Ana SayfaArşivSayı 28-29Yakın Dönemde Kapitalist Devlet Teorileri

Yakın Dönemde Kapitalist Devlet Teorileri

Yakın Dönemde Kapitalist Devlet Teorileri*

 

Bob Jessop

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Oldukça farklı varsayımları ve açıklama ilkelerine rağmen monetarist, Keynesçi ve Marksist ekonomistler kapitalist ekonomilerdeki devlet müdahalesinin içeriği ve etkisi ile ilgili bir sorunu paylaşır.[1] Piyasa güçleri üzerine çalışmanın aksine ilginç bir şekilde, devletin kendisi bir analiz alanı olarak ihmal edilir. Bu, devletin aktif bir rolü olduğunu kabul eden teorisyenler kadar daha sınırlı bir rol tanıyanlar için de geçerlidir. Aslında, Marksistler uzun süreden beri devletin sınıf mücadelesi içindeki stratejik önemine dair özel bilgiler geliştirmiş olmakla birlikte, devleti politik ekonomide bir problem olarak yeniden keşfetmeleri ise son 10 yıla (1977’den itibaren) dayanır. Ortaya çıkan tartışmalar en soyut yöntemsel sorunlardan oldukça özgül tarihsel problemlere kadar uzanır ve bir hipotezler ve anlayışlar çeşitliliği oluşturur. Ne yazık ki Marksist tartışmanın büyük bir kısmının diğer gelenekler üzerinde çalışanlar için gizemli ve çoğunlukla ulaşılamaz ve/veya konu dışı kaldığı da bir gerçektir. Ancak devlete ilişkin karşılaştırılabilir bir yeniden incelemenin bulunmadığı koşullarda bu tartışma, üzerinde daha fazla düşünmeyi hak eder. Üstelik Marksizm uzun süreden bu yana üretim ve değişimin yanı sıra devletle de ilgilendiği için tümleşik (integrated) bir yaklaşımın, ekonomik tahlilleri ne dereceye kadar aydınlatabileceğini değerlendirmeye de kesinlikle değer. Bu tür bir sorgulama, devam eden ekonomik krizin ve sanayi ile finans sistemini yeniden yapılandırma yönünde giderek artan devlet müdahalesinin bugün geldiği noktada konuyla özellikle ilgilidir.

Bu araştırmanın Marksist ekonomiyle bu şekilde ilgilenmediği belirtilmelidir. Bunun yerine kapitalist devlete ilişkin yakın tarihteki bazı Marksist teorilere odaklanır. Ve ayrıca yeni bir yaklaşım da geliştirmez; sadece, belirli kriterler ışığında bu teorileri değerlendirir. Bunlar, mantıksal tutarlılık ve teorik belirleyicilik gibi genel kriterler ve aynı zamanda Marksist teorilerin değerlendirilmesi ile ilgili daha özgül kriterlerden oluşur. Özgül kriterler kısaca şöyle ifade edilebilir. Marksist bir kapitalist devlet teorisi (a) bir üretim biçimi olarak kapitalizmin özgül nitelikleri üzerine kurulduğu, (b) sermaye birikimi sürecinde sınıf mücadelesine merkezi bir rol verdiği, (c) birini diğerine indirgemeden veya tamamen bağımsız ve özerk bir biçimde ele almadan toplumun politik ve ekonomik veçheleri arasında ilişkiler kurduğu, (d) kapitalist toplumlardaki devlet biçimleri ve fonksiyonlarında tarihsel ve ulusal farklılıklara imkan tanıdığı ve (e) kapitalist olmayan sınıfların ve kapitalist olmayan güçlerin devletin doğasını ve devlet iktidarının uygulanışını belirlemedeki etkisini dikkate aldığı ölçüde yeterli kabul edilecektir. Bu özel kriterlerin tercih edilmesini haklı çıkarmak tartışmayı, başlamadan önce yanlış yönlere saptıracaktır; bunların konuyla ilgililiğinin ve öneminin çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkacağını umut ediyoruz.

Bu bölüm Marx ve klasik Marksist teorisyenlerin kapitalist devlete yaklaşımlarının kısaca gözden geçirilmesiyle başlar. Çalışmalarındaki birçok farklı tema belirlenmiş ve bunların doğru tarafları ve eksiklikleri değerlendirilmiştir. Bu da yakın tarihteki gelişmelerin değerlendirilmesinde kullanılacak bir çerçeve sunar. Daha sonra klasik metinlerin temalarındaki bazı değişimler incelenmiş ve Marksist devlet teorisini geliştirmedeki başarısızlıkları eleştirilmiştir. Bu bize makalenin ana bölümünü, kriterlerimiz ışığında değerlendirilen yakın tarihteki kapitalist devlet teorileri ile ilgilenilen bölümü sunar. Bölüm, kapitalist toplumlardaki devlet iktidarı ile ilgili Marksist tahliller ve bunların diğer teorik yaklaşımlardaki uzantılarına dair bazı genel düşüncelerle son bulmaktadır.

Devlet üzerine klasik metinler

Marx’ın, kapitalist devlete dair, Das Kapital’in ulaştığı kapsam ve titizliğe denk bir teorik tahlil sunmadığı birçok yerde ifade edilmiştir. Devlet üzerine çalışmaları, sistematik olmayan, parçalı bir felsefi yansımalar, çağdaş tarih, gazetecilik ve tesadüfi açıklamalar dizisinden oluşur. Bu nedenle Marx’ın, devlet aygıtı, devlet iktidarı, sermaye birikimi ve bunun toplumsal ön koşulları arasındaki karmaşık ilişkilere nadiren doğrudan odaklanmış olması şaşırtıcı değildir. Ancak, aynı şeyin, Engels, Lenin, Trotsky ve Gramsci gibi diğer Marksist teorisyenler için de geçerli olduğuna daha nadir dikkat çekilir. Genel olarak devlet, özgül tarihsel vakalar ve ideolojik hakimiyetin doğası üzerine çeşitli zekice gözlemler sunmalarına rağmen, birbirinden farklı kapitalist devlet biçimleri ve bunların farklı koşullar altında kesintisiz sermaye birikimine olanak tanımadaki yeterlilikleri şeklinde ifade edilebilecek can alıcı sorunsalla yüzleşmezler. Klasik metinler bu sorunsala odaklandıklarında ise bunu bilinçsizce yaparlar. En az altı farklı yaklaşım vardır ve farklı düzeylerdeki tutarlılık ve ortak özellikler itibariyle sık sık birleşseler de farklı teorik varsayımlara, açıklama ilkelerine ve politik uzantılara sahiptirler. Bu nedenle, bir bütün olarak klasik yaklaşım ile ilgili herhangi bir genel sonuç çıkarmadan önce ayrı ayrı ele alınmaları gerekmektedir.

1-) Marx ilk başta modern devleti (en azından ondokuzuncu yüzyıl Prusya’sında) ekonomik üretim ve yeniden üretimde herhangi bir özsel rol oynamayan asalak bir kurum olarak ele aldı. Onun bakış açısına göre demokratik hükümetin, devlet ve halkın benzersiz bir birliği ile şekillenmesi gerekirken modern devlet, kökleri medeni toplumun egoizminde yatan uzlaştırılamaz çatışmaların bir ifadesiydi. Bu bağlamda, ortak çıkarı temsil etmekten uzak olan devlet ve devlet memurları, medeni toplumu belirli kesimsel grupların lehine sömürme ve bastırma eğilimindeydi. Aslında Marx, ortak örgütlenme burjuvazi ve usta zanaatçıların kendi maddi çıkarlarını korumalarına olanak tanıdığı için devletin, kendi zenginleşme mücadeleleri doğrultusunda memurların özel mülkü haline geldiğini öne sürer (Marx 1843: özellikle 44-45; Ayrıca bkz., Hunt 1975: 124). Bu bakış açısı, genç Marx’ın hala liberal radikal politik fikirlere bağlı olduğu, Hegel’in politika teorilerini eleştiren çalışmasında ayrıntılı olarak işlenmiştir. O zamanlar bir üretim biçimi olarak kapitalizm kavramını geliştirmemiş olduğu için kapitalist devletin özgül karakteristiklerini de tanımlayamadı (Althusser 1969: 49-86; 1974: 151-61; Mandel 1971: 52-67 ve çeşitli yerlerde) Bundan sonra, modern temsili devlet biçimi ve onun medeni toplumdan ayrılması hakkındaki temel fikirlerini korumuş olmakla birlikte devleti, konu dışı ve asalak olarak değil de sınıf hakimiyeti sisteminin gerekli bir parçası olarak ele aldı. Bununla birlikte ikinci bakış açısı, Marx’ın Asya tipi üretim biçimini doğası itibariyle komünal, Asya tipi devleti ise toplumun üzerinde duran asalak bir yapı olarak gördüğü Asya tipi despotizm üzerine sonraki çalışmalarında hala görülebilir (özellikle bkz., Marx 1858a). Ancak, modern devletin asalak bir yapı olduğu fikri anarşist çevrelerce hala benimsenmekle birlikte artık Marx’ın kendisi tarafından benimsenen bir fikir değildi.

2-) Marx, devleti ve devlet iktidarını özel mülkiyet ilişkileri sisteminin ve bundan doğan ekonomik sınıf mücadelesinin bir epifenomeni (yani basit yüzeysel yansımaları) olarak da tartışır. Bu bakış açısı da yine büyük oranda erken dönem çalışmalarıyla sınırlıdır ancak bazen geç dönem çalışmalarında da görülür ve daha yakın tarihteki Marksist analizlerde sık sık karşımıza çıkar. Bu, Marx’ın hukuk üzerine erken dönem yorumlarında (burada hukuki ilişkiler sadece toplumsal üretim ilişkilerinin ifadeleri olarak ele alınmaktadır) özellikle belirgin bir şekilde yer almaktadır ancak politik kurumlara dair daha genel tahlillerde de açıkça kendini gösterir. Bu yaklaşımın en sık alıntılanan göstergesi, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı çalışmasına yazdığı 1859 tarihli Önsöz’dür. Burada, hukuk ve politika, özel mülkiyet ilişkilerini üretim ilişkilerinin hukuki ifadesi olarak görmek ve devrimin temelini üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki büyüyen çelişkiye oturtmak için ekonomik altyapıya dayanan bir üstyapı olarak ele alınıyor gibidir. Genel olarak bu yaklaşım, devlet yapısını kendinden menkul ve kendi kendine gelişen ekonomik temelin yüzeydeki yansıması olarak görür. Ve sınıflar yalnızca ekonomik terimlerle tanımlandığı için devlet iktidarının uygulanışı ekonomik mücadelenin yüzeydeki bir yansıması olarak görülür. Ayrıca hukuki-politik ilişkiler ile ekonomik ilişkiler arasında mükemmel, birebir bir örtüşme veya en iyi ihtimalle aralarında bir tür ‘öncelik’ veya ‘sonralık’ ilişkisi olduğunu da ima eder. Böylece devletin etkisini (tipik olarak üretici güçlerin gelişimi itibariyle ele alınan) ekonomik gelişmenin ve (tipik olarak ürünün dağılımına dönük mücadele itibariyle ele alınan) ekonomik sınıf mücadelesinin basit bir geçici deformasyonuna indirgemiş olur. Bu yüzden devlet müdahalesi ekonomik gelişmeyi hızlandırabilecek veya yavaşlatabilecek olsa da ekonomi her zaman son kertede belirleyicidir (özellikle bkz., Engels 1978: 253-4; Marx ve Engels 1975: 392-4).

3-) Yaygın olarak görülen bir diğer yaklaşım da devleti, verili bir toplumdaki birleştirici unsur olarak ele alır. Bu perspektif bugünlerde çoğunlukla Poulantzas ile birlikte anılmaktadır ancak klasik metinlerde de açıkça görülür. Bu anlamda Engels, devleti ekonomik sömürünün ortaya çıkışıyla aynı dönemde (pari passu) doğan bir kurum olarak görür. Devletin işlevinin, uzlaşmaz sınıflar arasındaki mücadeleyi baskı ve imtiyazlarla düzenlemek ve bu sayede egemen sınıfın kesintisiz hakimiyetinin ve hakim üretim biçiminin yeniden üretiminin altını oymadan sınıf çatışmasını azaltmak olduğunu iddia eder. (Engels 1884: 154-63). Lenin bu görüşü birçok yerde benimser (özellikle bkz., Lenin 1917). Bukharin de toplumu, devletin bir ‘düzenleyici’ olarak rol oynadığı istikrarsız bir denge sistemi olarak ele alır ve Gramsci ise, her ne kadar çok daha az mekanistik bir konumdan olsa da bir çok durumda aşağı yukarı aynı argümanı benimser (Bukharin 1926: 150-4 ve çeşitli yerlerde; Gramsci 1971: 206-76).

Bu yaklaşımın karşılaştığı iki ana zorluk vardır. İlki, birleştirici unsur olarak devletin doğasını açıklayamaması ve/veya devletin bu işlevini gerçekleştirmek için kullandığı araçları tanımlayamamasıdır. Bu yüzden devlet, işlevsel terimler itibariyle tanımlanır ve birliğe katkıda bulunan tüm kurumları kapsar (özellikle bkz., Poulantzas 1968:44-50). Devletin sınıfsal doğasını bu şekilde izah etmek mümkün değildir. Aslında, devletin tarafsız bir arabulucu olarak hareket etmek suretiyle sınıf çatışmasını ‘uzlaştırabileceği’ fikriyle en sık ilişkilendirilen de devrimci çıkarsamalara yol açmaktan uzak olan bu yaklaşımdır. İkincisi ise, birleşme mekanizması ve bunun kısıtlılıkları belirlenemedikçe devrimci krizlerin ortaya çıkışını ve bir tarihsel dönemden diğerine geçişi açıklamanın zorlaşmasıdır. Bu anlamda, bu yaklaşım türü o kadar açık bir şekilde yetersizdir ki diğer perspektiflerle tamamlanması ve desteklenmesi gerekmektedir.

4-) Devlet aynı zamanda bir sınıfsal egemenlik aygıtı olarak da görülür. Bu en yaygın benimsenen yaklaşımdır ve özellikle Marksizm-Leninizm yorumlarında açıkça karşımıza çıkar. Bu yaklaşımdaki temel bir sorun bir aygıt olarak devletin tarafsız olduğunu ve herhangi bir sınıf ya da toplumsal güç tarafından eşit kolaylık ve eşit etkililikle kullanılabileceğini varsayma eğilimidir. Ayrıca bu yaklaşım, ekonomik olarak hakim sınıfın fiili olarak devlet aygıtındaki kilit pozisyonlarda yer almadığı durumlarda da zorluklarla karşılaşır (Marx’ın, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde toprak aristokrasisinin sermaye adına yönetmesi örneğinde aktardığı gibi). Aynı sorun, devlet, sınıf mücadelesindeki aşağı yukarı geçici bir denge durumuna bağlı olarak hakim sınıftan önemli ölçüde bir bağımsızlık elde ettiğinde de ortaya çıkar. Bu durumun, mutlakiyetçi devletler olan Luis Bonaparte hükümdarlığındaki İkinci Fransız İmparatorluğu ve Bismarck hükümdarlığındaki Alman Reich’ında da ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Her iki durumda da devletin, hakim sınıf, devlet üzerinde doğrudan denetim sahibi olmadığında dahi nasıl bir sınıf hakimiyeti aygıtı olarak kaldığı açıklanamaz. Aynı sorunlar devrimci durumlardaki ‘çifte iktidar’ üzerine çalışmalarda ve farklı üretim biçimleri arasındaki geçişlerin tahlil edilmesinde de ortaya çıkar.

5-) Klasik Marksist metinlerdeki bir diğer yaklaşım da sosyoloji, antropoloji ve politika bilimleri üzerine ortodoks kurumsal çalışmalardakine benzer. Devlet bir kurumlar kümesi olarak ele alınır ve sınıf karakteri hakkında hiçbir genel varsayımda bulunulmaz. Devlet, (genellikle bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesine dayanan bir üretim biçiminin ortaya çıkması ile tanımlanan) iş bölümünün belirli bir aşamasında gelişen ve yönetim ve/veya baskıda uzmanlaşan memurlar elinde tekelleşen ayrı bir hükümet sisteminin ortaya çıkmasını içeren bir ‘kamu iktidarı’ olarak görülür. Bu tema Engels (1984) ve Lenin’de (1917) açıkça görülür. Yukarıda gözden geçirilen yaklaşımlara itirazlar barındırabilecek olmakla birlikte bunların özgül durumlardaki yeterlilikleri sorusunu açık bırakır. Devletin işlevleri, etkileri ve sınıf doğasının a priori olarak belirlenemeyeceğini, kurumsal yapısı ile çeşitli koşullardaki sınıf mücadelesi arasında gelişen ilişkilere bağlı olduğunu ima eder. Bununla birlikte bu tür konjonktürel tahlillerin bulunmadığı durumlarda kurumsal yaklaşım, devletin doğasını sadece daha ilkel formülasyonlara geri dönmek suretiyle tesis edebilir. Bu yüzden epifenomenalizm (kurumlar ekonomik temelin yansımasıdır) ve/veya enstrümentalizm (kurumlar sermayenin denetimindedir) ile ilişkilendirilme eğilimindedir. Üstelik kurumsal yaklaşım, somut tahlillerle ilişkilendirildiğinde dahi, ne meydana geldiğini açıklamadan sadece tanımsal izahatlara yol açabilir.

6-) Bu bağlamda altıncı yaklaşım özellikle konumuzla ilgilidir. Devleti, sınıf mücadelesi üzerinde özgül etkilere sahip olan bir politik hakimiyet sistemi olarak inceler. Bu yüzden, enstrümentalist yaklaşım ‘kimin yönettiği’ sorusuna odaklanırken bu yaklaşım, dikkatleri politik temsil ve devlet müdahalesi biçimlerine kaydırır. Bunları, sınıfsal kuvvetler arasında verili bir sınıf ya da sınıf kesiminin lehine bir denge durumunu garanti etmek açısından aşağı yukarı yeterli görmektedir. Lenin’in açıklamalarında demokratik cumhuriyetin kapitalizm için en iyi politik kılıf olduğu ve bu devlet biçimi bir kez kurulduktan sonra hiçbir kişi, kurum ya da parti değişiminin sermayenin egemenliğini sarsamayacağı gösterilmektedir (Lenin 1917: 296; ayrıca bkz. Marx ve Engels 1975: 350). Ve bu, işçi sınıfının politik hakimiyet modeli olarak Paris Komünü tartışmalarında da merkezi bir yere sahiptir (özellikle bkz. Marx 1974; Lenin 1917). Bu yaklaşım, devletin kurumsal tanımlaması ile birlikte kullanıldığında en verimli halini almaktadır. Yukarıda gözden geçirilen diğer yaklaşımlarla ilgili zorlukları bertaraf etse de hala geliştirilmesi ve somut bir kurumlar tahlili ile desteklenmesi gerekir. Aksi taktirde kapitalist bir toplumdaki devletin zorunlu olarak sermaye lehine hareket ettiğine dair teorik garantiler tesis etme doğrultusunda karmaşık bir çaba haline gelme eğilimindedir. Bu yüzden devletin iç örgütlenmesinin, sermayenin yeniden üretimi yönünde işlemesini garanti edeceğini öne sürenlerin (örneğin Offe 1974) aksine devlet iktidarının duruma bağlı olarak aşağı yukarı kapitalist olabileceğinde ısrar etmek hayati öneme sahiptir.

Bundan dolayı Marksist klasiklerin hiçbir yerinde iyi formüle edilmiş, tutarlı ve destekli bir teorik devlet analizi bulamayız. Burada, ne bir dizi zekice tarihsel genellemeler ve politik kavrayışlar sundukları ne de daha titiz tahlillere temel teşkil ettikleri inkar edilmektedir. Özellikle politik hakimiyet perspektifi (altıncı yaklaşım) devlet ve devlet iktidarı üzerinde çalışmak için yeterli bir başlangıç noktası sunar. Ancak yenilenen tartışmaların büyük bir kısmı hala diğer yaklaşımların sınırlılıklarını yansıtır ve politik hakimiyetin doğasına ilişkin bu yaklaşımı geliştirmekte başarısızdır. Bu birçok şekilde kendini ortaya koyar. Devlet bugün nadiren, gerçek hiçbir etkisi olmayan basit bir epifenomen olarak ele alınsa da, biçimleri ve etkileri çoğunlukla yalnızca ekonominin ‘ihtiyaçları’ itibariyle açıklanmaktadır. Alternatif olarak, devlet ekonomiye sadece sınıf mücadelesindeki bir aygıt olarak bağlı olabilir. Her iki yaklaşımın da ekonomik temel hakkındaki farklı görüşlerle ilişkisi olduğu görülebilir. Üstelik yakın tarihteki bazı çalışmalar büyük oranda sermaye ile emek arasındaki politik mücadeleye odaklanır ve bu nedenle ekonomik sorunlarla, sadece politik unsurlar tarafından etkilendikleri ölçüde ilgilenir. Burada bu çeşitli ekonomik ve politik yaklaşımların yanlış oldukları değil, sadece, devlet teorisine katkılarının yanı sıra kısıtlılıklarının da değerlendirilebileceği iddia edilmektedir. Bu iki görünüm, Ralph Miliband ve Nicos Poulantzas’ın erken dönem çalışmaları, Yeni-Ricardo’cu teorisyenlerin görüşleri ve ‘tekelci devlet kapitalizmi’ çalışmaları değerlendirilerek gösterilebilir.

Bazı klasik temalarda değişimler

Hem Miliband hem de Poulantzas (devlet üzerine erken dönemdeki çalışmalarında) ekonomik zorunluluklar ve sermaye birikiminin gereklerinden bahsetmeden politik ve ideolojik mücadelelere odaklanır. Bu onların polemiğe dönük kaygılarını yansıtır. Miliband, ekonomik ve politik seçkinlerin toplumsal geri planı, kişisel bağları ve paylaştıkları değerler ve gelir ile refah dağılımı gibi konulardaki hükümet politikasının etkileri hakkındaki ‘olgular’ vasıtasıyla liberal demokrasi teorisyenlerine karşı durmakla ilgilenmektedir. Ayrıca egemen sınıfın ideolojisi dahilinde toplumsallaşmanın, politik iktidar ve toplumsal düzenin önemli bir kaynağı olduğunu da öne sürer (Miliband 1968). Temel kaygısı liberal çoğulculuğun çarpıtmalarını ve şaşırtmacalarını açığa çıkarmak olduğu için Miliband, Marksist devlet tahlilini ilerletmez. Aslında politikayı, ekonomik güçlerle karmaşık eklemlenmesinden ayırarak tartışmak yönündeki liberal eğilimi yeniden üretir. Bunları ilişkilendirdiği durumlarda ise bunu sadece kişiler arası bağlantılar vasıtasıyla yapar; kurumsal düzeydeki ortak varsayımlarını ve birbirlerine bağımlılıklarını görmezden gelir. Bu yüzden Miliband, kapitalist toplumdaki devletin gerçek doğasını ve sermaye açısından avantajlarının yanı sıra ayrılmaz bir parçası olan kısıtlılıklarını tespit etmekte başarısız olur.

Poulantzas liberal demokratik teoriyi çürütmekle, ‘tekelci devlet kapitalizmi’ne ilişkin geleneksel Komünist ortodoks yaklaşımı eleştirmekle olduğundan daha az ilgilidir. Bu yüzden, modern devletin artık tekelci sermayenin esnek bir aracından başka bir şey olmadığı argümanının aksine, her türden enstrümentalizmi reddeder ve devletin karmaşık bir toplumsal ilişki olduğunda ısrar eder. Bu tür bir devlet tanımının iki anlamı var gibi görünmektedir. İlki, sınıfların, devletin dışında ve devletten bağımsız olarak varolup pasif bir aygıt veya araç olarak onu yönlendirme yeteneğine sahip olan basit ekonomik güçler olarak görülmemesi gerektiğidir. Çünkü, sınıf ve sınıf kesimlerinin politik etkisi kısmen devletin kurumsal yapısına ve devlet iktidarının etkilerine bağlıdır. İkincisi ise sınıf mücadelesinin medeni toplumla sınırlı olmayıp devlet aygıtının kendisinin kalbinde yeniden üretildiğidir. Ayrıca devletin, toplumsal birliğin korunmasında, sermaye birikiminin engellenmeden sürebilmesini sağlamaya dönük olarak yerine getireceği objektif bir işlevi de olduğunu öne sürer (Poulantzas, 1968: 44-50; 1974:78-81 ve çeşitli yerlerde). Bu yüzden Poulantzas, Miliband’ı, devleti kapitalist toplum içindeki yapısal olarak belirlenmiş rolüyle ilişki içerisinde değil de onu denetleyen bireysel insan özneler itibariyle tahlil etmekle eleştirir (Poulantzas 1969: 67-78).

Maalesef hem Miliband’ın tahlillerine dönük eleştirileri hem de ‘tekelci devlet kapitalizmi’ teorileri makul olmakla birlikte Poulantzas’ın kendisi de kapitalist devlete dair tamamen tatmin edici bir açıklama sunamaz. Devleti birlik unsuru olarak tanımlar ancak bunu iki karşıt şekilde yorumlar. Bazen, yeterli bir birlik koşulunun, bir iktidar bloğunun tekelci sermayenin hegemonyası altında başarılı bir şekilde örgütlenmesi olduğunu öne sürer (Poulantzas 1970: 72-88; Cutler 1971: 5-15). Bu iddia, devlet iktidarının etkili bir şekilde uygulanması üzerindeki temel ekonomik sınırlamaları tamamen görmezden gelir ve devletin tek başına tekelci sektörden ziyade iktidar bloğunun bir aygıtı olduğun ima eder. Bir başka yerde ise Poulantzas, devlet iktidarının etkilerinin, uzun vadede sadece hakim sınıfın çıkarlarına karşılık gelmelerini sağlayacak şekilde zorunlu olarak kapitalizmin hakimiyetiyle kuşatılmış olduğu şeklindeki indirgemeci bakış açısını benimser (özellikle bkz., Poulantzas 1969: 67-78 ve 1967b: 63-83). Bu iddia, devlet aygıtının, objektif işlevleri vasıtasıyla birliği muhafaza etmesi gerektiği için hangi sınıfın kontrolünde olduğunun tamamen konu dışı olduğunu ima eder. Kısacası, her ne kadar kapitalist devletin görece özerkliği ile ilgili iddialarla birlikte anılsa da Poulantzas aslında iki uç konum arasında gidip gelir. Ya devlete ekonomik temelden tamamen bir bağımsızlık tanır ya da devletin herhangi bir bağımsızlığı olduğunu reddeder. Bu pozisyonlardan hiç biri tek başına yeterli değildir ve bir araya geldiklerinde ise Poulantzas’ın tahlilini belirsiz kılar.

Miliband ve Poulantzas’ın politik odağının aksine Yeni-Ricardocular olarak adlandırılan teorisyenler açıkça devletin ekonomik boyutlarıyla ilgilenir. Devletin, sınıflar arasındaki gelir dağılımı üzerindeki etkilerine yoğunlaşır ve onun, ücretlere karşı şirket karlarını muhafaza etmek ve eski haline getirmek için ekonomiye nasıl müdahale ettiğini göstermeye çalışırlar. Devletin bu tür bir müdahalesi, genellikle, sendikalist mücadelelerin ve/veya uluslar arası rekabetin karlılık üzerinde yarattığı baskıya kadar uzanır. Bu tür durumlardaki uygun tepki, kar sıkışmasının özgül biçimine ve sınıfsal güçler dengesine bağlıdır. Sermaye, şirket karlarının en üst seviyeye çıkartılması amacıyla emeği disipline etmek ve ücret maliyetlerini düşürmek için (Boddy ve Crotty 1974, 1975); ve/veya mali değişiklikler, sübvansiyonlar, millileştirme, devalülasyon, reflasyon, ücret denetimi ve sendikal faaliyetler üzerindeki kanuni kısıtlamalar vasıtasıyla geliri özel sektöre yeniden dağıtmak için (Glyn ve Sutcliffe 1972); ve/veya kamu harcamalarından kesintiler vasıtasıyla vergi artışları ve kamu borçlanmalarının ‘toplumsal ücret’ üzerindeki enflasyonist etkilerine karşı durmak için (Gough 1975) genellikle ticari döngüyü yönlendirmeye çalışacaktır. Tam aksine işçi sınıfı ise sermayenin bu tür saldırgan hareketlerine direnmeye çalışacaktır (Boddy ve Crotty 1974: 12) ve ücret mücadelesini ve/veya ‘kesintilere’ karşı mücadeleyi başarılı bir devrimci harekete dönüştürmesi umut edilir (Glyn ve Sutcliffe 1972: 189-216; Gough 1975: 91-2). Ancak sermayenin devlet içindeki ve özellikle ekonomi politikaları üretimi alanındaki hakimiyeti, maruz kalınan şeyin ekonomik krize dönük kapitalist çözüm olduğu anlamına gelir (Boddy ve Crotty 1975).

Bu tür çalışmalar kesinlikle radikal fikirler ima eder ve devlet müdahalesini sermayenin ihtiyaçlarıyla ilişkilendirir. Yeni-Ricardo’cu yaklaşım ise bir üretim biçimi olarak kapitalizmin doğasını ve devletin sınıfsal karakterini ele almada hala kısıtlılıklara sahiptir. Toplumsal üretim ilişkilerinin ve karakteristik kapitalist sömürü biçiminin önemini artı değerin yaratılması ve paylaşılması vasıtasıyla ihmal eder. Bu, emek sürecini tamamen teknik bir şey olarak ele alma ve gelir dağılımını, dolaşım alanı içinde belirlendiği şekliyle emek fiyatıyla ilişkilendirme eğiliminde olduğu anlamına gelir. Bu da, Yeni-Ricardocu tahlillerin merkezine üretim noktasındaki mücadeleden ziyade dağıtıma ilişkin mücadeleleri yerleştirir ve bu durum, devlet müdahalesini gelir dağılımı itibariyle tartışma ve devletin, üretimin yeniden yapılandırılmasındaki temel rolünü ihmal etme eğiliminde kendini gösterir. Bu nedenle bu tür bir tahlil sadece, ücret sınırlandırması ve/veya kamu harcaması kesintilerinin krizleri çözmeye yeterli olduğunu ima etmekle kalmayıp devletin giderek üretime daha fazla dahil olmasının nedenleri, doğası ve kısıtlılıklarına karşı durmada ve bunları açıklamada da başarısız olur. Burada (ister emeğin fiyatı, isterse iş gücünün değeri olarak görülsün) ücretleri belirlemeye dönük mücadelenin önemi inkar edilmemektedir. Yapılan şey, sermaye devresinin sadece bir bölümüne odaklanmanın kapitalist krizler ve devlet müdahalesinin doğasını anlamak için gerekli temelleri kesinlikle sunamayacağında ısrar edilmesidir. Sınırlı ekonomi kavrayışının yanı sıra bu yaklaşım aynı zamanda devlete dair güçsüz bir bakış açısına da sahiptir. Yeni-Ricardocu tahlillerin çoğu, basit bir şekilde devleti, karın en üst seviyeye çıkarılması amacıyla müdahale yeteneğine sahip bir ‘üçüncü kuvvet’ olarak veya yönlendirilmeye uygun bir aygıt olarak ele alır. İlk durumda devletin sermaye lehinde müdahale etmesinin veya müdahale edebilecek olmasının nedenini açıklamak için hiç bir çaba görülmez. İkinci durumda ise tahlil, enstrümantalist teorilerin karşı karşıya olduğu zorluklardan mustariptir. Benzer bir şekilde Gough daha kapsamlı ve karmaşık bir devlet tahlili benimsese ve devletin görece özerkliği üzerinde ısrar etse de bu gerilim büyük oranda retorikle ilgilidir. Pratikte, kurumsal bir devlet tanımını politik mücadeledeki işlevlerine dair bir çalışmayla birleştirir. Bu, teknik bakış açısına dayanan üretim kavramını ve yeni-Ricardo’cu ekonomide görülen dağıtıma dönük mücadele vurgusunu tam anlamıyla tamamlar. Aslında Gough politikayı, vergilendirme etkisine ve kamu harcamalarının sermayeyle emek arasında tahsis edilmesine dönük mücadeleyle sınırlandırıyor gibi görünür. Bu yüzden harcama ‘kesintilerinin’ sermayenin yeniden yapılandırılmasındaki rolünü ihmal eder ve ayrıca sermayenin, devlet aygıtının kendisini yeniden yapılandırmak suretiyle politik hakimiyetini arttırma mücadelesini görmezden gelir. Ancak bu başarısızlık, Yeni-Ricardocular tarafından da paylaşılır.

Emek değer teorisi, değer kanunu ve özelikle kar oranının düşme eğilimi kanununa dayanan argümanların kapitalist devlete dair tatmin edici bir izahat oluşturma çabalarındaki gerçek önemi üretim sürecindeki devlet müdahalesiyle bağlantılıdır. Ancak, Marksist sermaye birikimi tahlillerinde daha önemli bir rol oynamalarına rağmen bu prensip ve kanunların mantıksal ve ampirik durumu oldukça çelişkilidir. Aslında, ilerledikçe daha açık görüleceği gibi önemlerini ekonomik ve politik tahlillerle ilişkililiklerinde bulan teoriler arasında dahi yorumlamada belirgin tutarsızlıklar bulunur. Bu, özellikle kar oranının düşme eğilimi kanununda belirgin olarak görülür; emek değer teorisi Marksist ekonomilerde ortam zemin teşkil etme eğilimindedir ve değer teorisi genellikle, sermaye birikiminin çeşitli eğilimlerini ve bunların piyasa güçleri vasıtasıyla uzlaştırılmalarını özetleyen, her şeyi kapsayan bir prensip olarak iş görür. Kar oranının düşme eğilimi daha çelişkilidir ve kapitalizmin somut gelişimine dair belirsiz imaları nedeniyle olduğu kadar soyut teorik temellerde de saldırıya uğrar. Bu sözde kuralın geçerliliği kabul edilse dahi sadece eğilimseldir ve ayrıca önemli karşı eğilimlere maruz kalır (Marx 1867: 211-66; Fine ve Harris 1976). Bununla birlikte, mevcut bağlamda bu özel kanunu kabul etmek veya reddetmek zorunlu değildir çünkü sadece kapitalist toplumdaki devlet tahlillerinde işe koşulma yöntemlerini araştırmakla ilgileniyoruz.

Kapitalizmin hareket kanunları ‘tekelci devlet kapitalizmi’ teorilerinde merkezi bir yer işgal eder. Bu teoriler farklı biçimler almakla birlikte kapitalizmin dönemselleştirilmesi ve son aşamasının doğası ile ilgili belirli varsayımları paylaşırlar. Bu yüzden devletin sanayi ve ticareti işlerine müdahale etmediği (laissez-faire) kapitalizm dönemindeki rekabet sürecinin kaçınılmaz olarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine ve böylece, tekellerin tüm ekonomiyi hakimiyetleri altına aldığı yeni bir aşamaya yol açtığı öne sürülür. Üstelik, bir önceki libreal rekabet aşamasının belirgin özelliği piyasa kuvvetlerinin kendi kendini düzenlemesi ve üretici güçlerin ileriye doğru kendi kendine gelişmesi iken tekelci kapitalizm aşaması, kar oranının artan düşme eğilimi ve buna bağlı olarak üretimin daralması ile şekillenir. Bu eğilimin dengelenmesi ve bu anlamda sermaye birikiminin dinamizminin muhafaza edilmesi ekonomide her zamankinden daha geniş bir devlet müdahalesini gerektirir (Cheprakov 1969; Sdobnikov 1971; Afanasyev 1974; Boccara et al., 1976; CPGB 1977). Bu tür bir müdahale birçok biçime bürünür. Bunlar arasında temel sanayi kollarının millileştirilmesi, önemli hizmetlerde devlet desteği, krediler ve para üzerinde merkezi denetim, yatırım için devlet yardımı, metalar için geniş bir devlet pazarının yaratılması, ileri teknolojiler alanında devlet destekli araştırma ve geliştirme çalışmaları, ücretler üzerinde devlet denetimi, ekonominin devlet tarafından programlanması ve uluslar arası ekonomik kurumların yaratılması yer almaktadır (Boccara et al., 1971; Afanasyev 1974; Politicis and Money 1974-5; Menshikov 1975: 137-83 ve 265-9; Nikolayev 1975: 71-92). Bu tür bir müdahalenin büyümesiyle birlikte tekelci kapitalizm ‘tekelci devlet kapitalizmi’ne dönüşür. Bunun kapitalizmin son aşaması olduğu iddia edilir ve devletin devasa iriliği, bu aşamayı şekillendiren kapitalizmin genel krizine dayandırılır.

Bu ölçekte ve bu etkilere sahip bir devlet müdahalesinin mümkün olduğu söylenir çünkü devlet, hakim tekellerin aygıtı haline gelmiştir. Marx ve Engels, politik idarecileri sadece ‘tüm burjuvazinin ortak işlerini yönetmek için bir komite’ olarak ele alırken (Marx ve Engels 1848: 69) bu okulun teorisyenleri devlet ve tekellerin sadece tekelci sermaye lehine hareket eden tek bir mekanizma halinde ‘kaynaştığını’ öne sürer (Afanasyev 1974: 198-200). Bu, devlet personelinin sınıfsal geri planı ve sınıfsal ilişkilerinde, devlet politikasının belirlenmesi ve uygulanmasında ve eğitim sistemi ile kitle iletişim araçları üzerindeki tekelci sermaye hakimiyetinde görülebilir (Aaronovitch 1956; Gollan 1956; Harvey ve Hood 1958; CPGB 1977). Tekellerin ve ulus devletin iç içe geçmesi küçük ve orta ölçekli sermayenin politik iktidardan mahrum bırakıldığı ve bunun yanı sıra büyük sermayenin üstün ekonomik gücü tarafından tehdit edildiği anlamına gelir. Bu da kapitalizmin alaşağı edilmesinde proletaryayla belirli ortak çıkarlara sahip olduklarını iddia eder. Bu yüzden ‘tekelci devlet kapitalizmi’ teorisi çoğunlukla, anti-tekelci bir halk cephesinin politik programıyla ilişkilendirilir. Bu cephe, küçük ve orta ölçekli sermayeyi ve aynı zamanda küçük burjuvazi ile işçi sınıfını kucaklayabilir ve devlet aygıtını kendi adına kullanmak için ele geçirmeye çalışabilir (CPGB 1977).

Bu yaklaşım ilginç olmakla birlikte tutarsızdır. Devleti ekonomik temelin bir epifenomenine indirger ve aynı zamanda bu tabanı dönüştürmek için bu devleti kullanmanın mümkün olduğunu iddia eder. Kapitalist devletin doğasını sermaye birikiminin dahili eğilimlerinden türetir ve ayrıca politik sınıf mücadelesini sosyalizmi kurma yeteneğiyle donatır. Bu yüzden ekonominin liberal kapitalizm döneminde kendi kendine genişlemesinin yanında kendi kendine yeten bir varoluşa sahip olduğu düşünülmektedir; bu etkisiz ve hatta tarafsız bir devletin varolduğunu ima eder. Tekelci kapitalizm döneminde ise krizlerle hareket eden ve kendi kendini yok eden bir yapı olarak görülür; bu da daralmanın üstesinden gelip karları korumak için müdahaleci bir devlet yapısına ihtiyaç duyulduğunu ima eder. Devlet ve devlet müdahalesi biçimlerini kapitalizmin farklı durumlardaki ihtiyaçları ve sermayenin ekonomik hakimiyeti dışındaki bakış açılarıyla açıklamaya dönük çok az bir çaba görülür. Ancak, tekeller tarafından benimsenen müdahale biçimlerinin bizzat kendileri sosyalizme geçişte halk güçleri tarafından kullanılabilir. Bu, devlet ve tekellerin ‘tek bir mekanizma’ halinde kaynaştığı iddiasıyla uyuşmayan enstrümentalist bir argümandır. Ve bu tutarsızlıktan, devletin ekonomiye müdahalesine dönük objektif gereksinimlerin sürekli olarak genişlemesi ile tekelci sermayenin hakimiyetinden kaynaklı olarak müdahalenin sınırlılıkları arasındaki temel çelişkiyi yansıttığını öne sürerek kaçınılamaz. Çünkü bu, devletin doğasını ve kapitalist formasyonlardan sosyalist formasyonlara geçişin doğasını hala karanlıkta bırakır. Kısacası, ‘tekelci devlet kapitalizmi’ teorisi devlet müdahalesinin kapitalist üretimin yeniden örgütlenmesindeki rolünü vurgulasa da bu rolün ve politik eylem açısından ima ettiklerinin tutarsız bir izahatı ile ilişkilidir.

Şu ana kadar ele alınan bakış açıları oldukça farklı varsayımlar ve açıklama prensipleri içermekle birlikte ortak bir temaya sahiptirler. Kapitalist devletin sınıfsal doğasının, tamamen devletin kendisine dışsal unsurlara bağlı olduğunu varsayarlar. Bu yüzden Miliband’a göre bir devlet sadece burjuvazinin temsilcileri ve savunucuları tarafından kontrol edildiği ölçüde kapitalisttir. Benzer görüşler birçok Yeni-Ricardocu çalışmada ve ‘tekelci devlet kapitalizmi’ çalışmasında da ortaya çıkar. Poulantzas için, devletin sınıfsal doğasını garanti eden kapitalizmin hakimiyetindeki bir toplumsal formasyonun içine sokulmasıdır. Bu Poulantzas’ın işlevselci devlet bakış açısından kaynaklanır çünkü, kapitalizm hakimiyetindeki bir toplumun birliği olduğu için bu tür bir devlet zorunlu olarak yeniden üretim doğrultusunda çalışır. Son olarak, bazı teorilerde devlet biçimlerinin konuyla ilgisi olmadığını çünkü ekonominin daima son kertede belirleyen olduğunu öne sürmeye dönük konumuzla ilişkili bir eğilim de vardır. Bu bakış açısı en açık şekliyle ‘tekelci devlet kapitalizmi’ teorilerinin determinist versiyonlarında görülür. Bu yüzden tüm bu yaklaşımlar devletin kurumsal yapısının, tekelci sermaye, genel olarak sermaye veya sermayenin hakimiyetindeki bir iktidar bloğu tarafından yönlendirilmesi koşuluyla konu dışı olduğunu ya da kapitalist olmayan hiçbir kuvvetin aygıtı haline gelmemesini sağlayan kati ekonomik sınırlamalara sahip olduğunu ima eder (Offe 1974: 31-6). Bu da bu yaklaşımların, devletin, biçimleri farklı koşullar altında sermaye birikiminin çeşitli gereksinimlerini garanti altına almaya aşağı yukarı yetebilecek bir politik hakimiyet sistemi olduğunu görmezden geldiği anlamına gelir.

İdeal kolektif kapitalist olarak devlet

Kökeni Batı Berlin’de olan (ancak burayla sınırlı kalmayan) ‘sermaye mantığı’ olarak anılan okuldaki bazı Marksistlerin çalışmaları bu bağlamda özellikle önemlidir. Bunlar, kapitalist devletin genel biçimini ve aynı zamanda temel işlevlerini katıksız kapitalist üretim biçiminden ve onun varoluş koşullarından türetirler. En genel soyutlama düzeyinde, burjuva toplumsal formasyonların devlet ve medeni toplum karakteristiğini ayırmanın genelleştirilmiş meta üretiminin doğasından kaynaklandığını iddia ederler. Böyle bir ayrım kapitalist üretim altında sadece mümkün değil (çünkü artık emek ekonomi üstü bir zorlamadan ziyade piyasada resmi serbest mübadele üzerinden gerçekleşen artı değer biçiminde tahsis edilir) aynı zamanda zorunludur da çünkü, belirli bir rakip sermayenin garanti altına almasının bir bütün olarak uygun olmadığı veya imkansız olduğu sermaye birikiminin önkoşullarını piyasa güçlerinin hemen altında yer almayan bir kurumun sağlaması gereklidir. Bu yüzden fiili bir kapitalist değil de sermayenin ortak ihtiyaçlarına tekabül eden ayrı bir politik kurum olduğu ölçüde devlet, ideal bir kolektif kapitalisttir (Altvater 1973). Kapitalist devlet ve devlet müdahalesinin doğası bu okulda çeşitli şekillerde türetilmiştir. Gerçekleşmesi devlete isnat edilen kapitalizmin varoluşuna dönük en soyut genel koşullar, metaların üretim ve değişimini ve sermaye birikimini kolaylaştırmak için zorunlu olan hukuki ve parasal sistemlerdir. Bu yüzden burjuva hukuku, (iş gücü de dahil olmak üzere) metalar üzerinde devredilebilir haklara sahip resmi olarak eşit özneler yaratılmasını ve aynı zamanda bu hakları kararlaştırma ve uygulama yeteneğine sahip hukuki aygıtların geliştirilmesini içerir. Devlet aynı zamanda değişimi kolaylaştıran ve rasyonel ekonomik hesaplamalara olanak tanıyan bir para sistemi de kurmalıdır (Blanke et al., 1974: 75-96). Devletin ücretli emeğin yeniden üretimini, piyasa kuvvetlerince yapılamadığı ölçüye kadar garanti etmesi ve emek sürecinde sermayeye bağlılığını sağlaması gereklidir. Bu gereklilik fabrika yönetmeliği, sendikal faaliyetlerin denetimi, eğitim ve toplumsal refah gibi alanlarda müdahaleye yol açar (Altvater 1973; Mueller ve Neusuess 1975).

Uygun hukuk, para, emek gücü ve emek disiplini biçimlerinin zorunluluğu özel, rakip sermayelerin varoluşu dikkate alınmaksızın genel olarak sermaye üzerinde düşünülerek tesis edilmiştir (Rosdolsky 1974: 64-7). Ancak sermaye mantığı okulu sermaye birikiminde, rekabetin doğası ve etkilerinden kaynaklı sorunlarla da ilgilenir. Bu, her bir münferit sermayeyi en azından ortalama kar oranını hayata geçirmeye zorlar ve devletin, sermaye birikimi açısından zorunlu olan ancak özel sektörde üretimi karlı olmayan kullanım değerlerinin tedarik edilmesini de garanti etmesi gerekeceği anlamına gelir. Bu millileştirmeyi ya da bir tür devlet sübvansiyonunu içerebilir. Ayrıca devlet, ‘kamu yararı’ biçimini alan ve/veya üretimi, ‘doğal bir tekeli’ içeren kullanım değerlerinin tedarik edilmesini de garanti etmelidir (Altvater 1973). Son olarak toplam toplumsal sermaye aynı zamanda farklı ulusal sermayelere bölündüğü için devlet, kendi özel ulusal sermayesinin çıkarlarını desteklemeli ve dünya ölçeğinde sürekli sermaye birikimi için zorunlu koşulları garanti etmek amacıyla diğer devletlerle işbirliği yapmalıdır (Altvater 1973).

Artık, bu genel politik ve ekonomik koşullar bir üretim biçimi olarak kapitalizmin kendi doğasında yer almakla birlikte bunların karşılanma kapsamı ve tarzında net bir değişiklik imkanı vardır. Bunun sınıf mücadelesine ve sermaye birikiminin tarihsel eğilimlerine bağlı olduğu iddia edilir. Burada kar oranının düşme eğilimi özellikle önemlidir çünkü sermayenin yeniden yapılandırılması ve emek sürecinin yeniden örgütlendirilmesi vasıtasıyla karşı eğilimleri harekete geçirmek için politik müdahale gerektirir. Bu yüzden sadece, devletin kapitalizm için gerekli olduğu (ve bu nedenle sınıf mücadelesinde tarafsız olamayacağı) değil, müdahalesinin miktarı ve kapsamının da sermaye birikimi sürecinin dereceli gelişmesiyle aynı oranda (Pari Passu) artma eğiliminde olduğu iddia edilir (Altvater 1973; Yaffe 1973).

‘Sermaye mantığı’ okulu devlete dönük bu bakış açısını, kapitalizmin hareket kanunlarına sürekli bağlılığını göz önünde bulundurarak ideal kolektif kapitalist olarak niteler. Devlet, talebi muhafaza etmek ve üretimi yeniden örgütlemek için giderek daha fazla müdahale ederken ne piyasa kuvvetlerini aşabilir ne de kar oranındaki eğilimsel düşüşü ortadan kaldırabilir. En iyi ihtimalle bu kuvvetlerin kendilerini ortaya koyduğu biçimleri değiştirebilir ve düşen karlılığa karşı eğilimleri harekete geçirebilir. Bu bağlamda kapitalist devletin gücü zorunlu olarak sınırlıdır çünkü özel sermayenin alacağı kararları doğrudan belirleyemez. Devlet müdahalesi daima, piyasa kuvvetlerinin işleyişini ve üretimin özel sektördeki örgütlenmesini etkileyen parasal ve hukuki koşullar vasıtasıyla dolaylı olarak gerçekleşir. Bununla birlikte bu sınırlar dahilinde özel sermaye kendi ekonomik davranış tarzını belirlemekte özgürdür (Blanke et al., 1976: 92-6). Bu kısıtlama sermaye birikiminin doğasındaki çelişkilerle güçlenir. Bu literatürde sık sık alıntılanan iki örnek, istihdam politikası ve devlet destekli endüstriyel yeniden örgütlenmedir. Bu yüzden tam istihdam talebini muhafaza etmeye dönük Keynesçi devlet müdahalesinin hızla artan enflasyon pahasına gerçekleştiği düşünülür. Bu, bu tür politikaların er ya da geç terk edilmesi gerektiği ve sonucunun ise ağır buhran ve toplu işsizlik olduğu anlamına gelir. Devlet bu ikilemden kurtulacaksa, ekonomik krizlerin tasfiye etme (purgative) işlevini sermayenin devlet desteğinde yeniden yapılandırılması ile değiştirmelidir. Ancak bu tür politikaların kesin bedelleri vardır. Devlet harcamalarının artmasını gerektirirler, emeğin meta üretiminden uzaklaştırılmasını içerirler, ‘mali devlet krizleri’ yaratırlar, ekonomik sınıf mücadelesinin genel olarak politikleşmesine yol açarlar ve benzeri (Altvater 1973; Yaffe 1973; Bullock ve Yaffe 1975). Bu nedenle kapitalist devlet kapitalist üretim biçimi içinde sıkışıp kalmıştır ve onun çelişki ve krizlerinden kaçamaz.

Bu özel okulun argümanları, devletin sermaye tarafından kurulmuş ve denetlenen, yalnızca politik bir aygıt olarak kavranamayacağını gösterdiği için temel bir teorik ilerlemeyi temsil eder. Bu okulun savunucuları kapitalist devletin sermayenin toplumsal yeniden üretiminde temel bir unsur – ayrı ayrı sermayeler arasındaki ekonomik rekabet gücünü tamamlayan politik bir kuvvet olduğunu ve sermaye tarafından garanti edilmeyen dahili zorunlulukları garanti ettiğini düşünür. Bu, diğer şeylerin yanında devletin, özellikle ayrı ayrı sermayeler veya sermaye kesimleri genel olarak sermayenin çıkarlarını tehdit ettiğinde işçi sınıfının yanı sıra sermayeye de müdahale etmesini gerektirir. Bu tür bir işlem devleti sermayenin basit bir aygıtı olarak görme hatasını ortaya koyar. Bu çalışmalar devletin kapitalist sistemin temel çelişkilerinin üstesinden gelmek ve aslında, mevcut devlet aygıtının ustaca yönlendirilmesi suretiyle sosyalizme aşamalı, barışçıl bir şekilde geçilmesini gerçekleştirmek için kullanılabileceği yönündeki reformist argümanın temelsizliğini açığa çıkardığını iddia eder. Devletin, toplam sermaye birikimi sürecinde kesinlikle temel bir unsur (her ne kadar görece özerk olsa da) olduğu için zorunlu olarak bu temel çelişkileri, hiçbir zaman ortadan kaldırmadan yansıttığını ve yeniden ürettiğini öne sürerler.

Ayrıca bu tahlillerde, kökleri temel yaklaşımın derinlerine inen ciddi zorluklar vardır. Kapitalist devletin doğasını saf haliyle kapitalist üretim biçiminden türetme çabasında ‘sermaye mantıkçıları’ yukarıda daha karmaşık bir şekilde tanımlanmış olan indirgemeci hataya katılırlar. Basit indirgemecilik politikayı ekonomik temelin sadece bir epifenomeni olarak ele alıp temel üzerinde herhangi bir karşılıklı etkisi olduğunu reddederken bu yaklaşım, biçimi ve etkileri ekonomik düzeyde belirlenen bir politik düzeyin zorunluluğunu benimser. Onlar olmadan kapitalizmin de imkansız olacağı belirli genel koşulları garanti etmek için teorik olarak ‘ideal kolektif kapitalistin’ oluşturulabileceğini; ve bunun daha sonra birikimin politik ve ekonomik veçheleri arasında özel bir ayrılık biçimi varsaydığını gösterir. ‘Sermaye mantıkçıları’ bu çerçeve içinde kaldıkları sürece ne kapitalist devletin kökenlerini açıklayabilir ne de onun ideal kolektif bir kapitalistmiş gibi işleyebilmesini izah edebilir. Her iki durumda da kapitalist toplumda meydana gelen her şeyin zorunlu olarak sermaye birikiminin ihtiyaçlarına tekabül ettiği yönündeki yetersiz argümana geri dönerler. Üstelik, bu karmaşık indirgemecilik biçiminden, devlet müdahalesinin arkasındaki itici güç olarak krizler ve sınıf mücadelelerine ad hoc göndermelerle açık bir şekilde kaçınıldığında dahi bunlar, hala tamamen ekonomik terimlerle düşünülmektedir ve daima son tahlilde sermayenin çıkarlarının gerçekleştiği varsayılır (bakınız özellikle Mueller ve Neusuess 1975).

Daha yakın tarihlerde ise ‘sermaye mantığı’ yaklaşımının sadece, devletin olası biçimlerini gösterebileceği ve içinde değişiklikler meydana gelebilecek geniş sınırları esas olarak sermaye birikimi sürecini tehdit etmeden belirleyebileceği kabul edilmiştir. Ancak ‘sermayenin ihtiyaçları’nın daha gelişmiş bir teorinin referans noktası haline gelmek yerine tek açıklama prensibi olmaya devam etmesi şeklindeki zorluk hala varlığını korur. Bu ihtiyaçların karşılandığı koşullara dönük bir açıklama için çok az çaba gösterilmekte veya hiç çaba gösterilmemektedir. Bu yüzden sınıf mücadelelerini ve ekonomik olmayan değişkenleri de dahil etme yolundaki çeşitli çabalara rağmen bu okulun, tarihi, sermayenin mantıksal olarak kendini gerçekleştirmesinin bir etkisine indirgediği olgusu doğruluğunu korur (Gerstenberger 1976a, b; Laclau 1977: 7-12).

Tarihsel özgüllüğü ve sınıf mücadelesini dahil etme çabası

‘Sermaye mantığı’ yaklaşımının karşılaştığı zorluklara tepki olarak bu defa, merkezi Frankfurt’ta olan daha yakın tarihli bir Marksist okul, kapitalist devlet çalışmasına daha yüksek düzeyde bir özgüllük ve sınıf mücadelesinin rolüne dair daha keskin bir bilinç katmayı denemiştir. Bu yüzden, her ne kadar kapitalizmin belirli ön koşullarını garanti etmek için ayrı bir politik kuruma duyulan ihtiyaçla ilgili temel argümanları kabul etseler de ücretli emekle antagonist ilişkilerinden yalıtılmış olarak değerlendirilen rakip sermayelerin ihtiyaçlarına yapılan vurguyu reddederler. Kapitalist devletin sadece, emek sürecinin örgütlenmesi ve artı değerin paylaşılması yoluyla sınıf mücadelesindeki değişen işlevleri temelinde anlaşılabileceğinde ısrar ederler. Ayrıca rakip sermayelerin mantıksal uzantılarından ziyade bu mücadelenin tarihsel gelişimine yoğunlaştıkları için devlet müdahalesindeki çelişkileri daha iyi tahlil etme imkanına sahiptirler (von Braunmühl et al., 1973; Hirsch 1974; Gestenberger 1975; Holloway ve Picciotto 1977).

Bu yaklaşım modern müdahaleci devletin, Avrupa’daki mutlakiyetçi kökenlerinden başlayan genel gelişimine dair ortaya koyduğu tahliller vasıtasıyla gösterilebilir. Bu bağlamda, ilk mücadeleler uluslar arası ticaretin genişletilmesi ve bir ücretli işçi sınıfının yaratılması ile ilgilidir. İlkel sermaye birikimi ve iş gücü, merkantilizm ve ilgili iç politikalar vasıtasıyla bir kez garanti altına alındıktan sonra kapitalist devlet, sermaye birikimine dair en geniş kapsamı sağlamak için sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmeme rolünü (laissez-faire) benimsemelidir. Ancak küstah rekabetin kendi kendini yok etme eğilimini düzenlemek ve sermaye birikimi için zorunlu olan genel koşulları garanti etmek için örneğin, fabrika yönetmelikleri ve krediler üzerinde denetim gibi araçlarla hala müdahale etmesi gereklidir. Üstelik, sermaye birikimi süreci ilerledikçe üretimin toplumsallaşması ve kar oranının düşme eğilimi, sermayenin yeniden yapılandırılması, emek süreci üzerinde kapitalist denetimin yeniden kurulması ve işçi sınıfı üzerinde burjuva hegemonyasının yeniden sağlanması yoluyla karşı eğilimleri harekete geçirmek için giderek artan bir müdahale gerektirir. Sermayenin uluslararasılaşması yeni sorunlar doğurur ve sermayenin toplumsal ilişkilerinin dünya ölçeğinde sermaye birikimi lehine sürekli olarak yeniden örgütlenmesini sağlamak için yeni devlet aygıtı ve devlet müdahalesi biçimlerini gerektirir (Gerstenberger 1976a; Holloway ve Picciotto 1977).

Uygun müdahale biçimleri sermaye birikiminin ilerlemesi ile birlikte değiştiği için uygun temsil ve yasama biçimleri de değişir. Bu yüzden feodalizmden kapitalizme geçiş bağlamında en yeterli devlet biçiminin merkantilist politikalar uygulayan kralcı mutlakiyetçilik olduğu kabul edilir. Bununla birlikte liberal kapitalizm döneminde bu, burjuva parlamenter demokrasisi halini alır. Bu demokrasi, hakim sınıfın farklı kesimlerinin temsil edilmesi ve tüm kapitalistleri bir devlet memurları bürokrasisi tarafından denetlenen aynı genel kurallara eşit bir şekilde tabi kılan kanunların kabul edilip yürürlüğe girmesi için bir alan sağlar. Hem mutlakiyetçilikten parlamenterizme geçiş hem de parlamentarizm bağlamında oy verme hakkının hakimiyet altındaki sınıflara genişlemesi uzun süreli sınıf mücadelelerini gerektirir. Son olarak, tekelci kapitalizm döneminde devlet biçimi yeniden değişmelidir. Devlet artık, kar oranının düşme eğilimine karşı eğilimleri harekete geçirebilmek için tek tek kapitalistlerle doğrudan ilişkiler kurmalı ve müdahale araçlarının güç ve kapsamını geliştirmelidir. Bu, hukuk düzenine göre kanunlaştırılan ve yürütülen genel yasalardan devlet bürokrasisinin taktirinde olan daha yeni ve daha güçlü ayrımcı müdahale biçimlerine geçilmesini gerektirir. Temel kapitalist çıkarlar idarecilere ve yönetime doğrudan erişim gerektirdiği için bu değişim kendini, parlamentonun önemsizleşen rolünde; bürokrasinin merkezinde duran kapitalistler arasındaki çatışmaların sürekli olarak yeniden üretilmesinde ifade eder. Kısacası birikim ilerledikçe kapitalist devlet giderek artan bir şekilde, zayıf bir parlamento, güçlü bir bürokrasi ve tek tek kapitalistlerle sosyal demokrat sendikaların belirgin katılımı ile şekillenen güçlü bir devlete dönüşme eğilimi sergiler (Mandel 1975, 474-99; Holloway ve Picciotto 1977; 85-97; Picciotto 1977).

Bu yaklaşım kapitalist devlet tahlillerine sadece biraz tarihsel özgüllük kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda sınıf mücadelesinin doğası ve etkileri hakkında bazı önemli fikirler de geliştirmiştir. Bu bakımdan dört ana katkısı vardır. İlk olarak, sermaye birikiminin, sermayenin kendisinin, daima genişleyen bir ölçekte artık değer yaratımı ve tahsisi için zorunlu olan birçok farklı koşulu mücadele üzerinden sürekli olarak garanti etme yeteneğine bağlı olduğu öne sürülür. Diğer şeylerin yanı sıra bu, kapitalizmin hareket yasalarının doğal ve kaçınılmaz olmayıp aslında, sermaye ile emek arasındaki bitmez mücadeledeki güçler dengesi üzerinde gerçekleşmelerine bağlı olduğu anlamına gelir. Bu nedenle krizler değiştirilemez birikim mantığının bir sonucundan ziyade sermayenin, emek üzerindeki hakimiyetini korumakta başarısız olmasının etkisi olarak görülür. İkincisi, sermaye birikiminin, ekonomik aracıların gıyabında meydana gelen plansız ve anarşik bir süreç olduğu iddia edilir. Bu yüzden kapitalizm ve işleyişi genellikle aşağı yukarı çarpıtılmış, fetişleştirilmiş dış görünüşü içinde görülür. Bu da, devlet müdahalesinin nadiren sermayenin fiili ihtiyaçlarına yöneldiği ve genellikle birikimin politik yansımalarına dönük bir tepkiyi yansıttığı anlamına gelir.

Üçüncü olarak, devlet müdahalesi ile sermayenin ihtiyaçları arasında hiçbir zorunlu örtüşme olmadığı için krizler, onu yeniden biçimlendirmede ve yeni hedeflere yönlendirmede önemli bir rol oynarlar. Kapitalizmin dahili ihtiyaçlarının açık seçik hale gelme ihtimalinin en yüksek olduğu zaman kriz anlarıdır. Bu anlamda krizlerin, devlet müdahalesinde dümen mekanizması olarak işlediği söylenebilir. Dördüncüsü ise, krizler çeşitli çelişkili unsurların karmaşık etkileri olduğu ve farklı sınıfları çelişkili şekillerde etkilediği için yorumlanmaları ve çözüme kavuşturulmalarında sürekli bir çatışma olacaktır. Bu da kriz yönetiminin, içeriği politik güçlerin değişen dengesi tarafından belirlenen deneme ve yanılma tepkileri biçimini alacağı anlamına gelir. Üstelik kapitalizm zorunlu olarak çelişkilerle kuşatılmış olduğu için hiçbir ekonomik strateji, birikimin önünde duran ve kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanan engellerin üstesinden gelemez (Gerstenberger 1973; Lindner 1973; Wirth 1975; Hirsch 1976a, b; Holloway ve Picciotto 1976).

Claus Offe’nin son zamanlardaki çalışması da burada anılmalıdır. Farklı varsayımlardan yola çıkmasına rağmen Offe, bu sorunların çoğunda aynı sonuçlara ulaşır. Kapitalist devletin dört temel yapısal özelliği olduğunu öne sürer. Birincisi, kapitalist, üretimin örgütlenmesinin ve özel sermaye paylaşımının dışında tutulur. Bu yüzden birikimi sadece dolaylı olarak etkileyebilir. İkincisi, devlet, kapitalist üretimden ayrıldığı için varlığını koruması ve performansı açık bir şekilde, doğrudan kontrolü dışındaki alanlardan kaynaklanan gelirlere bağlıdır. Üçüncüsü, kapitalizm, ne kendi kendini düzenlediği ne de kendi kendine yeterli olduğu için devletin, birikim için zorunlu koşulları yaratma ve destekleme yetkisi vardır. Ve dördüncüsü, bu belirsiz dışarıda tutulma ve bağımlılık birleşimiyle, karşıya kalındığında devlet, sadece, sermayenin ihtiyaçlarını ulusal çıkarlarla örtüştürebilmesi ve birikimin koşullarını, özel olma karakterine saygı göstererek muhafaza eden tedbirler için halk desteğini garanti altına alması koşuluyla sermaye lehinde işleyebilir (Offe 1975; Offe ve Ronge 1975).

Offe, bu koşulları yeniden üretmek için ihtiyaç duyulan politik mekanizmaların kapitalizmin doğasıyla birlikte değiştiğini iddia etmeye devam eder. Özellikle kapitalist devlet giderek artan bir şekilde, tek tek kapitalistlerin karlı bir biçimde üretemeyeceği özgül girdilerin sağlanmasını garanti altına almaya ve aynı zamanda birikim için gerekli olan genel toplumsal koşulları sağlamaya zorlandığı için mevcut idari sistemin merkezileştirilmesinin yanı sıra ‘planlama’ yapılması ve ‘katılımın’ teşvik edilmesi zorunludur. Ancak üç mekanizmanın üçü de kapitalist yeniden üretim görevi açısından yetersizdir. Bürokratik yönetimin, özgül politikaların önceden tanımlanmış kurallara göre rutin bir şekilde uygulanmasının aksine toplumsal ve ekonomik programların örgütlenmesinde etkisiz olduğu iddia edilir. Planlama etkisizdir çünkü özel kapitalistler bireysel çıkarları her tehdit edildiğinde buna karşı çıkarlar. Ve katılım, devlet aygıtındaki sınıf mücadelesini yoğunlaştırarak kapitalist politikaları uygulamak için gerekli olan güçler dengesini bozmakla tehdit eder. Bu nedenle Offe, bu farklı mekanizmalar arasında sürekli salınımlar olacağı çünkü, devletin sürekli olarak bunların farklı kısıtlamalarıyla karşı karşıya kaldığı sonucunu çıkarır (Offe 1975).

Kısmen ‘sermaye mantığı’ yaklaşımının içerden bir eleştirisinde tanımlandığı için bu okul, teorik ileriliklerini koruyan ve teorik yetersizliklerinden bazılarını çözen kavramlar ve açıklama prensipleri geliştirebilmiştir. Hepsinden öte, sadece, kapitalist devletin sermayenin tüm ihtiyaçlarını aynı anda karşılayabileceğine dair hiçbir garanti olmadığını değil aslında bunu yapmasının mümkün olmadığını da kabul ettirmeye çalışır. Bununla birlikte bu yaklaşımın kısıtlılıklarını açığa çıkaran, tarihsel özgüllük ve sınıf mücadelesine dönük yoğun vurgusudur. Çünkü tarihsel tahlile dönük belirli temek kavramlardan yoksundur ve aşırı derecede kısıtlı bir sınıf mücadelesi bakış açısıyla işler. Kapitalist üretim ilişkileri sadece özgül değişken biçimlerde ve diğer toplumsal ve özel emek biçimleriyle birlikte varolur. Bu, sınıf mücadelelerinin sermaye ve ücretli emek dışındaki sınıflar ve toplumsal güçler tarafından etkilendiği anlamına gelir. Üstelik, her bir özel ekonomik formasyon kendi ayırt edici politik ve ideolojik ilişkilerine ve varoluş koşullarına sahip olduğu için bu tür mücadeleler aynı zamanda, ekonomik sınıfların üstyapıya sokulmasında kullanılan farklı yöntemlerle de şekillenecektir. Sınıf mücadelesinin dönemleştirilmesi ile ilgili sorunlar özellikle geçiş dönemlerinde netleşir ancak tarihsel kapitalist devlet tahlillerinde varlıklarını her zaman korurlar. Bu yüzden, kapitalizm veya gerçekte onun değişken biçimlerine dair ne kadar çok soyut tahlil incelenirse incelensin bu, feodalizmden kapitalizme geçişte feodal soyluluk ile burjuvazi arasında görülen değişken ilişkileri belirlemeye yetmez. Ne de bu, Weimar Almanya’sındaki tekelci sermaye ile ücretli emek arasında meydana gelen sınıf mücadelesinde küçük burjuvazinin üstlendiği rolün belirlenmesine olanak tanır. Yine bu, Kuzey İrlanda’daki dinsel ideolojinin etkilerinin değerlendirilmesine de yardımcı olamaz. Ancak bu sorunlar belirli toplumlardaki devlet iktidarının doğasını ve bunun sermaye birikimi üzerindeki etkilerini anlamak açısından oldukça önemlidir.

Kapitalist devlet ve demokratik halk mücadelesi

Tam da bu noktada Gramsci’nin eseri ve ‘Yeni-Gramsciyan’ okul konumuzla oldukça ilgilidir. Bu teorisyenler politik ve ideolojik hegemonya sorununu araştırmış ve sınıf mücadeleleri tahlillerini büyük oranda ilerletmiş olan ayrıntılı bir dizi kavram ve varsayım geliştirmiştir. Bununla birlikte, bu okul ‘sermaye teorik’ bir yaklaşımdan ziyade ‘sınıfsal teorik’ bir yaklaşım benimsediği için tahlillerinde, devletin kapitalizmin doğasından kaynaklı kısıtlılıkları çoğunlukla küçümsenir yada tamamen görmezden gelinir ve ayrıca politika ile ideolojinin özerkliği abartılır. Bu yüzden iki ‘sermaye teorik’ okulun argümanlarının politik ve teorik hakimiyet tahlilleri ile tamamlanması gerektiğinde, Yeni-Gramsciyan yaklaşımın devlet iktidarı ve ideolojik hegemonya üzerindeki ekonomik kısıtlamalar ışığında değiştirilmesi gereklidir.

Bu inançtaki teorisyenler kapitalist devletin üniter bir burjuva sınıfı tarafından yönlendirilen basit bir aygıt olmadığını vurgular. Bunun yerine devletin, burjuvaziyi birleştirmede ve onun politik ve ideolojik hakimiyetini örgütlemede hayati bir rol oynadığını iddia ederler. Her bir sınıfın, üyelerinin ekonomik sistemdeki ortak konumları temelinde özsel bir birlik amacı taşıdığı yönündeki yaygın Marksist bakış açısının aksine Yeni-Gramsciyan okul birliğin, özel örgütlenme ve temsil biçimlerinin varlığına bağlı olduğunda ısrar eder. Bu nedenle, sermaye birikimi için gerekli koşulların güvenceye alınmasındaki en önemli sorun sınıf pratikleri seviyesinde yer alır. Hakim sınıfın örgütlenmesi ve hakimiyet altındaki sınıfın dağılması ile ilgilenir. Bunun zorunlu olduğu kabul edilir çünkü sermayeler arasındaki rekabet burjuva sınıfının birliğini tehdit eder ve aynı zamanda burjuvazinin sınıf mücadelesine dahil olması işçi sınıfının birliğini de bir tehdit unsuru haline getirir (Poulantzas 1968: 188-9, 256-7). Bu problemin çözümü ideolojik hegemonyanın doğasında ve/veya devlet biçiminde bulunur.

İdeolojik hegemonya, hakim sınıfların veya iktidar bloğunun halk sınıflarına entelektüel ve ahlaki liderliği itibariyle tartışılır (Poulantzas 1968: 130-41, 206-45; 1976a: 134-62; Gramsci 1971; Laclau 1977: 94-111). Bu bağlamda iktidar bloğu, birliği doğrudan çıkarların bir nebze de olsa karşılıklı olarak feda edilmesine ve ortak bir dünya görüşü benimsemelerine bağlı olan hakim sınıfların ve sınıf kesimlerinin oldukça kararlı bir ittifakıdır. İngiliz Egemenleri (Establishment) ve Kuzey İrlanda’daki sendikal blok örnek gösterilebilir. Bu durumda hegemonyanın varolabilmesi için hakim blok hakimiyet altındaki sınıfların(köylülük, şehirli küçük burjuvazi ve işçi sınıfı gibi), toplumsal kategorilerin (ordu, memurlar ve entelektüeller gibi) ve önemli toplumsal güçlerin (sermaye ile ücretli emek arasındaki sınıf mücadelesi üzerinde olumlu etkiler yaratacak şekilde müdahale etme yeteneğine sahip etnik azınlıklar, dinsel hareketler ve benzeri gruplar gibi) desteğini sağlamak zorundadır. Bu tür bir destek basit bir şekilde ‘yanlış bilinçten’ kaynaklanmayıp kökleri, ‘halkın’ belirli çıkarlarının ve isteklerinin hakim sınıf ideolojisine dahil edilmesinde yatar. İktidar bloğunun hegemonyasını muhafaza etme yeteneği ‘demokratik halk’ mücadelelerini, devrimci hareketi güçlendirmeye çalışmaktan ziyade hakim sınıfların ve kesimlerin iktidarını destekleyen bir ideolojiye eklemleme başarısına bağlıdır. Tam aksine işçi sınıfı halk üzerinde kendi karşı hegemonyasını kurup iktidar bloğunu tecrit edecekse ‘demokratik halk’ mücadelelerini, halkla organik ilişkilere sahip politik bir parti tarafından yönlendirilen kitlesel bir hareketle bütünleştirmesi temel bir öneme sahiptir (Laclau 1977:94-111).

Bu okul aynı zamanda devletin özel biçimlerinin burjuva hakimiyeti üzerindeki etkilerini de değerlendirir. Bu yüzden Poulantzas hukuki bir kurum olarak bireysel vatandaşlığın yargılama yetkisine sahip bir özne olarak ulus devletle bağlantılandırılmasının özellikle burada geçerli olduğunu öne sürer. Sınıfsal bağlarından bağımsız olarak toplumun tüm üyelerinin, eşit haklarla donatılmış politik özneler olarak kurulması sadece ekonomik ajanlar olarak resmi eşitliklerini tamamlamakla kalmayıp ayrı ayrı parçalara ayrılmalarını ve bireyleşmelerini de teşvik eder ve politik düzendeki gerçek eşitsizlikleri gizler. Bu anlamda, değişim ilişkileriyle ortaya çıkan meta fetişizmi, liberal politik ve hukuki kurumlarda yansımasını bulur. Tam aksine, bir ulus devletin ortaya çıkışı sadece bir ‘ideal kolektif kapitaliste’ duyulan ihtiyaca tekabül etmekle kalmayıp sınıf aidiyetlerinden bağımsız olarak tüm vatandaşlarının ortak çıkarlarını yansıtan bir ulusal çıkarın veya halk çıkarının var olduğunu da ima eder. Bunun, sınıf antagonizmalarını uzlaştırma ve bu sayede sermayenin egemenliğini kolaylaştırma yeteneğine sahip tarafsız bir devlete duyulan inancı güçlendirdiği iddia edilir (Poulantzas 1968).

Burjuva politik hakimiyetinin özgür seçimler ve güçlü parlamenter kurumlar vasıtasıyla da güçlendirildiği kabul edilir. Seçime dönük rekabetin iktidar bloğunu, sermaye birikimine dönük politikalarını belirlerken hakimiyet altındaki sınıfların çıkarlarını da dikkate almaya teşvik eder. Bu, refah devleti programları ve işçi sınıfı ve halkçı demokratik taleplerle ilgili diğer toplumsal politikalara temel teşkil eder. Ayrıca, açık bir şekilde sınıf mücadelesine ve devrime adanmış partilerin seçimlerden elde edeceği desteği de sınırlandırır çünkü bunlar bölücü (sectional) ve antidemokratik görünecektir. Aynı zamanda özgür seçimler, sınıfsal güçler dengesindeki kaymalara tepki olarak hükümet politikalarının ve yönetimdeki partilerin, bir bütün olarak devlet aygıtının düzgün işleyişini tehdit etmeden değiştirilmesi için bir araç sunar. Bu kurumsal bağlam içinde parlamentonun, kapitalist ve kapitalist olmayan farklı çıkarlar açısından, aksi şekilde davranılmasının etkili bir yönetimi bozacağı veya felce uğratacağı koşullarda ortak politikaları şekillendirmek için önemli bir forum sağladığına da dikkat çekilir. Bu yüzden, ‘istisnai’ olarak anılan kapitalist devlet biçimleri güçlü görünebilir çünkü, doğaları itibariyle diktatöryal veya totaliterdirler, kapitalist toplumda politik yönetim görevi için yetersizdirler. Görünür güçleri, bu toplumlar içindeki değişen krizlere, çatışmalara ve çelişkilere etkili bir şekilde tepki verecek güçten yoksun oldukları anlamına gelen kurumsal yapının kırılganlığını gizler. Tam aksine genel oy hakkı, rakip partiler, kuvvetler ayrılığı ve parlamenter hükümet bir esneme kabiliyeti kazandırdığı için demokratik bir sistemdeki iktidar bloğu, toplumsal birliği muhafaza etmeye ve böylece sürekli sermaye birikimi için gerekli koşulları garanti altına almaya muktedirdir (Poulantzas 1968: 277-307; 1967a: 90-7 ve çeşitli yerlerde; Gamble 1974: 3-10; Jessop 1977).

Şimdi, bu tür argümanların kabul edilmesi halinde kapitalizmin, demokratik olmayan devlet biçimleriyle neden hiçbir zaman ilişkilendirilmediği sorulmalıdır. Bu problemin çözümünü bulmak zor değildir. Yeni-Gramsciyan okul sermaye düzeninin koşulsuz olmayıp sürekli değişen sınıfsal güçler dengesine bağlı olduğunu iddia eder. Sermayenin gücü üretimi yeniden örgütlemek ve sermaye birikimini arttırmak için ekonomik krizlerden faydalanma yeteneğinde ortaya çıkar (Debray 1973: 141-2; Poulantzas 1968: 171n). Bu onun, kesintisiz politik ve ideolojik hakimiyetine dayanır (Nun 1967: 99 ve çeşitli yerlerde). Bununla birlikte kapitalist toplumlardaki ekonomik, politik ve ideolojik düzeyler kurumsal olarak görülür bir şekilde ayrı olmalarına rağmen birbirleriyle yakından ilişkilidirler. Bu yüzden ekonomik krizler zorunlu olarak diğer düzeylerde (ve tersi de geçerlidir), devletin politik bir hakimiyet sistemi olarak yeniden yapılandırılmasının bu ekonomik krizlere çözüm getirilmesinde bir ön koşul olabilmesini sağlayacak yansımalara sahiptir. Bu bağlamda politik temsil ve ideolojik hegemonya krizleri gibi kavramlar özellikle konuyla ilgilidir. Bunlar, kitlelerin burjuvazinin politik ve ideolojik liderliğinden kopmasıyla sonuçlanacak şekilde, politik mücadelenin tesis edilmiş organlar veya temsille ilişkisinin kesilmesine ve hegemonyanın çözülmesine işaret eder.(Poulantzas 1970: 62-5, 71-8 ve çeşitli yerlerde). Bu tür durumlarda burjuva demokratik cumhuriyeti birikim için gerekli koşulları sağlamaya yeterli olabilir. Yeniden oluşturulması veya başka bir devlet biçimiyle değiştirilmesi farklı politik güçler tarafından benimsenen stratejilere ve bunların nispi kuvvetlerine bağlıdır. Ancak, yeni hakimiyet biçimlerinin bu tür koşulları ya da devrim koşullarında farklı bir toplum biçimine başarılı bir geçiş için gerekli koşulları sağlamakta daha yeterli olacağının hiçbir garantisi olamaz.

Yeni-Gramsciyan okulun ayırt edici özelliği sadece saf bir üretim biçimi olarak değerlendirilen kapitalizmi değil özgül kapitalist toplumları tahlil etmek için belirli kavramlar geliştirmiş olmasıdır. Ancak yaptıkları tahlillerin etkisi, sermaye birikiminin doğasında varolan ekonomik sınırlamaların sistematik olarak görmezden gelinmesi ile azalır. Çeşitli sınıf mücadelesi ve demokratik halk mücadelesi biçimlerinin oldukça iyi farkında olmasına rağmen bunları kapitalist üretimin genel kanunları kadar önemsemez. Bu durum, okulun çalışmalarında belirgin bir eşitsizlik ve asimetri yaratır ve farklı yaklaşımları bütünleştirme ihtiyacına işaret eder.

Sonuç notları

Bu inceleme ile devletin Marksist söylem içindeki konumu tespit edilmeye ve kapitalist toplumlarda devlet çalışmalarına dönük çeşitli teorik yaklaşımların yeterliliği değerlendirilmeye çalışılmıştır. Marksist teoriler yaklaşım itibariyle heterojen olmakla birlikte özgül üretim biçimleri, bunların varoluş koşulları ve toplumsal formasyonlar üzerindeki etkilerine dönük ortak bir ilgide birleşirler. Ne ‘genel olarak’ üretim biçimine ne de daha ziyade (a fortiori) ‘genel olarak’ devlete (veya topluma) dair bir teori geliştirmekle ilgilenirler. Ayrıca genel olarak bir kapitalist devlet teorisi geliştirmenin mümkün olup olmadığı da şüphelidir. Kapitalizm ne saf bir biçimde ne de yalıtılmış olarak varolduğu için kapitalist toplumlardaki devletler de zorunlu olarak birbirinden farklı olacaktır.

Yukarıda anılan çalışmaları en iyi bu bağlamda değerlendirebiliriz. Genel etkisi, kapitalist toplumdaki devlet problemini teorik ilerlemeyi bir kez daha olanaklı hale getirecek şekilde yeniden tanımlamak olmuştur. Devleti kapitalist üretim biçimine dışsal bir şey veya özne olarak gören ortodoks yaklaşımları çözmüşlerdir. Bunların yerine, ilgilerini, kapitalist üretim biçiminin toplumsal doğasına ve bunun karmaşık ekonomik, politik ve ideolojik önkoşullarına yoğunlaştırmışlardır. Bu da devlet ve devlet iktidarının, sermaye birikiminde, devletin üretimin örgütlenmesine kapsamlı bir şekilde dahil olduğu durumların yanı sıra tarafsız, sanayi ve ticareti işlerine müdahale etmeyen (laissez-faire) devletle şekillenen açık bir şekilde gerçeğe aykırı durumlarda dahi merkezi bir rol üstlenmesi gerektiği anlamına gelir. Ayrıca, devlet karmaşık bir kurumsal sistem olarak görüldüğü ve sınıfların etkisinin örgütlenme, ittifak, vb. biçimlerine bağlı olduğu kabul edildiği için ham bir enstrümentalist yaklaşım da reddedilmelidir. Önceden mevcut olan sınıfların, devleti, ekonomik bir düzeyde tanımlanan kapitalizm lehine nasıl savunduğu (ya da devletin kendi başına bu şekilde nasıl hareket ettiği) artık bir soru olmaktan çıkmıştır. Bundan böyle bu, farklı toplumlarda ve durumlarda sermaye ilişkisinin genel olarak yeniden üretiminde zorunlu bir unsur olarak devlet iktidarının yeterliliği sorunudur. Ve bu durumda devlet iktidarı, devletin kurumsal sistemi vasıtasıyla uzlaştırılan ve şekillendirilen sınıf mücadelelerinin (ve demokratik halk mücadelelerinin) karmaşık, çelişkili bir etkisi olarak ele alınmalıdır. Kısacası bu çalışmaların etkisi devletin bir politik hakimiyet sistemi olduğu fikrini eski durumuna getirmek ve geliştirmektir.

Ancak bu çalışmaların ilgisi, sadece Marksist teori ve politika alanıyla sınırlı değildir. Uğraşmakta oldukları sorunlar Marksist olmayan ekonomik ve politik çalışmalarda da benzer biçimlerde ortaya çıkar. Burada sorun olan ekonomik tahlillerin özgül noktaları değil devletin doğası, ekonomik faaliyetlerdeki rolü ve bu rol ışığında ortodoks ekonomi teorilerinin uygunluğu ile ilgili belirli ortak varsayımların yeterliliğidir. Devletin doğasının ya ekonomi teorisiyle bu tür bir ilgisi olmadığı kabul edilir ve verili koşullarda ekonomik prensiplerin uygulanmasını şekillendiren ve sınırlandıran bir unsur olarak değerlendirilir. Ya da ekonomik teorisinin dışında tutulmasının keyfi veya açıklanamaz olduğunun farkına varıldığı durumlarda devlet, çoğunlukla basit bir şekilde bir şirket veya malikane ile karşılaştırılabilir bir özne olarak veya çeşitli ekonomik amaçlar için geçerli olan tarafsız bir politika aygıtları kümesi olarak veya rasyonel, genişleyici, kişisel çıkarlarını düşünen politik aktörlerin özel mülkü olarak ele alınır. Bu son ifade edilen yaklaşımların kesin uzantıları, bağlantılı oldukları diğer varsayımlara bağlıdır. Bu yüzden, bir özne olarak teorik dış görünüşüyle devlet, ekonomik faaliyeti kontrol eden kanuni bir hükümdar, ekonomik anlaşmazlıklara müdahale eden bir hakem, diğerleri arasında bir ekonomik ajan veya eylemleri ekonomik performansı arttırabilecek ya da azaltabilecek politik bir ajan olarak kabul edilir. Enstrümanlar-amaçlar yaklaşımı genellikle uygun müdahale biçimleri ve yönleri üzerindeki teknik anlaşmazlıklarla ve devletin, kaynakların tahsisi ve yeniden dağıtımındaki rolüne dair politik anlaşmazlıklarla ilişkilendirilir. Ve Homo politicus modeli, devlet personelinin kişisel çıkarlarının ekonomik büyümeye karşıt olduğu iddialarıyla bağlantılandırılma eğilimindedir. Bu yaklaşımlar devletin belirli veçhelerini aydınlatsa da ekonomi politiği hiçbir şekilde ileri götürmezler. En iyi ihtimalle devletin yüzeydeki görüngüsü ile ilgilenirler ve devlet ile ekonomik gelişim arasındaki daha derin bağlantıları keşfetmeye dönük hiçbir teorik araca sahip değillerdir.

Tam da bu noktada yakın zamanlardaki Marksist tartışma ortodoks ekonomi açısından temel uzantılara sahiptir. Kapitalizmin özgül bir toplumsal üretim örgütlenmesi biçimi olduğunu ve kati tarihsel ön koşullara ve gelişim biçimlerine sahip olduğunu ve kurumsal yapısının ve müdahale biçimlerinin kapitalizm değişip geliştikçe dönüştürülmesi gerektiğini kabul eder. Yakın tarihteki tartışma daha da ileri giderek, ekonomik devlet aygıtlarının ve bunların müdahale yöntemlerinin tarafsız olmayıp sermaye hareketine entegre olduğunu ve farklı çıkarlar arasında bir çatışma alanı yarattığını da iddia eder. Bu da devlet müdahalesinin doğasında sermaye birikimi için gerekli önkoşulların garanti altına alınmasına dönük sınırlılıklar olduğu ve daima, çeşitli sınıf ve demokratik halk mücadelelerinin kaçınılmaz etkilerine tabi olduğu anlamına gelir. Ayrıca belirli politika aygıtlarının ve genel müdahale biçimlerinin yeterliliğinin sadece ekonomik yapıdaki değişikliklerle değil politik güçler dengesindeki değişimlerle de değişeceği anlamına gelir. Bu argümanlarla ilgili bir diğer nokta ise politik temsil biçimlerinin farklı müdahale biçimlerinin faydalılığı üzerinde de farklı etkilere sahip olduğudur. Bu da, özgül politik tedbirlerin veya genel aygıtların başarısız olmasının hatalı ekonomik tahlillerden ziyade bağlantılı oldukları politik temsil biçimlerinin yetersizliğinden kaynaklanabileceğini ima eder. Bu aynı zamanda ekonomik sorunların veya krizlerin çözülebilmesi için devlet aygıtının yeniden örgütlenmesinin gerekli olabileceği anlamına da gelir. ‘Endüstriyel demokrasi’, toplumsal sözleşme ve üç parçalı veya korporatist kurumların gelişimi ile ilgili 1970’lere ait tartışma özellikle burada konumuzla ilgilidir. (1980’lerde Teatcher rejimi, girişimciliği ve ekonominin kendisindeki esnekliği teşvik edebileceği umuduyla İngiltere devletinin sınırlarını, iç yapılarını ve müdahale biçimlerini yeniden örgütlemekle meşguldü. Jessop et al. ile karşılaştırınız. 1998c.)

Kısacası bu çalışmaların genel etkisi devlet tahlillerinin, ekonomi teorisiyle ilgisi olmayan veya ekonomi teorisi açısından marjinal bir faaliyet olmadığını öne sürmektir. Entelektüel bir iş bölümü dahilindeki bir başka disipline veya ekonominin gelişiminin kendisi içindeki gelecek bir tarihe güvenli bir biçimde sevk edilebilecek bir şey değildir. Daha ziyade bugün, yeterli ekonomi teorileştirmesinin mutlak bir önkoşuludur. Bu nedenle ekonomi disiplini, devam eden Marksist tartışmanın zorluğu ile meşgul olmalı ve varsa, ekonomi teorileştirmesi ile ilgili sorunlara dönük kendi çözümlerini sunmalıdır. Ortodoks ekonomi disiplininin, geleneksel rolünü ekonomi politik bilimi olarak yenilemesinin tam zamanıdır. Bu şekilde davranılmaması temel bir ekonomik tahliller alanındaki ve politik pratiğin ana ilgi noktası içindeki teorik sefaletin kendi kendini ortaya koyması ile kesinlikle aynı anlama gelecektir.

 

 

Kaynakça

Aaronovitch, S. (1956) The Ruling Class, London: Lawrence and Wishart.

Altvater, E. (1973) ‘Some Problems of State Interventionism’, Kapitaliststate, 1, pp. 96-108 and 2, pp. 76-83.

Afanesyev, L. ed. (1974) The Political Economy of Capitalism, Moscow: Progress.

Althusser, L. (1969) For Marx, London: Allen Lane.

Blanke, B. et al. (1974) Zur neueren marxistichen Diskussion üeber die Analyse von Form und Funktion des buergerlichen Staates, Probleme des Klassenkampfs, 14/15, pp. 51-102.

Blanke, B. et al. (1976) ‘The Relationship Between the Political and Economic as a Point of Departure for a Materialist Analysis of the Bourgeois State’, International Journal of Sociology, 6 (2), pp. 414-44.

Boddy, R. and Crotty, J. (1974) ‘Class Conflict, Keynesian Policy and the Business Cycle’, Montly Review, 26, October, pp. 1-17.

Boccara, P. et al. (1971) Traité d’Economie Politique: le capitalisme monopoliste d’état, Paris: Editions Sociales.

Boccara, P. et al. (1976) Traité d’Economie Politique: le capitalisme monopoliste d’état, second edition, Paris: Editions Sociales.

Boddy, R. and Crotty, J. (1975) ‘Class Conflict and Macro-policy: the Political Business Cycle’, Review of Radical Political Economy, 7 (1), pp. 1-19.

von Braunmühl, C. et al. (1973) Probleme einer materialistischen Staatstheorie, Frankfurt: Suhrkamp.

Bukharin, N. (1926) Historical Materialism, Ann Arbor: University of Michigan Press (1969).

Bullock, P. and Yaffe, D. (1975) ‘Inflation, the Crisis and the Postwar Boom’, Revolutionary Communist, vol. 3 / 4, pp. 5-45.

Cheprakov, V., ed. (1969) State Monopoly Capitalism, Moscow: Progress.

CPGB (1977) The British Road to Socialism: Draft, London, Communist Party of Great Britain.

Cutler, A. (1971) ‘Fascism and Political Theory’, Theoretical Practice, 2, pp. 1-21.

Debray, R. (1973) ‘Time and Politics’, in R. Debray, Prison Writings, London: Allen Lane, pp. 87-160.

Engels, F. (1878) Anti-Duehring, in K. Marx and F. Engels, Collected Works, vol, 25, London: Lawrence and Wishart (1987), pp. 5-309.

Engels, F. (1884) The Origins of the Family, Private Property and the State, New York, International Publishers (1942)

Fine, Ben and Harris, L. (1976) ‘Controvesial Issues in Marxist Economic Theory’, Socialist Register 1976, pp. 141-78.

Gamble, A. (1974) The Conservative Nation, London: Routledge and Kegan Paul.

Gerstenberger, H. (1973) ‘Historische Konstitution des buergerlichen Staates’, Prokla, pp. 207-25.

Gerstenberger, H. (1975) ‘Klassenantfgonismus, Konkurrenz und Staatsfunktionen’, Geselschaft: Beitraege zur Marxschen Theorie, 3, pp. 7-26.

Gerstenberger, H. (1976a) ‘The Formation of the Bourgeois State’, Bulletin of the Conference of Socialist Economists, 13.

Gerstenberger, H. (1976b) ‘Theory of the State: Special Features of the Discussion in the FRG’, in K. von Beyme, ed., German Political Systems, London: Russel Sage, pp. 69-92.

Glyn, D. and Sutcliffe, B. (1972) British Capitalism, Workers and the Profits Squeeze, Harmondsworth: Penguin.

Gollan, J. (1956) The British Political System, London: Lawrence and Wishart.

Gough, I. (1975) ‘State Expenditure in Advanced Capitalism’, New Left Review, 92, pp. 53-92.

Gramsci, A. (1971) Selections from the Prisons Notebooks, London: Lawrende and Wishart.

Harvey, J. and Hood, K. (1958) The British State, London: Lawrence and Wishart.

Lawrence and Wishart.

Hirsch, J. (1974) Staatsapparat und Kapitalreproduktion, Frankfurt: Suhrkamp.

Hirsch, J. (1976a) ‘Bemerkungen zum theoretischen Ansatz einer Analyse des buergerlichen Staates’, Gesellschaft 8-9, Frankfurt: Suhrkamp, pp. 99-149.

Holloway, J. and Picciotto, S. (1976) ‘Themes on the Restructuring of Capital’, Class Struggle and the State’, unpublished paper.

Holloway, J. and Picciotto, S. (1977) ‘Capital, Crisis, and the State’, Capital and Class, 2, pp. 76-101.

Hunt, R. N. (1975) The Political Ideas of Marx and Engels, vol. 1, London: Macmillan.

Jessop, B. (1977) ‘Recent Theories of the Capitalist State’, Cambridge Journal of Economics, 1 (4), pp. 353-73.

Jessop, B. et al. (1988c) Thatcherism: a Tale of Two Nations, Cambridge: Polity (co-authored with K. Bonnett, S. Bromley and T. Ling.)

Laclau, E. (1977) ‘Fascism and Ideology’, in E. Laclau, Politics and Ideology in Marxist Theory, London: New Left Books.

Lenin, V. I. (1917) State and Revolution, Selected Works II, Moscow: Progress (1970).

Lindner, G. (1973) ‘Die Krise als Steuerungsmittel’, Leviathan, 3, pp. 342-82.

Mandel, E. (1971) The Formation of the Economic Thought of Karl Marx, London: NLB.

Mandel, E. (1975) Late Capitalism, London: NLB.

Marx, K. (1843) Contribution to the Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Right’, in K. Marx and F. Engels, Collected Works, vol. 3, London: Lawrence and Wishart (1975), pp. 3-129.

Marx, K. (1857-8) Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy (Rough Draft), Harmondsworth, Penguin (1973).

Marx, K. (1867) Capital, vol. I, London: Lawrence and Wishart (1976).

Marx, K. and Engels, F. (1848) The Communist Manifesto, The Revolutions of 1848, ed. D. Fernbach, Harmondesworth: Penguin (1973).

Marx, K. and Engels, F. (1975) Selected Correspondence, Moscow: Progress (1844-1895)

Menshikov, S. (1975) The Economic Cycle: Postwar Developments, Moscow: Progress.

Miliband, R. (1968) The State in Capitalist Society, London: Weidenfeld and Nicolson.

Mueller, W. and Neusuess, C. (1975) “The Illusion of State Socialism and the Contradiction between Wage-labour and Capital”, Telos, 25, pp. 13-90.

Nikolayev, A. (1975) R & D in Social Reproduction, Moscow: Progress.

Nun, J. (1967) ‘The Middle Class Military Coup’, in J. Veliz, ed., The Politics of Conformity in Latin America, London: Oxford University Press, pp. 66-118.

Offe, C. (1974) ‘Structural Problems of the Capitalist State’, in K. von Beyme, ed. German Political Studies, London: Russel Sage, pp. 31-57.

Offe, C. (1975) ‘The Theory of the Capitalist State and the Problem of Policy Formation’, in L. N. Lindberg et al., eds., Stress and Contradiction in Modern Capitalism, Lexington: D. H. Heath, pp. 125-44.

Offe, C. and Ronge, V. (1975) ‘Theses on the Theory of the State’, New German Critique, 6, pp. 137-47.

Picciotto, S. (1977) ‘Myths of Bourgeois Legality’, unpublished paper.

Politics and Money (1974-5) ‘Inflation-Depression: State Monopoly Capitalism – a Higher State of Imperialism’, Politics and Money, 6 (i), November 1974 – February 1975.

Poulantzas, N. (1968) Political Power and Social Classes, London: NLB (1973).

Poulantzas, N. (1969) ‘The Problem of the Capitalist State’, New Left Review, 58, pp. 67-78.

Poulantzas, N. (1970) Fascism and Disctatorship, London: NLB (1974).

Poulantzas, N. (1974) Classes in Contemporary Capitalism, London: NLB (1975).

Poulantzas, N. (1976a) Crisis of the Dictatorships, 2nd edn, London: NLB.

Poulantzas, N. (1976b) ‘The Capitalist State’, New Left Review, 95, pp. 63-83.

Rosdolsky, R. (1974) ‘Comments on the Method of Marx’s Capital and its Importance’ New German Critique, 1 (3), pp. 62-72.

Sdobnikov, Y.. ed. (1971) Socialism and Capitalism: Score and Prospects, Moscow: Progress.

Wirth, M. (1975) ‘Contribution a la critique de la théorie du capitalisme monopoliste d’état’, in J. M. Vincent, ed., L’Etat Contemporaine, Paris: Maspero.

Yaffe, D. (1973) ‘The Marxian Theory of Crisis, Capital, and the State’, Economy and Society, 2 (2), pp. 186-222.

 

 



* “Recent Theories of the Capitalist State”, State Theory: Putting the Capitalist State in its Place, 1990, Pennsylvania State Univ. Press, pp. 24-47.

[1] Bu incelemeyi yazarken Essex ve Cambridge üniversitelerindeki meslektaşlarım ve öğrencilerimle ve Sosyalist Ekonomistler Konferansı’nın üyeleriyle yapılan tartışmalardan yararlandım. Özellikle, Michael Best, John Holloway, Ernesto Laclau, John Urry, Harold Wolpe, Tony Woodiwiss ve Cambridge Journal of Economics’in editörlerine teşekkür etmek istiyorum. Argümanların son haline ilişkin tüm sorumluluk şahsıma aittir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar