veya onun hakkında her zaman öğrenecek yeni şeyler bulacağı ölümsüz biridir. Marksizmden, hemfikir bireylerden oluşan bir grup tarafından benimsenen bir uygulama, bir tarz düşünme biçimi, simgelerin, bazı temel hipotezlerin bir birliği, herhangi bir somut durumda kerterizlerimizi saptamak için bir pusula ve dönüşebilir toplumsal eylemlerin yol göstericisi olarak bahsediyorum. Bugün gerçekliği, teorik analiz temelinde, militanlık ve politik mücadele aracılığıyla dönüştürme gündemini gerçekten sahiplenebilecek tek hareket politik ekolojidir. Bu nedenle her geçen gün (Marksizmden esinlenmiş) daha fazla militan ve entelektüel işçi hareketinden ayrılıyor, ekolojik kampta tekrar birbirini buluyor.

“Kızıllar”ın birçoğu “yeşiller”e katıldıysa, bu, her şeyden önce, kızıl hareketi terkettikleri için, sosyalizme, hatta sosyalizmin ideal-olarak-varolan biçimine inançları kırıldığı için gerçekleşti. Aynı zamanda politik ekoloji hareketinde geçmiş deneyimleriyle bir “soy benzerliği”, paradigma benzerliği yaratan şeyler buldukları için.[1] Şematik olarak, yeniden keşfettikleri temel ilkeler arasında şunlar yer alıyor: materyalizm, diyalektik tarihselcilik ve bir “ilerici” yönelim. İlk olarak “soy benzerliği”ni tartışacağım ve daha sonra ekolojik harekette Marx’a yapılan açık göndermelerin sorması gereken sorulara döneceğim

2. Marksist bir soy benzerliği?[2]

Materyalizm. Politik ekoloji, Marksizmden esinlenmiş işçi hareketine benzer bir şekilde, “varolan şeylerin düzeni”nin[3] eleştirisi –ve bu anlamda bir tahlil, teorize edilmiş bir anlayış– üzerine oturur. Daha spesifik olarak, Marx ve yeşiller gerçek dünyanın çok açık ifade edilmiş şu dilimleri üzerine odaklanır: insanlık-doğa ilişkisi ve daha da kesin olmak üzere, doğaya ait olan insanlar arasındaki ilişkiler (veya Marksistlerin tanımladığı biçimiyle “üretici güçler”). Elbette, doğa ve insanlık arasındaki bu ilişkilere ilişkin yaptıkları ayrıntılı değerlendirmeler kökten birbirine zıttır: Marksistler açısından olumlu olan yeşiller açısından olumsuzdur. Çok temel ama öneminin abartılmaması gereken bir görüş ayrılığı şudur: Marx’a göre de üretici güçler üretim ilişkilerince o derece üstbelirlenmiştir ki üretim ilişkileriyle ilgili eleştirisi gerçekten de her ikisini de kapsar.

Diyalektik. Marx’ınki gibi Yeşillerin materyalizmi de aslında, halihazırda varolan bir alternatifin kutlanması veya yeni bir şeyin yüceltilmesinden ziyade varolan düzensizliğin bir eleştirisidir. Tıpkı Marksistlerin gerçekte varolan ekonomi politiğin yıkılışını garanti etmek için eleştirisine dayanması gibi ekolojistler de insanlık ile çevre arasındaki gerçekte varolan dinamik ilişkiyi, sürdürülemezliğini vurgulamak için ifşa eder. Her iki grup için de aslında tarihsel öykünün biçimi aynıdır: gerçek yapıların gerçek toplumsal hareketler –tam da savaştıkları yapılar tarafından vücuda getirilen hareketler– tarafından eleştirisinin yolunu açar. Paylaştıkları tematik eğilim, bütünlük ve karşılıklı ilişki temalarına yaptıkları vurgu, Marksistlerle yeşiller arasında çok daha temel bir benzerlik inşa eder. Toplum-doğa bütünlüğü, görece özerk örnekler ve unsurları kapsayan, ve fakat her unsurun diğeri ile ilişki içinde olduğu bir sistem olarak kavranır.

Tarihselcilik. Yeşiller, Marksistlerle, Minerva’nın baykuşunun havalanma anına geldikleri, şeylerin özel bir düzeninin bizi devrim, paradigmatik değişim, yeni bir çağa geçiş gerektiren Bir Büyük Dönüşüm’ü zorunlu kılan çöküşe çok yaklaştırdığı inancını paylaşır. İşçi hareketinin “kapitalizm”, politik ekolojinin “üretimcilik” olarak tanımladığı şey devrilmesi gereken düzendir. Farklılığın önemsiz olduğunu söylemek zordur. Ancak açıkçası, yeşillerin “üretimcilik”i kızılların “kapitalizm”i ile tam anlamıyla aynı statüye oturur: varoluşumuzu dönüştürmek için yıkılması gereken bir düzen. Her iki durumda da toplumsal ilişkilerdeki ve insanlarla doğa arasındaki gerilimi kopma noktasına getiren şeylerin bu düzenidir. O zaman, işçi hareketinin geçmişte, özel bir anda yaşadığına benzer bir şekilde bugün, politik ekoloji hareketinin ortaya çıkışını açıklayan bir “eşik” geçilmiştir.

Politik ilericilik. Geçerken değindik ve burada tekrar ele alacağız: ekolojinin işçi hareketine (ve özellikle Marksizme) karşıt olması “üretici güçlerin gelişimi” merkezi noktasına dayanır. Bununla beraber, yeşiller ilerlemeyi garanti eden dünyevi bir tarih-ötesi harekete artık inanmıyor olmakla birlikte, kendilerini, kendiliğinden, işçi hareketinin hem yükselişinden önceki hem de sonraki insanlığın özgürlüğünü amaçlayan çeşitli hareketlerle aynı cepheye yerleştirirler: demokrasi, sosyalizm (anarşist biçimiyle), Üçüncü Dünyacılık, feminizm, bölgecilik. Böylece, Sol’un büyük tarihsel mücadeleleriyle buluşurlar. Hatta, sosyalist olduklarını iddia eden partileri toplumsal kazanımlarını terk etmekle itham ederek (mesela, iş gününü düşürme, yabancı uyruklu vatandaşların oy verme hakkını güvence altına alma, vb.) bunu yaparlar. Şematik olarak yeşiller üretimciliğe karşı oldukları için politik açıdan zorunlu olarak ilericidirler. Bu nedenle hakimiyet altındakini iktidarda olana karşı savunurlar. Yeşiller, tüketim toplumuna girmek amacıyla emeklerinin yalnızca bir değişim aracına indirgenmesine direnen işçileri (ücretle çalışanlar veya köylüler) desteklerler. Benzer biçimde, yerli halkın, kültürlerinin ve topraklarının emperyalist talanına karşı Üçüncü Dünya’nın tarafında yer alırlar. Sol’un kapitalizme karşı sosyalizmi bayraklaştırması gibi, yeşiller de toplumsal ve uluslar arası üretimcilik ilişkilerine karşı “yeni gelişim modeli”ni, “sürdürülebilir gelişme”yi veya “eko-gelişme”yi bayraklaştırırlar.

Bu durumda politik ekoloji genel olarak Marksizmle birçok güçlü benzerlikler sergiler. Bunlar, benzer bir şekilde tasarlanmış ilerici, materyalist (gerçeğin eleştirel bilgisinden başlayan), diyalektik (bu gerçekliğin kendi eleştiri materyalini yaratacağını düşünen) ve tarihsel (“şimdi tam zamanıdır!”) iki “umut modeli”dir.[4] Bu bağlamda, yeşiller Sol’un aldığı risklerin çoğunu aldı ve şimdiden benzer kusurların izlerini göstermeye başladı: Alman veya Fransız yeşillerinde (“ultra-solculuk”a benzer bir şekilde) hayat bulan “fundamentalizm” sık sık kınandı; henüz erken ama kuşkusuz (eski zamanlardaki “oportünizm” gibi) onların da “gerçekçilik”i beğenilmeyecek.

Bununla beraber, yeşiller, kızıllara oranla sonradan gelmek gibi büyük bir avantaja sahipler. Yeşil paradigması, kendine özgü bir zeminden hareket ediyor, bu, Sol’un paradigmasının teorik ve pratik eleştirisini de içeriyor. Bu, benzer bir kalıpta –ama aynı kalıpta değil– gelişen bir umut prensibidir. Umudu yeniden kalıba dökme prensibidir.

İki çerçeve arasındaki en çok bilinen farklılığa daha önce işaret ettik: “Üretici güçlerin gelişmesi”nin diğer ilerleme biçimlerini doğurduğu fikri, yeşil paradigmanın bakış açısından tamamen boştur. Marksizmin Althusseryan veya Maoist versiyonlarında olduğu gibi politik ekoloji de üretici güçlerin önceliğini reddeder: onları toplumsal ilişkilere ve bu tür ilişkileri biçimlendiren dünya görüşlerine tabi kılar. İnsanlık ile doğa arasındaki ilişkileri, bir kontrol mekanizmasına göre değil (insanlara, gelecek kuşaklara, hatta diğer türlere) saygı temelinde değerlendirir.

İkinci farklılık daha derindir. Yeşil paradigma elbette politik olarak ilericidir ama “ilerlemeci” değildir. Tarih görüşü bir ilerleme masalı değildir. Aslında, doğrusal tarihsel görüşten uzaktır. Tarih bir iç dinamiğe sahipse termodinamiğin ikinci yasası ile yönetiliyor olmalıdır: bir entropinin acımasız yükselişinin tarihi, bir çürüme tarihi. Sadece refleksif bir eleştirel insan bilinci bu düşüşü yavaşlatabilir veya tersine çevirebilir. Böylece politik ekoloji ilerlemeyi sadece –belirli etik veya estetik değerler (dayanışma, bağımsızlık, sorumluluk, demokrasi, uyum) açısından tanımlanmış– bir eğilim olarak tanımlamış olur. Dünyanın gerçekten bu yönde hareket edeceğine dair hiçbir (“üretici güçlerin sosyalizasyonu üzerinden” olduğu gibi) gerçek garanti yoktur. Yeşillerin tarihsel ve diyalektik materyalizmi teleolojik değildir, hatta bu durumda kötümserdir.

Üretici güçlerin önceliği anlayışını terk ediş bir başka sonuç daha içerir: üreticilerin kendilerinin önceliğinin de terk edilmesi. Yeşiller, politik ilericiler, genellikle sömürülenlerin, ezilenlerin tarafındaysa, bunun nedeni sahip oldukları değerler, ideal dünya ekolojilerinin sömürü ve zulme karşı olmasıdır. Onlar hiçbir zaman, basitçe, –üreticilerin üretimcilik altında sömürüldükleri için– üretimciliğin alaşağı edileceği yeni bir dünyanın bilinç taşıyıcıları olacaklarını tasavvur etmezler.

Yeşillere göre tüm bunlar, tarihsel süreçte belirleyici bir momentin (Sol açısından “iktidarı alma”) yok olduğu anlamına gelir. “Siz reformist misiniz, yoksa devrimci mi?” sorusu yöneltildiğinde yeşiller ve hatta “fundamentalist olanları” bile, ne söyleyeceğini bilmez. Dolayısıyla, bir “ekolojik politik devrim”in sahneye çıkacağı “kati” noktayı tanımlayamazlar. Birçok şeyi değiştirmek isterler ancak iktidarı, devlet iktidarını bunlar arasında saymak çok zordur. Marksizmden çok –hatta Henri Lefebvre veya (Marx İçin’in) erken Althusser’inden çok– şüphesiz Michel Foucault ve Felix Guattari’nin mirasçıları olan yeşiller, hiç kuşkusuz, bir dizi “mikro-kopmalar” yerine, hiçbir zaman bitmeyecek bir çeşit moleküler devrim hayal eder.

3. Marksizm: Genişletilmeli mi, revize mi edilmeli?

Politik ekoloji ve işçi hareketinin daha önce kaydedilen benzer paradigmaları ve ortak fikirleri, politik ekoloji ile Marksizm (işçilerin değerli teorik mirası) arasında gelecekte yaşanacak ilişkiler sorununa işaret ediyor. Bu, politik ekoloji (en azından şimdiye kadar) Marx çapında ilerici, materyalist, diyalektik, tarihselci bir düşünür çıkarmakta başarısız olduğu için özellikle önemli bir sorudur.

Politik ekolojinin Marksizmin geleceğini temsil ettiği iddiasını burada tartışmayacağım. Birçok insan şimdiden buna ikna olmuş durumda. Diğerlerine ise sadece şunu diyeceğim: Fransız Devrimi’nin sınırlılıklarına Marx’ın cevabının komünizm olmasına benzer bir şekilde, politik ekoloji de komünizmin günümüzdeki trajedisine cevap olmaya yönelmiş görünüyor. Tıpkı Marx’ın teorisinin 19. yüzyılın temel problemine bir tepki olması gibi gibi bir ekoloji teorisi ve programının ayrıntılandırılmasının da, 21. yüzyılın büyük problemine insanlığın cevabı olması kaçınılmaz gibi görünüyor. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin Marx’ını ve Feuerbach’a karşı polemik yürüten Marx’ı başka sözcüklerle ifade edersek, ters duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmak yeterli değildir; onu dünyaya geri getirmek gerekiyor. Veya tekrarlamak gerekirse: Marksistlerin yaptığı sadece dünyayı farklı yollarla değiştirmekti; şimdiki sorun daha fazla hata yapmaktan kaçınmaktır.

Burada kendileriyle tartışmak istediğim şimdiden ekolojik politik atılım (demarche) saflarına kazanılmış Marksistlerdir. Yöneltmek istediğim soru şudur: Marksizm, politik ekolojiye nasıl katkıda bulunabilir? Kullanılabilir hale gelmeleri için hangi vehçeleri yeniden gözden geçirilmeli ya da reddedilmeli? Bu soruyu olumlu bir beklentiyle yöneltiyorum. Söylediğim gibi, Marx ve Maksizmin, fikirlerinin ilerici, materyalist, diyalektik ve tarihselci karakteri nedeniyle politik ekolojiye çok fazla katkıda bulunabileceğine inanıyorum. Aynı zamanda, Marksist toplumsal değişim teorisyenlerinin –bütün yanlışları ve uyuşmazlıklarıyla birlikte Marx’ın kendisi, Rosa Luxemberg, Gramsci, Lenin veya Mao Zedong– politik ekoloji açısından değerli bir miras olduğunu düşünüyorum (Kafamda özellikle hegemonyanın kurulması problemi var). Ama açık sözlü olmalıyım: Marksist paradigmanın genel yapısı, entelektüel iskeleti, ileri sürdüğü ana çözümlerle birlikte ağırlık yapmaması için gemiden denize atılmalı; Marksist düşüncenin neredeyse bütün alanları gerçek anlamıyla kullanılabilir olmaları için tamamen yeniden gözden geçirilmeli.

4. Temel uyuşmazlık

Temel problem (“devrim” ve “reform” arasındaki yanlış tartışmadan tümüyle ayrı olarak) Marx’ın politika kavrayışının kusurları ile çok da ilgili değildir. Kuşkusuz 20. yüzyıl Marksizminin suç tarihinden büyük oranda sorumlu olan bu problem hakkında çok şey yazıldı. Ancak aynı zayıflık bugünkü politik ekolojide de bulunabilir. Basitçe, biz, bir yandan varolan düzenin eleştirisi ile diğer yandan şeylerin bu düzenini ortadan kadırmayı amaçlayan –gerçekten insancıl, a fortiori ekolojik– bir politik pratik arasındaki ilişkiyi nasıl kavramsallaştıracağımızı bilmiyoruz, nasıl ele alacağımızdan ise bihaberiz. Materyalizm, etik ve politikayı nasıl birleştireceğimizi bilmiyoruz. Bunu Marksistler olarak nasıl yapacağımızı bilmiyorduk; şimdi de ekolojistler olarak hala bilmiyoruz.

Ancak benim daha özgül bir biçimde işaret etmek istediğim Marx’ın materyalizm ile politikayı ilişkilendirme tarzıdır; üretim paradigması. Weydemeyer’e yazılan (5 Mart 1852), Marksizm ve onun genel mantığının bizzat Marx’ın ağzından tanımlandığı ünlü mektuba dönelim:

Benim yeni olarak yaptığım şey:

(1) sınıfların varlığının üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu;

(2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını;

(3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir.

Elbette, hiç kimse şunda daha fazla ısrar etmeye cesaret etmeyecekti: Marx gerçekten de bütün bunları “gösterdi”. Ayrıca, bir Marksist basitçe kendisini birinciyle, Marx’ın araştırma programının bütünüyle bilimsel, eskatalojik olmayan aşamasıyla yani, her bir üretim tarzının çelişkilerinin tahlili ile sınırlayabilir. Problemin yattığı yer programın kendisi, onun birleştirici temasıdır: sadece üretimin merkeziliği değil, üretimin Marx tarafından tasarlanan merkeziliği, yani doğanın, az çok yabancılaştırıcı toplumsal ilişkiler içinde örgütlenmiş üreticiler tarafından dönüştürülme süreci. Bu kavram, tek kalemde düşmanın (kapitalizm), devrimci failin (proletarya) ve politik hedef olan komünizmin tanımlanmasına etkin bir şekilde olanak tanıdığı için kesinlikle merkezidir.

Marksizmi insan ekolojisiyle (teorik, etik veya politik olarak) kavgalı yapan, kesinlikle, insanlığın doğal tarihini insanların dönüşebilir faaliyetlerine indirgeyen bu eğilimdir. Ted Benton[5], bu çelişkinin Marksist üretim süreci kavramının kendisinin darlığından kaynaklandığını olağanüstü bir şekilde ispatladı. (Her ne kadar Benton “bir marangozun üretim süreci” örneğini verse de daha kesin bir şekilde ve Marx’ın da belirttiği gibi ifade edersek arının üretim sürecine karşı “bir mimarın” üretim süreci”ni belirtmiş olabilir). Benton’un gösterdiği gibi, Marx tarihi, insanlığı doğaya yeterince egemen olamayışının getirdiği dışsal kısıtlamalardan özgürleştiren, dünyanın ilerici bir “sunileştirilmesi” olarak görür. Bu, onu –ve ardılı Marksistleri– bu dışsal kısıtlamaların (tam olarak ifade etmek gerekirse, ekolojik kısıtlamaların) indirgenemez karakterine gereğinden az değer verme eğilimine götürür. Bu bağlamda Marx, ilk olarak “muzaffer burjuvazi”, daha sonra da Stalinist Sibirya ve Kazakistan bozkırlarının büyücü çömezleri tarafından en uç noktaya götürülecek olan, Dinsel-Kartezyen (Biblico-Cartesian) doğanın ele geçirilmesi ideolojisini tamamen paylaşır.

Ben yine de daha ileri gideceğim. Bugün beni en çok huzursuz eden Marx’ın, –“eko-Marksistler”in alıntı yapmayı sevdikleri, insan etkinliğini doğal bağlamına yerleştirdiği– gerçekten cezbedici pasajlarıdır. Özellikle 1844 Elyazmaları’ndaki ünlü bir pasaj üzerinde düşünüyorum: “Doğa insanın örgensel-olmayan bedenidir?” Fakat hayır. Doğa sadece insanın inorganik bedeni değildir, aynı zamanda arı veya kartalın da bedenidir. Hugues de Saint-Victor’dan aktararak şunu dahi söyleyebilirim: “insanlığı seven kişi sadece yumuşuk yürekli bir çömezdir (neophyte); diğer canlı türlerini kendisi gibi düşünerek seven kişi bundan daha iyidir. Kendi bedenini doğanın inorganik bedeni olarak gören kişi ise mükemmeldir” (başlangıç olarak solucanlar).

Marx’ın (Vernadsky’den başlayarak zamanının ekoloji uzmanlarının tamamı ile paylaştığı) ekolojizminin muğlaklığı bilinçsizce bir başka “eko-Marksist” formülde ortaya çıkar: “Emek zenginliğin babasıysa, doğa anasıdır.” Tıpkı ataerkil ideoloji ve Napolyon Kanunları karşısında Freud’un, insanlığın fiziksel ve psişik üretiminde annenin önemli rol oynadığını anımsatırken haklı olması gibi Gotha Programı’na (ve o günden bu yana bir bütün olarak işçi hareketine) hakim olan Lassalcı eğilimi dikkate alarak doğanın varlığını kabul etme yaklaşımı gerçekten övülmeye değer görülebilir. Ne yazık ki Freudyen anne tanımlamasının ardında neyin gizlendiğini çok iyi biliyoruz: Freud, Fliess’e Şiir’inde (Poem to Fliess) şöyle yazdı: “Selam olsun Babaya, o, söylenecekler söylenip yapılacaklar yapıldığında, kadının iktidarını kanalize etmeyi bildi, bu sayede yasaya itaatteki payını alacaktı, üstelik bu, Annede olduğu gibi, gizli bir sezgi değildi artık. Marx’ın kendisinin, en azından Aristoteles’e kadar uzanan bir geleneğe uygun olarak, Ana-Doğa’yı, sadece üretim temelli Baba-Emek düzenine bağımlı bir şey olarak değerlendirdiğinden endişe ediyorum: “Madde, kadının erkeği amaçladığı gibi, biçimi amaçlar.”

Beni iyi anlayın. Burada derin ekolojinin radikal bir versiyonu hakkında tartışmıyorum. Blaise Pascal’ın Büyük Şef Seattle’dan çok önce hatırlattığı gibi: insanlık, sınırsız doğa ağının sadece küçük bir halkasıdır, ama aynı zamanda düşünce aracılığıyla doğayı anlayan tek varlıktır; yeryüzünde dünyadan sorumlu ve onu daha iyi ya da kötü yönde değiştirme kapasitesi olan tek türdür. Sofokles’in ünlü tragedyası Antigone’de dendiği gibi, yeryüzündeki en büyük doğal güçtür, ancak iyi ile kötü arasında tercih yapabilecek bir güç. Marx’ın insanın dönüştürücü kapasitesinin pozitif veçhelerine a priori vurgusu ve varolan düzene dair eleştirisini üretimdeki insan ilişkileriyle (bu üretimin özünün eleştirisine yönelmeden) sınırlamasının Marksizm ile etik, Marksizm ile demokratik politika, Marksizm ile ekoloji arasındaki kopukluğun yolunu açtığını söylüyorum.

5. Reformist strateji

Marksizmi böylesine temel bir konuda aynı zamanda kazanımlarını da koruyarak reforma uğratmak o kadar da kolay değil. Paradigmatik devrimlerde her zaman olduğu gibi önümüzde iki yol vardır. Birincisi, ölü veya çürük dalları budayarak, aşırı derecede güçlü hipotezleri gevşeterek, ikincil revizyonlarla değişmez merkezi çekirdeği zenginleştirerek yapılan ihtiyatlı değişimdir. İkincisi ise radikal bir paradigma değişikliğini içerir: materyalizmi, eski Marksist paradigmanın kalıntılarından geri kazanılan parçaları kullanarak yeni bir entelektüel çatı altında yeniden yapılandırmak.

Henüz ikna edici bir genel tasarım bulmadığım halde doğrudan, sadece ikinci seçeneğin eninde sonunda tatmin edici olacağını iddia edeceğim. Böylece, Marksist “anti-kapitalizm, proletarya devrimi, komünizm” üçlemesinin ötesine geçebilmek için çözülmesi gereken birçok problemi inceleyerek, birinci alternatifin bir eleştirisine yoğunlaşacağım.

1968 sonrası Marksist gruplar, sonunda gerçekliği kabul ettiklerinde, genellikle reformist yolu tercih ettiler. Bu, kapitalist üretim dışındaki “tali cepheler”i tanımak ve ayrı ayrı toplumsal hareketleri sermayeye karşı, komünizm adına proletarya mücadelesine dahil etmek için yeterli göründü. Marksist paradigmayı korumak için şunu göstermek zorunluydu:

Bu toplumsal hareketler aslında sermayenin karşısındaydı (hemen hemen her toplumsal hareketin yapması gerektiği gibi kapitalist devlete karşı durduklarını gözlemlemekle yetinilmesi gereken zamanlarda);

bu hareketler özellikle işçi sınıfının kötü durumuyla ilgiliydi, ve bu nedenle işçi hareketiyle toplumsal hareketin kesişim noktasında duran ve her ikisiyle de bağları olan hareketler genel hareketin liderliğini almaya aday olabilirdi;

bu proleter liderlik kesimsel bir hareketin işçi hareketiyle ve bu sayede bir bütün olarak insanlığın tarihsel çıkarlarıyla yakınlaştırılmasını sağlayacaktı. Komünizme, hareketin özellikle endişe ettiği “ikinci çelişki”yi yoketmede güvenilebilirdi.

Böylece, çok erken bir şekilde, köylü hareketi ve Üçüncü Dünya dekolonizasyon hareketleri işçi sınıfı mücadelesine aşılandı. 1970’lerde –geciktiği oranda çatkapı içeri giren– feminist hareket proleter kamp tarafından tanınması amacıyla otonomisini savunacaktı. Bugün sıra ekolojidedir.

Bu doğrultuda en özenli formülasyon şüphesiz James O‘Connor’a aittir[6].“Birinci çelişki”nin (sermaye ile emek arasında) yanında, sermaye ile genel kapitalist üretim koşulları arasına bir “ikinci çelişki” yerleştirir. Bu koşullar kapitalizmin yeniden üretimi için gerekli her şeyi içerir ancak bu kapitalizm kendini üretemez: iş gücü, toplumsal altyapı, çevre (doğal veya dönüştürülmüş). Son derece sentetik olan bu formülasyon, hem teorik analizler hem de gerçek toplumsal hareket politikaları için büyük bir birleşmiş iskelet sunma gücüne sahiptir. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı çalışmasındakine benzeyen “dışsal koşullar” listesi nedeniyle O’Connor, bu genişletilmiş Marksist paradigmayı “Polanyici Marksist” olarak tanımlar. Ve bu, kesinlikle, şimdi yeni dallara sahip olan aynı ortak Marksist ağaçtan sürgün verir: eko-sosyalistler, sınıf-feministleri ve diğerleri.

O’Connor, formülasyonundan iki temel ekonomik sonuç çıkarır –bir realizasyon krizi ve kar oranının azalma eğilimi. Burada bu çelişkilerin bir eleştirisini yapmaksızın sadece onun, bu çelişkilerin bir dizi krizler doğuracağı nosyonunun bir miktar acelecilik içerdiğini öne süreceğim. Burada önemli bir nokta atlanır: kapitalist gelişme modelleri –bahsettiği çelişkilerden her ikisini de ayrı ayrı içerebilen veya ağırlaştırabilen modeller– çeşitliliğinin varlığı.

O’Connor’un araştırma için bir dizi yeni verimli soruyu izlemek açısından elbette yeterli derecede sağlam bir temel sunan paradigmatik reformuna ilişkin daha temel önemde bir eleştiriyi vurgulamak istiyorum. O’Connor’ın paradigması böyle olmasına rağmen, geçmişteki benzer deneyimlerde de görülmüş olduğu gibi üstesinden gelinemez problemlere karşı durur. Mesela radikal feministler şuna işaret etmekte hızlı davrandılar:

1. Kadınların mücadelesi öncelikle kapitalizme değil, her halükarda kapitalizm öncesine dayanan ilişkiler olan (ataerkillik, “cinsiyet ayrımcılığı,” ve benzer diğer nosyonlar) spesifik baskı ilişkilerine karşıdır.

2. Kadınlar, gerçekten de araları çoğunlukla açık olan (erkek) işçi sınıfına herhangi bir özel güven duyamaz.

3. Özgürce birleşmiş üreticileri sabahları avcı, öğleden sonraları balıkçı ve geceleri ise edebiyat eleştirmeni olarak resmeden Marksist komünizm projesi tuhaf bir şekilde temizlik ve ütüleme sorunlarını bir kenara bırakır.

Özetle, bu genişletilmiş Marksizan paradigma –sermayenin, “dışsal çelişkiler”inden elde ettiği faydaları oldukça doğru bir şekilde vurgulasa da– diğer toplumsal hareketlerin amaçları açısından bir Procrustean yatağı olmaya doğru gider.

Böylece, tamamen dönüştürülmüş ve her şeyi içeren bir paradigmanın yokluğunda, geçici olarak, O’Connor’ın teklif ettiği diğer alternatifi benimsemeyi önereceğim: bir “Marksist-Polanyici” çatı. Radikal demokrasi genel başlığı altında bu, özgül çelişkileriyle birlikte çeşitli otonom toplumsal hareketleri, “bölgesel” bir temelde Marksizan yaklaşımın ruhu ve anlayışlarını yeniden hayata döndürürken dahi kucaklayabilir. Bu yaklaşım da kendi başına açık değildir. Onu, çalışmam boyunca, henüz bir çözümü olmamakla birlikte bence Marksizmin ele alabileceği bazı ekolojik sorunları ortaya koyarak, eski bütünsel Marksizan paradigmanın üç düzeyinde ortaya çıkarmaya çalışacağım.

6. Çağdaş ekolojik krizlerin ekonomik analizi

En geniş anlamıyla politik ekoloji, (ilk elde bütün faaliyetlerimizin koşulu ve ürünü olan) bireyler ve kolektivite arasındaki çevreye özgü çelişkilere odaklanır. Tatil yolundaki bir trafik tıkanıklığı ekolojik tarzda yerel bir krize mükemmel bir örnektir: her bir bireyin çevresi ilk elde anayolun genişliği, diğer sürücülerin toplamı ve ortaya çıkan kirliliktir. Bu, kapitalist üretim ile onun çevresi arasındaki çelişki değildir; hatta büyük oranda kapitalist ilişkiler tarafından üstbelirlenmekle beraber onlara indirgenemez.

Böylesi mini-krizleri çözmek için, bir taraftan bilet gişeleri kurma, benzin fiyatını yükseltme, anayolu genişletme veya bir demiryolu hattı inşa etmeye, diğer taraftan işgününü kısaltma ve “iş zamanı/boş zaman” çelişkisini çözmeye kadar uzanan bir olası düzenlemeler yelpazesi vardır. Bu tür önlemlerin tamamı, “yatay” çelişkilere, yönetenler ile yönetilenler arasındakinden daha çok bireyler ile topluluk arasındaki çelişkilere cevap veren klasik düzenleme modellerini –demokrasi, pazar ve yasa– ortaya koyacaktır.

Gelin ekonomik olan veçheleri ele alalım: değer teorisi. Marksist teori çok iyi bir hareket noktası sağlar. Ancak, ekolojik mücadeleler, bireyleri davranışlarının harici maliyetlerini düşünmeye zorlamaya başladığı için fiyatlar, değer ilişkilerinden, yani “toplumsal olarak gerekli emek zamanından” çok daha öteye gidecektir. Bu ihtilaf Marx’ın perspektifinten hareketle ele alınabilir, ancak onun değer teorisi biçimi –“metaların konuştuğu dil”– ciddiye alınmak koşuluyla. Marx’ın attığı ilk adım (1970’lerde bazılarının bulduğunu iddia ettiği çözülmez problemleri içermekten uzak olan) “değerin fiyata dönüşümü”dür[7]. Dönüşüm formülü, rantı, toplumsal vergileri, eko-vergileri ve diğerlerini hesaba katarak genişletilebilir.

Ancak bu durumda birileri de metanın bize ifade ettiği şeyin artık, içerdiği emek miktarından ziyade yansıtabileceği veya yansıtmayabileceği eko-vergiler, üreticilerin hoşlanabileceği veya hoşlanmayabileceği toplumsal koruma ile ilgili olduğunun hemen farkına varır. Kısacası, bir metanın bugün ifade ettiği –ve öyle sanıyorumki, gittikçe yoğunlaşan bir şekilde yarın da ifade edeceği– şey, toplumun kendi üyelerinin refahı için duyduğu kaygının derecesi ve insanlığın ortak mirasının yönetiminde gösterdiği irfandır. Aslında “sürdürülebilir değer” nosyonuna doğru yol alıyoruz. Böyle bir gösterge, daha sonra, üretimin gerçekleşmesini sağlayan koşuları nasıl yönetebilir? Pazar, elbette, yasa tarafından baskı altına alınmadıkça ve tüketici-üretici-vatandaşın sorumluluk duygusuyla desteklenmedikçe yetersiz kalacaktır. Toplumsal, çevresel, politik, hatta etik olanın ekonomik ilişkilerin kalbine sokulması kapitalizm için daha fazla veya az istikrar yolunu açacak mı? Uzun süreli Keynesyen-Fordist istikrarı anımsatarak bu konuda bir yargıya varmak için acele etmememizi öneriyorum.

7. “Proletarya Devrimi” (veya, en azından, toplumsal değişimde ücretli emeğin rolü)

Bu noktada, Polanyi’ye referansla, mücadeleye sadece üreticiler olarak değil “tüketiciler, vatandaşlar, geziciler veya sevgililer olarak” da giren erkek ve kadınları anımsayarak proletaryanın umutlarının yıkılışı hakkındaki ironiyi parlatmak kolay olurdu. Ama gelin Marx’ın (yerinde, bu nedenle hala kullanışlı olan) dediklerine yoğunlaşalım: emeğin sömürüsüne karşı direniş, kapitalist üretim ilişkilerine dönük temel tehdittir. Ancak, bu mücadelenin özgürlük hareketleri gökkuşağının onlarca şeridinden sadece biri olduğunu kabul etsek dahi, yine de “kızıl” şeridin kendi kendine kırıldığını kabul etmek zorundayız. “Proletarya”nın mitsel ruhu, toplumsal dönüşümün Marksist faili en azından üç yönde kırıldı.

Marx’ın (Fordizmin kriz dönemine kadar doğru kabul edilen) tahmininin aksine, “emeğin sermayeye gerçek boyun eğişi”, işçilerin bilgisinin kamulaştırılması” ve “bütün emeğin basit emeğe dönüşmesi” günümüzün küresel açıdan en rekabetçi toplumlarında bir geri çekilmeyi zorluyor. Japonya, Batı Avrupa ve İskandinavya’da üretkenlik giderek artan bir şekilde rutin, el emeği temelindeki çalışma biçimleri ile emeğin daha yaratıcı, entelektüel boyutlarının bir birleşimine dayanıyor. Bu büyük bir haberdir ancak aynı zamanda “yabancılaşma” kavramının boylu boyunca yeniden düşünülmesi gerektiğini öne sürer.

Andre Gorz’un da[8] gözlemlediği gibi, yabancılaşmanın emek sürecinde azalışı üretimin “anlamı”nın ne olduğu sorusunu yükseltiyor. Ücret ilişkilerinin ötesine gidişin dahil olunan emek gücü dilimi açısından sorunu çözeceği açık değildir. Burjuvazinin savunucuları bu konuyu, teşebbüsün “bilişsel”, “müşterek” veçhelerine dikkat çekip diğer boyutlar olan rekabet ve sömürüyü unutarak anlatmaya çalışır. Sorun, bunun basitçe bir ideoloji sorunsalı değil, emek gücünün daha nitelikli bileşenleri açısından bir “yaşanan dünya” gerçekliği olmasıdır. Bu, geleneksel sendikacılığı krizle baş başa bırakır ve aynı zamanda “kalite çemberlerine iştirak etmeli miyiz? Neyin karşılığında bunu yapmalıyız?” ve benzeri zor soruları ortaya çıkarır.

Marx’ın tüm tahlillerinin aksine “emek sürecinin entelektüel iktidarları” artık işçilerin çoğunluğuna “karşı durmuyor”. Artık “sembollerin yönlendirilmesi”ne adanmış bu çoğunluk, kapitalist egemenliğe aşağı yukarı bağlı, ama dönüşüm sürecinin dışında kalıyor. Dolayısıyla şimdi “ ‘işçi’ ve yoldaşlar terimlerinin” anlamı nedir? Sermayeye bugün meydan okuyan işçi sınıfı değil ücretlilerdir (salariat). Eğer bu ücretliler artık üretimde içerilmiyorsa, (tarihsel materyalizmin iskeletinde varsayılan) karakteristikleri yok olur veya yeniden yaratılmalıdır. Üretim paradigmasını Habermas’ın öne sürdüğü gibi bir iletişim üzerine odaklanmış bir başkasıyla değiştirmeli miyiz? Deneyebiliriz, ancak bu sadece kısmi bir çözüm olacaktır: dünya genelindeki yüzlerce, milyonlarca işçi en klasik anlamıyla sermayeye bağlı kalacaktır. Bununla beraber, “sembollerin yönlendiricileri”nin şimdi ekolojik hareketlerin en önemli desteği olduğu da bir gerçektir.

Aynı zamanda, Marx’ın tahlillerinin aksine, sermaye artık bütün proletaryanın emrinde olmasına muhtaç değil (yani, üretim araçlarından mahrum bırakılanlar kendi başlarına pazar için üretemezler). Bütün proleterlerin gelecekte ücretliler, bir “yedek emek ordusu” olacağı fikri sadece temel itibarıyla bir yoğun birikim rejiminde doğrulanabilir. Birikim esasen yoğunlaştığında ve üretkenlik kazancının doyurucu yeniden dağıtımı olmadan, emek kaynağı ile yönetilecek kapitalist üretim momenti için hiçbir gerekçe yoktur. Kitlesel tüketim’in belirsiz büyümesine dair Fordist yol da, artık sermayenin büyüyen organik bileşimi veya ekolojik sınırlamalar kadar küreselleşmenin sınırlamaları tarafından da geçersiz kılındı. Nihayetinde emek gücünün halihazırdaki yeniden yapılanması, ücretleri ne kadar düşük olursa olsun proletaryanın büyük bir bölümünü yapısal olarak gereksizleşleştirdi. Böylece, ücretlinin yanında (ama zorunlu olarak onların tarafında değil), dışlanma veya marjinalleşme figürleri görünüyor.

Üçüncü Dünya’da iyi bilinen, bu “Lewisian” durum, şimdi gelişmiş kapitalist ülkelere yayılıyor. Bu bağlamda, “daha iyi ücret için savaşım aynı zamanda iş için savaşımdır” yollu Keynesyen argüman artık tutulmaz. “Ücretli” ve “dışlanmış” olanlar artık doğal olarak kendilerini bir birleşmiş blokta “onlara”, kapitalistlere karşı düşünemez. Bu, en az üç yönlü bir oyundur ve marjinalleşmiş olan pahasına sermaye ile nitelikli emek arasındaki anlaşmaları hayal etmek çok kolaydır. Böylece “işbölümü” hakkında sadece “biz ve onlar” arasındaki değil, aynı zamanda şimdiye dek “proletarya” olarak tanımlanan şey dahilindeki mücadeleleri ve uzlaşmaları ima eden tartışmaların keskinliği de (ekolojistlerin gündeme getirdiği bir sorun) tasavvur edilebilir. Marx’a göre işçi sınıfının mesihvari rolü, “savunacağı hiçbir özel çıkarı olmaması” gerçeğine dayanıyordu ve sadece kaybedeceği zincirler, kazanacağı bir dünya “vardı”. Bugün, dışlanmışların kazanmayı umut ettikleri dünya ücretlilerin (kaybedecekleri şey ücretleri olanların) dünyasıdır; dışlanmaları olgusu nedeniyle sermayeye karşı sahip olmuş olabilecekleri tüm kademeleri kaybettiler.

Tartışmamızı bu noktada sonuçlandırmak için: proleterya –Marx’a göre şeylerin mevcut düzeninin yıkılmasında “yönetici güç”– artık bu bağlamda yegane ve hatta ana güç olmayıp, parçalanmış bir şekilde kiralanmıştır. Eski “işçi-çalışan-proleter” kimliği gitti, yerini durumlar, çıkarlar ve amaçların belirgin farklılığına bıraktı. Marksizm bu tür problemlere alışkındır –“halk cephesinin inşası”. Ancak bu artık, eskiden temel desteği olarak gördüğü, küçük parçalar halinde dağılmaya hazır görünen yandaşları için bile geçerlidir. Bu, “sosyalizmin aksine, ekolojinin toplumsal temel bulmakta başarısız olacağı” sonucuna götürmez. Bununla beraber, Fransız Devrimi’nin altında yatan demokrasi gibi, bir veya diğer grubun şimdiki ya da “tarihsel” çıkarlarına doğrudan bağlı olmayan çoğulcu bir temel inşa etmek zorunda olduğu anlamına gelir.

8. Komünist ufuk

Marksizan eskatoloji reddedilse bile, baskıya karşı direnişin ulaşılacak hedefin ters görüntüsü olduğu fikri, eleştirel, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ana doktrini olarak kalır. Ve “reform” ile “devrim” arasındaki ayrım bulanık hale geldiği için durum haydi haydi böyledir. Gerçek ideal içeriği artık “daha sonralar”a ertelenmiyor aksine artan bir şekilde “radikal reformizm” biçiminde günümüzdeki mücadelelerde gerçekleşiyor. Ancak “sürdürülebilirlik” prensibi için silah altına girmek, mücadele etmek ve ölmek zordur. “Peki, ekoloji, genel olarak kamuoyundan daha az olmamak kaydıyla “komünizm”in yükselen çığlığını yeniden canlandırmakta neden bu kadar isteksiz? Bir kez daha, gerçekte varolan komünizmin trajik sicilinin işaret ettiği çok açık derslerden kaçınmalı ve onun yerine yüzümüzü geleceğe dönmeliyiz.

Komünizm: Marx onun içeriğini tanımlamaya çalıştığında, aşağı yukarı hakim olan yabancılaşmanın karşıtını kabataslak çizdi: “bolluk, bütün sınıfların yok olması, en temel ihtiyaç olarak çalışma, işbölümüne bağlı bağımlılığımızın sonu,” ve yuvarlarsak, “herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneğine göre” formülü. Gerçekten zengin bir formül olmakla birlikte Marksistler, politik ekoloji için faydalı olmasını istiyorlarsa acilen üzerinde tekrar çalışmalıdır.

İlk sorun toplumu çağrıştıran bir terime tümüyle bireysel bir içerik atfeden bu tuhaf tanımdan kaynaklanır. Marx için “komünizm” elbette üretim araçlarının ortak sahipliği anlamına gelir ve bu, bireysel özgürlük ve sorumluluğu güvence altına alabileceğini düşündüğü bir durumdur. Ancak bugün, mümkün olan bütün ortak mülkiyet versiyonlarının yüzyıllık kötüye gidişinin ardından kolektif sahiplik bir şakadır! “Fail teorileri”nden çok önce Charles Bettelheim, mülkiyet ilişkilerinin, işyerinde bireyler veya üretim birimlerinin kendileri arasındaki iktidar ilişkileri gibi ciddi temel problemleri çözümleyemediğini gösterdi.[9] Benzer bir şekilde, komünizmin bireysel tanımı da bireysel “yetenekler”in toplumsal inşası ve yasal gereksinimlerin kolektif tanımı gibi sorunlar hakkında sorunlar doğurmaya devam ediyor.

Tanımın bu iki cephesini daha yakından incelemeliyiz. “Herkese ihtiyacına göre”: Bu, sendikaların günlük mücadelesini işçi hareketinin nihai hedefiyle birleştirme erdemine sahip bir formüldür. Bir kişi daha fazla ücret talep ederken aynı zamanda komünizm için mücadele ediyordu! Fakat şimdi ekoloji bize gelişmiş ülkelerdeki işçinin, “ihtiyaçlar”ı için ortalama olarak, gezegenin ekosisteminin karşılayabileceğinden daha fazlasını aldığını söylüyor –en azından Bangladeşlilerin Kuzey Amerika’daki işçilerle aynı “ihtiyaçlar”a sahip olduğu varsayıldığında! Politik ekolojinin değerleri (dayanışma, şenlik, sorumluluk) artık “ihtiyaçlar”ın düşüncesizce bir tanımını tolere edemez –ve bu, onu geleneksel sendika ideolojisiyle çatışmaya götürür.

Diğer yandan, kapitalizm öncesi köylüler ve yerli halkların radikal olarak “farklı” ve “sürdürülebilir” olan bir ihtiyaçlar kavramını muhafaza ettiği öne sürülebilir. Bu takdirde, içerisinde çok farklı “etnik-gelişim” modellerinin birleştirilebileceği gelecekteki ideal dünyanın tasavvur edilmesi gerekecektir. Ancak bu da hala bizi (gençler ve kadınlar da dahil olmak üzere) bireylerin bir modelden diğerine serbest dolaşımı problemi ile karşı karşıya bırakır ve böylece bir kez daha düzenleme sorununu doğurur.

“Herkesten yeteneğine göre” çok muğlaktır. Rantiyecilere karşı bir eleştiri olarak bir anlamı vardı. Ancak bu sözcük öbeği, egemen toplumsal sınıf, boş gezerlikle değil de, bugün olduğu gibi az bulunur iş kaynaklarını tekelleştirmeyle suçlanan yuppiler veya işadamları olunca tamamen uygunsuz hale gelir.

Daha hoşgörülü bir tarzda ifade edersek, Marx’ın, (“herkese ihtiyacına göre” prensibi tarafından belirlenen) sınırsız talebin sınırsız arzla karşılanacağını çünkü, soylu ve yaratıcı çalışma aktivitesinin artık “birinci hayati ihtiyaç” olarak biçimleneceğini ifade etmek istediği iddia edilebilir. Bu fikir ütopik sosyalizmde merkezidir: insanoğlu kendini her zaman üretken etkinlikle ifade etmek isteyecektir. Bu, Gerard Mendel gibi sosyo-analistlerin çalışmalarında da onaylanmıştır; ekolojistlerin önerdiği “otonomi” prensibi de bunu ifade eder.

Sorun, kendini, “eyleme yeteneği” ve “kendi öz etkinliğinin sonuçlarını görme” ile ifade etme tutkusunun hiçbir şekilde üretimin kolektif örgütlenmesine dönük bir hareket doğurmamasıdır. Çok daha muhtemel bir eğilim de, erken Proudhoncu anarko-sendikalistlerin bir tür genelleştirilmiş zanaatkar hayaline kaymaktadır. Temel olarak insanlar, (aynı zamanda toplumsal kabul de sağlayabilecek olan) yeteneklerini özgürce ifade etme olasılığı karşılığında toplumun, itibarlı bir şekilde yaşamak için ihtiyaç duydukları şeyleri sağlayacağını düşünür. Bu tür bir sonuç, yeniden modelleştirilmiş ücretlilik bağlamında düşünülebileceği gibi, toplulukçu fikirlerce ortaya konulan bağımsız serbest meslek sahipliği çerçevesinde de düşünebilir.

İnsan emeğinin kadınlar tarafından gerçekleştirilen büyük kısmının hala ataerkil ilişkiler dahilinde varolduğu hatırlatıldığında, sorun daha da karmaşık bir hal alır. Aşk ve baskı bağlarını özellikle ahlaksız bir şekilde birleştiren bu ilişkiler feminizmin gelişimiyle paçavraya çevrilmiştir. Yine de, bugün bile en temel ihtiyaçlarımıza yanıt veriyorlar. Ve bu ihtiyaçlar, ataerkillikten tamamıyla uzak bir toplumda bile kaybolmayacaktır.

Günümüzden 10 yıl sonra Fransa’da 100 yaşında 150 bin kişi olacak. Elbette onlara bakacak kişiler, hayat boyu verdikleri feminist mücadeleden sonra kesinlikle hakettikleri emekliliklerine kavuşan 80 yaşındaki kızları ya da 60 yaşındaki torunları olmayacak. Bu durumda hangi “yetenekler”e başvurulacak? “Lokalize iş”i (“les emplois de proximité”) öne çıkarmak ya da “geçici meslekler”i (“Ies petits boulots”) kötülemek tartışmayı daha ileri taşımaz. Bizim, refah toplumu (1a Communauté-Providence) çatısı dahilinde “üçüncü toplumsal ve ekolojik kamu hizmeti sektörü”nü kurmamız gerekecektir . Eko-feminist komünizm inşası bitmemiş bir görev olarak duruyor.

Marksizmin sorunlarını, yeni toplumsal hareketler ve özellikle de ekoloji temelinde hızlı ve kısmi bir şekilde ele almak sistematik bir saldırı gibi görünebilir. Niyetim kesinlikle bu değildir. Tekrarlamak gerekirse, Marksist mirasın bize, her durumda varlığını koruyacak ciddi problemlerde yön belirlemeyi sağlayacak eşsiz araçlar sağladığına inanıyorum. Bu sorunları çözmek adına, en büyük dahilerden biri tarafından geliştirilen kavram ve yöntemleri terketmek “düşünen narin sazlar” olan bizler için bir utanç olurdu.

“Political Ecology and the Future of Marxism”, Capitalism Nature Socialism, No. 39, Mart 2000

K. P. Moseley tarafından Fransızca aslından (“L’écologie politique et l’avenir du marxisme”) İngilizceye çevrilmiştir.

http://lipietz.net/article.php3?id_article=294



[1] “Paradigma”yı burada Kuhn’un kullandığı biçimde kullanıyorum: Ortak bir gövdeden fışkıran dallara sahip bir ağaç gibi, gelişme ve değişimden çabuk etkilenen bir teorik çatı.

[2] Burada, çok kısaca daha önceki bir katkıyı özetliyorum. “Capitalisme et mouvement ouvrier. Similitudes et différences,” Politis, La Revue, 1, 1992.

[3] Marx’ın “Komünizmi, varolan şeylerin düzenini yıkan fiili hareket” olarak tanımladığını hatırlamalıyız.

[4] Yani, Ernst Bloch’un, Marksizmin ayrılmaz çekirdeği olan “umut prensibi”nin iki türlü somutlanması. Şu makaleme bakınız: “Les crises du marxisme : de la théorie sociale au principe d’espérance,” in Bidet et Texier, eds., Fin du communisme (Paris: Presses Universitaires de France).

[5] “Marxisme et limites naturelles : critique et reconstruction écologiques,” New Left Review, 178, 1989; translated in Actuel Marx, 12, 1993.

[6] Bakınız: J. O’Connor, “The Second Contradiction of Capitalism,” in J. O’Connor, Natural Causes: Essays in Ecological Marxism (New York: Guilford Press, 1998).

[7] Kitabıma bakınız: Le Monde enchanté (Paris: Maspéro/La Découverte, 1982).

[8] Métamorphose du travail, quête du sens (Paris: Galilée, 1988).

[9] Calcul économique et formes de propriétés (Paris: Maspéro).

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar