Ana SayfaArşivSayı 30Irak’ın İşgali, Kürtler ve ‘Güney Sapması’

Irak’ın İşgali, Kürtler ve ‘Güney Sapması’

Ali Avcı

Şii lider Hasan Sabbah’ın 1090 yılında kurduğu, duvarları şiddet ve inançla örülmüş Nizari İsmaili devletinin kaleleri, 1256 yılında, yedinci lider Hürşah zamanında büyük bir Moğol akınına uğradı. Hakkında onlarca efsane bulunan Alamut Kalesi ile simgeleşmiş Nizarilik, fedailerine, ‘hançerin ucunda büyüyen’ iktidarına yakışmayacak bir şekilde yok oldu. Nizariler’in ‘başkenti’ Alamut Kalesi, Moğol kuşatmasına en azından teknik, lojistik anlamda uzun yıllar direnebilirdi. Tek başına, resmi İslam tarihine ‘sahte cennet ve cinayet zinciri şebekesi lideri’ olarak geçen Sabbah’ın torunlarının devraldığı şiddet mirası bile çok daha fazlasını yapmalarına yeter de artardı.

Oysa Hürşah, başarılı suikastleri, fedailiği bir kenara koydu ve o yıllarda Moğollardan kaçarak Alamut’a sığınan dönemin aydınlarının etkisinde kalarak uzlaşmayı seçti. Bilim beşiği haline gelen Alamut’taki mürekkep yalamışların ‘birikimlerine’ değer vererek kan dökülmeden teslim olmayı seçti ve uzlaşmanın bedelini hayatıyla ödedi. Moğollar, Alamut Kalesi’nde taş üstünde taş bırakmadı, efsanevi kütüphaneyi yaktı. O zamanlar kütüphane vardı ama talan edilecek bir ‘Bağdat Müzesi’ yoktu.

Evet doğru, 1256 güzünde hava alışılmamış biçimde yumuşak oldu. Irak’ta da kum fırtınaları geç kalmıştı. Doğanın bu oyunu teknik anlamda yenilgiyi hızlandırabilirdi. Direniş ruhunu kaybetmeyi de beraberinde getirmeli miydi?

Alamut düşmüştü. Nizari İsmaililerinin İran’da kalan son kalesi Girdkuh Moğol saldırılarına karşı direnmeye devam etti. Girdkuh, Alamut’un teslim olmasından tam 13 yıl sonra, direnen fedailerin, “haşişilerin”, dailerin sırtında giyecek tek bir elbise bile kalmadığında ele geçirilebildi. 

Nizarilerin liderlerine duyduğu güven, Hürşah’ın gizlice Girdkuh Kalesi’ne direnmesi talimatını verdiğine inanmalarını beraberinde getirdi. Saddam da giderayak Irak halkına direnmesini söylemedi mi!? İddia edildiği gibi olsun ya da olmasın, kesin olan bir şey vardı, o da direnişin kendisiydi. Alamut direnmemişti ama Girdkuh -‘Başkent’ düşmesine rağmen- direnmeye devam etmişti.

Girdkuh direnişi, Nizarilerin geleneğini yaşattı. Girdkuh direnişi, Hürşah’ın politikalarının sorgulanmasına neden oldu.

Bağdat direnmeden düştü! “Medeniyetlerin beşiği” Bağdat, adına şiirler yazılan Bağdat, İngiliz işbirlikçisi Irak Kralı’nı halkın önünde asan Bağdat direnmedi. Yani başkent, yani ezilen devletin iktidarı direnmedi.

Bağdat direnerek düştü. Başkent’in varoşlarında yaşayanlar, Arap savaşçılar emperyalist güçlerle ‘mübalağa cenge’ tutuştu.

Üm Kasr, Nizariye, Necef, Basra ve Kerbela direndi. Saddam Hüseyin’in emperyalizm destekli çizmesi altında yıllardır ezilenler, Saddam rejimi koşullarında emperyalist işgalcilerin karşısında kahramanlaştı. ‘Vatan’ toprağına yabancı ayağının değmesinin anlamını iyi biliyorlardı.

Bağdat’taki Saddam giderayak Irak’ın diğer kentlerinde yaşayanlara gizlice ‘direnin’ demiş olsa bile, bu Şiiler için ne anlam ifade ederdi? Nizariler, liderlerine sonuna kadar bağlıydı, inanmıştı. Saddam hiç Şiilerin lideri olmadı! Onlar Saddam gittikten sonra da, Saddam iktidardayken olduğu gibi direnmeye devam etti.

Onlar, işgalcilerin cenabet ayaklarıyla Hazreti Ali Camisi’ne ayak basmalarını önlemek için önlerine etten duvar ördü. Kerbela yürüyüşüne katılan milyonlar, Kerbela’yı ABD karşıtı dev bir eylemin mekanı yaptı. İngiltere’den getirilen işbirlikçi ‘Şii Lider’e kutsal mekanda, camide gereken yanıt verildi. Şii örgütleri, kurulması düşünülen yeni işbirlikçi Irak hükümeti için yapılan ilk toplantıya katılmadı. Toplantının yapıldığı kentte düzenlenen emperyalizm karşıtı gösterilerle alternatif haykırıldı. Bu eylemleriyle, G-8 toplantılarının yapıldığı şehirleri ‘başka bir dünya mümkün’ sloganlarıyla inleten küreselleşme karşıtlarıyla buluştular. ABD, Irak polisini yeniden göreve çağırırken onlar yerel komiteler oluşturarak maaşları ödedi, güvenliği sağladı ve tesisleri onarmaya başladı. ABD askerlerini kentlerinden uzak tuttular. Yani, Zapatist yerel yönetim anlayışıyla buluştular.

Şii direnişi, Saddam Hüseyin’in politikalarının sorgulanmasına sebep oldu. İşte bu nedenle Irak halkı, şu anda, Bağdat düştükten sonra da ‘ne Sam ne Saddam’ diye haykırmaktadır. Camilerden, “Sünni veya Şii değil, Müslüman” sloganları eşliğinde çıkmaktadır.

Ya Musul, Kerkük? Ya Süleymaniye?

Asiler ve barbarlar[1]

Amerikan ve İngiliz emperyalizminin işgal harekatı henüz başlamamıştı ama başlayacağı kesindi. Dünya genelinde bir savaş karşıtı hareket doğdu. ABD ve Avrupa’daki küreselleşme karşıtı hareket, savaş karşıtı harekete dönüştü. O dönemde, özellikle ABD ve İngiltere’de savaş karşıtı olmak, tek başına, ilk elde yeterliydi. Nitekim, savaş karşıtları ABD ve İngiltere’de devlet şiddetine maruz kaldı.

Almanya ve Fransa başta olmak üzere kara Avrupa’sında ise savaş karşıtları özelde devlet, genelde BM politikalarından kendini ayırma sorunu yaşadı. Mücadele ettikleri devlet de ‘savaş karşıtı’ idi. Umudu devletlerine ve BM’ye bağlayanlar çıktı. İngiltere ve ABD’de de umudu kara Avrupacı BM’ye bağlayan anlayışlar kendini var etti.

Batı ülkelerindeki eylemci gruplar arasında bu temelde gelişen ciddi tartışmalar olduğu yazılanlar takip edildiğinde görülebiliyor. Sosyalist İşçi Partisi (SWP) İrlanda seksiyonuna ait bir yazıda şöyle deniyor: “Çevremizdeki herkes devrimin ‘uygulanamaz’ ve ‘ütopik’ olduğunu söylüyor. Bu tür görüşler özellikle de, savaş karşıtı hareket içinde yer alan ve Afganistan, Ortadoğu’daki sorunlara ‘doğru bir çözüm’ bulunması için liderlerin BM ya da birtakım uluslararası mahkemeler aracılığıyla davranmasını isteyen kesimler arasında yaygındır. Oysa bu liderlerin entrikaları Afganistan’ın yıkımına, Ortadoğu’nun darmadağın olmasına neden oldu. Aslında, bunların birdenbire barış havarilerine dönüşmelerini beklemekten daha ütopik ve daha absürd bir şey olamaz.” [2]

Bir bütün olarak tüm dünyada da ilkesel, gözü yaşlı barış yanlılığı ile savaşların devrimlere yol açabileceği gerçeğini bilerek tetikte bekleyen devrimciler arasında yaşanan bir çelişkiden bahsedilebilir. Türkiye’de de benzer bir sorun, savaş karşıtlığının BM’cilik ve AB’cilikten ayrıştırılması açısından yaşandı.

Avrupa ve ABD’de, Körfez Savaşı esnasında ABD ordusunda bulunan bir muhalifin başlattığı “canlı kalkan” eylemi öne çıktı. Bu eylemin Türkiye’de de katılım anlamında yankıları oldu. Canlı kalkanların Irak’a gidişi, emperyalist ülkelerin asi vatandaşlarının gerçekleştirecekleri bir eylem olarak tereddütsüz desteklenmeliydi. İsrail ordusunun Arafat’ın karargahını kuşattığı sırada, asilerin canlı kalkan oluşlarının sıcaklığı henüz geçmemişti. Irak’ta emperyalist saldırı sürerken 17 Mart’ta İsrail tankının altında ezilen bir asi, Rachel Corrie, ezilenlerin ortak mücadelesinin yeni simgelerinden, şehitlerinden biri haline gelmişti.

Aynısı Irak’ta da olabilirdi ama olmadı. Eylem ne beklenen kitleselliğe ulaşabildi ne de tutarlı bir seyir izleyebildi. Irak’a zaten sınırlı sayıda giden canlı kalkanların çoğu savaş başlamadan önce güvenli ülkelerine geri döndüler.

Türkiye’den ‘asi’ rolüne bürünüp Irak’a canlı kalkan olarak gidenler ise sadece kendini Avrupalı sanan ‘barbarlar’ olabildiler. Asiler, bu eyleme, açıkça deklare ettikleri gibi, kendi ‘değerli’ hayatlarını ortaya koyarak emperyalist saldırıya engel olma amacıyla başladı. Türkiye’den gidenler ise hayatlarının bir asi gibi ‘değerli’ olduğunu sanıyorlardı. Çoğu, sanki ülkeleri çok güvenliymiş gibi, bir Avrupalı edasıyla şovunu yapıp geri döndü. Bir şekilde Irak’ta kalanlar, en ısrarcı ve kararlı olanlar ise bir Iraklı hükümet mensubu, kendini Saddam’a adayan bir Irak vatandaşı gibi demeçler verdi. Yetmez!

Diğer Arap ve Müslüman ülkelerinde ikamet eden ‘barbarlar’, ‘Arap savaşçılar’ adıyla tanımlanan bir ekip olarak Irak saflarında, cephede yer aldılar. Çoğu Filistinliydi. Onlar, ellerinde silahlarıyla emperyalizme karşı savaşmaya gittiler. Evet, Saddam’ın davetiyle Irak’a gitmişlerdi ama Saddam Bağdat’tan ayrılırken onlar kaldı ve savaştı! Diğer ülkelerden ABD ve İngiltere ile silahlı mücadele etmeye giden ‘barbarlar’, daha önceleri göç ettikleri emperyalizmin merkezlerini terk ederek cepheye katılan Iraklılar, emperyalizme karşı direnişin silahlı müfrezeleri oldu. Bağdat düştüğünde onlar hala savaşıyordu.

Bu pratik, Türk canlı kalkanlarını iki açıdan alabildiğine sağda bıraktı. Birincisi, Saddam’ın çağrısına verilen yanıt açısından sağda kaldılar. Onlar kendilerini bir ‘asi’ statüsünde gördüler. İkincisi, ellerinde silah Irak’a gidenler Saddam uzlaşırken savaşmaya devam ederek, iktidar ile özdeşleşmediklerini, kendi varlıklarını koruyarak emperyalizme karşı savaş cephesinde yer aldıklarını gösterdiler. Oysa, Bağdat düşer düşmez, Türk canlı kalkanların kalkanları da düştü.

Sağda kalan birçok politik özne ve bireyin de emperyalizm karşıtı mücadeleye objektif katkısı olmaktadır. Onlara da ihtiyaç var, ama o kadar!

Bağdat düştü, bir konjonktür bitti

Bağdat düştü! Yeni bir döneme girdik. Aynı topraklar üzerinde, aynı halkın direnişi ve dünya genelindeki aynı ezilenlerin, savaş karşıtlarının protesto eylemleri altında bir konjonktür bitti ve yeni bir konjonktüre girildi. Bir anlamda Irak’ın emperyalizme karşı direnişi bir eylem olarak sıfırlandı ve yeniden başladı. Bir bütün olarak Irak işgali, işgalin gerçekleşmesiyle birlikte yeni konjonktüre adımını attı.

Saddam direnmeden kayıplara karıştı. İşte bu nedenle, içinde bulunulan an’ın gereği olarak Üm Kasr, Nizariye, Basra, Necef, Kerbela öne çıkarılmalıdır. “Yarın adından söz ettirecek kentler, işgalciyi alkışlayanlar değil direnen kentler olacaktır.” [3] Yeni konjonktür, eski konjonktürün öne çıkan unsuru olan Bağdat’ın direnmeden düşmesinin gereğine göre inşa oluyor. Bağdat artık geride bıraktığımız işgal sürecinde, konjonktürün içindeyken öne çıktığı anlamda önde değil, olamaz. İşte bu nedenle geride bıraktığımız konjonktür analizlerin konusu olduğunda, Şii kentlerinin yanı sıra, yalnız bırakılmalarına rağmen silahlarını bırakmayan Arap Savaşçılar selamlanacaktır! Cephe, basın açıklamasında şöyle diyor: “Bağdat’ın düşüşü, Üm Kasr direnişini, bedenini bombaya çevirip kendini feda edenleri, direnişte katledilen binlerce Iraklıyı ve halen Yankeelere kurşun sıkanları, halkların dünyanın dört bir yanında ABD’ye yağdırdığı laneti unutturmamalıdır.”

Irak halkını, 9 Nisan’da Saddam heykelini yıkanlar değil, bir gün sonra ABD askerlerinin üzerine içi patlayıcı dolu kamyonu süren fedai temsil ediyor! Irak halkı, 15 Nisan’da sömürge hükümeti kurmak için Nasırıye’de işbirlikçi ‘Irak Ulusal Kongresi’ ile birlikte toplantı düzenleyen işgalcileri protesto edenler, toplantının yapıldığı hava üssüne doğru yürüyen 40 bin Iraklıda vücut buluyor! Onlar “Özgürlüğe evet, İslama evet”, “Amerika’ya hayır, Saddam’a hayır” diye haykırdılar! Irak halkını, Musul’da ABD’nin atadığı yeni vali Guburi’nin konuşmasını protesto edenler, ABD’nin halkın üzerine açtığı yaylım ateşinde ölen onlarca kişi ifade ediyor. 

İşte bu nedenle, şimdi Iraklıların dilindeki sloganın, ‘Ne Sam ne Saddam’ın, ikinci kısmı da, Saddam’ı ret de, aslında Sam’ın reddini güçlendiren bir işlev görüyor; o kadar. Yani artık Saddam olmadığına göre, bu sloganın gerçek hedefi gayet açıktır ve bu sloganı haykıranlar da bunu gayet iyi bilmektedir. Sadece ‘Kahrolsun Sam’, sadece ‘İşgale son’, sadece ‘Yaşasın Irak halkının işgale karşı direnişi’.

İşte bu nedenle savaş başladığında da, Bağdat düştükten sonra da “Gündemimiz işgale karşı mücadeledir. İşgale karşı Irak halkının saflarındayız yine.” [4]

Ezilen devletin ve ülkenin yanında olmak

Bir konjonktür bitti ve yeni bir konjonktüre girildi. İşte bu nedenle saldırıdan önce “Amerikan saldırganlığına hayır”, saldırı sırasında “İşgale, katliama hayır” denilirken şimdi “işgale son” diye haykırılmaktadır.

Emperyalist saldırı başladığında ABD ve İngiltere’nin karşısında ezilen devlet olarak Irak vardı. Yapılması tereddütsüz gereken, ezilen devletin ve giderek ‘ezilen ülke’nin, Irak’ın yanında yer almaktı. İşçisiyle, köylüsüyle, Şii’siyle, Kürt’üyle ve diktatörü, Baas Partisi ile ezilen Irak’ın yanında yer almak!..

Emperyalist olmayan bir ülkenin devrimcileri, emperyalist saldırı esnasında silahlarını saldırgana çevirirler. Emperyalizme karşı aynı cephede savaşmak ama bunu yaparken kendi devrimci varlığını, örgütsel oluşumunu asla devletin içinde eritmeden, ayrı bir varlık ve güç olarak savaşmak!

Irak savaşında devlet güçleri dışında ülkede dikkate değer politik varlığı bulunan iki güçten biri olan Şii hareketi bu anlamda iyi bir sınav vermiştir. “Ne Sam ne Saddam” demek asıl onların hakkıydı. Öyle de dediler ve hala diyorlar. Bu şiarları, silahlarını Saddam’a değil Sam’a doğrulttukları için anlam kazandı. Hem varlıklarını korudular hem de emperyalizme karşı direndiler.

Savaş döneminde, öncesinde, hatta sonrasında ısrarla “Biz Irak halkının yanındayız” diyerek Saddam’ın, yani ezilen devletin yanında olmadıklarını vurgulayanlar, yani ‘ne Sam ne Saddamcılar’, Bağdat düştüğünde rahat bir nefes aldılar. Tarih onları ‘haklı’ çıkardı. Artık ‘Biz demiştik’ diyebilirlerdi.

Kuzey Kore’ye, İran’a ve Suriye’ye yönelik muhtemel emperyalist saldırılarda da Kim Jong’un, Beşir’in değil halkların yanında yer almalarını bekleriz! Yine de iyi düşünmeliler… Bu liderler ya direnirlerse; olur ya, ya bu direniş sırasında ölürlerse?

Ezilen devletin yanında olmak gerektiğini iyi bilenler konjonktür değiştiğinde, somut işgal dönemi başladığında, hatta diktatör direnmediğinde ‘yanıldık’ demeyecektir. Şöyle haykıracaktır: “Kimisi ‘bölgesel zalimle küresel zalim’ teorileri üzerinden ‘Ne Saddam Ne Bush’ sloganlarından hareketle halkları, ilericileri ‘tarafsızlığa’ davet edecektir. Aleni hale gelen işgal ‘diktatör Saddam’ demagojilerine son noktayı koymuştur.” [5] Belirleyici olan emperyalist işgaldir.

Irak’a yönelik emperyalist işgal sırasında bir bütün olarak Irak’ın, yani ezilen devletin yanında olmak yeni saldırılarda da tavizsiz savunulmalıdır. Evet, Bağdat düştü ve Saddam direnmedi. Ya öncesi? Irak savunma güçleri ABD uçaklarını düşürürken halk Irak devletinden nasıl ayrılmıştı?

İşgal öncesinde ‘Ne Sam ne Saddamcı’ olanlar, Saddam düştükten sonra da yaklaşımlarında ısrarcı oldular. Hem de daha bir güvenle, tarihin kendilerini doğruladığı inancıyla.

Irak’taki muhaliflerin Saddam’a da hayır deyişini kendi duruşlarının uygunluğuna ilişkin bir ‘doğrulama’ olarak görenler yanılıyor. Kerbela’ya yürüyen yüz binlerce Şii ‘Ne ABD ne Saddam’ diye haykırırken ABD’nin gerçeğin ta kendisi, Saddam’ın ise geçmişin bir anısı olduğunu bilmiyor muydu? Yanılıyorlar; Iraklılar “Ne ABD, ne Saddam” sesi çıkarırken sadece bir şey diyor: ABD’ye hayır!

Bir konjonktür bitti ve yenisi başladı. Bağdat düşerken Saddam direnmedi. “Yaşasın Saddam”cılar, varlıklarını Irak’ta olmamalarına rağmen ısrarla Irak devletinin içinde eritenler, yani kendi devletlerinin içinde eriyenler, Türkiyeciler, Rusyacılar, Almanyacılar, Çinciler ağızlarının payını aldılar. Saddam heykeli, Arapların, ezilen halkların, Şiilerin, anti-emperyalistlerin üzerine yıkılmıştı. Ama onlar varlıklarını Saddam’la özdeşleştirmediler. Sadece silahlar aynı hedefe yönelmişti. Yani heykel aslında bir anlamda Irak dışından ‘yaşasın Saddam’ diyerek devletçilik, milliyetçilik çığırtkanlığı yapanların üzerine yıkıldı. Saddam’ı Atatürk’ün izinde gören, aslında bağımsız Irak değil, Saddamlı Irak isteyen, Saddamsız Irak’ın ‘kukla Kürt devleti’ anlamına geldiğini pişkince haykıran, Amerikancı ve Kürtçü olmama ‘duyarlılığına’ sahip Türk şovenistlerinin üzerine yıkıldı. Onlar emperyalist ABD’nin değil, “Türk ordusu Kuzey Irak’a giremez” diyen ABD’nin karşısındalar. Onlar Saddam’ın alternatifinin ABD olmasından değil ‘Kürt aşiretleri’ olmasından rahatsızlar. Onlar zaten şimdiden kendilerini Türk devletinin içinde eriten orducular, devrimci gammazlayanlar, devrimcilere saldıranlar! Onların derdi ezilenler değil ‘Kürt devleti’! [6]

Bir konjonktür bitti ve diğeri başladı. Ezilen bir devlet de olsa nihayetinde devlet artık karşımızda yok. İktidarın yükü omuzlarımızdan kalktı. Tek başına barbarlar, tek başına mücadele! Artık Üm Kasr, Nasıriye, Necef, Basra ve Kerbela var. Artık camilerden çıkan protestocu Iraklılar var. Artık Irak topraklarında anti-emperyalist mücadele veren Arap savaşçılar var.

Aynı konjonktürde iki ayrı politik durum

Bağdat’ın düşmesiyle birlikte Irak’ta emperyalist işgal yerleşik hale geldi. İşgal öncesinde ve şimdi, her iki konjonktürde de, değişmeden, kendini aynı şekilde var eden bir politik gerilim nedeniyle ‘Türkiye solu’ ve Türkiye’de mücadele veren Kürt hareketi kendini ciddi bir çatışmanın içinde buldu. Konjonktürün içinde kendini var eden iki ayrı ‘politik durum’un çelişik doğaları trajik bir şekilde çatıştı. Bu açıkça saptanmalıdır.

Söz konusu iki ayrı ‘politik durum’un niteliğini anlamak için aynı konuyla ilgili bir başka benzer örnekten yola çıkmak anlamlı olacaktır.

ABD, Ortadoğu’da emperyalist emelleriyle hareket ederken aynı zamanda ‘Savaşlar devrimler doğurur’ deyişine denk gelen ‘hayırlı’ bir gelişmenin de kapılarını açıyor. Ezilenler bir kez daha ölüm ve kan dolu bir dönemin kapısından içeri giriyor ama bu dönemin aynı zamanda devrimler, zaferler dönemi de olma potansiyelini içinde taşıdığını bilerek… ABD’nin savaş çığırtkanlığına, dünya statükosundaki pozisyonunu kaybetmek istemeyen AB başta olmak üzere birçok emperyalist ülke tepki gösterdi. AB, zaten ezilenlerin alabildiğine aleyhine olan şu andaki emperyalist düzeni korumak isterken ‘statükocu’ bir konumda yer alıyor. [7]

Marksistler, bu somut durumun somut analizini yapmalı ama aynı zamanda ABD emperyalizmine ‘Irak’tan defol!” demeyi bilmelidir. Marksistler, savaş karşıtlığı yaparken AB’ci bir statükoculukla flört etmekten de uzak durmak zorundadır. İrlanda Sosyalist İşçi Partisi’nin tavrı ve AB ülkelerinin barış savunularının ikiyüzlülüğünü ortaya seriş biçimi bu anlamda dikkate değerdir.

Türkiye söz konusu olduğunda ise aynı konjonktür içinde başka ve ilkiyle çelişkili bir ‘politik durum’ ortaya çıktı. Türkiye’de oluşan ABD’ci statükoyu, AB üyeliği temelinde AB’nin oynadığı ‘hayırlı’ rol uzun süredir sarsıyor. Tezkere tartışmaları bu çelişkinin yaşandığı en açık örneklerden biriydi. Kısaca, Türkiye söz konusu olduğunda statükocu ABD ve ‘devrimci’ AB’den bahsetmek gerekmektedir. [8] Avrupa Birliği üzerine sol içinde yapılan tartışmaların bir türlü son bulmaması da bu somut durumdan kaynaklanmaktadır. Konjonktürün gerçeklerine, bilerek ya da bilmeyerek, kimse gözünü yumamamaktadır.

Türkiye’de AB, dünyada ABD ‘hayırlı’ gelişmelere vesile oluyor. Marksistler bunu bilir, aynı zamanda ABD’ye Irak’ta, AB’ye Türkiye’de politik duruş gereği ‘defol!’ demeyi de bilir! Ama dünya ve ülke konjonktürel gelişmelerini görmezden gelmeyerek… ‘Savaşı durdurabiliriz’ saf inancıyla hareket eden bir gözü yaşlı ve barış yanlısı AB’ci olmadan ya da ülkeyi AB’nin yasalarına teslim etmeyiz derken mesela idam taraftarı bir ABD’ci konumuna düşmeyerek…

Aynı konjonktürün içinde yaşanan AB-ABD çelişkisine benzer bir şekilde, Irak savaşı söz konusu olduğunda da Kürtler temelinde bir çelişki ile karşı karşıya kalındı. Aynı konjonktürde iki ayrı politik durum hayat buldu. Irak’taki savaşta, Talabani ve Barzani açıkça emperyalist güçlerin yanında yer aldı. Her yeni gelişmeyle, Talabani ve Barzani’nin ABD’nin İsrail ile birlikte hazırladığı Ortadoğu Planı’nın hayata geçmesine hizmet ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Böyle bir gerçeklik varken, ABD ile birlikte Musul’a, Kerkük’e giren Kürt güçleri nasıl desteklenir? Güney’deki Kürtler, emperyalist güçlerin içinde kendini eritmeyi tercih etti.

Ancak durum bu kadar açık olmakla birlikte, yine de Türkiye’deki devrimciler tarafından ‘gönül rahatlığı’ içinde dillendirilmesi, bu bağlamda tavır alınması söz konusu olamaz! Türkiye devletinin ‘Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına kesinlikle karşı olduğu gerçeği Türkiye’deki devrimcilerin yok sayamayacağı bir olgudur. Irak’taki işbirlikçi Kürtleri Türkiye’deki şovenistler ‘üç beş çapulcu’, ‘pis aşiretler’ diyerek mahkum ediyor. Kürtlere karşı –inceltilmiş ya da alışılmış kabalığıyla– bir Türk şovenizminin galebe çalmasının önüne geçmek her devrimcinin görevidir.

Öyle görünüyor ki, Irak’ta ABD ve İngiltere’nin emellerine hizmet eden ve direniş cephesini olumsuz etkileyen Kürt işbirlikçiliği, bir Kürt devletinin kurulma ihtimaliyle, Kürt peşmergelerin Kerkük’e girmesiyle, Türkiye’deki statükoyu derinden sarsıyor. Böyle bir duruma bir devrimcinin kayıtsız kalması düşünülebilir mi!

Peki, konjonktürün Türkiye’deki devrimcilerin önüne diktiği bu çelişik, trajik duvar nasıl aşılmalıdır?

Bu soruya cevap öncelikle Türkiye’de varlığını tüm ağırlığıyla hissettiren ulusal hareket öznesine bakılarak, cumhuriyet tarihinde ilk kez devrim koşullarını 1990’ların başında yaratmayı başaran tek özne dikkate alınarak verilmek durumundadır. ‘Türkiye solu’nun, Kuzey’deki hareketin Güney’deki Kürtlere dönük eleştirelliğinden daha az eleştirel olmaya hakkı yoktur! Yani, ‘Türkiye solu’nun, ulusal hareketin deyişiyle bir tarz ‘Güney Sapması’nı hayata geçirmesi söz konusu bile olamaz. Ancak, aynı zamanda Türkiye’de ulusal hareketin yaşadığı sancıları görmezden gelerek, gönül rahatlığıyla Irak’taki Kürtleri, Türkiye devletini hesaba katmaksızın değerlendirme hakkı da yoktur. En azından ulusal hareketin yaşadığı gerilimler yaşanmalıdır. İşbirlikçi Talabani ve Barzani, Kuzey’deki hareketin eleştirel yaklaşım imbiğinden geçilerek eleştirilmelidir.

Ulusal hareketin ikili duruşu

Ulusal hareket, Irak’a yönelik emperyalist saldırı ve Güney’deki duruma ilişkin çelişkili, ve daha önemlisi, iç çatışmalı bir konumda durdu. Ulusal hareketin savaş süresince ‘tek ses’ olamadığı açıkça saptanmalıdır. Hareketin Avrupa ile Türkiye ayağı arasında da, alınan tavırlar açısından net bir fark bulunmaktadır.

Öcalan, savaş başlamadan önce İmralı’dan şöyle bir açıklama yapmıştı: “Güney’de böylesi hassas süreçlerde demokrasi güçleri çıkış yapabilir, koşullar elverişlidir. Irak’ta ne ABD ne Saddam çizgisi tutar.” [9] Öcalan’ın savunmaları ve bir bütün olarak hareketin son yıllarda izlediği politik hat dikkate alındığında bu önermedeki ‘ne ABD’nin, ABD ile savaşmak olmadığı görülebilir. Öyle olsaydı Şiiler’in yaklaşımının bir başka şekliyle karşı karşıya gelmiş olurduk. Zaten Öcalan ısrarla devletlere karşı saldırı değil, varolan güçlerin ‘meşru savunma’ hakkı ve hattının önemli olduğunu vurgulamaktadır.

Kuşkusuz Öcalan, ‘ne Sam ne Saddam’ derken bölgedeki Barzani ve Talabani güçlerine bir politik hat önermiyor, kendi güçlerine sesleniyordu. Zaten Irak topraklarında mücadele veren bir hareketin lideri de değildi. Bu fark önemlidir ve asıl karşılaştırma Irak Kürtleriyle Şiiler arasında olmak durumundadır. Böyle bir karşılaştırmanın sonucu da bellidir. ABD’ye ilişkin ‘akılcı olmayan’ bir duruşu benimseyen Şiiler’in de işgal sonrasında ‘Ulusal Hükümet’ görüşmelerinde yer aldığı düşünülünce, Güney’deki Kürtlerin pratiğinin niteliği açıkça ortaya çıkmaktadır. Şii pratiği, Şiilerin ‘ne Sam ne Saddamcılığı’ Irak’taki muhalif hareketlere ilişkin geliştirilen ‘akılcı tavır’ teorilerini boşa düşürmüştür. Öcalan’ın Irak’taki bir hareketin lideri olmadığı gerçeğini bir an için unutarak düşünürsek, ‘ne Sam ne Saddam’ önerisinin Şiilerinkine göre sağda kaldığını açıkça söyleyebiliriz.

Öcalan’ın önerisi bağlamında söz konusu olan, ABD’nin bölgeye girişine ses çıkarmamak, ama öncelikle bu ülkenin istememesinden dolayı, durumu zorlamadan, onunla birlikte hareket etmek gibi bir seçeneği hiç gündeme almamaktır. Nesnel olarak, işgale karşı silahlı direnişe girmemek, bununla beraber işgal askeri de olmamak. Bu, bir anlamda ‘ölü rolü yapmak’tır. Ulusal hareket iç çatışmalarına ve çelişkili duruşuna rağmen pratiğinde bu açıdan çok net oldu ve böyle yaptı.

Kuşkusuz böyle bir politik tutum emperyalistlerin aktif işbirlikçisi olmayla kıyaslanamaz bile. Kategorik olarak farklı ve anlaşılabilir bir duruşla karşı karşıyayız. Devrimci Demokrasi’de de belirtildiği gibi, “KADEK bu süreçte daha çok izle ve gör politikası izledi. Güçlerini bir bütün olarak anti-emperyalist mücadele hattına sokmadı.” [10] Güçlerini bir bütün olarak anti-emperyalist cepheye sokmaması pervasızca eleştirilebilir mi? Hayır ama Devrimci Demokrasi’nin de işaret ettiği gibi ‘daha’ fazlası yapılmalıydı ve bu beklenebilir: “KADEK güçleri pratik olarak da ABD işgal güçlerine karşı aktif bir direnişi ne Güney’de ne de Kuzey’de gerçekleştirdi. Bu süreçte KADEK açısından ‘savunma’ ağırlıklı bir politik hat izlemek mantıklıyken en azından ‘demokratik mücadele alanında’ daha aktif bir pratik duruş sergilemeleri sadece ve sadece kendi politik duruşlarını ve Irak halklarının direnişini güçlendirirdi.” [11]

Ulusal hareketin, ABD’nin Türkiye’nin Irak sınır bölgelerindeki savaş öncesi ve sırası pratiklerine karşı tepkisiz duruşu bunun göstergelerinden biridir. Ne ABD’nin Kuzey’deki toprak kiralamalarına ne de bölgeye düşen füzelere karşı ulusal hareket aktif ‘demokratik’ bir tavır geliştirmiştir.

Öcalan’ın daha sonraları yaptığı açıklamalar, Avrupa ve Türkiye’de ulusal hareketin aldığı tavır ve bizzat hareket güçlerinin pratiği dikkate alındığında, süreç boyunca ve hala hareketin ‘ölü rolü yapmak’ı tercih ettiği açıkça görülür.

Ancak, bu hat da, muazzam bir politik güce sahip olan ulusal hareketi, Güney’de bulunan silahlı güçlerinin varlığı temelinde süreç boyunca ‘zoraki’ devrimci yapmıştır. Ulusal hareketi devrimci işlevler görmeye objektif olarak devam etmektedir ve onun bu konumu tereddütsüz sahiplenilmelidir. Burada ulusal harekete yönelik yapılacak eleştiriler bu ön saptama temelinde okunmalıdır.

Savaş döneminde Avrupa’da yayınlanan Özgür Politika ile Yeniden Özgür Gündem’in politik duruşu arasında net bir fark görüldü. Benzer bir fark Başkanlık Konseyi’nin açıklamaları ile Ali Haydar Kaytan’ınkiler arasında da vardı. Öcalan ise bu dönemde her bir kanadın kendi anlayışını savunmak için destek alabildiği ‘muğlak’ açıklamaların sahibi olarak kendini var etmiş oldu.

Ortak metinler

Öcalan, hareket içinde farklı yaklaşımlara sahip olanların tamamının düşüncelerine destek olarak kullandığı ‘ortak metinler’in sahibidir. Özellikle Bağdat düştükten hemen sonra, 12 Nisan tarihli Özgür Politika’da yer alan Türkiye ve Bölge’ye ilişkin tezleri böyle bir işlev gördü. Öcalan’ın tezlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte hareketin organlarında savaşa ilişkin yapılan yorumlar da hızla arttı. Bu nedenle, Öcalan’ın tezlerine burada genel hatlarıyla değineceğiz ve politik anlamını irdeleyeceğiz.

Öcalan’ın tezleri, Savunmalar’ı ile inşa olmaya başlayan bir teorik temele oturuyor. Tezlerin dayandığı teorik temelin kapsamlı bir eleştirisi yapılabilir ve yapılmalıdır. İktidarı ele geçirme, devlet vb. konulardaki saptamaları, bu saptamalardan hareketle “eski tip ulusal kurtuluşa dayalı milli devletler Saddam şahsında iflas ettirilmiştir” deyişi teorik temelde açıkça ve kolaylıkla ‘yanlışlanabilir’. Öcalan tarafından, Saddam şahsında, ezilen devletlerin muhtemel işgalci emperyalist saldırılara karşı direniş potansiyelleri hiç’e indirilmektedir. Ona göre, tarihin zorunlu akışı ‘anakronik’ yapıları, yani ‘milli’ oluşumları konjonktürün içinde de anlamsız hale getirmektedir. Yeni döneme uyum sağlayanlar “iktidarla ilgisi olmayan bir demokrasi” projesi geliştirenlerdir.

Bu temelde Öcalan’a yönelik genel bir eleştiri Atılım gazetesinde yapılmıştır. [12] Ancak o ve benzeri eleştiriler, iktidara karşı olduğunu söylemesine rağmen bir varlık olarak iktidarları ciddi şekilde zorlayan ve yeni iktidarların yolunu açan öznelerin objektif politik konumlarını görmemekte, pratiğin belirleyici olduğunu gözden kaçırmaktadır. Bu eleştiriler, mesela ulusal sorunun dünya genelinde artık çözülmüş olduğu somut gerçeğini de, iktidarı ele geçirme’yi savunma adına, geri adım atmama çabası sonucunda saptayamamakta, ‘eski’ iktidar savunusunda ısrar etmektedir. İktidar için ama ‘yeni dünya’da!

Öcalan’ın teorik yaklaşımı, ulus devletlerin sonu teorisine dayandığı için problemlidir. Dolayısıyla iktidar anlamsızlaşmakta, küresel direniş öne çıkmaktadır. Aynı zamanda Öcalan iktidarı elinde bulunduranları veri alarak ilerlediği için iktidara ulaşmayanların politik olarak farklı olan durumlarını da önemsememektedir. Yani, ‘ulusal kurtuluş’u ezilen halkın ulusal kurtuluş mücadelesi anlamında almamaktadır. Irak’tan, İran’dan ulusal kurtuluşa dayalı milli devletler olarak bahsederken aynı cepheye Barzani ve Talabani’yi koyduğu gibi Filistin’i de yerleştirebilmektedir. Filistin’de ulusal mücadelenin halen devam ediyor olması Öcalan’ın teorik anlayışı bağlamında önemsiz bir ayrıntıdır. Filistin’deki mücadele ulus devlet kurma amaçlı olduğu için tarihsel olarak yenilmek zorundadır, ‘milli’, dolayısıyla ‘eski’ ve ‘önemsiz’dir. Bu yaklaşımda unutulan faktör, dünyadaki bütün ulus devletlerin ‘milli’ olduğu gerçeğidir; ABD dahil.

Öcalan nezdinde Kuzey’deki ulusal hareketin Güney’e yaklaşımını belirginleştiren tezler genel hatlarıyla bu teorik yaklaşım üzerinden inşa edilmiştir.

Ancak, hayata geçirilen politik pratikler söz konusuysa, açıkça söyleyebiliriz; tüm bu teorik altyapı, tezler önemli değil! Pratik politika üzerine düşünülürken, ideolojist ve doktriner olmamak için teorik genelleştirmeler ‘parantez içine alınarak’ içinde bulunduğumuz konjonktürde ulusal hareketin duruşunun uygun olup olmadığına bakılması gerekir. Mesela Şiilerin konjonktürdeki direnişlerinin uygunluğunu ‘ideolojik’ duruşlarından çıkarmak gibi bir zorunluluk yoktur. Bu, ya İslam’ı ya da Şia yorumunu teorik ve ‘ideolojik’ olarak benimseme ya da reddetme gereksinimi hissetmemizi zorunlu olarak doğururdu.

Öcalan, tezlerinde ‘ne ABD’ şiarını açıklıyor. ABD’nin tek merkezli imparatorluğa doğru gittiğini, 90’larda Sovyetleri, şimdi de AB’yi aştığını söylüyor. Kostarika modeline dikkat çeken ve Kostarika’ya ABD’nin 51’inci eyaleti denildiğini hatırlatan Öcalan, dünya genelinde bir Kostarikalaşma projesinin hayata geçirilmeye çalışıldığını, dünyayı Kostarika tipi devletler haline getireceklerini belirtiyor.

Öcalan tek kutuplu imparatorluğa, küresel emperyalizme sadece “halkların küresel demokrasi anlayışı” ile cevap verilebileceğini iddia ediyor. Bu anlayışın yöntemini de “meşru savunma çizgisi” olarak tanımlıyor. Bu çizginin KADEK ve Zapatista çizgisi olduğunu belirtiyor. Böylece Öcalan’ın ABD imparatorluğuna alternatif olarak önerdiği “halkların küresel demokrasi anlayışı”, politik olarak belirsiz de olsa, genel mecrası görülebiliyor, izlenmesi talep edilen politik rota hakkında bir fikir sahibi olunabiliyor. Bu amorf öneri, küreselleşme karşıtlarının genel tezlerini anımsatmaktadır ve benzer bir direniş politikası önermektedir. Öcalan, küreselleşme karşıtı ‘ideoloji’ ile bir tarz ‘eklemlenme’yi amaçlamaktadır. Ancak, Öcalan’ın çizdiği ‘demokratik’ direniş rotası kararlı bir şekilde izlenmemiş, güçlü bir tavır -daha önce de dikkat çekildiği üzere- henüz sergilenmemiştir.

Öcalan, tezlerinde ‘ne Saddam’ şiarını açıklıyor. Ulusal kurtuluşa dayanan eski tipteki milli devletlerin Saddam şahsında iflas ettirildiğini iddia ediyor. Bu ilkeselleştirilmiş kurgu temelinde ‘millilik’ açısından ‘eski’likte Saddam’ı geride bırakan KDP ile YNK’yı eleştirerek Bölge’ye ilişkin politik tutumunu da ortaya koymuş oluyor. Kürt öznelerin ‘eski’ ve ‘yeni’ olarak ayrıştığını iddia eden Öcalan’a göre şu anda Bölge’de iki tercih  hayat bulmuştur: “Birincisi, milliyetçi çıkmaz yolu, ki Kuzey Irak’ta bu deneniyor. Sadece orada değil, birçok eski sağ ve sol çizgi bunu temsil ediyor. Bu çizgi emperyalizm tarafından destekleniyor fakat sonuç çıkmazdır. Diğeri demokratik çıkış ve çözüm yoludur. Hedefi devlet kurmak değil, genelde Kürdistan’ın dahil olduğu ülkelerde demokratik çözümü isteyen çözümdür.”

Yani Öcalan, Saddam’ın tarihsel olarak bittiğini, tarihin ilerleyişinin onun şahsında bir devri sona erdirdiğini, bu devrin KDP ve YNK’nın da üzerine kapandığını iddia ediyor. Onların yenilgisi determinist yasalardan gelmektedir, gelecektir.

Öcalan, meşru savunma çizgisini öneriyor. Bu çizgi maddi karşılığını “Meşru savunma güçleri”nde bulmaktadır. Öcalan’ın tezleri, “meşru savunma güçleri”ne ilişkin bölümlerde, yani, ulusal hareketin devrimciliğinin bir anlamda güvencesi olan silahlı güçlerine ilişkin açıklamalarda netleşmekte, ete kemiğe bürünmektedir. Öcalan, Türk hükümetini demokratik çözüm izin duyarlı olmaya çağırırken, aynı zamanda “Meşru savunma güçlerinin üzerine gidilirse boş yere kan dökülür. Bu durumda bunun sorumluluğu meşru savunma yapanda değil, hükümette olur” diyor.

Öcalan’ın yakalanması sonrasında silahlı güçler, Öcalan’ın direktifiyle, bilinçli olarak dağıtılmadan Güney’e çekilmişti. Silahlı güçler, ulusal hareketin devrimci varlık ve gücünün en önemli simgesi olmayı böylece sürdürmüş oldu ve sürdürmeye devam ediyor. Öcalan’ın açıklamalarında da en ciddi politik pazarlık gücü ve bir o kadar da devrimci tavır unsuru olarak silahlı güçlerin bulunması da bunu gösteriyor. Ulusal hareketin bundan sonraki politik hamlelerinde ve geleceğinde de bu güçlerin önemli bir rolü ve payı olacaktır.

Öcalan “meşru savunma güçleri”nin bir saldırı halinde kendilerini “meşru savunma çizgisi”nde davranarak koruma hakları olduğunu belirttikten sonra, gücünü kesinlikle buradan alan bu çizgiyi yayıyor. “Meşru savunma çizgisi”nin sadece askeri alanda değil her alanda derinliğine geliştirilmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Yeni koşullar ve yeni konjonktür içinde ikinci bir PKK deneyiminin uygulanmayacağını, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin bu çizgiyle önüne geçileceğini belirtiyor.

“Türkiye’ye demokrasi, Kürdistan’a özgürlük” şiarını da bu anlayış temelinde öne çıkaran Öcalan, bu şiarın birliğe karşı olmadığını da ısrarla vurguluyor. Bu vurgusu ‘politik hamle’ olarak algılanmak durumundadır, çünkü Güney’deki peşmergeler bile Türkiye’de statükoyu bozucu etki yaptığına göre, Türkiye’deki Kürtlerin liderinin şiarı, hele hele “meşru savunma güçleri” varken statükoyu haydi haydi bozar!

Öcalan’ın tezlerinden hareketle sonuç olarak şu söylenebilir.   Öcalan, yaptığı ‘teorik’ saptamalardan hareketle, dünyanın zorunlu olarak ilerlediği tarihsel yola işaret ediyor. Kendini yenilemeyen, dolayısıyla yine zorunlu olarak yenilgiye mahkum ‘anakronik’ hareketlere alternatif diye Zapatista çizgisi dediği “halkların küresel demokrasi anlayışı” politikasını, “meşru savunma güçleri”nden gücünü alan “meşru savunma çizgisi”ni öneriyor. Özellikle KDP ve YNK, çünkü KADEK’in ilgi alanı içindeler, ‘eski’nin mantığıyla hareket ettiği için hatalıdır. ABD imparatorluğunun belki de 52’nci eyaleti olacak bir Kürdistan kurmaya doğru bu nedenle ilerlemektedirler.

Bu yaklaşımda ABD imparatorluğuna karşı anti-emperyalist bir tutum almanın belirleyiciliğinden söz edilemez. Belirleyici olan, tarihin ilerleyişine uygun davranmak, aksini yapanlara karşı eleştirel olmaktır. Alternatif tutum olarak önerilen ve KADEK’in varlığında somutlaşan duruş, açıkça görülmektedir ki, ABD’ye eleştirel ama bu ülkeyle savaşı söz konusu bile etmeyen bir niteliğe sahiptir. ABD ile ortak askeri pratik içinde olmanın uzağında durulmaktadır. Ancak aynı zamanda, ABD’ye karşı ‘demokratik’ tepkinin alabildiğine yükseltilmesi beklenmektedir. Bu gerçekleşmemiştir.

Yine de bu duruş, KDP ve YNK yaklaşımından açıkça ve kategorik bir fark içermektedir. Eylemsiz direnişçiliğiyle!

Ve elbette eylemli Kürt anti-emperyalizmi doğmadıkça Türkiye’de somut bir olgu olarak “Güney Sapması” hayat bulacaktır. Eylemezseniz, bu, eyleyenlere yönelim olur. Nitekim Yeniden Özgür Gündem, ulusal soruna ilişkin Güney eksenli yaklaşımların ortaya çıktığını saptıyor ve Güney merkezli gelişmelere büyük önem atfeden, umudu oraya bağlayan yaklaşımın büyük bir yanılgı içinde olduğunu söylüyor. Bu yaklaşımın sahipleri Yeniden Özgür Gündem’in deyişiyle şunu demeye getiriyor: “Kuzey eksenli mücadele sonuç almadı, tıkandı. Şimdi Kürtler tartışılıyor, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi öngörülüyor. Bunu sağlayan temel aktör de KADEK değil, Güney eksenli oluşumlardır.” [13] Yeniden Özgür Gündem, bu yaklaşımın Güney’i “Akılcı, atak; Kuzey’i tıkanmış ve çözümsüz” gösterdiğini belirtiyor. Böyle olmasını engellemek ve bir bütün olarak Kürt kitlelerin, hatta bazı ‘Türkiye solu’ mensuplarının böyle bir eğilim taşımasının önüne geçmek ulusal hareketin elindedir. Sorun, sadece onun pratiğiyle çözülebilir.

“Meşru savunma çizgisi”ni benimseyenlerin Musul’a atanan valiyi protesto eden ve ABD askerlerinin yaylım ateşinde ölenlerin yanında olduklarını düşünmek, Urfalı köylülerle tüm varlıklarıyla tek beden olup ABD konvoyunu taşlamalarını beklemek en ‘meşru’ hakkımızdır! ‘Güney Sapması’ başka nasıl engellenebilir?

Nasıl bir meşru savunma?

A. Haydar Kaytan’ın, 17 Nisan’da Yeniden Özgür Gündem’de çıkan ve ulusal hareketin nasıl bir tavır alması, ‘meşru savunma çizgisi’nin nasıl anlaşılması gerektiğini tüm açıklığıyla ortaya koyan yazısının altına tereddütsüz imza atılmalıdır. Bu nedenle burada Kaytan’ın yazısına özellikle yer verilmiştir. Yeniden Özgür Gündem ile Özgür Politika arasındaki çelişkiye bu yazı bağlamında ve sonrasında yönelinecektir.

A. Haydar Kaytan “21. Yüzyılın Roma’sı: ABD” başlıklı yazısında o ‘öldürücü’ suale verilen yanıtlara odaklanıyor: Bush’tan mı yanasın yoksa Saddam’dan mı? Ortadoğu’dan ‘uzakta’ olanlar açısından Irak’tan yana tavır koymanın tereddüt edilemeyecek denli açık olduğunu hatırlatan Kaytan, Saddam’ın Halepçe gibi katliamlara imza atan zorba karakterini anımsayan ‘yakındakiler’in Bush’tan yana tavır koyduklarına, hatta daha ileri gidenlerin savaş karşıtlarını Halepçe canavarını desteklemekle itham ettiklerine dikkat çekiyor. Kuşkusuz, bu sözlerle ulusal hareket içindekilerin dikkati çekilmektedir. Ama bu sözler aynı zamanda Proleter Devrimci Köz’de somutlanan yaklaşımın da dikkatini çekmek olarak okunmalıdır.

Kaytan, ABD’nin tek taraflı imparatorluk kurma düşünü hayata geçirmeye çalıştığı noktasında Öcalan ile aynı düşünüyor. Bush’un ‘Haçlı Seferi’ başlattığına vurgu yapıyor. İmparatorlukların eyalet sistemiyle yönetildiklerine dikkat çeken Kaytan, yine Öcalan’la aynı düşünüyor ve Güney’e eyalet statüsünün verilip verilmeyeceğini bilmediğini, ancak böyle bir mantıkla hareket edildiğini ifade ediyor. Yani Kostarikalaşma’dan bahsediyor.

Baba Barzani’nin de Henry Kissenger’a Kürdistan’ı ABD’nin 51’inci eyaleti yapmaya hazır olduğunu söylediğini hatırlatan Kaytan “Ardılları da aynı fikirdeler” diyor. Türkiye buna rıza göstermiyor ama umutlarını Washington’a bağlamaktan da vazgeçmiyor, diye ekliyor.

Türkiye’de mücadele veren ulusal hareketin önemli mensuplarından biri net bir politik tavır sergiliyor. Güney parçası hariç, genel olarak Kürtlerde bir anti-emperyalist ruhun bulunduğunu, Öcalan’ı Türkiye’ye teslim edenin ABD olduğunun unutulmadığını ve unutulamayacağını belirtiyor. Tespit açık: Güney’de yapılanlar, Kerkük’e Kürtlerin girmesi, Saddam heykelini bizzat yıkmaları, tüm bunlar ABD’nin kendisine yönelik Kürt öfkesini törpüleme çabasının bir parçası. Kaytan, ABD’nin ne yazık ki bunda kısmi başarı kaydettiğini söylüyor. Hem de sadece Türkiye’deki Kürt kitlelerde değil ulusal hareketin kendisinde de hissedilebilen bir başarı. Yani ‘Güney Sapması”!

Kaytan, bunun en somut ifadesinin “ABD’nin işgali koşullarında Kerkük’ün özgürleştiği iddiasıyla sevinç çığlıklarının atılması” olduğunu belirtiyor. Bu çığlıkları Özgür Politika’nın attığı, Yeniden Özgür Gündem’in ise dolaylı yoldan da olsa ‘Sapma’ olarak nitelediği aşağıda gösterilmiştir. Yani eleştirinin adresi bellidir.

Kaytan, Öcalan’dan alıntılıyor: “Belki de halkımız adına parlak diplomatik antlaşmalar yapamadık. Ama dostlarının ve düşmanlarının beyinlerine ve yüreklerine Kürtlerin özgür yaşamda kararlı olduklarına ve bundan asla vazgeçmeyeceklerine, gerekirse bunun için her türlü cesaret ve özveriyi ortaya koyacaklarına dair yazılı olmayan antlaşmalar yerleştirdiğimiz kesindir.”

Kaytan, “herkesin askeri” olmaya teşne kişiler bulunsa bile Kürtlerin özgür yaşam yasasını her şeyin üzerinde tuttuğuna inanıyor. ABD emperyalizminin karşısında halklar cephesi bulunduğunu ve emperyalizme karşı direnen, bir şeyler yapmak isteyenlerin karşısında bir umut ışığı olarak Kürtlerin durduğunu ısrarla vurguluyor.

Kaytan, “yazılı olmayan antlaşmalar” yaratan ulusal hareketin görevinin ne olduğuna işaret ediyor: “Kürt hareketini işgal güçlerine yamamak, bölge halklarının beyinlerine ve yüreklerine yerleştirilmiş yazılı olmayan anlaşmaları silmek demektir. Hain veya işbirlikçi değilse, kim buna cesaret edebilir? Haçlı seferine karşı halklar cephesinin başını çekmek: Bu aşamada Kürt halkının omuzlarına yüklenen tarihsel görev işte budur, bu olmalıdır.”

Ulusal hareketin içinden böyle bir ses geliyorsa, bizim de ona kulak vermek ve “yazılı olmayan anlaşmalar” adına bazı beklentiler içine girmek en ‘meşru’ hakkımız değil mi? Öcalan’ın dillendirdiği “Demokratik Ortadoğu Birliği” Kaytan tarafından böyle anlaşılıyor ve politize ediliyorsa bize onu selamlamak ve yazısının altına imza atmak düşer. Öcalan’ın söylediklerinde ‘eksik’ olanı, belirsizliği Kaytan’ın dediği gibi anlamakta ne tür bir mahzur olabilir? Hain ve işbirlikçi değilse kim emperyalizmle aynı yatağa girer! İşbirlikçiliği eleştirirken böyle bir anlayış içindeysek Türk devletinin anlayışıyla buluşmamız nasıl mümkün olabilir? Onların sorunu ABD ile değil muhtemel yatak arkadaşlarıyla! Aynı şeyleri söylüyormuş gibi gözüktüğümüz zamanlarda bile ayrımımız ve farkımız budur!

Kürtlerde görülen ‘Güney Sapması’nın önüne ancak anti-emperyalist bir tutumla geçilebilir.

Gündem ve Politika

Yeniden Özgür Gündem, “iktidar olmamak ama iktidarmış gibi hareket etmek” anlamlıdır diyor. KADEK Başkanlık Konseyi’nin “Devleti zorlayacak tutumlar içinde olmayacağız” açıklamasını benimsiyor. [14] Ancak aynı Yeniden Özgür Gündem, “…demokrasi, kirli savaşla değil, savaşa karşı direnişle ancak yaratılabilir” [15] de diyerek kendilerini ABD çizgisine yatıran KDP ve YNK’ya çatıyor. Ama tüm bu sözler, Türkiye devletinin KDP ve YNK ile ABD’nin ortak hareket etmesinden duyduğu rahatsızlığı, ulusal harekete ilişkin endişelerini gidermiyor, aksine direnişi öne çıkardığı için devlet açısından ‘devleti zorlayacak tutum’ almak anlamına geliyor. Doğrudur.

Yeniden Özgür Gündem   soruyor ve cevaplıyor: Aydınlar, “…‘kendi ulusu lehine kimi sonuçlar yaratabilir’ diye, diğer halklar ve uluslar açısından yıkıcı olan bir savaşı, hele hele bir işgal savaşını destekleyebilir mi? Destekleyemez. Propaganda edebilir mi? Edemez. Aydın olmak, ‘kendi ulusu lehine politik ya da bir başka açıdan kimi sonuçlar yaratabilir’ olsa bile işgale karşı çıkmak, kararlı bir duruş sergilemektir. (…) Kürt aydınları herkesten daha çok savaşa karşı durmak zorundadır.” [16]

Yeniden Özgür Gündem   iyice netleşiyor: “ABD-İsrail-Türkiye üçgeninin yerini, ABD, İsrail, Kürt ilkel milliyetçileri alacak gibi. İsrail’e dayanan bu plan, Kürt hareketinin tasfiyesini amaçlıyor.” [17]

Devrimci Demokrasi   de böyle düşünüyor: “Saddam diktatörlüğüne karşı emperyalistlerden medet umanlar ve onlarla işbirliğine giren uluslar, emperyalizme karşı çıkmadığı sürece kendi gerçek özgürlüklerini elde etmeleri mümkün olamayacaktır. Böyle bir işbirliğiyle ancak yeni siyonist İsrailler var edilecektir. Özellikle de Kürdistan bölgesinde oynanan oyunlara karşı uyanık olunmalıdır. Kürtlere dayatılan inkar ve imha politikalarına kesinlikle izin verilmemelidir. Yıllardan beri savaş ortamında yaşayan Kürtlerin, bugünkü Irak’a yönelik uygulanan vahşet karşısında, geçmişte kendisi de yaşadığından dolayı daha fazla sesini yükseltmesi anlamlı olacaktır.” [18]

Yeniden Özgür Gündem , Talabani ve Barzani’nin ABD ile geliştirdiği koruculuk ilişkilerinin Kürtleri bölge halkından yalıttığına dikkat çekiyor ve “Kürtlerin yanı, bölge halklarının yanıdır” diyor. Talabani ve Barzani’ye KADEK ile ulusal demokratik güç birliği kurmayı öneriyor; anti-emperyalist güç birliği… [19]

Oysa Özgür Politika, coşkuyla “KADEK, Kerkük ve Musul Halkını Kutladı” başlığını attı. [20] Irak’ın başına gelenleri ibret göstererek demokratikleşememenin sonunun bu olacağını söyledi ve böylece Türkiye’ye ulusal sorun temelinde ‘gözdağı’ verdi. Özgür Politika, ABD ve İngiltere’nin yaptığına “askeri müdahale” demekte sakınca görmedi. Güney’deki Kürtlerin yaptığı ise ABD ve İngiltere’ye “destek” olarak nitelendirildi. Değişmeyen Irak rejimi “askeri müdahaleyle aşıldı.” ABD emperyalizmi diktatörlüğü “aşma” ilerici rolünü üstlenmişti ve bunu Türkiye’de de yapabilirdi.

Özgür Politika , “Kerkük Halkların Oldu” başlığını attı. [21] Kerkük ve Xaneqin 10 Nisan’da “Halk serhıldanlarına sahne ol(muştu)”! Baas rejimi yıkılmış, dolayısıyla ABD orada olmasına rağmen her nasılsa Kerkük halkların eline geçmişti. ABD askerleriyle işbirliği içinde Kürt kentlerine girenler Özgür Politika’ya göre oraları “özgürleştirdi.” KNK de “Kerkük’ün özgürleştirilmesini sevinçle karşıladı ve Irak ile Kürtler için kutladı.”

Özgür Politika , Öcalan’ın açıklamalarını böyle anladı. Başkanlık Konseyi’nin açıklamalarından destek aldı. ABD ile Güney’deki Kürtlerin yaptığı ve yapacağı “yazılı antlaşmalar” adına “yazılı olmayan antlaşmalar”ı hiçe saydı!

Daha fazlasına gerek var mı? ‘Özgürleştiren” Özgür Politika mı, Güney’deki Kürt liderlerin ABD ile koruculuk ilişkisine girdiğini yazan Yeniden Özgür Gündem mi? Elbette Yeniden Özgür Gündem!

Elbette Kaytan’ın Yeniden Özgür Gündem’de çıkan  yazısı Özgür Politika’yı eleştirmektedir. Elbette 15 Nisan’da Yeniden Özgür Gündem’de çıkan “Gelişmeler Güney Eksenli Değil” makalesinin hedefi Özgür Politika’dır.

‘Türkiye solu’nun yaptığı

Ulusal hareket, Güney’dekilere, Öcalan, Kaytan ve Yeniden Özgür Gündem ekseninde açıkça mesafeli yaklaşırken, hal böyle iken, Güney’deki gelişmelere, Türkiye’de statükoyu bozduğu gerekçesiyle destek sunmak hiç mümkün değildir. Bu, zorunlu olarak ABD yanlısı olmak anlamına gelecektir. ‘Üstbelirleyen’ ABD’nin Irak işgalidir. Nitekim ulusal harekette de böyle olduğu görülmektedir.

Ancak KADEK’in anti-emperyalist cephenin aktif tarafı olmaması, ‘Türkiye solu’nun Kürtlere eleştirel yaklaşımının Irak işgalinin ‘üstbelirleyenliğine’ yaslanarak ‘pervasızca’ yapılabileceği anlamına da gelmez. Hele hele KADEK’i, Özgür Politika çizgisinin söylediklerinden hareketle KDP ve YNK ile aynı kefeye koymak söz konusu bile olamaz! En azından ulusal hareketin içinde olduğu gerilim, farklı olan diğer yaklaşımlar dikkate alınmalıdır. Daha da önemlisi pratik duruş farkı asla gözden kaçırılmamalıdır. KADEK, emperyalizmle hareket etmemektedir.

Irak işgali döneminde ‘Türkiye solu’nun politik duruşunu tarih bir anlamda ‘Kürt sorununa’ yaklaşımına da bakarak yargılayacaktır. “Türkiyeli devrimcilerin sorumlulukları herkesten büyüktür. Özellikle Kürt halkının savaş nedeniyle yaşayacağı yıkımın baş sorumlusu Türkiyeli sosyalistler olacaktır. Tarih Türkiyeli sosyalistlerin savaş karşısında takındıkları tutum hakkında hükmünü verirken ‘Kürt meselesi’nde takınılan tutuma bakacaktır.” [22]

Ancak, Proleter Devrimci Köz’ün yerinde bir tavırla dikkat çektiği bu nokta, onun gibi, savaş karşıtı hareketin Kürtleri yalnızlaştırdığını iddia etmeye varamaz. Sosyalistleri, Londra, Washington, Berlin ve Bağdat’tan gelen seslere çok duyarlı oldukları, ama Kerkük, Erbil, Süleymaniye ve Zaho’dan gelen çığlıklara kulak asmadıkları iddiasıyla eleştirirken Irak’taki emperyalist işgali bir anlamda görmezden gelmek, Kürtlere de doktriner bir tarzda ‘sahip çıkarak’ dünyadaki eylemlilik sürecini önemsememek Yeniden Özgür Gündem’in dikkat çektiği ‘Güney Sapması’nın Türkiye versiyonundan başka bir şey değildir.

‘Türkiye solu’, tavrını belirlerken öncelikle çelişik, gerilimli varlığına rağmen açıkça KDP-YNK çizgisinden ayrı duran ulusal hareketi dikkate almalıdır. ‘Türkiye solu’nun birçok mensubu ulusal hareketi Güney’dekilerle aynı kefeye ihtiyatsızca koyabiliyor. Bunu gerçekleştirirken yaptıkları eleştirilerin, bizzat bu hareketin kendi içinde Özgür Politika tarzı düşünenlere karşı yapıldığını görmezden gelmeye kimsenin hakkı yoktur. Birileri “ABD’nin askeri” olmuşken, böyle olmayanları olanlar gibi var saymak ve öyle eleştirmek politik gaflettir!

‘Türkiye solu’nun eleştiri yaparken kantarın topuzunu kaçırmamayı öğrenmesi gerekmektedir. Kürtler adına Türkler konuşamaz! Türkler Kürtleri “özgürleştiremez”! Bu temelde ve bunu bilerek eleştiri yapılmalı, Irak işgalinin, ‘Türkiye solu’nun Kürt pratiğinin de sorgulanacağı bir moment olduğu asla unutulmamalıdır.

Devrimci Demokrasi , Türkiye’de Kürtlere dönük yaklaşımıyla öne çıkan Kaypakkaya’nın ardılı olmanın gerektirdiği bir dikkatle ve politik refleksle davranıyor. Bu yaklaşım ‘Türkiye solu’nun ulusal harekete yönelttiği olumlu-olumsuz her türlü eleştiri sırasında hep akılda olmalıdır. [23]

Savaş öncesinde Proleter Devrimci Köz’ün Kürt gerçeğine yönelik olarak geliştirdiği dikkat çeken duyarlık da bu temelde değerlendirilmelidir. Ne var ki, “Kahrolsun ezen ulus milliyetçiliği! Kürtlere özgürlük!” manşetini atan Proleter Devrimci Köz, Devrimci Demokrasi’nin tavrının aksine doktriner duruşunu bir kez daha, bu kez Kürtlere vurgu yaparak yaşatıyor. Savaş karşıtı harekete dönük olarak ilkesel bir karşı duruş sergileyerek savaş karşıtı hareketin Irak halkıyla dayanışma adına Saddam’la dayanıştığını iddia ediyor. “Savaş karşıtları kalabalıklaşırken Kürtler yalnızlaşıyor”, “şovenizm yükseliyor” diyen Proleter Devrimci Köz’e göre canlı kalkanlar sadece Saddam iktidarını pekiştirmek için Bağdat’a gitti. Herhalde Irak saflarında ellerinde silahla savaşan Arap savaşçılar da öyle yaptı!

Proleter Devrimci Köz ’e göre Irak’a emperyalizm saldırırken devrimciler rejimi yıkmak isteyen devrimci güçlerle dayanışma içinde olmalıymış! Kim bunlar? Kürtler mi, yoksa Şiiler mi? Şiiler değil herhalde. Çünkü onlar Proleter Devrimci Köz’ün bakış açısından düşünülürse yaşadıkları şehirleri emperyalizme karşı korumaya çalışırken, direnirken Saddam rejimini güçlendirdiler! ABD’ye kurşun atan herkes böyle yapmış olmadı mı?

Ama Kürtler böyle yapmadı. Onlar belki devrimci güç değildi ancak rejimi yıkmak istedikleri de kesindi. ABD ile işbirliği yaparak Saddam rejimini güçsüzleştirdiler. Proleter Devrimci Köz, Talabani ve Barzani güçlerine kapı aralayan bir çizgi izliyor. Ne yazık ki aynı kapı Türkiye’deki ulusal hareketin üzerine kapanıyor. Tarih Türkiyeli devrimcilerin Kürtlere yaklaşımını sorgularken Proleter Devrimci Köz’ün böylesine tehlikeli bir mecraya doğru giren doktriner yaklaşımını da mahkum etmeyecek mi?

İşgal koşullarında Saddam’ı güçlendirmemek nasıl mümkün olabilir? Bu yaklaşımın temel anlayışı itibarıyla problemi Devrimci Hareket’in şu değerlendirmesi ortaya koyuyor: “Açık işgal koşullarında, halkla mevcut iktidar arasındaki çelişkinin yerini, bir avuç işbirlikçi dışında bütün bir toplum ile işgalciler arasındaki çelişkiye bıraktığını, bu nedenle; başka konularda oluşması çok güç olan, geniş çaplı bir ittifak zemininin oluştuğunu bilen devrimciler; Marksizmin özürlü kimi çevrelerinin yönlendirmesine ve Saddam’ın kişiliği etrafında koparılan gürültülere aldırmadan süreci değerlendirmeli; hatta ülkemiz özgülünde gelişen, Irak halkıyla dayanışma eylemlerindeki bileşen çokluğunu da bu konjonktürel olgunun niteliği çerçevesinde değerlendirmelidir.” [24]

Doğrudur; Proleter Devrimci Köz’ün de dikkat çektiği gibi Türk egemen güçleri “Bırakalım gerçekten bağımsız bir devleti, ABD himayesindeki bir kukla devletin bile, hatta sadece bir Kürt devleti fikrinin bile uzun yıllardır ulusal baskı ve asimilasyon politikalarına rağmen ulusal kimliklerinden vazgeçmeyen Kürt yığınları arasında yeni bir hareketlenmeye yol açmasından ve bu dinamiklerin mevcut Kürt örgütleri tarafından massedilmesinden ürkmektedirler.” [25] Proleter Devrimci Köz’ün ısrarı yerinde. Gerçekten de Şeyh Mahmut Berzenci’nin bağımsız devlet kurma hedefiyle yüzyılın başında ilk başkaldırıyı başlattığı Süleymaniye’de Kürt parlamentosunun toplanmasının hareketlendireceği dinamikleri görmezden gelmek mümkün değildir.

Evet, bu dinamikler görmezden gelinemez ve ulusal hareket de görmezden gelmiyor. Ancak ABD işgali de görmezden gelinemez. Güney’de kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’de statükoyu bozacağını bilmek, ulusal hareketin Güney’e ilişkin eleştirel tutumu yokmuş gibi davranılarak nasıl dillendirilir?

Devrimci Demokrasi ’nin yerinde bir tavırla işaret ettiği gibi kararı Kürtler verecektir ama yine aynı minvalde, Kuzey’deki Kürtleri, yani Kürtler söz konusu olduğunda Türkiye’deki devrimcilerin duruşunu belirlemesi gereken ulusal hareketi dikkate almamak, Kürtlerin kararına müdahale etmek anlamına gelmez mi?

Elbette Özgür Politika’da somutlaşan yaklaşıma yönelik eleştiriler yerindedir. Cephe’nin açıklamasında şöyle deniliyor:

“Amerika madem her yere demokrasi götürüyor, madem özgürlüğe ancak Amerikan bayrağı altında ulaşılabiliyor, madem ‘diktatörlükler’ ancak öyle yıkılabiliyor, ‘sol’ adına, ‘milliyetçilik’ adına, ‘Kürtlerin çıkarlarını savunma’ adına, işgali meşrulaştıranlar, (…) açıktan savunun Amerikan imparatorluğunu. (…) Sol adına, oligarşiye Irak’ı örnek gösterip, ‘yapmazsanız yaptırırlar’ demek, sol mantığın, aklın, vicdanın kabul edebileceği bir tavır değildir. Sol adına, Amerika’nın demokrasinin önünü açtığını söylemenin solun ‘s’siyle ilgisi yoktur. Bu teorilerin savunucuları, ‘Iraklı muhalifler’, Barzani, Talabani milliyetçiliği aynı noktada buluşmaktadır.”

Evet aynı noktada buluşuyorlar. ama buluşanlar arasında Türkiye’deki ulusal hareket bulunmamaktadır. Hareketin bizzat kendi içinde aynı eleştirileri yapanlar vardır. Kaldı ki, olmasaydı da ulusal hareket kimsenin askeri olmamıştır. Bu nasıl görülmez?

Ekmek ve Adalet, KADEK’in de Barzani gibi sorunu emperyalizme dayanarak çözmeye çalıştığını söylüyor ve ekliyor: “Mesele ‘gerçekçilik’ ise, Barzani daha gerçekçi. Daha açık.” [26] Doğru, Barzani daha ‘gerçekçi’ çünkü gerçeklik pratik duruşla ilgilidir ve KDP gerçek’te işbirlikçidir. KADEK ise pratik duruşu itibarıyla işbirlikçi değildir. Dolayısıyla doğru değil, KADEK, KDP tarzında ‘gerçekçi’ değildir. KADEK, “meşru savunma güçleri”nin “meşru savunma çizgisi”ni öne çıkarması, ABD ile cepheden karşı karşıya gelmemeye dikkat göstermesi anlamında anlaşılabilir bir gerçekçilik içindedir. Barzani ile KADEK arasındaki farkı bulanıklaştırmak ciddi bir politik yanlıştır.

Bu politik yanlışın en sebatkar savunucusu Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak’tır: “ABD emperyalizmi Irak’ı hedef tahtasına çaktığında, belli başlı Kürt akımları (PDK, YNK, KADEK) aynı çizgide buluştular.” [27] Bir kalemde tüm Kürt örgütlerini sayıveren Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak, doktriner tutumunun yarattığı körlük nedeniyle KADEK ile diğerleri arasındaki somut farkı görmekten bile acizdir. Israrla tekrarlamak gerekir: KADEK, ABD askeri olmadı. Ama Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak tarafından aynı KDP gibi eleştirilmekten de kurtulamadı!

Ulusal hareket içindeki farklı seslerin farkında olan İktidar İçin Mücadele Birliği ise ele alınması gereken farklı ama yine problemli bir başka bakış açısının temsilcisi. İktidar İçin Mücadele Birliği Güney’deki oluşumun uluslararası nitelik kazanmasından Türk egemenlerinin duyduğu endişeye dikkat çekiyor ve “Kerkük’ün (…) geri alınması söz konusuydu” [28] diyerek, ‘geri alma’ya vurgu yapıyor. Bir tarz halk fetişizmi yapan İktidar İçin Mücadele Birliği, halkın Kerkük’ü Talabani, Barzani, ABD ve Türkiye’ye rağmen aldığını iddia ediyor. Böylece, gerçeklikte karşılığı olmayan bir ayrımla hareket edip halkı benimsiyor, diğerlerini reddediyor. ABD ile Talabani ve Barzani’nin işbirliği sonucu gerçekleşen Kerkük’ün ele geçirilmesini, kurgusal anlayış geliştirerek halkın onlara rağmen yaptığı bir şey olarak nitelendiriyor. Halkın ABD işgaline sempatiyle yaklaşmasını ise anlayışla karşılıyor ve çelişkilerin derinliğinin bir gün Güney halkını ABD ile karşı karşıya getireceğini iddia ediyor.

Kuzey’deki ulusal hareket içinde farklı anlayışların hayat bulduğu fark ediliyor ama şöyle nitelendiriliyor: “Kuzey halkı güney gibi ABD’nin ipine sarılmadı. Hatta, ‘ABD bize özgürlüğümüzü verecek’ diyen burjuva unsurlar, halktan büyük tepki gördü. HADEP’in üst düzey yöneticileri, Avrupa’daki burjuvalaşmış Kürt unsurlar, halktan tecrit oldular.” [29]

Etiyle, kanıyla yaşayan kitlelere atfettiği ‘özsel iyilik’ İktidar İçin Mücadele Birliği’nde bir ‘kör nokta’ yaratmıştır. Bizzat ulusal hareket içinde yer alan, var olan savaş karşıtı, anti-emperyalist yaklaşım sahiplerini hareketin bir parçası değil de halkın parçası olarak görerek hareketi halka kurban etmekte, tanımamaktadır. İktidar İçin Mücadele Birliği’ne göre hareketin mensupları bir bütün olarak Kürtlere içkin olan devrimci enerjiyi reformist emelleri için kullanmaktadır.

‘Türkiye solu’ kötü bir sınav veriyor ama açık olan bir şey var; ulusal hareketi önemsiyor, önemsemek durumunda. Ulusal hareketteki “yazılı olmayan antlaşmalar”ın yarattığı ruha tüm dünya halkları ve ‘Türkiye solu’ da ihtiyaç duyuyor. İşte bu nedenle ulusal hareket içinde yaşanan ayrışmalarda işgale karşı duran ezilenler cephesinin içinde olma duyarlılığı taşıyanlar öne çıkarılmalıdır. Ulusal hareket içinde böyle bir damar olduğu asla unutulmamalıdır. Türkiye’deki ulusal hareket Talabani ve Barzani ile asla özdeşleştirilmemelidir.


 

 


[1] “Asiler” ve “barbarlar” ayrımına ilişkin bak.: Ali Osman Alayoğlu, “Barbarlar ve Asiler”, Teori ve Politika 26, Bahar 2002, ss. 60-71

[2] ‘Savaşlar Devrime Nasıl Yol Açar’, Çev.: Anahid Hazaryan, Teori ve Politika 30, Bahar 2003

[3] “Irak Halkı’nın Direnişi Yeniden Başlıyor”, Ekmek ve Adalet, S:58, 27 Nisan 2003, s.10.

[4] “Bu Ateş Sönmez Direniş Bitmez”, Ekmek ve Adalet, S. 56, 13 Nisan 2003, s.9.

[5] A.g.e.

[6] Bak.: Gökçe Fırat, “Atatürk, Saddam ve Atatürkçüler”, Türk Solu, S. 27, 08.04.2003; Doğu Perinçek, “Milli Hükümet Kaçınılmaz Oldu”, Aydınlık, 21 Nisan 2003.

[7] Bak.: Melik Kara, “Statükocu AB ve ‘Devrimci’ ABD”, Teori ve Politika 27, Yaz 2002.

[8] Hüseyin Aslan bu konuyu işledi: “Reformcu AB’ciler, Statükocu ABD’ciler”, Teori ve Politika 28-29.

[9] Abdullah Öcalan, “Gerçek Kahramanlık Özgürlükte Derinleşmektir”, Özgür Halk, S. 137, 15 Mart 2003, s.37.

[10] “Yenilen Irak Halkları Değildir”, Devrimci Demokrasi, 16-30 Nisan 2003, S.15.

[11] A.g.e.

[12] “Sentez”, Yeni Atılım, 19 Nisan 2003, s.11.

[13] “Bakış: Gelişmeler Güney Eksenli Değil”, Yeniden Özgür Gündem, 15 Nisan 2003.

[14] “Bakış: Kürt Demokrasi Güçlerine Çağrı!”, Yeniden Özgür Gündem, 27 Mart 2003.

[15] “Bakış: ABD Demokrasisi…”, Yeniden Özgür Gündem, 25 Mart 2003.

[16] “Bakış: Kürt Aydını ve Savaş”, Yeniden Özgür Gündem, 8 Nisan 2003.

[17] “Bakış: ABD Terörü ve Kürtler”, Yeniden Özgür Gündem, 9 Nisan 2003.

[18] “Devrimci Demokrasi’den”, Devrimci Demokrasi, , S:14, 1-16 Nisan 2003.

[19] “Bakış: ABD Terörü ve Kürtler”, a.g.e.

[20] Özgür Politika, 12 Nisan 2003.

[21] Özgür Politika, 11 Nisan 2003.

[22] “Köz’ün Sözü”, Proleter Devrimci Köz, S. 6, Mart 2003, s.3.

[23] “Irak Emperyalizme Karşı Direniyor”, Devrimci Demokrasi, 1-16 Nisan 2003.

[24] “Irak’ta Emperyalist İşgale Karşı Halk Savaşı”, Devrimci Hareket, , S:9, Mayıs-Temmuz 2003, s.3.

[25] “Kürt Sorunu Bu Kavganın Neresinde”, Proleter Devrimci Köz, a.g.e.

[26] “Milliyetçiliğin Sonu!”, Ekmek ve Adalet, S:58, 27 Nisan 2003, s.43.

[27] “Emperyalizmle İşbirliğinin Sonu Özgürlük Değil Utanç Verici Bir Köleliktir!”, Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak, S: 2003/15, 19 Nisan 2003, s.11.

[28] İktidar İçin Mücadele Birliği, S. 31, 16-30 Nisan 2003, s.10.

[29] A.g.e., s.11.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar