Ana SayfaArşivSayı 30Politik kriz ve 1 Mayıs 2003

Politik kriz ve 1 Mayıs 2003

Cemil Çarkacı

En basit anlamda her tanımlama girişimi, tanımı yapılacak nesne ya da olgudaki orijinaliteyi keşfetme, başka bir deyişle, tanımlanacak olanla benzerleri arasındaki karakteristik farkı ayırt etme çabasıdır. Nasıl ki, insanın bir tür organik varlık olduğunu söylemek insanla ilgili yeterli bir tanım yapmak anlamına gelmiyorsa, aynı şekilde “kitlesel 1 Mayıs”, “Coşkulu 1 Mayıs”, “Militan 1 Mayıs” gibi nitelemelerin de tanımsal değeri olduğu söylenemez. Dahası sol basının manşet ve değerlendirmelerine damgasını vuran bu retoriğin, sanıldığının tersine propagandif karşılığı bile son derece cılızdır.

***

Aristoteles’teki “İnsan zoon-palitikondur” (politik hayvan) belirlemesinin eksik ya da yanlış, üzerinde az-çok tartışma yapılabilecek bir tanımlama olduğu söylenebilir. Zoon-politikon nosyonu, insanla benzerleri (örneğin maymun) arasında dikkate değer bir farklılık ortaya koymaktadır. Artık bundan sonra yapılacak bir tartışma tanımla değil, tanımın farklı sistematikler içindeki işlevsel etkinliğiyle ilgilidir. Tanımı, kendi sistematikleri içinde yeterince fonksiyonel bulmayanlar, örneğin Marx ve Engels gibi insandaki orijinaliteyi “alet yapma” yetisi olarak ele alabilirler.

Rasyonel tanımlama biçimlerine elbette daha farklı ve karmaşık yöntemler eklenebilir. Ancak söz konusu olan 2003 1 Mayıs’ı ise, yukarıda kısaca üzerinde durulan yöntem, sadece yeterli değil, aynı zamanda gereklidir de. Çünkü uzunca bir süredir politik kriz içinde debelenen sol güçlerin, bu durumdan kurtulma çabaları bir yana, krizi içsel düzeyde anlamış olmaları bile gözle görülür ciddi bir yenilenme ve değişim arayışını zorunlu kılar.

Politik, hatta ekonomik ve bir bütün olarak toplumsal yaşamda kriz, bir son ya da yok oluş değil, tersine köklü bir iç yenilenme için devrimsel bir olanaktır. Fakat bunun dışında krizin kendiliğinden devrimsel bir değişim ortaya çıkartacağı beklentisine kapılmak son derece anlamsız, onun da ötesinde tehlikeli bir düşüncedir. Krizin devrimci havasını ciğerlerine çekmeyenlerin, zamanla tüm bünyelerini etkisi altına alacak bir çürümeyle karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdır.

***

Geçmişte olduğu gibi 2003’te de 1 Mayıs’a başkentlik yapan İstanbul’da Abide-i Hürriyet’in çok tanınmış, hatta ezberlenmiş yollarına bayrakları, flamaları ve pankartlarıyla kümelenmiş sendika ve politik gruplar üzerinde yapılacak en sağlıklı, en verimli gözlemler, pratiğin hemen yanı başında konumlanmış yukarıdaki genellemelerle birlikte olanaklı olabilir. Onun dışında ilk anda bütün gözlemlerin ve bu gözlemler üzerine yapılan tartışmaların kimin ne kadar kalabalıkla 1 Mayıs’a geldiğine kayması herhalde bir politik kültür ya da olgunluk konusudur. Tartışmaların sayılara kilitlenmesi ve o bataklıktan bir daha çıkılamaması, bir yıl sonraki 1 Mayıs’ın yazgısını da baskı altına almaya başlıyor.

Nicelik ve niceliğin tespiti elbette önemlidir. Ne var ki, bu tespitler devrimci ya da genel olarak sol hareketin yaptığı şekilde ele alınırsa, politik konjonktür ve onun gereklerini yerine getirme zorunlulukları hesaba katılmazsa, politik niteliği olan bir gün, apolitik bir tartışmanın zavallı bir kurbanı olur. Aynı değerlendirmeler ışığında yapılacak yeni 1 Mayıs gösterileri ise, ortalama bir militanın hiçbir zaman anlam veremeyeceği bıktırıcı tekrarlara yol açacak, 1 Mayıs’ın anlamı teknik bir organizasyon boyutuna indirgenecektir. Yine de en eksiksizmiş gibi görünen çalışmalara rağmen, 1 Mayıs’a getirilen insan sayısı üç aşağı beş yukarı aynı kalacaktır.

Salt nicelikle ilgili yapılacak en komplekssiz ve kesinliği az-çok kanıtlanabilecek bir tartışmanın gelip dayanacağı yer sayının bir türlü artmadığının soğukkanlılıkla tespit edilmesi olacaktır. Ancak kendilerini ve başkalarını saymaya cesaret eden grupların, tartışmaları buraya kadar getirmeleri kendileri açısından ciddi bir risk ya da kör bir belirsizliğe kapı aralamak anlamına gelecektir, ki bu riski göze alacak bir grup adı vermek hemen hemen olanaksızdır. Çünkü böyle bir tespitin arkasından, yıllardır üzerinden atlanan yapısal sorunlar gündeme gelecek ve doğal olarak yapıyı ilgilendiren yanıtların sıralanması gerekecektir. Gruplar açısından böyle bir tartışma henüz başlamadan bitecek, eğer başlaması kaçınılmaz olursa sorunlar teknik hatalarla açıklanmaya çalışılacak ve 1 Mayıs’ı çoktandır teknik bir görev olarak algılayan ortalama militanın bu konuda ikna edilmesi zor olmayacaktır. 1 Mayıs, eğer teknik bir hazırlığı gerekli kılıyorsa ortaya konulan hedeflere ulaşılamaması da tekniktir, yeterince çalışamamak, yeterince emekçiye ulaşamamaktır, falan filan!..

***

Ne var ki, 1 Mayısların içeriği hala politik bir değer taşımaktadır. Tek tek günlük politik çalışmanın ve onun yıl boyunca toplanan ürünlerinin sergilendiği bir doruktur 1 Mayıs. Hiç kuşkusuz bu kompozisyon çok olumludur. Ancak bu olumluluğun kendini nereye kadar taşıyacağı oldukça hassas bir konudur. Evet, başta devrimciler olmak üzere solun tüm dinamikleri 1 Mayıs ısrarını koruyor. Yaşanan politik krize rağmen hemen her grup gücünün son damlasına kadar 1 Mayıs’a katılım gösteriyor. Krize karşı bir yaşam savaşıdır bu, varlık yokluk savaşı. Tüm olumsuzluklara rağmen sol hareketin bu direnişi dikkate değerdir. Ancak sorunun bir de öteki yüzü var. Sol, krize karşı olduğu kadar, krizi aşmaya karşı da amansız bir direniş içinde. Solun, az önce sözü edilen sayılarla ilgili yaptığı ve kabaca “daha çok irade” şeklinde özetlenecek tartışması da negatif ve pozitif uçları bulunan “amaçlaşmış direniş”in tipik bir yansımasıdır.

Programatik amaca veya başlangıçta ortaya konan hedeflere ulaşmak için kullanılan araçların fetişize edilmesi büyük bir tehlikedir. Önce basit bir sorunu çözmek için kullanılmaya başlanan para simgesinin, daha sonra nasıl fetişleştirildiği ve arkasından sermaye canavarına dönüşerek insanlığın başına bela olduğu, amaç-araç (iktidar-direniş) ilişkisini dengede tutmaya yönelik oldukça çarpıcı bir örnektir. Kaldı ki, paranın sermayeye dönüşümü tarihsel zorunlulukları bakımından anlaşılır bir süreçtir. Ama iktidar fikrini bırakıp direnişçiliği amaç edinmenin hatta “yaşamak direnmektir” diye şiirler yazmanın, türküler bestelemenin nasıl bir zorunluluk olduğu gerçekten açıklanması ve içinden çıkılması güç bir durumdur.

Sol hareket, hem krize hem de krizden çıkış yollarına karşı bütün gücüyle direniyor. 1 Mayıs’a bir bütün olarak bakıldığında böyle bir tablo çıkıyor ortaya. Ancak daha işe yarar bir 1 Mayıs değerlendirmesi için “bütün” ile “parça” arasındaki farklılığı gözden kaçırmamak, Perpa’dan Şişli’ye birkaç kez tur atmak, 1 Mayıs’ın ayrıntısını daha yakından görmek gerekiyor. Abide-i Hürriyet’i bir baştan bir başa turlarken öncelikle ne sayılarla ilgiliyiz ne de pankart büyüklükleriyle. Amaç, yeni olanı, değişeni bulup çıkarmak.

İstanbul’da 1996 sonrası bütün 1 Mayıslar Abide-i Hürriyet’te kutlandı. Kadıköy ‘96’nın kitleselliğinden, coşkusundan, militanlığından Abide-i Hürriyet’in sıradan ve boğucu alanına geri çekilmek solun dünya çapında yaşadığı politik krizin Türkiye’yi de abluka altına aldığının simgesel bir görünümüdür. Geçmişten kalan gergin havanın 1997-98 1 Mayısları sonrasında yatışmasıyla eylemler iyice rutin bir hal aldı. Kortej sayısında önemli bir değişiklik olmadı, ancak kortejlerde yürüyenlerin sayıları azaldıkça azaldı. Altışarlı, yedişerli yapılan sıralar dörde kadar indirildi. Sol grupların, her 1 Mayıs öncesi, adeta seferberlik ilan edip, var güçleriyle çalışmaları, son yedi yıl içinde ne kendi sayılarında ne de alanın geneli bakımından bir artış sağladı. 2002 Mayıs’ındaki HADEP’in 50 bin kişilik kitlesi bir yana bırakılırsa, İstanbul’daki kutlamalara katılım 50-60 binle sınırlı kaldı.

Özetle söylemek gerekirse 1980 sonrası izinsiz yapılan ilk gösteriler ve 1996 yılı 1 Mayıs’ı dışında özellikle son yedi yılın 1 Mayıslarının özü, aktörleri, kutlama biçimleri, sayıları ve hatta kutlama alanları değişmedi, daha doğrusu değiştirilemedi. Solun buna gücü yetmedi. Çünkü reformistinden devrimcisine, sosyalizmcisinden demokratizmcisine herkes ortak bir kriz paradigmasının farklı koordinatlarında yer almıştı. Ama işin ilginç yanı kriz içinde olmaları hiçbirinin umurunda değildi. En azından, ne eylemlerinden ne de söylemlerinden krizle ilgilendiklerine dair bir sonuç çıkıyordu.

İşte tam da bu nedenle 1 Mayıs 2003’ün orijinal yanını keşfetmek ve 1 Mayıs’la ilgili bir tanım geliştirmek oldukça zor görünüyor. Parçaya ve ayrıntıya yönelme nedenlerimizden biri bu zorluğu az-çok aşma çabasıdır. Ne var ki, Şişli’den Perpa’ya doğru sendikalar da dahil olmak üzere, kortejlere dikkatle bakarak ağır ağır ilerlemek de ilk anda pek verimli olacağa benzemiyordu. Şişli tarafında her yıl olduğu gibi yine aynı yerde kortej oluşturmuş, diğer gruplardan sayıca daha fazla TKP göze çarpıyordu. Tüm güçlerini İstanbul’a yığmasına ve diğer gruplardan daha kalabalık olmasına rağmen TKP’nin geçen yıllardan hiçbir farkı yoktu.

TKP’nin az önünde yine her zamanki gibi Türk-İş’e bağlı sendikalar yer alıyordu. TKP’deki statiklik son yedi yılın bir özetiyse, Türk-İş’e bağlı sendikaların azalan sayısı gelecek 1 Mayısların habercisi neden olmasın? Son yıllarda 1 Mayıs’a ilgi duymaya başlayan Hak-İş dahil, alana Perpa tarafından giren DİSK ve KESK’e bağlı sendikalar da Türk-İş’ten pek farklı bir görünüm sergilemedi. 1 Mayıs’ı düzenleyen bu sendikalar alanda neredeyse fark edilemeyecek durumdaydılar.

***

Politik yapılarla, sendika gibi işçilerin yığınsal birliğini hedefleyen örgütlenmeler arasında her ne kadar önemli farklılıklar bulunsa da, sonuçta her iki örgütlenme biçimi de ezenle ezilen arasındaki mücadelede ortak politik duruşlara sahiptir. Gerek sol politik örgütlenmelerin ve gerekse sendikal yapılanmaların yaşadığı krizin diyakronik ve senkronik olarak aynı tarihsel momente denk gelmesi rastlantı değildir. Her iki krizin de dayanakları ortaktır ve her iki kriz de sosyalizmin dünya çapındaki yenilgisinin bir sonucudur. Politik örgütlerin kriz karşısındaki duyarsızlıkları sendikalarda çok daha fazlasıyla yaşanmaktaydı. 1 Mayıs 2003, bir yandan bu ilerlemiş duyarsızlığın trajik sonuçlarının izlenmesine olanak tanırken, diğer yandan politik grupların yaşadığı duyarsızlığın bir sonraki aşamasını ele veriyordu.

Özellikle ’90’lı yıllar boyunca sendikalar sürekli kan kaybetti. Eski sendikal yapılanmalar, işlevlerini yerini getirmekten hızla uzaklaştı. Toplu pazarlık gücü ve grev hakkı fiilen kullanılmaz hale geldi. Fordizmden postfordist üretim modellerine geçen kapitalizm, emekçilerin sosyal devlet dönemindeki kazanımlarını tek tek yok ederken, sendikalar yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkardığı istihdam modelleri doğrultusunda yeni bir yapılanmaya gidemedi. Sendikal kadrolar kendini yenilemek yerine, kaybetmekten başka bir şansı olmayan statükonun peşine düştüler ve tıpkı eski yapılar gibi onlar da krizin aşılması gereken bir bileşeni haline geldiler. 1 Mayıs 2003’teki dibe vuruş bu iddiayı kanıtlamaya yeterli değilse, 1 Mayıs’ın hemen arkasından gündeme gelen yeni İş Yasası Tasarısı karşısında sendikaların düştüğü zavallı durum, kafalarda kalan son şüphelerin dağılması için güçlü bir veri sunmaktadır.

Sendikaların düştüğü bu durum, statükoyu bir başka cephede korumaya çalışan politik kadrolar için oldukça öğretici ve yararlı derslerle doludur. Ama görünen o ki, politik kadrolar sendikaların yaşadığı dibe vuruşun nedenlerini yapıda değil, sendikaların bürokratlaşmış yöneticilerinde arama eğilimindedirler. Sol hareket için bu eğilim geneldir ve sorunlara yaklaşımda vazgeçilmez bir yere sahiptir.

***

Gözler Perpa tarafından gelen sol gruplara çevrildiğinde ise kendini toparlamaya çalışan ama eski gücünden çok uzak Haklar ve Özgürlükler Cephesi ile bu yıl neredeyse hiçbir hazırlık yapmayan ama yine de alanın en renkli ve kalabalık kortejini oluşturan DEHAP dikkat çekiyordu. DEHAP’ın yanı sıra Perpa kolunda bir 1 Mayıs’ta adı ilk kez geçen iki grup daha vardı. HADEP’ten DEHAP’a geçişin teknik bir zorunluluk olduğu hesaba katıldığında ve biraz da biçimsellik eleştirileri göze alındığında, Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP), 1 Mayıs’ın iki yeni yüzü olduğu söylenebilir. Ancak böyle bir görüşü ortaya atarken, özellikle ESP için henüz ‘tanımlanmamış’ ve ‘tamamlanmamış’ şeklinde bir kayıt düşmek gerekiyor. SDP, gerek örgütsel gerekse programatik düzeyde tanımlanmış bir oluşum. Fakat ESP gibi o da tamamlanmamış bir yapı olarak önce seçimlere, sonra savaş karşıtı kampanyaya ve arkasından 1 Mayıs’a katıldı. SDP’nin tamamlanmamışlığının, bu partiye kurucu olarak katılan irili ufaklı kimi gruplar arasında ‘çoğulcu örgütlenme modeli’ne ilişkin tamamlanmamış bir mutabakat sorununun varlığından kaynaklandığı gözleniyor. Kuruluşundan kısa bir süre sonra parti içinde başlayan tartışmalar ve çözülmeler, SDP kadrolarını gözle görülür bir moralsizliğe itmiştir.

Kadrolarına üst bir kimlik kazandırmak SDP’nin tek şansıdır. Üst kimlik ise ancak ve ancak SDP pratiğinin, kendisini oluşturan grupların pratiğini aşması, yeni değerler ve gelenekler yaratması ve en önemlisi de yeni bir genç kuşağı parti saflarına kazandırmasıyla elde edilebilir. 1 Mayıs 2003, SDP’nin, kuruluş döneminin kaosunu henüz atlatamadan, farklı sorunlarla boğuşmak zorunda kaldığını ortaya koydu. Politik koşulların böylesine ağır olduğu bir dönemde SDP’nin kazasız belasız yoluna devam etmesi oldukça zor görünüyor.

1 Mayıs’ın diğer yenisi ESP ise adını ilk olarak seçim çalışmalarında duyurdu. Her ne kadar 1 Mayıs’ta ESP arkasında yürüyenler yeni olmasalar da, yaklaşık 10 yıllık pankartların terk edilip ESP adının kullanılması salt biçimsel bir değişimle açıklanamaz. Bütünüyle legal olanakları kullanmaya programlanmış bu oluşumun, kurucuları tarafından ne anlama geldiğinin henüz yeterince açıklanmamış oluşu son derece ilginçtir.

Eğer ESP, legal gereksinimleri karşılamanın ifadesi veya –bazı çevrelerde yazılı ve sözlü olarak yaygın şekilde ileri sürüldüğü üzere– legal parti için atılan adımların bir parçasıysa, bunun eksik bir değişim arayışı olduğunu söylemek gerekiyor. Politik krize, sadece örgütsel düzenlemeyle yanıt vermenin yeterli olmayacağı EMEP deneyimiyle kanıtlanmıştır. Politik kriz örgüt, program ve politika tarzını bütünlüklü bir şekilde ele almayı zorunlu kılmaktadır. Örgütsel bir açılım anlamına gelen ESP’nin, 1 Mayıs’a ‘Dünyayı sosyalizm kurtaracak’ gibi politik ve taktik yönü zayıf afişlerle hazırlanması ve bu pankartın altında yürümesi ciddi bir paradokstur. ESP’nin kurucuları, ortaya koydukları örgütsel açılımın mantığına ve ruhuna uygun bir politik açılım yapmamış, tersine her dönem 1 Mayıslarda yapageldikleri ‘sosyalizm’ vurgusunu bu yıl da ESP aracılığıyla uygulamaya çalışmışlardır. Örgütsel sorunların politikadan ayrı ele alınamayacağı yargısı eğer doğruysa, ESP ile politika arasındaki gerilim bir yöne doğru çözülecektir. O yön söz konusu yapı için yaşamsal bir önem taşıyacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar