Ana SayfaArşivSayı 28-29Bolşevizm ve Anarşistler

Bolşevizm ve Anarşistler

Bolşevizm ve Anarşistler *

 

Eric Hobsbawm

Çeviri: Sina Güneyli

Özgürlükçü komünizm geleneği -anarşizm- Bakunin’den veya Proudhon’dan bu yana, Marksist olana amansız bir düşmanlık beslemiştir. Marksizm, ve daha da fazlasıyla Leninizm, teori ve program olarak anarşizme aynı ölçüde düşman olmuş ve bir politik hareket olarak anarşizmi küçümsemiştir. Ancak, Rus devrimi ve Komünist Enternasyonal dönemindeki uluslararası komünist hareketin tarihini incelediğimizde, garip bir asimetri buluyoruz. Anarşizmin önde gelen sözcüleri, en fazla gerçek devrim sırasında veya Ekim’in haberi kendilerine ulaştığı zamanda anlık bir tereddüt dışında, Bolşevizme karşı düşmanlıklarını sürdürmüş olmakla birlikte, Bolşeviklerin, Rusya içinde ve dışında, anarşistlere karşı tutumu kısa bir dönem için son derece hayırhahdı. Bu makalenin konusu budur.

Bolşevizmin, 1917’den sonra anarşist ve anarko-sendikalist hareketlere karşı takındığı teorik tutum tümüyle açıktı. Marx, Engels, Lenin’in üçü de konuyla ilgili yazılar yazmışlardır ve genelde görüşleri hakkında hiçbir belirsizlik veya karşılıklı uyuşmazlık yoktur; bu görüşler aşağıdaki gibi özetlenebilir:

(a) Marksistlerin ve anarşistlerin nihai amaçları arasında hiçbir fark yoktur: sömürünün, sınıfların ve devletin ortadan kalkacağı özgürlükçü bir komünizm.

(b) Marksistler, bu nihai aşamanın burjuva iktidarının yıkılmasından proleter devrimiyle, devlet iktidarının kısmen rol oynayacağı ‘proletarya diktatörlüğü’ ile ve diğer geçiş düzenlemeleriyle karakterize edilen, az çok uzatılmış bir süre ile ayrıldığına inanırlar. Bu geçiş problemleri üzerine klasik Marksist yazıların kesin anlamı hakkında bir tartışma yürütülebilir, ancak proleter devriminin hemen komünizme yol açmayacağı ve devletin ortadan kalkmayacağı fakat ‘söneceği’ Marksist görüşüne ilişkin kesinlikle hiçbir belirsizlik yoktur. Bu konuda anarşist doktrinle olan çatışma tam bir çatışmadır ve açıkça tanımlanmıştır.

(c) Marksistlerin devrimci bir devlet iktidarının devrimci amaçlarla kullanıldığını görmeye karakteristik olarak istekli olmalarına ek olarak, Marksizm, merkezileşmenin yerinden yönetime veya federalizme üstünlüğü katı inancına ve (özellikle Leninist yorumda) liderliğin, örgütlenmenin ve disiplinin vazgeçilmezliği ve yalnızca ‘kendiliğindenliğe’ dayanan bir hareketin yetersizliği inancına aktif olarak bağlanmıştı.

(d) Resmi politik sürece katılım olanaklı olduğunda, Marksistler, sosyalist ve komünist hareketlerin, kapitalizmin yıkılmasını ilerletmeye katkıda bulunacak diğer etkinliklerde olduğu kadar, bu sürecin de içinde yer almalarının doğru olduğunu kabul ederler.

(e) Bazı Marksistler, klasik Marksist geleneğe dayanan partilerin fiili veya potansiyel otoriter ve/veya bürokratik eğilimlerinin eleştirilerini geliştirmiş olmakla birlikte, bu eleştirmenlerin hiçbiri, kendilerini Marksist olarak düşündükleri sürece, anarşist hareketlere karşı karakteristik sempati eksikliğini terk etmemiştir.

Marksist hareketlerle anarşist veya anarko-sendikalist hareketler arasındaki politik ilişkilerin kaydı 1917’de aynı ölçüde belirli görünüyordu. Gerçekte, bu ilişkiler Marx, Engels ve İkinci Enternasyonal zamanında, Komintern zamanında olduğundan daha sertti. Marx, Proudhon’la ve Bakunin’le kavga etmiş ve onları eleştirmişti, ve Proudhon’la Bakunin de Marx’la kavga etmiş ve onu eleştirmişlerdi. Başlıca sosyal demokrat partiler, anarşistleri dışlamak için ellerinden geleni yapmışlar veya yapmaya zorlanmışlardı. Birinci Enternasyonal’den farklı olarak, İkinci Enternasyonal, 1896’daki Londra Kongresinden sonra hiçbir biçimde anarşistleri barındırmıyordu. Marksist ve anarşist hareketler bir arada bulunduklarında birbirlerine düşman değillerse bile birbirlerinin rakibiydiler. Ancak, Marksistler anarşistlere şiddetle öfkelenmekle birlikte, pratikte, anarşistlerle İkinci Enternasyonal’in reformizmine artan bir düşmanlığı paylaşan devrimci Marksistler, anarşistleri, yanlış yola sapmış olmakla birlikte devrimci olarak kabul etme eğilimindeydi. Bu, yukarıda (a) şıkkında özetlenen teorik görüşle uyumludur. En azından anarşizm ve devrimci sendikalizm, reformizme ve oportünizme karşı anlaşılır bir tepki olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de, reformizmin ve anarko-sendikalizmin aynı görüngünün parçaları olduğu ileri sürülebilir -ve sürülmüştür de: biri olmadan diğeri bu kadar ilerleyemezdi. Dahası, reformizmin çöküşünün anarko-sendikalizmi otomatik olarak zayıflatacağı da ileri sürülebilir.

İdeologların ve politik liderlerin bu görüşlerinin, Marksist hareketlerin sıradan militanları ve destekçileri tarafından ne ölçüde benimsendiği açık değildir. Bu düzeyde farklılıkların, genelikle çok daha az açık olarak hissedildiğini varsayabiliriz. Bir düzeyde çok önemli olan doktrinel, ideolojik ve programatik farklılıkların başka bir düzeyde ihmal edilebilir önemde olduğu iyi bilinen bir gerçektir -örneğin 1917 gibi geç bir tarihte, pek çok Rus şehrindeki ‘sosyal demokrat’ işçilerin pek azı Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrımın farkındaydı. İşçi hareketlerinin ve doktrinlerinin tarihçisi, tehlikesini göze alarak bu tür gerçekleri unutur.

Bu genel arka plan, komünistlerle anarşistler veya anarko-sendikalistler arasındaki ilişkileri etkilediği ölçüde, dünyanın çeşitli yerlerindeki durumlar arasındaki farklılıkların tartışılmasıyla desteklenmelidir. Burada geniş kapsamlı bir inceleme yapamayız, fakat en azından üç farklı tür ülke ayırt edilmelidir:

(a) Anarşizmin işçi hareketinde asla büyük bir öneminin olmadığı bölgeler, örneğin (Hollanda hariç) kuzeybatı Avrupa’nın çoğu, 1917’den önce işçi hareketlerinin ve sosyalist hareketlerin hemen hemen hiç gelişmediği çeşitli koloni bölgeleri.

(b) Anarşist etkinin önemli olduğu, fakat 1914-1936 döneminde dramatik olarak ve belki de kesin olarak azaldığı bölgeler. Bunlar, Çin, Japonya ve -bir ölçüde farklı nedenlerle- Rusya kadar, Latin dünyasının bir kısmını, örneğin Fransa, İtalya ve bazı Latin Amerika ülkelerini içermektedir.

(c) Anarşist etkinin 1930’ların ikinci yarısına kadar egemen olmasa da önemini koruduğu bölgeler. İspanya en açık vakadır.

Birinci tür bölgelerde, komünist hareketler için, kendilerini anarşist veya anarko-sendikalist olarak tanımlayan hareketlerle ilişkilerin hiçbir önemi yoktu. Ne esasen sanatçı ve entellektüellerden oluşan az sayıda anarşistin varlığı, ne de anarşizmin etkili olabileceği anarşist politik mültecilerin, göçmen topluluklarının varlığı ve yerli işçi hareketinde marjinal kalan diğer görüngüler herhangi bir politik problem çıkarıyordu. Örneğin, anarşist akımların, son derece küçük sosyalist hareketlerin veya Bismarck’ın antisosyalist yasasıyla olduğu gibi geçici olarak yarı-illegaliteye itilen sosyalist hareketlerin özel durumlarında, esasen bozucu, kısmi bir rol oynadığı, 1870’ler ve 1880’ler sonrası İngiltere’de ve Almanya’da durumun bu şekilde olduğu görülmektedir. Merkezileşmiş ve merkezsizleşmiş, bürokratik ve antibürokratik, ‘kendiliğinden’ ve ‘disiplinli’ hareketler arasındaki mücadeleler (akademik yazarlar veya birkaç çok bilgili Marksist dışında) anarşistlere özel bir referansta bulunulmaksızın yürütülmüştü. Kıtadaki devrimci sendikalizme karşılık gelen dönemde, İngiltere’deki durum buydu. Komünist partilerin polemik yayınlarının (yalnızca Enternasyonal’in uğraşılarını yankılamadıkça), çevirilerinin ve/veya anarşizm üzerine klasik Marksist yazıların yeniden basımlarının ve benzerlerinin sistematik bir çözümlemesinin yapılarak, bu partilerin bir politik problem olarak kendi ülkelerindeki anarşizmin ne ölçüde farkında göründüklerinin ciddi biçimde incelenmesi önümüzde durmaktadır. Ancak bu partilerin, problemi, komünist hareket içindeki reformizm ile, doktrinel hizipçilikler ile, İngiltere’deki pasifizm gibi küçük burjuva ideolojik akımların belli türleri ile karşılaştırıldığında ihmal edilebilir olarak değerlendirmiş oldukları biraz güvenle ileri sürülebilir. 1930’ların başlarında Almanya’da ve 1930’ların sonraki yıllarında İngiltere’de anarşizme karşı en üstünkörü veya akademik bir dikkat göstermeden, veya gerçekten de konuyu asla tartışmak zorunda bile kalmadan komünist hareket içinde derinlemesine yer almak kuşkusuz tümüyle olasıydı.

İkinci tür bölgeler, bu tartışmanın görüş açısından, bazı yönlerden en ilginç olan bölgelerdir. Burada, anarşizmin sendikalarda veya aşırı soldaki politik hareketlerde önemli, bazı dönemlerde ve sektörlerde başat bir etkiye sahip olduğu ülkeleri veya bölgeleri ele alacağız.

Buradaki can alıcı tarihsel gerçek, anarşist (veya anarko-sendikalist) etkinin 1914’ten sonraki onyılda dramatik çöküşüdür. Bu, Avrupa’nın savaşa giren ülkelerinde, savaş öncesi solun genel çöküşünün ihmal edilen bir yönüydü. Bu, pek çok geçerli nedenle, genellikle esasen sosyal demokrasinin bir krizi olarak sunulmaktadır. Bu, aynı zamanda, iki şekilde özgürlükçü veya antibürokratik devrimcilerin de bir kriziydi. Birincisi, bunların çoğu (örneğin ‘devrimci sendikalistlerin’ arasındakiler) aceleyle yurtsever bayraklara koşarak -en azından bir süre için- Marksist sosyal demokrat çoğunluğa katıldılar. İkinci olarak, bunu yapmayanlar, bir bütün olarak, savaş karşıtlığında tümüyle etkisiz kalmışlardır, ve hatta savaşın sonunda Bolşeviklere alternatif bir özgürlükçü devrimci hareket sağlama girişimlerinde daha da etkisiz kalmışlardır. Sonuç alıcı, yalnızca bir örnekten söz edelim. Fransa’da (Profesör Kriegel’in gösterdiği gibi), bütün bu ‘considérés comme dangereux pour l’ordre social [toplumsal düzen için tehlikeli görülenleri]’ yani ‘les révolutionnaires, les syndicalistes et les anarchistes [devrimcileri, sendikalistleri ve anarşistleri]’ kapsamak üzere, İç İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ‘Carnet B’, gerçekte, esasen anarşistleri, veya daha çok ‘la faction des anarchistes qui milite dans le mouvement syndical [sendikal hareket içinde mücadele eden anarşist grubu]’ içeriyordu. 1 Ağustos 1914’te İç İşleri Bakanı Malvy, Carnet B’yi dikkate almamaya, yani hükümete göre, tam da savaşa kesinlikle karşı çıkma niyetlerini inandırıcı biçimde oturtmuş ve muhtemelen işçi sınıfının savaş karşıtı hareketinin kadroları olabilecek insanları serbest bırakmaya karar verdi. Gerçekten, bunların çok azı direnme veya sabotaj için somut bir hazırlık yapmıştı, ve hiçbiri otoriteleri üzmesi olası herhangi bir hazırlık yapmamıştı. Kısaca, Malvy en tehlikeli devrimciler olarak kabul edilen insanların tümünün ihmal edilebilir olduğuna karar vermişti. Kuşkusuz çok haklıydı.

1918-1920’de daha da doğrulanan sendikalist ve özgürlükçü devrimcilerin başarısızlığı, Rus Bolşeviklerinin başarısıyla dramatik bir karşıtlık oluşturuyordu. Gerçekten, bu, sonraki elli yıl boyunca, birkaç istisnai ülke dışında, solda başlıca bağımsız bir güç olarak anarşizmin kaderine damgasını vurmuştur. 1905-1914’te, devrimci solun esas kısmı anarko-sendikalist iken, veya en azından anarko-sendikalizmin fikirlerine ve ruh haline klasik Marksizme olduğundan daha yakın iken, Marksist solun pek çok ülkede devrimci hareketin kıyısında olduğu, Marksistlerin büyük bir bölümünün de facto [fiilen] devrimci olmayan sosyal demokrasiyle özdeşleştirildiği güçlükle hatırlanır olmuştur. Bundan böyle, Marksizm aktif devrimci hareketlerle, ve komünist parti ve gruplarla, veya Avusturya Sosyal Demokrat Partisi gibi, belirgin biçimde sol kanat olmakla övünen sosyal demokrat partilerle özdeşleştirilmiştir. Anarşizm ve anarko-sendikalizm dramatik ve kesintisiz bir çöküşe girmiştir. İtalya’da faşizmin zaferi bunu hızlandırmıştır, fakat 1929 veya 1934 Fransa’sını düşünmesek de, 1924 Fransa’sında 1914’te devrimci solun karakteristik biçimi olan anarşist hareket neredeydi?

Soru yalnızca retorik değildir. Yanıt şudur ve şu biçimde olmalıdır: esasen yeni komünist hareketlerde veya komünistlerin yönettiği hareketlerdeydi. Yeterli araştırmanın yokluğunda bu henüz yeterli biçimde belgelenemez, fakat genel gerçekler açık görünmektedir. Hatta, ‘Bolşevize olmuş’ komünist partilerin önde gelen şahsiyetlerinden veya iyi bilinen eylemcilerinden bazıları, önceki özgürlükçü hareketlerden veya özgürlükçü ortamlardaki militan sendika hareketlerinden gelmişti: Fransa’da Monmousseau ve muhtemelen Duclos böyledir. Bu, Marksist partilerin önde gelen üyelerinin önceki anarko-sendikalistlerden çıkması pek olası olmadığından ve özgürlükçü harekette önde gelen şahsiyetlerin Leninizmi seçmesi daha az olası olduğundan, daha da fazla çarpıcıdır.[1] Gerçekten de, (Hollanda Komünist Partisi lideri De Groot’un belki de biraz parti pris [önyargılı] olarak gözlediği gibi) eski özgürlükçü işçilerin yeni komünist partilerdeki yaşama, eski özgürlükçü entellektüellerden veya küçük burjuvalardan daha iyi uyum sağlamış olmaları yüksek olasılıktır. İdeologları ve politik liderleri bu kadar keskin bir şekilde ayıran doktrinel ve programatik farklılıkların, farklı örgüt ve liderlerin bu düzeyde -örneğin işçilerin özgül yerelliğinde veya sendikasında- uzun zamandır oturmuş rekabet örüntüleri olmadıkça, işçi sınıfının militanı düzeyinde, genellikle tümüyle gerçeksiz olduğu ve çok az bir öneminin olabileceği anımsanmalıdır.

Dolayısıyla, daha önce kendi yerelliğinde veya işinde en militan veya en devrimci sendikaya destek veren işçilerin, bu sendikanın ortadan kalkmasından sonra fazla güçlük çekmeden, artık militanlığı ve devrimci tutumu temsil eden komünist sendikaya kaymasından daha olası bir şey olamaz. Eski hareketler ortadan kalktığında bu tür transferler yaygınlaşır. Eski hareket kitle üzerindeki etkisini sağda solda sürdürebilir, ve kendilerini hareketle özdeşleştiren liderler ve militanlar, de jure [hukuken] veya de facto [fiilen] alışılmamış bir eylemsizliğe çekilmedikçe, hareketi, azalan bir ölçekte yapabildikleri kadar bir arada tutmayı sürdürebilirler. Bazı sıradan üyeler de hareketten kopabilirler. Fakat büyük çoğunluğun, eğer hazır bir tane varsa, en uygun alternatife transfer olması beklenmelidir. Bu tür transferler ciddi olarak incelenmemiştir, böylece eski anarko-sendikalistlere (ve onların yönelimini izlemiş olanlara) ne olduğunu, 1930’lardan sonra İngiltere’deki Bağımsız İşçi Parti’sinin eski üyelerine veya izleyicilerine ne olduğundan, veya 1945’ten sonra Batı Almanya’da eski komünistlere ne olduğundan daha fazla bilmiyoruz.

Yeni komünist partilerin, ve özellikle de yeni devrimci sendikaların sıradan üyelerinin büyük bir çoğunluğu eski özgürlükçülerden oluştuysa, bunun bu partiler ve sendikalar üzerinde bir etkide bulunmasını beklemek doğaldır. Genel olarak komünist partilerde bunun çok az bir işareti vardır. Yalnızca bir temsilci örnek olarak, Mart-Nisan 1925’te, Komünist Enternasyonal’in Genişletilmiş Yürütmesinde, komünist harekette komünist olmayan etkiler probleminin özellikle ele alındığı ‘Komünist Enternasyonal’in Bolşevikleştirilmesi’ üzerine tartışmalar verilebilir. Bu belgede sendikalist etkiden yarım düzineden biraz daha fazla söz edilmiş ve anarşist etkiden hiç söz edilmemiştir.[2] Bunlar, tümüyle, Fransa, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki durumla sınırlıdır. Fransa ile ilgili olarak küçük burjuva sendikalist kökenli ‘[Almanya’da sosyal demokrat kökenli] eski önde gelen yetkililerin büyük kısmının’ kaybolduğuna dikkat çekilmiştir (s. 38). Treint, ‘Partimiz Troçkizmin bütün hatalarını bertaraf etmiştir: tüm bireyci sözde anarşist hatalar, meşruluğa inanma hataları, Partide farklı hiziplerin birlikte var olması hataları. Parti Luksemburgçu hataları tanımayı da öğrenmiştir’ (s. 99) biçiminde bir bildirimde bulunmuştur. ECCI kararları, Fransız partisiyle ilgili on konudan biri olarak ‘tüm önceki Fransız geleneklerine rağmen, iyi örgütlenmiş bir Komünist Kitle Partisinin kurulmasını’ (s. 160) tavsiye etmiştir. İtalya ile ilgili olarak, hiçbir özgürlükçü akımdan söz edilmeksizin, ‘İtalya’da ortaya çıkan sapmaların sayısız ve çeşitli kaynaklarına’ dikkat çekilmiştir. Bordiga’nın bu ve diğer benzer görüşlerle ‘kendini tümüyle özdeşleştirdiği’ ileri sürülmemiş olmakla birlikte, ‘İtalyan sendikacılığına’ benzerliğinden söz edilmiştir. İkinci Enternasyonal’in oportünizmine karşı tepkilerden biri olarak Marksist-Sendikalist hizipten (Avanguardia grubu) ve partiden ayrıldıktan sonra ‘sendikalizm içinde’ kaybolmasından söz edilmiştir (ss. 192-193). CPUSA’nin iki kaynaktan -Sosyalist Parti ve sendikal örgütler- oluşturulmasından söz edilmiştir (s. 45). Enternasyonal’in uğraşılarına aynı belgede yapılan bu dağınık referanslar, diğer ideolojik sapma ve problem çeşitleriyle karşılaştırıldığında, özgürlükçü sendikalist geleneklerin komünizm içindeki, veya en azından 1920’lerin ortalarında, başlıca komünist partileri içindeki görece önemsiz etkisi açıktır.

Enternasyonal’i daha acil olarak kaygılandıran çeşitli eğilimlerin arkasında bu tür geleneklerin olduğu açıkça görülebileceğinden, bu bir ölçüde yanılsama olabilir. Kendiliğindenlik üzerine vurgusuyla, milliyetçiliğe düşmanlığı ile ve diğer benzer fikirleriyle Luksemburgçuluğun tehlikeleri üzerindeki ısrar, -bu zamanda çok ciddi ilgi konusu olmayan- seçimden kaçınmaya düşmanlığı olduğu gibi, muhtemelen özgürlükçü-sendikalist okulda biçimlenen militanların tutumlarını da hedef almış olabilir. ‘Bordighizm’in arkasında bu tür eğilimlerle bir uğraşıyı kesin olarak fark edebiliriz. Çeşitli Batı partilerinde Troçkizm ve diğer Marksist sapmalar, -Rosmer ve Monatte gibi- ‘Bolşevikleşmiş’ partilerde rahatsız olan sendikalist orijinli komünistleri muhtemelen çekmiştir. Yine de Cahiers du Bolchevisme‘in [Bolşevizm Defterleri] (28 Kasım 1924) Fransız Komünist Partisindeki ideolojik eğilimleri çözümlerken sendikalizme hiçbir dolaylı referans vermemesi önemlidir. Dergi, partiyi ‘yüzde 20 Jauresizme, yüzde 10 Marksizme, yüzde 20 Leninizme, yüzde 20 Troçkizme, ve yüzde 30 Bozgunculuğa’ bölmüştür. Eski sendikalist gelenekten türeyen fikirlerin ve tutumların gerçek gücü ne olursa olsun, geleneğin kendisi, Marksizmin çeşitli sol kanat, sekter veya hizipçi uyarlamalarının bir bileşeni olmak dışında, önemli olmaktan çıkmıştır.

Ne var ki, açık nedenlerle, anarşist problemler, komünist hareketi, Latin Amerika’nın geniş bölgelerinde olduğu gibi, dünyanın, Ekim devriminden önce politik işçi hareketinin hemen tümüyle anarşist olduğu ve sosyal demokrat hareketlerin ihmal edilebilir olduğu, veya anarko-sendikalistlerin 1920’lerde güçlerini ve etkilerini sürdürdükleri kısımlarında daha çok meşgul etmiştir. 1920’lerde İşçi Sendikaları Kızıl Enternasyonali’nin Latin Amerika’da bu problemlerle çok fazla uğraşması, veya 1935 gibi geç bir tarihte Komünist Enternasyonal’in, (orijinal üyelerin çok büyük ölçüde eski anarşistlerden oluştuğu) Brezilya Komünist Partisi’nde ‘anarko-sendikalizm kalıntılarının üstesinden tümüyle gelinmediğini’ gözlemiş olması şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte, bu kıtada anarko-sendikalizmin önemini düşündüğümüzde, anarko-sendikalizmden kaynaklanan problemler 1929-1930’daki Büyük Durgunluk’tan sonra Komintern’i çok az uğraştırmış görünmektedir. Komintern’in yerel komünist partilere bu açıdan başlıca eleştirisi, bu partilerin anarşist ve anarko-sendikalist örgütlerin hızlı çöküşünden ve bu örgütlerin üyelerinin komünizme artan sempatilerinden yeterince yararlanamamaları olarak görünmektedir.[3]

Kısaca, özgürlükçü hareketler, artık, daha fazla esaslı politik problemler çıkarmayan, hızla çöken güçler olarak değerlendirilmekteydi.

Bu kayıtsızlık tümüyle doğrulanmış mıdır? Sendika hareketlerinde eski geleneklerin, her durumda, resmi komünist literatürün önerdiğinden daha güçlü olduğundan şüphelenebiliriz. Böylece, Küba tütün işçileri sendikasının anarko-sendikalist liderlikten komünist liderliğe geçişinin, sendika etkinliklerinde veya üyelerinin ve militanlarının tutumlarında hiçbir ciddi değişikliğe yol açmadığı oldukça açıktır.[4] Anarko-sendikalizmin eski kalelerinde, izleyen komünist sendika hareketinde, eski alışkanlıkların ve pratiklerin ne ölçüde yaşama işaretleri gösterdiğini keşfetmek için pek çok araştırma gereklidir.

İspanya, Büyük Durgunluk’tan sonra, anarşizmin işçi hareketinde esaslı bir güç olmayı sürdürdüğü ve aynı zamanda komünizmin -İç Savaşa kadar- nispeten ihmal edilebilir olduğu neredeyse tek ülkeydi. İspanyol anarşizmine karşı komünist tutum probleminin ikinci cumhuriyetten önce hiçbir uluslararası önemi yoktu, ve Halk Cephesi ve İç Savaş dönemindeyse üstünkörü bir değerlendirme için çok engin ve karmaşıktır. Dolayısıyla bu konunun tartışmasına girmeyeceğim.

Bolşeviklerin anarşistlere karşı temel tutumu, bunların, burjuvazinin destekçisi olan sosyal demokratlardan farklı olarak, yanlış yola sapmış devrimciler olduklarıydı. Zinovyev’in, 1920’de, kendi anarşistleri hakkında iyi düşünmeyen İtalyanlarla tartışmasında belirttiği gibi: ‘Devrim zamanlarında Malatesta, d’Aragona’dan daha iyidir. Bunlar aptalca şeyler yaparlar, fakat devrimcidirler. Kerenski’ye ve Menşeviklere karşı sendikalistlerle ve anarşistlerle yan yana savaştık. Binlerce işçiyi bu şekilde harekete geçirdik. Devrim zamanlarında devrimcilere gerek vardır. Devrimci dönemlerde onlara yaklaşmalı ve bir blok oluşturmalıyız.’[5] Bolşeviklerin bu görece ılımlı tutumu muhtemelen iki faktör tarafından belirlenmişti: Rusya’da anarşistlerin görece önemsizliği, ve anarşist ve sendikalistlerin, Ekim devriminden sonra, birlik koşullarının kabul edilemez olduğu açığa çıkana kadar bütün olaylarda Moskova’ya başvurmaktaki görünür istekliliği. Daha sonra, bunun, işçi hareketinde anarşizmi ve sendikalizmi, küçük ve azalan sayıda ülke dışında, giderek önemsiz bir akım olarak gösteren anarşizmin ve sendikalizmin hızlı çöküşüyle desteklendiğinde hiçbir kuşku yoktur. Lenin, Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresinde (Protokoll, Hamburg, 1921, s. 510) ‘Hayatımda pek az anarşist gördüm ve pek az anarşistle konuştum’ demiştir. Bolşevikler için, anarşizm, hiçbir zaman küçük ve yerel bir problemden daha fazla bir şey olmamıştır. 1922-1923’e ait resmi bir Komünist Enternasyonal yıllığı bu tutumu örneklemektedir. Anarşistlerin kitle hareketiyle hiçbir bağlarının olmadığı ve tepkinin zaferiyle ‘hemen hemen yok edildiği’ gerçeğinden olduğu gibi, 1905’te anarşist grupların ortaya çıktığından da söz edilmiştir. 1917’de anarşist gruplar ülkenin bütün önemli merkezlerinde ortaya çıktılar, fakat çeşitli doğrudan eylemlere rağmen pek çok yerde kitlelerle bağdan yoksundular ve çok az yerde liderliği ele geçirmekte başarılı oldular. ‘Bunlar, burjuva hükümetine karşı, pratikte, Bolşeviklerin, sırası gelince örgütsüzleşen “sol” kanadı olarak iş gördüler.’ Anarşistlerin mücadelelerinin bağımsız bir önemi yoktu. ‘Anarşistlerin safından gelen bireyler, devrim için önemli hizmetlerde bulundular; pek çok anarşist Rusya Komünist Partisi’ne katıldı.’ Ekim devrimi, bunları, bazıları gönülden tarafsız kalırken diğerleri Bolşeviklere katılan ‘sovyetist’, ve Sovyet iktidarını reddeden, çeşitli ve bazen garip hiziplere bölünen ve önemsiz olan ‘izleyen’ anarşistlere böldü. Kronstadt ayaklanmasında etkili olan illegal anarşist gruplar hemen tümüyle ortadan kalkmıştı.[6] Komintern’in lider partisinin anarşist ve sendikalist problemin niteliğini değerlendirmesi sırasında arka plan bu şekildeydi.

Ne Bolşeviklerin ne de Rusya dışındaki komünist partilerin, özgürlükçüleri kendilerine çekmek için, görüşlerinden taviz verme eğiliminde olmadıklarını söylemek pek gerekli değildir. İspanyol CNT’sini* Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresinde temsil eden Angel Pestaña izole edilmiş ve görüşleri reddedilmiştir. Sendikalistlerle ve anarşistlerle ilişkilerin daha uzun tartışıldığı Üçüncü Kongre, bunlarla komünistler arasındaki mesafeyi, komünist partilerdeki bazı akımların ve İtalya’da fabrikaların işgalinden sonra anarşist ve sendikalist etkide artış olduğuna inanılmasının etkisi altında, daha da açık olarak koymuştur.[7] Lenin, anarşistlerle, (-‘proletarya diktatörlüğü ve geçiş döneminde devlet iktidarının kullanılması’ gibi ilkelerde değil), -sömürünün ve sınıfların ortadan kaldırılması gibi- amaçlarda anlaşmanın mümkün olduğunu gözleyerek, bu konuda girişimde bulundu.[8] Ancak, anarko-sendikalist görüşlerin giderek artan sert eleştirisi özellikle Fransa’da harekete karşı olumlu bir tutumla birleştirildi. Dördüncü Kongrede bile sendikalistler hala, Fransa’da, kendi lehlerine olmak üzere hem sosyal demokratlarla ve hem de eskiden sosyal demokrat olan komünistlerle karşılaştırılıyordu. ‘Bir Komünist Partisinin çok sayıda unsurunu Sendikalistlerin saflarında, Sendikalistlerin en iyi kesimlerinin saflarında aramalıyız. Bu gariptir ama gerçektir’ (Zinovyev).[9] Beşinci Kongre sonrasından başlayarak, anarko-sendikalizmin olumsuz eleştirisi Troçkizmin, Luksemburgçuluğun ve diğer iç-komünist sapmaların eleştirisiyle, özgül politik vurguyu yitirecek kadar birleşti, yani ‘Bolşevikleştirme’ döneminde anarko-sendikalizmin olumsuz eleştirisi açıkça hareketin olumlu değerlendirilmesine ağır basmaya başlıyordu.[10] Kuşkusuz, bu zamanda anarşizm ve sendikalizm, birkaç özel bölge dışında hızlı bir çöküşün içindeydi.

Dolayısıyla, antianarşist propagandanın uluslararası komünist hareket içinde 1930’ların ortalarında daha sistemli bir temelde gelişmiş görünmesi ilk bakışta şaşırtıcıdır. Bu dönem, Fransa’da (1935) ‘Elements du communisme’ serisinde Marx et Engels contre l’anarchisme broşürünün, ve E. Yaroslavsky tarafından Rusya’da Anarşizmin Tarihi (İngilizce baskı 1937) isimli açık polemiğin basımına tanıklık etmiştir. Yine, Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Kısa Tarihi (b) (1938) isimli eserinde anarşizme referansların, yukarıda alıntılanan 1920’lerin başlarındaki değerlendirmeyle karşılaştırıldığında, açıkça daha olumsuz tonuna işaret etmeye değebilir.[11]

Antianarşist duyarlığın yeniden canlanmasındaki en açık neden, 1931’den başlayarak ve 1934’ten kesinlikle başlayarak uluslararası komünist stratejide giderek artan bir önem kazanan bir ülke olan İspanya’daki durumdu. Bu Lozovsky’nin özellikle İspanyol CNT’sini hedef aldığı uzatılmış polemiklerinde apaçıktır.[12] Bununla birlikte, İç Savaşa kadar, özellikle 1928 ile Haziran-Temmuz 1934’ten sonraki Komintern politikasındaki dönüş arasında, İspanya’daki anarşist probleminin sosyal demokrat probleminden daha az acil olduğu düşünülüyordu. Bu dönemdeki resmi Komünist Enternasyonal belgelerindeki referansların büyük kısmı, beklendiği üzere, İspanyol sosyalistlerinin kabahatleri üzerinde yoğunlaşır. İç Savaş sırasında durum değişti, ve örneğin Yaroslavsky’nin kitabının esasen İspanya’yı hedef aldığı apaçıktır: ‘Bu ülkelerdeki, artık anarşistlerin ve Komünistlerin doktrinleri arasında seçim yapmak zorunda olan işçiler, devrimin iki yolundan hangisini seçeceklerini bilmelidirler.’[13]

Bununla birlikte, yeniden canlanan antianarşist polemikte -belki de görece önemsiz olmakla birlikte- muhtemel bir diğer unsura da dikkat edilmelidir. Sürekli alıntılanan ve yeniden basılan temel metinden -Stalin’in 1929’da Buharin’in sözde yarı-anarşizmini eleştirisi-, ve diğer referanslardan, anarşistleşen eğilimlerin esasen ‘kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde devleti reddetmekle’ (Stalin) suçlanmış oldukları apaçıktır. Anarşizmin Marx, Engels ve Lenin tarafından yapılan klasik eleştirisi, stalinist dönemde devletin gelişme eğilimlerinin savunulmasıyla özdeşleşme eğilimindedir.

Özetle:

Bir teori, strateji veya örgütlü bir hareket biçimi olarak anarşizme ve anarko-sendikalizme karşı Bolşevik düşmanlık açık ve ikirciksiz olmuştur, ve komünist hareketteki bu yöndeki bütün ‘sapmalar’ sertçe reddedilmiştir. Pratik amaçlar açısından, bu tür veya bu tür olduğu kabul edilebilecek olan ‘sapmalar’, 1920’lerin başlarında Rusya içinde ve dışında önemli olmaktan çıkıyordu.

Fiili anarşist ve anarko-sendikalist hareketlere karşı Bolşevik tutum şaşırtıcı derecede hayırhahtı. Bu tutum üç ana faktör tarafından belirleniyordu:

(a) anarko-sendikalist işçilerin büyük çoğunluğunun devrimci oldukları, ve sosyal demokrasiye karşı komünizmin hem nesnel ve hem de, uygun koşullarda, öznel müttefikleri oldukları ve potansiyel birer komünist oldukları inancı;

(b) Ekim devriminin 1917’yi hemen izleyen yıllarda pek çok sendikaliste ve hatta anarşiste uyguladığı tartışmasız çekim;

(c) bir kitle hareketi olarak anarşizmin ve anarko-sendikalizmin, birkaç eski merkez dışında her yerde, aynı derecede tartışmasız ve giderek artan hızlı çöküşü.

Yukarıda sözü edilen nedenlerle, Bolşevikler, anarşizmin 1920’lerin başlarından sonra gücünü koruduğu birkaç bölge dışında (ve, bu bölgelerde bile çok fazla olmamak üzere, yerel komünist partilerin zayıf olduğu ölçüde), anarşizm problemine çok az dikkat gösterebilmişlerdir. Bununla birlikte, İspanya’nın uluslararası öneminin artması, ve belki de stalinist bir diktatöryel ve terörist devlet geliştirilmesinin teorik meşrulaştırılmasını sağlama girişimi de, Büyük Durgunluk ile İspanyol İç Savaşının sona ermesi arasındaki dönemde, antianarşist polemiklerin yeniden canlanmasına yol açmıştır.

(1969)

 

 



* Eric Hobsbawm, “Bolshevism and the Anarchists”, Revolutionaries, New American Library, New York, 1973, ss. 57-70.

[1] Dictionnaire des Parlementaires Français 1889-1940‘tan [Fransız Parlamenterleri Sözlüğü 1889-1940], savaşlar arasındaki Fransız komünist parlamenterlerinden alınan küçük bir rasgele örnek, bunların komünist olmadan önceki geçmişleri hakkında aşağıdaki işaretleri vermektedir: Sosyalist 5; ‘Sillon’, o zamanda sosyalist 1; sendika etkinliği (eğilim bilinmiyor) 3; özgürlükçü 1; komünist olmadan önce hiçbir geçmişi olmayan 1.

[2] Bolshevising the Communist International [Komünist Enternasyonal’in Bolşevikleştirilmesi], Londra, 1925.

[3] ‘Kitleler arasında hoşnutsuzluğun artması ve kitlelerin yönetici sınıfların ve emperyalizmin saldırılarına karşı direnişinin artması, sosyalist, anarşist ve anarko-sendikalist örgütler arasındaki parçalanma sürecini hızlandırdı. Komünistlerle, en yakın dönemde, bir birleşik cephe ihtiyacının farkına varılması, bunların sıradan üyelerinin oldukça geniş katmanlarında epey derin kök salmıştır. Aynı zamanda devrimci sendikaların ve komünist partilerin saflarına doğrudan doğruya katılma eğilimi (özellikle Küba, Brezilya, Paraguay’da) kuvvetlendi. Altıncı Dünya Kongresinden sonra, anarko-sendikalizmin Güney Amerika’daki ve Karayipler Amerikası’ndaki işçi hareketlerindeki özgül ağırlığında belirgin bir düşüş oldu. Bazı ülkelerde anarko-sendikalist hareketin en iyi unsurları, örneğin Arjantin’de, Brezilya’da, Paraguay’da ve Küba’da olduğu gibi, Komünist Parti’ye katıldılar […]. Diğer ülkelerde anarko-sendikalist etkinin zayıflamasına, sosyalist ve reformist örgütlerin (Arjantin), “ulusal reformist partilerin” (Meksika, Küba) kuvvetlenmesi eşlik ediyordu’: Die Kommunistische Internationale vor dem 7. Weltkongress, s. 472.

[4] Bu konuda, Küba tütün işçileri üzerine bir doktora tezi hazırlamakta olan Bayan Jean Stubbs’a teşekkür borçluyum.

[5] P. Spriano, Storia del Partito Comunista Italiano, cilt I, s. 77.

[6] ‘Jahrbuch für Wirschaft, Politik und Arbeiterbewegung’ (Hamburg), 1922-1923, ss. 247, 250, 481-482.

* Confederación National del Trabajo (Ulusal Emek Konfederasyonu) (Çevirenin notu).

[7] Decisions of the Third Congress of the Communist International [Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongre Kararları], Londra, 1921, s. 10.

[8] Protokoll, s. 510.

[9] Fourth Congress of the Communist International. Abridged Report [Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi. Kısaltılmış Rapor], Londra, 1923, s. 18.

[10] Manuilsky ile karşılaştırınız: ‘Örneğin, Troçkizm denilen şeyin bireyselci Proudhonculuk ile pek çok şeyi paylaştığını düşünüyoruz […] Rosmer ve Monatte’nin Komünist Parti’ye karşı yönelen yeni organlarında, Rus Troçkizminin savunusuyla karışık bir şekilde, eski devrimci sendikalizmin fikirlerini teorik olarak canlandırmaları rastlantı değildir’: The Communist International [Komünist Enternasyonal], İngilizce baskı, no. 10, yeni seri, s. 58.

[11] ‘Başlangıçta etkisi önemsiz bir grup olan anarşistlere gelince, artık, bunlar, açıkça, bazıları kriminal unsurlarla, hırsızlarla ve provokatörlerle, toplumun süprüntüleriyle birleşmiş olan, çok küçük gruplara bölünmüşlerdir; diğerleri, köylüleri ve küçük kasaba halklarını soyarak, ve işçi derneklerinin binalarına ve paralarına el koyarak, “ikna yoluyla” kamulaştırıcılar haline geldiler; diğerleri, daha da açık bir biçimde karşı devrimci kampa geçtiler, ve kendilerini, burjuvazinin uşağı olarak küplerini doldurmaya adadılar. Bunların tümü, her türden otoriteye, devrimci bir hükümetin, bunların halkı soymasına ve kamu mülkünü çalmasına izin vermeyeceğini bildiklerinden, özellikle ve özellikle işçilerin ve köylülerin devrimci otoritesine, karşıydılar’, s. 203.

[12] A. Lozovsky, Marx and the Trade Unions [Marx ve Sendikalar], Londra, 1935 (birinci baskı 1933), ss. 35-36, ve özellikle ss. 146-154.

[13] a.g.e., s. 10.

Yazarın Diğer Yazıları

Aşağıdan Tarih

Aynı kategoriden yazılar