Ana SayfaArşivSayı 28-29Devrim ve Diktatörlük

Devrim ve Diktatörlük

Devrim ve Diktatörlük

22. Kongrenin Tarihsel Önemi

 

Louis Althusser

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

UEC Felsefe Kürsüsüne beni bu tartışmaya katılmaya davet ettikleri için teşekkür etmek istiyorum[1]. Konuyu seçmekte özgür bırakılmıştım. Ve şöyle düşündüm: Fransa’da, sadece Komünistler için değil, burjuvazinin diktatörlüğüne, sömürüsüne, kinizmine ve yalanlarına bir son vermek isteyen herkes için Fransız Komünist Partisi’nin 22. Kongresinden daha önemli bir konu yoktur. Bu yüzden bu Kongre ile ilgili yorumlarımı sunacağım.

Politik konumumu herkesin öğrenmesini sağlamak için ilk önce 22. Kongreyi, Fransa Komünist Partisi’nin ve Fransız işçi hareketinin tarihinde kesin sonuçları olacak bir olay olarak gördüğümü belirtmeme izin verin.

Bu derece önemli bir olayı anlamak için dikkatlerimizi, Fransız politik tarihinin şu veya bu ayrıntısına, Kongrenin şu veya bu özel koşuluna ve hatta orada benimsenen formüllerin ikincisine dahi yoğunlaştırmamamız gerektiğini de eklemeliyim.

Daha ziyade, 22. Kongrenin bir cevap teşkil ettiği genel sorunları, sadece ulusal ölçekte değil dünyasal ölçekte karşımıza çıkan sorunları kavramaya çalışmalıyız. Meselelere gerekli perspektiften bakmalı ve Kongreyi, uluslararası devrimci hareketin genel kriz biçimlerinin ayrılmaz bir parçası olan ‘devrimci hareketler döneminin’ (Lenin), emperyalizmin tarihine yerleştirmeliyiz.

Kongreyi sorunlar ve çelişkilerle dolu bir tarih olan bu uzun ve dramatik tarihe yerleştirmeliyiz. Ve Kongre tarafından alınan inisiyatiflerin, kendi deyişleriyle bu tarihten kopma ve yeni bir perspektif yaratma eğiliminde olduğunu anlamalıyız.

Bir ilk yaklaşım olarak, 22. Kongreyi politik duruma hakim olan ve dünya üzerindeki milyonlarca erkek ve kadın için hayati önem taşıyan iki önemli olguyu dikkate almadan anlamanın mümkün olmadığını belirtmeme izin verin: bir tarafta emperyalizmin krizinin şiddetlenmesi, diğer tarafta ise Uluslararası Komünist Hareketin krizinin şiddetlenmesi.

Oluşturdukları devrimci yapıları, emperyalizmin Faşizm ve İkinci Dünya Savaşıyla temizlediği -bununla birlikte her defasında bunun bedelini bir devrim (SSCB) veya devrimlerle (Çin, Küba) ödemiştir- Birinci Dünya Savaşı ve 1929 büyük buhranıyla başlayan devrimci krizlerin ardından tarihinde üçüncü kez, yine bu aynı emperyalizmin kendisini şu anda bir kez daha, biçimleri oldukça yeni olan devrim öncesi bir krizin içinde bulduğunu söyleyebiliriz.

Paradoksal bir biçimde, devrimci hareket dünya üzerinde hiç bu kadar güçlü olmamıştı, çünkü ilk defa Üçüncü Dünya özgürlük ve ekonomik bağımsızlık hareketleri emperyalist merkezlerdeki anti-kapitalist mücadeleye katılmaktadır. Ancak paradoksal bir biçimde, Uluslararası Komünist Hareketin hem açık (Çin-Sovyet bölünmesi) hem de gizli (Batı Komünist Hareketi ile SSCB arasındaki çatışma) krizi de hiç bu kadar vahim bir hal almamıştı.

22. Kongreyi bu temel çelişki ve etkilerinden oluşan çerçeveye oturtmadıkça taşıdığı sorunlarla birlikte önemini ve kendi çelişkilerini anlamakta başarısız olma riskiyle karşı karşıyız.

Ancak ikinci bir yaklaşım olarak şunu da söylemeliyim ki, kendi krizine rağmen -Uluslararası Komünist Hareketin krizinden faydalanan- emperyalizm, yaşadığı krizlerin ve üstünlüğünün muhafaza edilmesi, yeniden tesis edilmesi veya güçlendirilmesinin bedelini uluslararası işçi sınıfına, Üçüncü Dünya Ülkelerine, buralardan gelen göçmen işçilere ve bağımlı kapitalist Devletlere ödetmeye yetecek önemli kaynakları ve güçleri hala elinde tutuyor. Bu bağlamda emperyalizmin gücünü küçümsemek, tıpkı burjuva Devletin gücünü küçümsemenin tehlikeli olabileceği gibi tehlikeli olabilir: tekelci kesimin hakimiyeti altında olması olgusu kitle tabanını korumasına ve güçlendirmesine engel olmaz. Politik bir figürün saygınlığı zarar gördüğünde (Giscard) burjuvazi her zaman onun yerini alacak birini (Chirac) bulur: Her zaman bir ‘birbirine tıpa tıp benzeyen iki şey’ (Tweedledum and Tweedledee) durumunun söz konusu olduğuna inanmamalısınız çünkü durum, ikinci adamın daha tehlikeli, yarı faşist bir demagoji vasıtasıyla burjuvazinin, sınıf mücadelesi neticesinde erimekte olan kitle tabanını geri kazanması şeklinde seyredebilir. Burjuva diktatörlüğünün aldığı politik biçimlerdeki bu farklılıklara büyük dikkat göstermeliyiz: önemli sonuçlar doğurabilirler. Ve ilk elde kesinlikle burjuvazinin varlığını sürdürmesine ve kendisini iktidarda tutmasına izin verebilirler.

Aynı şekilde olmakla birlikte oldukça farklı bir cepheden bakıldığında, yaşamakta olduğu şiddetli krizlere rağmen Uluslararası Komünist Hareketin olanaklarını ve bu krizi çözme olasılıklarını küçümsemek de tehlikeli olur. Ve bu da büyük öneme sahip bir tarihsel fenomendir.

22. Kongrenin aldığı inisiyatifleri anlamak için tüm bu veçheleri, her zaman karmaşık ve bazen de paradoksal olan diyalektik ilişkileri içerisinde, bir arada ele almalıyız.

22. Kongrenin aldığı inisiyatifleri birer birer bu bağlam içinde ele alacağım.

Birinci inisiyatif

Kongre, Komünist Parti tarihinde tarihsel öneme sahip olduğunu, bir dönüm noktası teşkil ettiğini iddia ediyor. Neden tarihi bir Kongredir? Çünkü sınıf mücadelesinin mevcut durumuyla ilk kez, sosyalizm stratejisi ve sosyalizme barışçıl ve demokratik geçiş yöntemleri itibariyle ilgilenmektedir.

Kongre tarafından benimsenen belge[2] genel olarak dünyada ve özel olarak Fransa’daki sınıfsal güçler ilişkisinin durumuna dair somut bir tahlil olmayıp sadece işçi sınıfına değil Fransız halkına ‘Komünistlerin Fransa için istediği toplumu, sosyalizmi’ resmeden politik bir manifestodur.

Burada önemli bir farklılık göreceksiniz: 21. Kongre sosyalizm hakkında ve hepsinden öte Ortak Program[3] hakkında bu kadar konuşmamıştı. Bununla birlikte Kongre tarafından benimsenen belgenin tamamı sosyalizm etrafından odaklanır. Kongre, Ortak Programın dışında sosyalizme götürmesi gereken ‘strateji’ hakkında bir şeyler söyleyebilmek için sosyalizme yapılan bu gönderme ile, tek başına Ortak Program merkezli taktiksel ve seçimlere dönük bakış açısının ötesine geçmeyi tasarladı.

22. Kongrenin büyük yeniliği, tüm bu stratejinin demokratik ve barışçıl olacağını iddia etmesidir. Her durumda parti genel oy hakkı kararına ve bu nedenle hükümetlerin demokratik olarak değişme olasılığına saygı duyacağına söz verir. Fransız halkı sosyalizme geçişi, zorla değil, demokratik olarak, oylama yoluyla, tam bir özgürlük içersinde gerçekleştirecektir.

Ancak Parti, bunun sınıf mücadelesine pasif bir şahitlik olmayacağı olgusunu da gizlemez. Sosyalizme özgürlük içinde ulaşabilmek amacıyla sınıf mücadelesindeki ‘tüm kertelerde’ müdahale etmek ve halk kitlelerini sınıfsal talepler etrafında birleştirmek için her şeyi yapmak suretiyle yüce amaçlar temelinde büyük bir üye kazanma kampanyası başlatıyor.

Ancak hiçbir şey çelişkilerinden ve sorunlarından azade olmadığı için burada, geleceğin sosyalist toplumunun bir resmini çizmekten çekinmeyen (önder yoldaşlardan biri ‘pratik bir ütopya’ terimini kullanmıştı) bu inisiyatifin hırslı karakterine Fransa’daki burjuvazinin mevcut sınıfsal gücünün oldukça yetersiz bir izahatının eşlik ettiğine de dikkat çekmeliyiz. İşte burada somut durumun somut tahlili eksikliğini hissettiriyor. Çünkü, politik olarak burjuva Devlet problemini bu Devlet daima, çeşitli sınıf kesimlerini bir sınıf olarak burjuvazinin hakimiyeti altında birleştiren bir ‘iktidar bloğu’ biçimini aldığı için sadece Fransız ekonomisinin 25 dev tröst + 600 büyük bağlı şirket + 500,000 büyük burjuvazi üyesinin hakimiyeti altında olduğunu göstererek çözemezsiniz, bu yüzden bir sınıf olarak tekelci kesimine indirgenemeyecek bir sınıf olan burjuvazinin hakimiyetinin temel bir öneme sahip kitle tabanı problemini çözmenin yolu bu olamaz. Burjuvazi, bir sınıf olarak, politik olarak tekelci kesime indirgenmesi halinde çeyrek saat bile varolamazdı.

Burada basitçe ‘soyut’ veya ‘teorik’ bir itirazda bulunmuyorum; ifadesini ünlü ‘seçim barajı’ ve diğer benzeri aksatıcı engellerde bulan ve sadece ‘televizyon sistemi’, vb.’ni suçlayarak açıklanamayan -tam aksine her bir özel durumda ilgili sınıfsal sınırları, işlevleri ve etkileri büyük bir dikkatle incelememizi gerektiren- çok kötü somut gerçeklikler hakkında konuşuyorum.

İkinci inisiyatif

Politik çizgisini tanımlarken dünyada meydana gelmiş önemli değişimleri dikkate alması 22. Kongre için olumlu bir durumdur. Bu politik çizgi yeni bir bakış açısı oluşturabilmişse bunun nedeni sınıfsal ilişkilerin değişmiş olması ve kendi mücadelelerinin seyri içinde kitlelerin, bu mücadeleler bir enflasyon ve işsizlik döneminde ne kadar sert olursa olsun, bu olgunun farkına varmış olmalarıdır. Georges Marchais kitlelerin bu tarihsel deneyimini, bir şeyler değişmişse Parti de değişmelidir olgusunda ısrar ederek ifade etmiştir.

Ve Soğuk Savaş da, Amerikan emperyalizminin ya doğrudan ya da dalkavukları aracılığıyla müdahale ettiği Orta Doğu ve Güney Afrika gibi tehlikeli parlama noktaları varlığını korusa da aslında sönmeye başlamıştır. Emperyalizmin ekonomik krizi aslında burjuvazinin politik iktidarının altını oyuyor ve işçi sınıfı ve halkın mücadelesi için yeni olasılıklar yaratıyor. Yeni toplumsal katmanlar ücretli işçiler mertebesine düşüyor ve işçi sınıfı mücadelesine katılıyor. Bu mücadelenin ufkunda eşi görülmemiş bir güçler ilişkisi ortaya çıkıyor: tarihte ilk kez sosyalizme geçiş barışçıl bir biçim alabilir. Tarihte ilk kez zor, hatta baskı altına alma üzerine kurulu ‘gri’ çeşitlilikten farklı bir sosyalizm biçimi ortaya çıkıyor: kitlesel bir demokratik sosyalizm.

22. Kongre bu ülke halkının objektif istemleri, deneyimleri ve taleplerinden ders çıkarabilmiştir. Bu yüzden ‘Fransız renklerinde sosyalizm’den bahsetmiştir. Kendi yöntemleriyle, her zaman özgürlük ve devrimle bağlantıları olan Fransız halkının, uzun devrimci geleneğini yansıtmıştır. Bu, Çekoslovakya’nın askeri işgalinin reddedilmesinin çok daha ötesine geçmiştir. Mevcut özgürlüklerin savunulması ve bunların gelecekte daha da genişletilmesi için devasa bir kampanya başlatmıştır. Bu gelişim geri çevrilemez.

Ancak hiçbir şey çelişkilerinden ve sorunlarından azade olmadığı için, başkalarının özgürlükleri hakkında bu kadar uzun ve bu kadar cömertçe konuşan bu aynı Partinin mevcut demokratik merkeziyetçilik biçimleri ve uygulamaları sorunu hakkında, yani Komünistlerin kendi Partileri içindeki özgürlük biçimleri hakkında sesiz kaldığını belirtmemiz gerekir. Bu soru hakkında söylenecek çok şey vardır. Birkaç dakika sonra buraya döneceğim.

Üçüncü inisiyatif

22. Kongre Uluslararası Komünist Hareketin krizine tepki olarak yeni bir konum benimsedi.

Buradaki paradoks Kongrenin bu can alıcı fenomene dair bir tahlil sunmadan soruna imalı göndermeler yapmış olmasıdır: şu anda yapılmakta olan tarihin üzerinde sessizlik hüküm sürüyor. Karşımızdaki paradoks, Uluslararası Komünist Hareketin krizinin, proletarya diktatörlüğünün terk edilmesi biçiminde imalarla, dolaylı yollarla ele alınmasıdır.

Bu, deklarasyonları literal anlamda kabul etmemeniz gereken durumlardan biridir. Burada tehlikede olan, resmi açıklamalarda görünenden çok daha önemli bir şeydir.

Resmi bakış açısı, Hitler, Mussolini ve Franco rejimlerinin ardından ‘diktatörlük’ kelimesinin ‘tahammül edilemez’ hale geldiği yönündeydi. Resmi bakış açısı proletaryanın, işçi sınıfının ‘katı çekirdek’inin artık, istediğimiz geniş halk birliği ile birlikte tanımlanamayacak kadar ‘dar’ olduğuydu.

Bu son argüman -geniş bir ittifakın kalbi olarak proletarya- Marx ve Lenin’in geleneğinde yer alır. 22. Kongre bunu, halkın geniş bir birliğinin kalbindeki ‘işçi sınıfının öncü rolü’ fikri biçiminde kavrıyor. Bu noktada hiçbir ciddi sorun yoktur.

Diğer taraftan ‘diktatörlük’ hakkındaki argümanını ciddiye almak zordur çünkü ne anlama geldiğini söylemez: farklı bir şey, oldukça önemli bir şey söyler. Çünkü resmi olarak verilen örnekler listesi (Hitler, Mussolini, vb) Stalin’e dair tüm ifadeleri atlar: sadece Stalin adlı bireye değil, Sovyet Devleti ve Partisinin yapısı ve otuz yıllık bir dönem boyunca Stalin tarafından sadece Sovyet Devleti ve Partisine değil, tüm dünyadaki Komünist Partilere empoze edilen ekonomik ve politik çizgiye dair ifadeler de bu atlamaya dahildir. Faşizm faşizmdir. İşçiler ondan neler bekleyebileceklerini hızla öğrendiler. Ancak, tüm özgürlük umutlarını bağladıkları, hala Marksist bir tahlil bekleyen o terör ve kitlesel imha rejiminden, Sovyet sosyalizminden oldukça farklı bir şey bekliyorlardı.

Proletarya diktatörlüğünün terk edilmesini savunanlar şöyle diyordu: diktatörlük = Hitler, Mussolini, vb. Gerçekte ise şunu ima ediyorlardı: diktatörlük = Stalin, Sovyet sosyalizmi. Aslında şunu kastediyorlardı: o tür bir sosyalizmle, hiçbir zaman hiçbir ilişkimiz olsun istemiyoruz.

22. Kongrenin, proletarya diktatörlüğünü beklenmedik bir şekilde terk etmekle bir taşla iki kuş vurduğundan hiçbir şüphe yoktur: sosyalizm için yeni bir strateji benimserken aynı zamanda Uluslararası Komünist Hareketin krizine ilişkin yeni bir pozisyon da benimsedi ve bu sayede, en azından bir dereceye kadar bu krizden çıkmak için bir yol bulmanın mümkün olduğuna dair kanıt sunmuş oldu. Berlin Konferansında mutabık kalınan mevcut sınırlarına rağmen bu inisiyatif faydalı olabilir.

Proletarya diktatörlüğünün terk edilmesi bu perspektif içinde, şu anda SSCB ve Doğu Avrupa’da hüküm sürenden farklı türde bir sosyalizmin mümkün olduğu fikrinin görülmeye değer bir şekilde sunulmasına (kutsal bir formülün terk edilmesi…) olanak tanımak suretiyle rolünü oynamıştır.

Proletarya diktatörlüğü kavramı, özellikle de aksi iddia edilemez bilimsel özü söz konusu olduğunda geleceğe dönük beklentiler hakkında çok endişeli değilim. Bu formülün politik olarak terk edilmesi ile bunlar durulmayacaktır. Tüm materyalistler, nesnel olarak gerçek bir ilişkiyi yansıtan bilimsel bir doğrunun yok edilmesinin mümkün olmadığını ve zamanın onun lehine işlediğini bilirler. Bunun kanıtını yakında göreceğiz.

Dördüncü inisiyatif

Bu meselede de 22. Kongre açık davranmadı, fakat bu deşifre edilmesi gereken önemli bir meseledir.

Georges Marchais’in 21. Kongreye önerdiği ve 22. Kongrenin tüm gücüyle yeniden benimsediği Fransız Halkının Birliği sloganından bahsediyorum.

Bu slogan Solun Birliği sloganıyla aynı değildir. Daha kapsamlı bir slogandır çünkü, Solun politik örgütlerinin, partilerin ve sendikaların birliğinden daha fazlasını tanımlar.

Bu, Fransız Halkının Birliği sloganını nasıl anlayacağız? En olumlu anlamda yorumlandığında ‘seçimlere dönük denge’yi yeniden kurmak için tanımlanmış bir slogandan oldukça farklı bir şey olduğu veya farklı bir şey haline gelmeye yöneleceği yani, Solun örgütlerinin ötesinde, halk kitlelerinin kendilerine yöneltildiği kabul edilebilir. Neden halk kitlelerine seslenilsin? Onlara, taleplerini tanımlamak ve savunmak, iktidardaki halkın hükümetini desteklemek ve uyarmak veya iktidara gelişine hazırlanmak için başta sadece üstü kapalı olarak olsa dahi, bir gün barınma, eğitim, sağlık, ulaşım vb. sorunları etrafında fabrikalarda, mahallelerde özerk bir güç olarak yeni biçimlerde örgütlenmelerinin zorunlu hale geleceğini bildirmek için. Önemli bir politik rol üstlendikleri İtalya ve İspanya’da bu tür politik örgütler vardır.

Kitleler Fransız Halkının Birliği sloganını benimser ve onu belirttiğimiz kitlesel anlamıyla yorumlarlarsa, bu ülkedeki canlı halk mücadeleleri geleneğine katılıyor ve bu ülkede, sosyalizm altında, çalışan insanların iktidarının hayata geçirildiği politik biçimlere yeni bir içerik kazandırıyor olacaklardır.

Fransız Halkının Birliğinde bir şeyler, Stalin tipi pratiklerde uygulanmayan bir şeyler ve fakat Marksist ve Leninist geleneğin kalbinde yatan bir şeyler gerçekleşebilir: tarihi yapan kitlelerin kendi adlarına konuşmasına izin verme, sadece halka hizmet etmeye çalışma değil onları dinleme, onlardan öğrenme ve onların isteklerini ve çelişkilerini anlama ve kitlelerin hayal ve buluş güçlerine duyarlı olma pratiği.

Partinin mevcut kapsamlı üye kazanma politikası bu tür kitlesel demokratik pratikleri ve diğer cüretkar pratikleri (örneğin, Parti yayınının Parti üyesi olmayan işçilere açılması: karşılaştırınız France Nouvelle)[4] ve genel olarak Komünistlerin ve Komünist olmayanların ortak tartışmaları ve eylemlerine hizmet edebilecek her şeyi destekleyebilir.

Ancak hiçbir şey çelişkilerinden ve sorunlarından azade olmadığı için buradaki riske işaret etmeliyiz: bu sloganın, kendisine tekabül eden pratik eylem biçimlerine hayat vermeden sadece sözde kalma riski, Partinin sadece Solun Birliği dışındaki etkisi ölçüsünde tanımlanmış bir tür politik volantarizmi ifade etmeye hizmet etmesi riski. Seçime dönük bir kazanç önemsiz bir mesele değildir fakat Fransız Halkının Birliği sloganında içerilen fikirlerin zenginliğini her yönüyle ele almaktan uzaktır. Bu yüzden girilecek ve Fransız Halkının Birliği sloganının en geniş anlamıyla, kitlesel anlamıyla yorumlanması halinde kazanılacak politik bir savaş vardır.

Beşinci inisiyatif

22. Kongre bizlere birçok kez kelimeleri kullanırken çok dikkatli olmamız gerektiğini söylemiştir. Ve işte bu da en şaşırtıcı durumdur.

Bence Kongreye bir noktada paradoksal bir güven göstermeliyiz. Birlikte tanımlandığı Stalinist parodi haricinde boş, ritüel bir formül haline gelmiş olan proletarya diktatörlüğünü terk etmekle Kongre, Tours Kongresinden[5] bu yana proletarya diktatörlüğü ile bağlantılı teorik ve politik fikirleri ilk defa açıkça gündeme almıştır. Fakat, terk edilen formülün kendisi Kongre belgelerinde yer almamıştır.

Kongredeki olayların ayrıntıları son kertede çok da önemli değildir. Orada izlenen prosedürün yasal olarak incelenmesi işine girişmekten başka yapacak işlerimiz var. Burada yine olgular kelimelerden daha önemlidir. Bizi ilgilendiren sorun şudur: ister istemez 22. Kongre hepimizi karanlıkta kalan veya birçok yoldaş için belirsiz olan bir sorun hakkında düşünmeye zorladı. Bahsettiği somut sorunlar temelinde proletarya diktatörlüğü kavramı hakkında düşünmeyi kışkırtmıştır ve kışkırtmaya devam edecektir: sadece proletarya diktatörlüğü değil, aynı zamanda sosyalizmin doğası ve Devletin ‘yıkılması’ da buna dahildir.

İşçilere, belgede tanımlanan yaşam koşullarının aslında onlara burjuva diktatörlüğü (veya sınıf düzeni) tarafından empoze edildiğini veya burjuva diktatörlüğünün ‘demokratik’ olarak adlandırılan yalnızca politik biçimlerine indirgenebileceğini, ekonomik sömürünün en kötü biçimlerine, ideolojik etkileme ve şantajın en vulgar biçimlerine kadar uzanmadığını söylemek imkansızdır. İşçiler burjuva Devletin müdahalesini ekonomik sömürü ve ideolojik propaganda şeklinde günlük yaşamlarında görürler. İşçilere, ister ‘işçi sınıfının çekirdek’i olarak ister başka şekilde adlandırın, proletaryanın var olmadığını söylemek imkansızdır. Seri üretim yapan sektörlerdeki niteliksiz işçiler hakkında konuşan Georges Marchais onlara ‘modern zamanların proletaryası’ diyor.

‘Proletarya diktatörlüğü’ veya proletarya ve müttefiklerinin ‘sınıfsal hakimiyeti’ ifadesinin ‘sır’rı da, işçi sınıfı için her gün tekrarlanan bir deneyim olarak burjuva ‘diktatörlük’ünün ya da Komünist Manifesto’nun eski tabiriyle burjuvazinin sınıfsal ‘hakimiyet’inin bu şekilde yaşanmasında gizlidir. Bu hakimiyetin politik biçimi kitle demokrasisi, ‘sınırlarına götürülen’ demokrasidir ancak bir sınıf hakimiyeti biçimi olarak politik biçimlerine indirgenemez -aynı zamanda ekonomi ve ideolojide de sınıf hakimiyetidir. Bu oldukça yeni sınıf hakimiyeti biçimi burjuva sınıfı diktatörlüğüne karşıt olarak işler: burjuva sömürü biçimini ve buna tekabül eden politik ve ideolojik biçimleri, burjuva diktatörlüğünün (veya hakimiyetinin) Devletinden başka bir şey olmayan burjuva Devletini ‘yıkarak’ veya tamamen değiştirerek (revolutionize) yavaş yavaş değiştirir.

Bu noktayı anlamamız halinde, ‘proletarya diktatörlüğü’ ifadesinin hem görece olumsal öğeler hem de zorunlu öğeler içerdiğini de anlayacağız. Örneğin, sosyalizme barışçıl geçiş sorununun olumsal bir öğe olacağını anlayacağız: sınıf mücadelesinde güçler dengesi çok ciddi bir biçimde proletaryanın ve genel olarak çalışan insanların lehine ve emperyalizm ve ulusal burjuvazinin aleyhine ise, bu durumda barışçıl bir geçiş mümkündür. Tahlilde emperyalizmi unutmamalısınız çünkü bir yanda kendisini görece olarak felce uğramış bir durumda bulabilecek olsa da en ufak tereddüt göstermeden müdahale edebilir. Tüm bunlar güçler dengesine, konjonktüre bağlıdır: tüm bunlar olumsaldır.

Her ne kadar devrimci mücadelenin her daim varolan bir hedefi olsa da işçi sınıfının ‘katı çekirdek’i etrafında olası en geniş sınıfsal ittifaka ulaşmak da proletarya diktatörlüğünün olumsal bir öğesidir. Halk güçlerinin mukavemeti ve güçler ilişkisi bunun kurulmasına olanak tanırsa, bu ittifak gerçekten zorunludur ve bu olasılığı sömürmemek suç olur.

Bu iki koşulun -sosyalizme barışçıl geçişe olanak tanıyan güçler ilişkisi/proletarya etrafında olası en geniş ittifak- proletarya diktatörlüğünün ‘olumsal’ öğeleri olduklarını söylemek varolabilecekleri veya varolmayabilecekleri anlamına gelir. Durum her ne kadar devrimci bir kopuş görevini ortaya atmış olsa da 1917 devriminde varolmadıklarını biliyoruz. Bu yüzden devrim, daha kırılgan olduğu görülen işçilerin ve köylülerin ittifakı temelinde barışçıl olmayan biçimlerde meydana geldi.

Bu iki sorun söz konusu olduğunda –barışçıl geçiş, proletarya etrafında olası en geniş ittifak (‘işçi sınıfının öncü rolü’)– 22. Kongre, proletarya diktatörlüğünün paradoksal bir biçimde terk edilmesinde, iktidarın ele geçirilmesine ve sosyalizme ilişkin olarak bazı yoldaşların kurban gitmiş olabileceği belirli hataları, Stalin sapmasının sebep olduğu hataları düzeltti. Ancak 22. Kongre bu iki sorun üzerine kesinlikle yeni hiçbir şey eklememiştir: sadece Marx ve Lenin’in kendilerinin de mümkün (barışçıl geçiş) veya politik olarak arzu edilebilir (işçi sınıfı etrafında olası en geniş ittifak) olabileceğini öne sürdükleri şeyler hakkındaki argümanları tekrarladı.

Diğer taraftan, devrim başarısız olmayacak ve felakete uğramayacaksa proletarya diktatörlüğünün olumsal (koşullara bağlı) değil zorunlu olan öğeleri de vardır.

Bugün proletarya diktatörlüğünün özü sosyalizm sorununda ve Devlet sorununda yatmaktadır.

Şimdi, 22. Kongre sosyalizmi her zaman yaptığı şekilde, genelleştirilmiş bir demokrasi ve ihtiyaçlarının genelleştirilmiş tatmini ile yönetilen bir toplum olarak tanımladığında aslında hayal ürünü olan bir sorunu çözdüğünü hayal eder. ‘Pratik ütopya’ teriminin kullanılması rastlantı değildir. Sorun tamamen hayal ürünüdür çünkü hem teoride hem de gerçek hayatta anlaşılabileceği gibi, sosyalizmin gerçekliğine tekabül etmez.

Sosyalizm, gerçekte olduğu gibi sunulmaz: kapitalizm ile komünizm arasında çelişkili bir geçiş dönemiyken tam aksine, ulaşılması gereken bir hedef ve aynı zamanda bir sürecin son dönemi olarak, yani açık bir şekilde koyarsak, her üretim biçiminde olduğu gibi istikrarı, klasik formüle göre gelişmiş üretici güçler (bu noktada ‘bilimsel ve teknik’ devrime bir tapınma ilahisi ortaya çıkar) ile eski, modası geçmiş üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi çözen özel üretim ilişkilerinde yatan istikrarlı bir üretim biçimi olarak sunulur.

Bu kavramlaştırma, Marx ve Lenin’e ve ayrıca, bu fikirleri ortaya çıkardıkları tüm zorluklarla birlikte anlamak istiyorsak şunu da eklemeliyiz ki, sosyalist ülkelerin tarihsel deneyimine yabancıdır.

Marx ve Lenin için sosyalist üretim biçimi yoktur, sosyalist üretim ilişkileri, herhangi bir sosyalist hukuk, vb. yoktur. Sosyalizm proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir, yani, işçi sınıfının olası en geniş kitle demokrasisindeki müttefikleri itibariyle öncülük ettiği yeni bir sınıf hakimiyetidir. Sosyalizm, kapitalizm ile komünizm arasındaki geçiş dönemi (Marx ve Lenin’in açıkladığı bu türden tek geçiş dönemi) , içinde kapitalist öğelerle (örneğin ücretler) komünist öğelerin (örneğin yeni kitlesel örgütler) bir çatışma ilişkisi içinde birlikte varolduğu çelişkili bir dönem, esasen içerisinde sınıf mücadelelerinin, kendi sınıf mücadelemizin bakış açısından algılanamayan, deşifre edilmesi zor ve -güçler ilişkisine ve izlenen ‘çizgi’ye bağlı olarak– ya kapitalizme geri dönebilecek ya da donmuş biçimlerde yerinde sayabilecek veya tekrar komünizme ilerleyebilecek değişik biçimlerde sürdüğü istikrarsız bir dönemdir.

Sosyalizmin tarihsel deneyiminin bize öğrettiği her şey (ve onu sadece açık bir şekilde ‘yakışıksız’ ‘demokrasi yetersizlikleri’ temelinde mahkum ederken oldukça hatalı olmalıyız çünkü onlara, daha kapsamlı bir şekilde yaklaşma gereksiniminden kaçınmak için başvurulmaktadır), (‘ihtiyaçlar’ın karşılanması temelinde) içinde sorunların kendi kendine çözüldüğü bir toplum olmaktan uzak bu tarihsel dönemin insanlık, en nihayetinde komünizmi doğurmak için, gerçekleştiğini görme hakkı doğrultusundaki mücadelelerde, zekada ve inisiyatiflerde ağır bir bedel ödemek zorundaymış gibi her adımda üstesinden gelinmesi gereken çelişkiler yüzünden, tam aksine dünya tarihindeki en zorlu dönemlerden biri olduğunu da kanıtlar.

Sosyalizmin bu orijinal tanımı beraberinde önemli bir sonucu da ortaya çıkarır. Kendi üretim ilişkileri itibariyle tanımlanan üretim biçimlerinin aksine sosyalizm, kendi üretim ilişkileri itibariyle kendi başına tanımlanamaz çünkü, doğrudan ifade edersek sosyalist üretim ilişkileri diye bir şey yoktur ve sadece, içinde ortaya çıktığı kapitalizm ile ilk evresi olduğu komünizm arasındaki çelişkiler itibariyle; bu yüzden geleceği ve son noktası olan komünizmle ilişkisi itibariyle tanımlanabilir.

Bu, oldukça somut bir biçimde bize Marx’ın sözünü hatırlatır: komünizm bir ideal olmayıp kendi gözlerimizin önünde meydana gelen gerçek bir harekettir. Oldukça somut bir biçimde bu, işçi hareketinin stratejisinde bu diyalektik ilişkinin dikkate alınması gerektiği anlamına gelir; o, sosyalizme geçiş doğrultusunda basit bir strateji olamaz, komünizme geçiş stratejisi olmalıdır -aksi taktirde tüm süreç karaya oturabilir.

Sadece komünizme geçiş stratejisi temelinde, sosyalizm geçişsel ve çelişkili bir evre olarak düşünülebilir ve sosyalizm hakkında herhangi bir yanılsamaya düşmeyecek (‘son durak: herkes insin!’ türünden) ve sosyalizmi karşılaştığı ilk ‘geçiş’te başarısızlığa uğramadan gerçekte olduğu gibi ele alacak bir mücadele stratejisi bu sayede şu anda hayata geçirilebilir.

22. Kongrenin bu soruyu bir tür haddinden fazla iyimserlikle desteklenen hayal kırıcı bir tanımlama biçiminde cevapladığı söylenmelidir. Sosyalizm olarak adlandırılan bu geçiş evresini şekillendiren kesin çelişki üzerindeki vurguyu ortaya koymaktan uzak olan Kongre, aslında işçilere müthiş avantajlar kazandıran sosyalizmi tüm sorunlara dönük genel, çelişkisiz ve sahte bir mutluluk yaratan bir çözüm olarak sundu. Tek başına çelişkiyi kavramamızı, hakkında fikir yürütmemizi ve kerteriz almamızı sağlayan komünizme dönük bir strateji itibariyle düşünmek yerine sosyalizme dönük sahte bir strateji ile ilgilendiği ve bu yüzden, Solun bir sonraki genel seçimi kazanması halinde sadece sosyalizm altında değil Ortak Programın uygulanacağı dönemde de sonuçları olacak bir şekilde çelişkinin el çabukluğuyla ortadan kaldırılması riskine girdiği açıktır. Aynısı Devlet sorunu için de geçerlidir.

Ulusal ve uluslararası güç ilişkileri olanak tanıdığında barışçı bir biçim alabilecek Devlet iktidarının ele geçirilmesinden bahsetmiyorum. Ne de Ortak Programın uygulanma dönemi sırasında yerinde duracak olan burjuva Devletten bahsediyorum. Barışçıl bir geçişin mümkün olduğunu varsayarak sosyalist devrimin Devletinden bahsediyorum.

İşte tam burada proletarya diktatörlüğü, tıpkı sosyalizm durumuna ilişkin olarak yaptığı gibi zorunlu etkilerini hissettirir.

Bu burjuva Devlet, burjuva sınıf düzeninin aygıtı -Marx ve Engels’in sürekli vurguladığı gibi- ‘parçalanmalıdır’; üstelik çok daha önemli bir tartışmada, sosyalizm sonsuza dek yerinde saymayıp komünizme ulaşacaksa, zorunlu bir şey olarak eski Devletin bu ‘dağıtılma’ sürecini yeni devrimci devletin daha sonra ‘sönmesi’ ile bağlantılandırdılar. Bir başka deyişle burjuva Devletin ‘parçalanmasını’ arka planda yer alan her türden Devletin sönmesi ve sonu temelinde anlarlar.

Kongre açıktır ki, burjuva Devletin ‘parçalanması’ ile ilgili argümanla yüzleşmekten kaçınamazdı. Yine burada kelimelere özel bir dikkat göstermeliyiz çünkü ‘parçalamak’, anlamı doğru şekilde kavranmadığında tıpkı diktatörlük gibi insanları korkutabilecek güçlü bir kelimedir. Şimdi bu anlama dair bir fikir edinmek istiyorsanız işte somut bir örnek. Lenin şöyle der: burjuva parlamenter Devlet aygıtını ‘dağıtmalıyız’. Onu ‘dağıtmak’ (veya ‘parçalamak’) için Lenin şunları önerir: (1) yasama ve yürütme arasındaki güçler ayrımını yok etmek; (2) üzerine kurulu olduğu iş bölümünü (teoride ve pratikte) yok etmek ve hepsinden öte (3) halk kitleleri ile parlamenter aygıt arasındaki burjuva ayrımı yok etmek.

Bu, ‘parçalama’ teriminin, mevcut bir aygıtın, imha edilmesinden ziyade halk kitleleriyle sıkı ilişkilere sahip yeni bir sınıf hakimiyetinin zaferini garanti etmek için yeniden şekillendirilmesi, yeniden yapılandırılması ve tamamen değiştirilmesi (revolutionizing) ile ilgili oldukça özel bir kullanımıdır.

Aslında -bu kelimelere özel bir dikkat gösterilmesini istiyorum- burjuva devleti ‘parçalamak’ ve onun yerine işçi sınıfı ve müttefiklerinin Devletini geçirmek için her bir devlet aygıtına sadece ‘demokratik’ sıfatını eklemek yeterli değildir; bu, söz konusu biçimsel ve potansiyel olarak reformist işlemden tamamen farklı bir şeydir, ‘Devletin sönmesi’ne yani, yerini kitlelerin örgütlerinin almasına hazırlanmak için mevcut Devlet aygıtlarının yapılarını, uygulamalarını ve ideolojilerini tamamen değiştirmek, bunlardan bazılarını yok etmek, yenilerini yaratmak ve bu sayede baskıcı, politik ve ideolojik aygıtları arasındaki iş bölümü biçimlerinde bir dönüşüm açığa çıkarmak, pratik eylemlerini yöneten işleyiş yöntemlerini ve burjuva ideolojisini tamamen değiştirmek, yeni, proleter bir ideoloji temelinde bu aygıtlar ile kitleler arasında yeni ilişkiler kurmaktır.

Bu zorunluluk Marksist Devlet teorisi ile ilgilidir. Marx’a göre devlet aygıtları tarafsız araçlar olmayıp güçlü bir anlamda, bir sınıfın, egemen sınıfın organik baskıcı ve ideolojik aygıtlarıdır. İşçi sınıfı ve müttefiklerinin hakimiyetini garanti etmek ve Devletin uzun vadedeki ‘sönüşüne’ hazırlanmak istiyorsanız mevcut devlet aygıtının sınıfsal karakterine saldırmaktan kaçınamazsınız. Bu, Devletin ‘parçalanması’ anlamına gelir. Aksi taktirde yeni egemen sınıf kendi zaferine yenilecek veya yerinde sayıp kendi fetihlerinde boğulmaya ve bu yüzden komünizme geçişi tamamlama yönündeki tüm ciddi fikirleri terk etmeye zorlanacaktır.

‘Parçalanmamış’, ‘sönme’ sürecinde olmayan Devletlere örnekler istiyorsanız sadece sosyalist ülkelere baktığınızda sonuçları göreceksiniz. Sovyet liderleri şunu beyan ediyor: burada Devletin sönmesi güçlendirilmesi vasıtasıyla gerçekleşiyor!

Bunun zor, hatta çok zor bir sorun olduğu, somut tarihsel inceleme ve kapsamlı teorik tahliller gerektirdiği doğrudur. Ancak varlığı, proletarya diktatörlüğünü zorunlu bir öğesi ile kendini belli eden gerçek ve kaçınılmaz bir sorundur. Ve bizleri bu sorun hakkında düşünmeye zorlamasının, 22. Kongrenin olumlu yanlarından biri olduğu inkar edilemez.

Ancak proletarya diktatörlüğü kavramını önünü arkasını düşünmeden ve gelişigüzel bir biçimde terk etmekle -yani proletarya ve müttefiklerinin ‘egemen sınıf haline gelebilmek’ için burjuva Devlet makinesini parçalamaları, yani tamamen değiştirmeleri (Komünist Manifesto), miras aldıkları burjuva Devletin özüne saldırmaları gerektiği yönündeki basit ve net fikri terk etmekle- 22. Kongrenin ne yazık ki kendini, genel olarak demokrasinin basit yasal biçimi, hukuksal değil sınıfsal problemler olan Devlet ve aygıtları problemleriyle sadece ilgilenmeye ve çözmeye değil bunları basitçe doğru bir şekilde koymaya bile yeterliymiş gibi, ‘Devletin demokratikleştirilmesi’ türünden şeker kaplı terimler dışında Devletin ‘dağıtılması’ ve ‘sönmesini’ anlama olasılığından mahrum ettiği de bir gerçektir.

Altıncı inisiyatif

Bu inisiyatifin gerçekten potansiyel biçimde 22. Kongrenin tutanaklarında veya Kongrenin mantığının tahmin edilebilir sonuçlarında görülebileceğini söyleyebilir miyiz? Her durumda tüm Komünistler için önemli olan bir tarihsel zorunlulukla ilgileniyoruz.

Komünistlerin çelişkileri ciddiye alma yükümlülüğünden bahsediyorum: sadece Parti dışında değil, Parti içinde de. Bu nedenle demokratik merkeziyetçilik hakkında birkaç kelime etmeliyim.

Georges Marchais Parti içindeki değişme iradesinde ısrar etti. 22. Kongrenin yeni çizgisinin zorunlu olarak Partinin içsel yaşantısında, militanların ifade biçimlerinde ve eylem özgürlüklerinde ve bunlara bağlı olarak mevcut demokratik merkeziyetçilik kavramı üzerinde yansımaları olacağı açıktır.

Gelecekteki gelişimleri önceden görmek veya Partinin, önderliğinin ve militanlarının kararlarını tahmin etmek benim işim değil. Sadece çok da basit olmayan bir sorunun birkaç ilkesini ortaya koymaya çalışmak istiyorum.

Demokratik merkeziyetçiliğin amacı nedir? Burjuva sınıf mücadelesine muzaffer bir biçimde karşı durabilmek için Parti düşünce ve eyleminde birlik yaratma yönündeki hayati politik zorunluluğa bir tepkidir. İsçi sınıfının elinde sadece, düşünce ve eylem birliği ile bağlanmış devrimci iradesi ve örgütü vardır. Demokratik merkeziyetçiliğin anlamı bu teorik ve pratik birliği yaratmaktır. Mekanizması basittir: kararlar Partinin her bir seviyesinde (kol, seksiyon, bölge, Ulusal Kongre) özgürce tartışılır ve demoratik bir şekilde benimsenir. Parti Kongresince benimsendikten sonra her militan için, politik eylemi söz konusu olduğunda bağlayıcı hale gelir. Ancak bu disiplini kabul ettiği sürece kendi düşüncesini de koruyabilir.

Prensipte, mesele bu yüzden oldukça net, hatta açıktır. Ancak pratikte daha karmaşıktır.

Sadece örneğin, Partinin en yüksek organı olan Ulusal Kongre delegelerinin, ‘biçimsel’ demokrasilerin en ilerici türünü dahi temsil etmeyen ve kararların, düzenli olarak, herhangi bir ‘gerçek tartışma’ olmadan oy birliği ile alınmasına yol açarak kongrenin genel oturumlarındaki tüm düşünce farklılıklarını kendiliğinden ortadan kaldıran 3 kademeli çoğunluk oyuyla (dallar > seksiyonlar >bölgeler>Ulusal Kongre) seçilmesini hatırlamanız yeterlidir.

Proletarya diktatörlüğü sorununu[6] gündeme getirdiği televizyon röportajında Georges Marchais 22. Kongrenin ‘canlı’ geçeceğinde, ‘çok büyük bir tartışmanın’ yaşanacağında ısrar etti. Elbette Ulusal Kongreden bahsediyordu çünkü kollarda, seksiyonlarda ve bölgelerde meydana gelen tartışmaların her zaman canlı olduğunu herkes bilir. Partinin (aslında örgütün içsel yaşantısını kontrol eden ‘aygıtının’) yapısı, bu aygıt ve ayrıca militanlar tarafından edinilen alışkanlıklar, bu bertaraf etme temelindeki seçim sistemiyle birlikte dikkate alındığında Georges Marchais’in isteği boş bir ümit olarak kalmaya mahkumdu. Konuşmacıların taslak belge üzerine ‘yorumlar sunmaktan’ başka bir şey yapmadığı ve son oylamanın oybirliği ile sonuçlandığı 22. Kongrede hiçbir ‘özgür tartışma’ yaşanmadı.

Yasal bir bakış açısından mevcut demokratik merkeziyetçilik biçimlerini eleştirmek kolaydır. Elbette bu bakış açısından, temel bir demokratik ölçüt olabilecek bu biçimleri geliştirebilirsiniz.

Ancak ben kişisel olarak daha ileri gideceğim. Demokratik merkeziyetçilik sorunu yasal bir soruna indirgenemez: her şeyden öte teorik ve politik bir sorundur.

İşçi hareketi tarihinde örgütlenme ve iç temsil biçimlerinin birçok inisiyatife ve tartışmaya tabi olduğunu hepimiz biliriz. Devrimci (Bolşevik) partinin eşsiz (par excellence) örgütlenme biçimi olarak demokratik merkeziyetçilik kavramını kullanan Lenin’di. Ancak Lenin bağlamında da sorun üç olasılık itibariyle ortaya atılmıştı: hizipler, eğilimler ve hizipler ve eğilimler olmadan demokratik merkeziyetçilik.

Lenin, partiyi özerk örgütlere bölüp sonunda yok edebileceğini iddia ettiği hiziplere her zaman karşı çıktı. Ancak , yozlaşarak hiziplere yol açabilecek olsalar da eğilimler fikrini bir süre destekledi: bu yüzden hiziplere karşıyken işçi sınıfının, kökenlerinin ve onu oluşturan katmanların çeşitliliğine dair daha iyi bir tanımlama -üstelik de işçi sınıfı ile müttefik toplumsal sınıflar arasındaki birliğin güçlendirilmesine yardımcı olabilecek bir tanımlama- sunabilecek eğilimleri destekledi.

Lenin’de bulunan bu formülü kabul etmeli miyiz: hiziplere hayır, eğilimlere evet? Onu hemen mi benimsemeliyiz? Kişisel olarak ben bu hassas soruya olumsuz cevap vermeye meyilliyim. Teorik ve pratik olarak, değil burjuva, proleter bir partide, işçilerin partisinde dahi istikrarlı eğilimlerin oluşturulmasının, fikirlerin tipik olarak burjuva tarzında bir temsilini ve bu yüzden bir burjuva politik pratiği anlayışını yeniden üretme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Komünist Partinin politik pratiği oldukça farklıdır.

Bu zor sorunun içerdiklerine dair biraz fikir edinmenizi sağlamak için bu tür bir partinin kendisini fikirlerin tescil ve temsil edilmesiyle sınırlandırmadığını, kitlelerle bağlarının çok daha derin olduğunu, tüm meseleleri kavrayışına ve pratik eylemine yol gösteren bilimsel bir teoriye sahip olduğunu söylemeliyim. Bu yüzden parti içindeki fikirler saf bir eğilimler demokrasisine indirgenemeyecek bilimsel bir teorinin taleplerine tabidir.

Son olarak Partiyi tanımlayan şeyin basit bir biçimde tek başına üyelerinin sınıfsal karakteri veya bilimsel teorisi olmayıp bu iki şeyin, Partinin burjuvaziye karşı girişmiş olduğu sınıf mücadelesi içinde kaynaşması olduğunu söylemeliyim. Parti içi fikirler bu yüzden, saf bir eğilimler demokrasisine indirgenemeyecek talepler ortaya atan sınıf mücadelesinin çelişkilerine tabidir.

Elbette hareketli bir partide her zaman çelişkiler ve bu yüzden , ister beğenin ister beğenmeyin bunları ifade eden farklı bakış açıları ve eğilimler vardır. Bu gerçekliği, Partinin gerçek hayatının bu veçhesini görmezden gelmek söz konusu olamaz. Ancak eğilimlerin yasal olarak tanınması ve kurumsallaştırılması bana, devrimci bir işçi partisinde bu çelişkileri çözmenin veya bu durumu en iyi şekilde idare etmenin en iyi yolu gibi gelmiyor.

Bu nedenle eğilimlerin tanınması sloganı bana prensipte doğru görünmüyor ve mevcut koşullar altında ise her durumda kesinlikle yanlış olur çünkü işçi sınıfının öncü partisinin yeni pratik politiğine tekabül etmez. Bu slogan aslında sadece, Parti içinde burjuva politik pratiği biçimlerinden birini yeniden üretir. Eğilimler sergileme hakkının Sosyal Demokrasinin tarihiyle bu kadar derinden ilişkili olması tesadüf değildir.

Ancak dikkatli olmalıyız! Eğilimlerin Parti içine tanınmasını reddedeceksek bunu daha ilkel bir politik pratik biçimine geri çekilecek, özgürlüğü kısıtlayacak veya Stalin’in yaptığı gibi tamamen yok edecek şekilde yapmamalıyız:bunu ileriye, daha fazla özgürlüğe yürümek için, işçi sınıfının öncüsünün politik pratiğinin taleplerine ve 22. Kongrenin istemine cevap verebilmek için yapmalıyız.

Parti içindeki mevcut gelişimler sorununa dönersek, Kongrenin ardından yeni görevlerin ortaya çıktığı açıktır: örneğin yeni birlik, iletişim, deneyim aktarma, tartışma ve müzakere biçimleri geliştirme görevi. Parti kendini dış dünyaya daha geniş bir biçimde açıp Komünist olmayanlarla yeni tartışma, haberleşme ve birlik biçimlerini hayata geçirir geçirmez bu aynı görev kendini Parti içinde daha güçlü bir şekilde hissettirecektir. Daha fazla bilgi, daha iyi bir basın, daha fazla ifade özgürlüğü, daha fazla tartışma, daha fazla müzakere -kısacası zamanlarını doldurmuş hantal denetimlerden kurtulmuş daha hareketli, daha özgür ve daha cüretkar bir parti.

Bu çerçevede Parti içindeki mevcut demokratik merkeziyetçilik biçimleri üzerine, amacı hizipler ve örgütlü eğilimlerin gelişme riskinden kaçınırken parti içinde bugüne kadar görülenden daha geniş ve daha özgür, keyfi sansürden muaf, sınıf mücadelesi ve Marksist teori dahilinde orijinal bir tartışmayı olanaklı kılacak yeni pratik biçimler üzerinde çalışmak ve tanımlamak olan bir tartışma açmak politik bir zorunluluktur.

22. Kongrenin ruhuyla Parti, bu sorunu ortaya atar ve sorunla Marksist terimlerle yüzleşirse Partinin kendisi içinde meydana gelmesi gereken, sınıf mücadelesinin mevcut durumunun gerektirdiği zorunlu değişikliklere katkısını yapmış olacaktır.

Ve Parti, 22. Kongrenin partisi olacaktır.

 

 

http://www.marx2mao.org/Other/ODP77.html
Louis Althusser, “The Historic Significance of the 22nd Congress”, in Etienne Balibar, On the Dictatorship of the Proletariat, Translated by Grahame Lock, NLB, 1977, pp.193-212

Prepared © for the Internet by David J. Romagnolo, to=djr@cruzio.com&;msg=MSG1044472796.118&start=1167648&len=131393&src=&type=x”>djr@cruzio.com (December 1997)

 

 



[1] Bu makale ilk olarak Fransa Komünist Öğrenciler Birliği’nin Sorbonne Felsefe Kürsüsü tarafından düzenlenen bir tartışmada konuşma olarak sunuldu. [Bu ve takip eden notlar metni Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren tarafından eklenmiştir.]

[2] Ce que veulent les communistes pour la France ; diğer Kongre belgeleriyle birlikte Le Socialisme pour la France’da yayınlanmıştır, Editions sociales, 1976

[3] Georges Marchais’in Fransız Komünist Partisi 21. Kongresine sunduğu rapor için bkz., Marxism Today, Ocak ve Şubat 1975; Althusser’in kongre öncesi tartışmalara katkısı için Essays in Self-Criticism adlı çalışmasına bakınız, NLB, 1976, s. 208-15.

[4] Fransız Komünist Partisinin haftalık dergisi, CPGB’de buna en yakın yayın on beş günlük Comment’tir.

[5] Fransız Sosyalist Partisinin, delegelerin çoğunun Komünist Enternasyonale katılmak ve bu sayede Fransız Komünist partisini kurmak için oy verdiği kongresi (1920).

[6] Bkz., Dosya: Georges Marchais, ‘Liberty and Socialism’.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar