Ana SayfaArşivSayı 28-29Devlete Karşı Devrimci Haydut

Devlete Karşı Devrimci Haydut

Ali Avcı

Zalim hükümetlerden elinizde şapkanızla değil, silahla adalet isteyiniz.

(Emiliano Zapata)

ABD, liberal düşünceleri huşuyla savunan, adalet duygusu yüklü şiddet karşıtlarının dünyalarına, ‘masum’ hayallerine hakaret ediyor. ABD’nin silah denetçilerini, daha da önemlisi BM’yi umursamaz bir tavırla Irak’a yönelik emperyalist saldırı hazırlıklarına başlaması beraberinde hümanist bir nefreti körüklüyor. ‘Savaşsız bir dünya’ hayaliyle avunmaya hiç niyeti olmayan devrimciler açısından şaşılacak bir şey yoktur. Gerektiğinde barış şiarları atarlar ancak barışçılıkla yetinmeyi bir an bile akıllarına getirmezler! Oluşmuş uluslar arası statükonun parçalanma potansiyelini yaratan dünya çapındaki gelişmeler olumlu anlamda ilgi konumuz olagelmiştir ve olacaktır. “Biz statükodan yana değiliz, büyük savaşlardan uzak durmak gerektiği yönündeki ütopik darkafalı düşünceden yana değiliz.”[1] Biz barış yanlısı bir savaş karşıtı değiliz!

Liberal ahmaklar “Bir emperyal tiranın küresel saldırganlığını, yerel bir otoritenin direnişiyle eşitlediler.” Onlar güdümlü füzelerle intihar komandolarını eşitleyen korkak ve ahlakçı budalalardır.[2] Onlar, emperyalizmin karşı-devrimci şiddetini, yani devletlerinin zor’unu karşılarına almamak konusunda kararlı davranırlar ve bu nedenle şiddetin her türlüsüne karşılar. Ama Marksistler, ‘ilkesel’ olarak, ilkesel bir şiddet karşıtlığının karşısında durur. Rosa Luxemburg’un sunduğu silahı, ‘Savaşa karşı savaş’ şiarını pratik bir yol gösterici olarak alırlar. Emperyalist sırtlanlar, savaşan emperyalist ülkelerin işçi sınıfları el ele verdiğinde boğulacaktır. Ama barış şarkılarının tınısıyla değil işçi sınıfı hareketinin savaş narasıyla![3] İşte bunun için ABD’nin Irak’a yönelik emperyalist savaşına karşı savaş; emperyalistler arası savaşa karşı savaş, ezenlerin ezilenlere, kitlelere dönük savaşına karşı savaş; Türkiye ile Irak arasındaki savaşa karşı savaş!

Dünün küreselleşme bugünün savaş karşıtları tartışıyor; devrimci bir tavır alan asiler, savaş taraftarlarının savaşarak ölmekte duraksamadıklarını, barış için savaşmayı, ölmeyi göze almak gerektiğini söylüyorlar. Diğer kanat, iflah olmaz barış yanlıları, otoritarizm-diktatörlük karşıtları ise ‘savaşsız bir dünya’yı elbette savaş araçlarından duydukları tiksintiyle, onlardan uzak durarak istiyorlar. Onlara da ihtiyaç var. Savaş koşulları küreselleşme karşıtlarını da sarsıyor.

Devrimciler kimin önce ateş ettiğine bakmaksızın ezilenlerin yanında, emperyalistlerin karşısında yer alır. Petras’ın deyişiyle ‘çifte şeytan teorisi’, yani Ne Sam Ne Saddam klişeleri bizden uzak olsun! Üstelik sadece devrimciler, Marksistler değil; devrimci yığınlar da gözü yaşlı barış yanlılarının sandığı gibi saf ve masum değillerdir. Savaş zamanlarında ezilenler nasıl davranacak sanıyorsunuz? Tüm savaşları ve askeri olan her şeyi lanetlemekle, silahsızlanma istemekle mi yetinecekler? Gerçekten devrimci bir ezilen sınıf, böylesine yüz kızartıcı bir rolü hiçbir zaman kabullenmeyecektir.[4] Ezenlerin, burjuvazinin iktidarını yıkmak, devletini parçalamak için -savaşta ve barışta- her zaman yapılacak bir şey mutlaka vardır ve bu ölüm-kalım savaşında acımaya, göz yaşına yer yoktur:

“Bugün, devrimci durum yoktur, yığınlar arasında bir kaynaşma, faaliyetlerini bir yoğunlaştırma koşulları yoktur; bugün, eline bir oy pusulası verirler, -al onu, hapis korkusundan koltuklarına sarılan adamları parlamentoya, güzel koltuklara götürmek için değil, ama onunla düşmanlarını vurmak için örgütlemeyi öğren. Yarın, oy pusulasını senden alır, eline bir tüfek ve tekniğin son buluşlarına göre donatılmış, hızlı atışlı görkemli bir top verirler-, bu ölüm ve yıkım aletlerini al, savaştan korkan duygusal sulu gözleri dinleme. İşçi sınıfının kurtuluşu için dünyada demir ve ateşle yıkılması gereken daha çok şey var. Ve eğer yığınlar içinde öfke ve umutsuzluk büyür, eğer devrimci bir durum oluşursa, yeni örgütler kurmaya ve o denli yararlı bu ölüm ve yıkım aletlerini kendi hükümetine ve kendi burjuvazine karşı kullanmaya hazırlan.”[5]

Sorguluyoruz. Yeni savaşlar yeni devrimleri doğuracak mı? Ezenlerin iktidarını paramparça edecek ezilenlerin şiddeti kendini bu dönemde var edebilecek mi? Ve ezilenlerin acımasız şiddetinin getireceği adalet için fırsat kolluyoruz! Marx, Birinci Enternasyonal’in 7. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada söylemişti: “İşçi sınıfı kurtuluş hakkını savaş alanında kazanmalıdır.” Bir yıl sonra Lahey Kongresi’nin bilançosunu çıkarırken şöyle devam etti: “Devrimlerimizin kaldıracı şiddet olacaktır; emeğin egemenliğini kurmak amacıyla bir zaman için şiddete başvurmak gerekecektir.”

* * *

Her dönemin bir Kautskyciliği var. Savaşlar turnusol kağıdıdır; devrimci ile reformcuyu birbirinden ayırır. Devlet karşıtı ile devletinin sadık eri olanlar bu dönemlerde gerçek kimliklerine bürünür. Ezilenlerin mücadele tarihi bunun örnekleriyle doludur ve savaş dönemine girerken bu örneklerin tüm eskide yaşama, dinozorluk eleştirilerine inat hatırlanması, hatırlatılması gerekir. Marksist tarihin utanç belgeleri bir bir ortaya dökülmelidir.

‘Görece’ barış dönemlerinde sosyalizmin barışçı yollarla gelebileceği tezlerini ‘olgusal kanıtlara’ dayandırarak savunanlar, savaş dönemleri yaklaştığında burjuvalar başta olmak üzere, tüm toplumun ‘akıl hocası’ kesilir ve makul olanı anlattıkları ikna turlarına çıkarlar. Ya da ‘sosyal-şovenler’e, ‘siper-anarşistleri’ne dönüşerek vatan savunmasına katılırlar!

Her dönemin bir Kautsky’si, ya da Kautskyciliği var! Ve bugün ABD başta olmak üzere kurulu kapitalist imparatorluk, tekelci emperyalizm ‘Son Kautskycilik Dönemi’ni de birincinin akıbetine uğratıyor. Kapitalizmin ekonomik ve ideolojik araçlarla sömürdüğü yeni bir döneme girildiği tezi, yani Kautsky’nin yeniden dirilişini anlatan şaşaalı öykünün ‘best seller çağı’ çok kısa sürdü. ABD, pratiğiyle öykünün dayandığı temelleri yıkıyor. “Yeşil Bereliler, IMF/DB’nin papyonlu fonksiyonerlerinin yerine geçiyor.”[6] Irak’ta kapıda bekleyen savaş, Kuzey Kore’ye yönelik taciz, Kolombiya’daki ‘Ulusal İhanet Hükümeti’ ve Nepal’deki Krallık ile işbirliği halinde ABD tarafından yürütülen karşı-devrimci operasyonlar, vd…

* * *

Devrimci Porto Alegre ruhu. Kapitalizmin günümüzde geçirdiği değişimler artık yaygın olarak tartışılıyor ve yeni dönem tespitleri yapılıyor. Ya yeni mücadele tarzı, yeni devrimci savaş? Söz pratiğe, mücadeleye geldiğinde çağın barış umuduyla yaşayanları, emperyalizmi, kendi devletlerini karşılarına almamayı tercih edenleri tarafından ezilenlere önerilen mücadele tarzı reformizm oluyor. Kimileri ise devrimci mücadeleyi reformcu tespitlerle anakronik bir şekilde birarada var etmeyi başarıyor. Yeni dünya düzeninin, ‘devletsiz imparatorluk’ çağından bahsedenler, sermayeyi devletten ayırarak, vurguyu devlete değil ‘devletsizlik’e yani ‘küresel şirketler’e yapıyorlar. Teoriye göre devletler güç yitiriyor. Yani bir anlamda barışçı bir kapitalizm dönemi, devletsiz kapitalizm geliyor.

Oysa Petras’ın belirttiği gibi eskinin ‘refah devleti’ kaybolunca devletin kaybolduğunu düşünenler yanılıyor. “Devletin zayıflamış olduğunu ileri sürmek, devleti refah devletiyle hatalı olarak özdeşleştirmektir“[7] “Küreselciler, refah devletinin neo-liberal devletin gölgesinde kalması nedeniyle ‘devlet’i silerek, en önemli alanlardan birini mücadelenin dışına atarlar.”[8] Böylece devlet düşman olmaktan çıkıyor ve geriye ele avuca gelmez bir burjuvazi kalıyor, ya da refah devleti savunusu yapılarak bir tarz devletçi sosyalizm hayata geçiriliyor. Taviz yok: düşman kapitalizm değil kapitalist devlet! Üçüncü dünya ülkelerinin sözde zayıflayan devletlerini korumayı kapitalistler düşünsün. Zayıflayan devletin, “Ulusal aşağılanmanın sorumluluğunu burjuvazi taşısın! Proletaryanın işi, sosyalizm aracıyla emeği burjuvazinin boyunduruğundan kurtarmak için savaşım vermektir.”[9]

Devletlerin zayıfladığını iddia edenler yanılıyor. Yanıldıklarını anlamaları için pratikte –göze alabiliyorlarsa- test etmeleri yeterlidir. ‘Üçüncü Dünya’ devletleri işbirlikçidir ve güçleri buradan gelir. Kagarlitsky, “Solun Önündeki Sınav: Devleti Geri İstemek” isimli makalesinde devletin güç kaybettiği iddialarına şöyle cevap verir: “Neo-liberal ideolojinin ve Uluslararası Para Fonu’nun dikte ettiği kurallara harfiyen uyan bir devlet, aslında iktidarsız hale gelmiyor. Bu ‘iktidarsızlık’ çok tuhaf bir türdendir. Mevcut düzene karşı bir meydan okuma ilan etmeye kalkışan herkes, devletin o düzeni savunmak için mücadeleye girişmeye oldukça yetecek denli güçlü olduğunu hemen keşfeder.”[10]

Petras da, “Üçüncü Dünya’da uluslar arası mali çevrimlere bağlantılı, denizaşırı bankalarda hesapları ve yatırımları olan ve esas olarak ihracat piyasalarına angaje olmuş (üst düzey siyasi görevlileri de içeren) yeni bir ulusaşırı kapitalist sınıfın yükselişi”nden bahseder.[11] Küreselleşme teorisyenlerinin Üçüncü Dünya devletlerinin etkisiz kaldığını öne sürerken yanıldıklarını belirten Petras, aksine bu devletlerin bizzat kendilerinin ekonomiyi liberalleştiren politikaları uygulamaya koyduğuna dikkat çeker.

Dünyanın değiştiğini vurgulayan bir başka isim olan Wallerstein, ‘Belirsiz Bir Geleceğe Geçiş Dönemi’ için iktidarı hedef almayan bir ‘sol proje’ öneriyor. Öneride Porto Alegre ruhu, iktidarı almaya odaklanmayan ‘savunma taktiği’, iktidardaki sosyal demokratlara demokrasi talepleri iletmek, liberal merkezden teorik tezlerinin karşılığını vermesini istemek, ırkçılık karşıtlığı, kar amacı taşımayan kurumların çoğaltılmasıyla metalaşmanın önüne geçilmesi ve yeni bir dünya sistemine geçtiğimizin artık kabul edilmesi maddeleri ezilenlerin mücadelesini aydınlatacak politik maddeleştirmeler olarak yer alıyor. Bu önerilerden devrimci mücadele çıkmaz!

Wallerstein’a göre eski sistem karşıtları devleti ele geçirmeyi ve onun aracılığıyla dünya sistemini değiştirmeyi hedefliyordu. Bu bakış açısının en büyük temsilcisinin Lenin olduğunu belirten Wallerstein, devrimciliği rafa kaldırmayı mümkün kılacağını düşünerek kanıt diye bugün Leninist stratejiyi benimseyen güçlü bir hareketin bulunmamasını önümüze sunuyor.[12] Arif Dirlik de benzer bir politik anlayış sergileyerek Zapatistlerin yumuşak tarzının Kültür Devrimi ve Guzman’ın ‘keskin çığlığı’nın nerede hatalı olduğunu gösterdiğini söyler.[13] Mücadelenin yeni dönemi bu baylara göre mücadele etmeme dönemi!

Wallerstein’ın tezi en başta iktidarı ele geçirme mantığını ısrarla reddeden Lenin’in teorik ve politik duruşunu görmezden geliyor. Lenin devleti ele geçirme mantığının değil, devlete karşı savaşmamakta kararlı olanlarla amansız mücadele geleneğinin temsilcisidir. Bu geleneğin devletlere karşı savaşan onlarca temsilcisi var. Leninizm İkiz Kuleler’de, Filistin’de, Kolombiya’da, Nepal’de, küreselleşme karşıtlarında yankısını buluyor, vücuda kavuşuyor! Zapatistalar da mücadeleleriyle ezilenlere yol gösteriyor, ama hiç de Dirlik’in sandığı gibi bazılarının gözüne hoş gelmeyen Kültür Devrimi ve Guzman’ın keskin çığlığının hatasını ortaya koyarak değil, onların sesine ses katarak! Wallerstein’ın tezi her günkü devrimci pratiklerle çöküyor.

Wallerstein’ın belirsiz geleceğe yönelik tezlerinin unsurları arasında yer alan Porto Alegre ruhu görene, bakılan yere göre değişir! Wallerstein onu iktidarı almamak, savunma taktiği olarak algılıyor, iktidarı alma pratikleri arasında gördüğü Brezilya’da İşçi Partisi’nin (PT) seçimlerle başa gelmesini ‘Porto Alegre ruhu’nu başından beri taşıyan bir hareketin zaferi, Latin Amerika’da esen sol rüzgarın önemli bir unsuru olarak selamlıyor. Kuşkusuz PT’nin seçim zaferi önemlidir ama Wallerstein’ın anladığı anlamda değil. Brezilya burjuvazisinin ABD’ye karşı PT’ye arka çıktığı, ordunun şiddeti önleyebileceği için ve Kolombiya Planı’na duyduğu nefret nedeniyle PT’yi desteklediği saptamaları[14], iktidarı parçalamaya hiç niyeti olmayan, daha iyi bir dünya için ‘makul’ burjuvaziye ve onun ‘makul’ devletlerine bel bağlayan, böyle bir dünya politikasına sarılan bir tasarımcının ifadeleridir.

Petras böyle yapmadı, Porto Alegre’de gerçekleştirilen uluslar arası küreselleşme karşıtlarının buluştuğu toplantıyı bir bütün olarak görmedi; toplantının katılımcılarını şiarlarından hareketle reformcular ve radikaller diye ikiye böldü. Bu çok önemli bir ayırma işlemidir. Petras reformistler ile onun deyişiyle radikaller (yani devrimcilerin de içinde yer aldığı cephe) arasındaki farkı şöyle anlatıyor: “Reformcular, yanına ABD militarizmine karşıtlığı ekleyerek, küreselleşme karşıtlığı dilini kullanmaya devam ettiler. Radikaller, çokuluslu şirketlerin yayılmasını emperyal devletlere giderek daha fazla bağlayarak anti-emperyalizm dilini daha fazla öne çıkardılar.”[15] Yani radikaller, devlet karşıtlığına vurguyu öne çıkarırken, reformcular -ABD karşıtlığı dışında- devletleri görmezden geldiler. Porto Alegre’de şiarlar düzeyinde yaşanan ayrım kendisini dünyasal çapta politik anlam taşıyan her olayda gösterecektir.

* * *

Önce sloganı atana bak; sonra slogana. Elbette devlet karşıtlığını belirleyen pratiktir ve pratikten bağımsız olarak şiarlardan yola çıkarak hareketleri tasnife tutmak hata olur. Sözle devrimcilik olmaz; yani devlet karşıtlığı sözde kalacak bir şey değildir ve biz iyi biliriz ki, laf ebeliğinde sancağı kimseye bırakmayanlar “soyut Marksist devrimci laflarını, somut anti-Marksist ve devrimci olmayan kararlarıyla çürütmektedirler.”[16]

Devlet düşmanlığını sözde öne çıkaran ama reformcu olanlar bulunacağı gibi, ‘küresel şirketler’i, yani devleti değil kapitalistleri söylemde öne çıkaran ama devrimci olanlar da bulunacaktır. Bu temelde günümüze ilişkin şu saptama yapılabilir: Küreselleşme karşıtlarının büyük bir bölümü, işçici bir dünya görüşüyle halkçı mücadele veren devrimci örgütlerin yaşadığına benzer bir anakronizmi bünyesinde taşıyor ve bunun sancısını çekiyor, çekecek. ‘Küresel şirketler’e karşı eylem yapıyorlar ama her seferinde karşılarında devletlerin şiddetini buluyorlar. Pratik yola getiriyor, yol gösteriyor. Dolayısıyla, Petras’ın Porto Alegre’de yaşandığına dikkat çektiği sözsel ayrım küçümsenmemelidir. Şiarlarda kendini gösteren farklar genellikle hareketlerin pratikleriyle birçok açıdan çakışmakta, desteklenmektedir.

Pratiği göz ardı ederek şiarlardan hareketle tasniflemeyi iki ayrı noktadan hareketle Petras ile Negri yapıyor. Petras ilkesel bir biçimde enternasyonalizmin ulus-devlet bazında doğabileceğini belirterek küreselleşme karşıtlarının olası politik devrimcilik yaratma potansiyellerini görmezken gelirken, Negri de tersten ilkesel bir ulusalcılık reddi yaparak, küreselleşmeye karşı ulusalcılığı temel alarak direnmenin mümkün olmadığını kaydeder.[17]

Devletler Negri’nin bakış açısında öylesine gözden kaybolur ki şu sonuç ortaya çıkar: “Şimdiye kadar sol kendini hep emperyalizme karşı savaş ile ifade etti. Ama bence en önemli problem, sermayeye karşı örgütlenmektir.”[18] Bu saptama, devlete karşı mücadeleyi yok sayar. Sermayeyle mücadelenin sermayenin devletiyle mücadele olduğu gerçeğini gözlerden ırak kılar.

Bundan hareketle Negri, politik özne olarak göçmenleri ve göç olgusunu görür ve kaçmayı önerir. Bu bir Avrupalı’nın bakış açısıdır. Negri, Kıvılcımlı’nın deyimiyle, Avrupa’yı diriltecek olan bir ‘barbar aşısı’ aramaktadır. Mesela Kürt hareketine yapabilecekleri en büyük yardımın göç hareketine destek olmak olabileceğini söyler.[19] Negri yanılıyor; asiler rollerinin bundan öte olduğunu bir dizi pratikle gösterdiler. Filistin’de Arafat, İsrail Ordusu tarafından kuşatıldığında onunla yani Filistin halkıyla birlikte ölmek için yanında yer aldılar, şimdi canlı kalkan olarak Irak’a gitmeye hazırlanıyorlar, yani asiler, barbarlardan ‘daha değerli’[20] olan canlarını ortaya koyarak ezilenler mücadelesine katılıyorlar.[21] Onlar barbarların acımasız şiddet pratiğine değil, ‘şiddet durumu’nu yaratana karşı duruyorlar. Negri ve Petras ise şiddet karşısında tereddüt ediyor. Mesela 11 Eylül karşısında elbirliğiyle ürküntü içindeler ve olayı terörist saldırı olarak nitelendiriyorlar. Negri ‘İslami muhalefet’i bir tarz küreselleşme karşıtı hareket olarak nitelendirmesine rağmen böyle yapıyor. Petras, Kolombiya’daki barbarların şiddet pratiğini sonuna kadar savunmasına rağmen Ortadoğu’nun barbarlarından -ideolojik olduğu anlaşılan gerekçelerle- uzak duruyor. İtalya Başbakanı Berlusconi bile küreselleşme karşıtlarını İkiz Kuleler’e saldıranlarla aynı kefeye koyuyor. Kimi solcuların bundan rahatsız olması sadece kendi sınırlarını, ideolojik saplantılarını gösterir! Berlusconi sınıfsal reflekslerinin ona gösterdiği bir gerçeği dillendiriyor, düşmanını tanıyor.

* * *

Şiddetin karşısında yer alanlara geçit yok! Yeni dönemi Kautsky gibi barışçı hayalleriyle süsleyenler ya da devlet karşıtlığını bir an olsa bile gözden kaybedenlere karşı en az Lenin kadar tavizsiz olmak gerekiyor. Kautsky’ye karşı politik bir mücadele veren Lenin’in birinci emperyalist paylaşım savaşında attığı şiar şöyleydi:

“Kahrolsun her türlü sömürge politikası, kahrolsun tüm müdahale politikaları ve yabancı topraklar, yabancı halklar, yeni ayrıcalıklar, yeni pazarlar, Boğazlar vs. uğruna kapitalist mücadele. Sosyal-demokrasi, ‘barışçıl ve adil’ bir kapitalist gelişim saçma küçük burjuva ütopyasını paylaşmamaktadır. Sosyal-demokrasi, dünyada uluslar arası devrimci proletarya dışında başka hiçbir barış ve özgürlük savunucusu olmadığını bildiği için, tüm kapitalist topluma karşı mücadele etmektedir.”[22]

Yani, kahrolsun Kürt topraklarını sömürme politikaları, kahrolsun Irak’a, Kuzey Kore’ye ve Kolombiya’ya müdahale politikaları ve kahrolsun yabancı topraklar (Musul ve Kerkük) için işbirlikçi mücadele, kahrolsun yabancı halklar (Afganlar, Iraklılar, Çeçenler, Kürtler, Türkmenler) adına emperyalist mücadele! AB’nin ‘barışçıl ve adil’ kapitalist gelişim hikayelerine inanan küçük burjuva liberal ahmakların ütopyalarıyla Marksistlerin işi yok. Marksistler dünyada devrimci ezilen hareketleri dışında başka hiçbir barış ve özgürlük savunucusu olmadığını bildiği için, tüm kapitalist topluma karşı mücadele etmektedir.

* * *

Ezilenlere ulusal gurur duygusu yabancı mıdır? Emperyalist paylaşım savaşlarında halktan uluslarını, vatanlarını savunmalarını bekleyen burjuva diktatörlüğünün, onun vatansever parlamenterlerinin ulusal gururlarının ve vatan sevgilerinin çapını, ezilenler burjuva diktatörlüğünün karşısına silahlı olarak dikildiğinde görürüz. Paris Komünü döneminde, “Paris demek, silahlı devrim demekti” ve bu nedenle meşhur Ulusal Savunma Hükümeti, ulusal ihanet hükümeti olmakta duraksamadı bile, ‘vatanı Prusyalı saldırgana sattı!’[23] Emperyalist paylaşım savaşı sırasında, Rus hükümeti Rus halkına karşı yabancı askerleri yardıma çağırdı ve daha niceleri… Bu her zaman böyleydi ve hep böyle olacak, burjuvazinin ulusal hükümetleri, ulusal ihanet hükümetleridir. Ulusal olan zaten ulusal ihaneti bağrında taşıyandır.[24]

FARC ve ELN’ye karşı savaşan Kolombiya Hükümeti, ABD ile beraber uygulamaya koyduğu Kolombiya Planı ile günümüzde vatan sevgisinin bir başka örneğini sunuyor. Ama Kolombiya devletinin ABD bağımlılığı, bir ulusal ihanet hükümeti olması ve beraberce FARC ve ELN’ye saldırmaları bir sonuç yarattı: Uyuşturucu ticareti bahanesine sarılan Kolombiya Planı “bir iç savaşı bir ulusal özgürlük mücadelesine dönüştürüyor.”[25] Ancak muhtemelen Petras’ın ulusalcı hava taşıyan tabirine uygun bir şekilde değil, ‘ulusal’ı tarihin derinliklerine gömerek, yani savaşı ezilenlerin ortak mücadelesine çevirerek… Nepal’in ‘soylu’ kraliyeti ABD’den Maocu gerillalara (Nepal Komünist Partisi-Maoist) karşı savaşmak için silah yardımı alırken, ortak askeri tatbikatlar düzenlerken aristokrat ruhu zedelenmiyor!

Biz burjuva devletin sahiplerinin ulusal gururlarını iyi tanıyoruz ve düşmana göre ‘ulusal’ bir duruş tanımlıyor, anavatanı nasıl savunacağımızı biliyoruz! Lenin, “Büyük Rusların Ulusal Gururu Üzerine” isimli makalesinde ulusal duruşun, anavatan savunmasının, vatan sevgisinin devlet karşıtı ve devrimci bir tarzda nasıl mümkün olabildiğini açıkça ortaya koydu.

İşte ulusal gururumuz, dil ve vatan sevgimiz (‘Rus’ yerine kendi ulusal kimliğinizi koyunuz):

“Biz sınıf bilinçli Büyük Rus proleterlerine ulusal gurur duygusu yabancı mıdır? Elbette değil! Dilimizi ve vatanımızı seviyoruz, onun emekçi kitlelerinin (…) demokrat ve sosyalist olmaları için en çok biz çalışıyoruz. Çar’ın yardakçılarının, çiftlik sahipleri ve kapitalistlerin güzel yurdumuzu hangi zorbalıklara, hangi baskılara ve aşağılamalara tabi tuttuğunu görmek ve hissetmek en çok bize acı veriyor. Bu zorbalıkların aramızda, Büyük Rusların kampında direnişe yol açmış, bu kamptan Radişçev’in, Dekabristlerin, Rasnoçinzen’in –yetmişli yılların devrimcileri– çıkmış olmasından, Büyük Rus işçi sınıfının 1905 yılında güçlü bir devrimci kitle partisi yaratmış, aynı sıralarda Büyük Rus köylüsünün demokrat olmaya ve papazlarla çiftlik sahiplerini kovmaya başlamış olmasından gurur duyuyoruz.”[26]

İşte anavatan savunması:

“’Anavatan’ sadece, kendi vatanının monarşisine, çiftlik sahiplerine ve kapitalistlerine karşı, yani yurdumuzun en kötü düşmanlarına karşı tüm devrimci araçlarla mücadele ederek ‘savunulabilir’; Büyük Ruslar ancak her savaşta Çarlığın yenilgisini isteyerek ‘anavatanı savunabilirler’”[27] Bu nedenle Lenin Almanya’nın Paris ya da Petersburg’u almasını önemsemez, böyle bir şey olsa dahi dünya savaşının asıl amacının değişmeyeceğini, diğer toprakları sömürme amaçlı emperyalist savaş olarak kalacağını belirterek, tavizsiz bir tavır alır ve devletle herhangi bir olumlu ilişkiye girmez.[28]

Elbette ezilen devletler söz konusu olduğunda başka konuşmak gerekir:

Gerçekten ulusal bir savaşta ‘anavatan savunması’ sözü kesinlikle bir kandırmaca değildir ve biz kesinlikle böyle bir savaşa karşı değiliz.[29]

Lenin, bir ezen devlet olan ve ezilen devletlere saldıran Çarlık Rusyası’nın Macaristan, Polonya, İran ve Çin’e karşı açtığı savaşlardan, demokratik hareketleri boğma girişimlerinden Büyük Rusların nefret ettiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Kimse köle olarak doğduğundan dolayı suçlu değildir; fakat, sadece tüm özgürlük çabalarına yabancı olmakla kalmayıp, üstelik kendi köleliğini bir de haklı ve şirin gösteren (Örneğin Polonya’nın, Ukrayna’nın vs. boğazlanmasını Büyük Rusların ‘anavatan savunması’ olarak niteleyen) bir köle –böyle bir köle, haklı bir öfke, aşağılama ve tiksinti duygusuna yol açan bir sefil ve bir alçaktır.”[30]

Ulusal gururumuz, dil ve vatan sevgimiz, vatan savunması anlayışımız belli. Irak’a ve Kürdistan’a yönelik emperyalist saldırıya ortak olan ‘vatansever’ Türk burjuvazisi hiç endişelenmesin!

* * *

Size göre biz haydutuz; çünkü devlet karşıtıyız. Burjuvaziyle beraber bir bütün olarak ulusu benimseyen, vatanının bekasını pek bir düşünen revizyonistler Marx-Engels döneminden bu yana Marksistleri, devrimcileri alçakça ‘sağduyuya’ davet ettiler. Devleti ve düşman sınıfı karşılarına almayan, aksine iyi ilişkiler kurmayı görev edinenler Marksizm defterinin utanç sayfasında yerlerini aldı. Onlar devlet karşıtı değillerdi, varolan devleti kendi devletleri olarak görerek, kendileri iktidardaymış gibi davranıp toplumun sorunlarını üstlenme yüce gönüllülüğü göstererek burjuva diktatörlüğünün varlığına, toplumsal yapısına hizmet ediyorlardı. Bu nedenle egemen sınıfın devletiyle, onu yıkma yolunda bir araç olarak kullanma dışında ortak paydayı paylaşmayanların emperyalist savaşlarda aldığı tavırları, toplumu parçalama girişimlerini, yarattıkları reformcu Marksizm aracılığıyla anarşizm, uçkunluk olarak suçladılar. Bugün terörist suçlamasına maruz kalanların tanıdığı bir suçlama bu! Teçhizatlarını kuşanıp burjuvaların vatanı için cepheye gidenler, ulusal savunmaya katılmayanları vatan haini ilan ederek eleştirdi. Cepheye gitmeyenler ise kof bir barış politikasının ardına saklanarak, savaşta devlete karşı tavır alanları, kendi devletlerinin yenilgisi için çalışanları şiddetle eleştirdiler.

Daha Komün yıllarında Bebel, Liebknecht, Bracke ile Marx-Engels Almanya’daki hasımları tarafından Komün’e desteklerini gösterişçi biçimde açıklamak ve işçi sınıfının burjuvazi ile ilişkilerini bozarak ona zarar vermekle suçlanmışlardı. 1890’lı yıllarda “Wollmar, Fransa – Prusya savaşı ve Paris Komünü sırasında Bismarck’ın ilhakçı siyasetini kınayan Alman sosyalistlerin ulusal çıkara ihanet ettiklerini ileri sürüyordu.”[31] İkinci Enternasyonal liderlerinin milliyetçi-devletçi tavırlarının tohumları o dönemlere, Paris Komünü’ne kadar uzanır.

Birinci Dünya Savaşı döneminde, emperyalistler arası savaşa dönemin Marksistlerinin aldığı tavrın bilançosu çok daha ağırdır. Öyle ki, Alman Marksistleri neredeyse blok halinde burjuvazinin safına katıldılar. 4 Ağustos 1914’te Rosa Luxemburg Alman sosyal-demokrasisinin ‘kokmuş bir ceset’ olduğunu ilan etti.

Lenin, dönemin ihanet içindeki, kendi devletlerinin taraftarı Marksistlerini iki kategori içinde toplar: “Sosyal-şovenler (Scheidemannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Gompersler ve hempaları) savaş sırasında ‘Enternasyonal’den söz edildiğini duymak istemezler. ‘kendi’ burjuvazilerinin düşmanlarını, sosyalizm ‘hainleri’ olarak görürler. Kendi burjuvazilerinin fetih siyasasından yanadır onlar. Sosyal-pasifistler (yani sözde sosyalist, gerçekte küçük-burjuva pasifistler) her türlü ‘enternasyonalist’ duyguları dile getirir, ilhaklara vb. karşı çıkar… ama gerçekte kendi emperyalist burjuvazilerini desteklemeyi sürdürürler.”[32]

Sosyal-pasifistlerin başını çeken Kautsky, Rus ordusunun silah elde ‘ne ilhak, ne tazminat’ talebi kabul edilene kadar beklemesi gerektiğini söyleyen Menşevikler’e destek çıkıyordu. Lenin bunun burjuva hükümetten reformlar istemek, onu desteklemek, savaşı da belirtilen talep kabul edilene kadar sürdürmek gibi ‘ilkelere’ dayanan bir enternasyonalizm olduğunu söyledi ve onların ‘yurt savunması’ derken, bütün savaşanlar ‘ne ilhak, ne tazminat’ talebini kabul edene kadar savaşmayı önererek aslında emperyalist savaşa katıldıklarını ortaya koydu.[33] Sosyal-pasifistler, olmayacak bir barış ve enternasyonalizm yüce ilkesinin ardına sığınarak ulusal hükümetlerinin peşine takıldılar: “’Yurt savunması’nı kabul etmek, proletarya bakımından, onun yasallığını kabul etmek demektir. (…) yurt savunmasını kabul etmek demek, gerçekte emperyalist, sömürücü burjuvaziyi desteklemektir, sosyalizme ihanet etmek demektir.”[34]

Sosyal-pasifistlerin savaştan hemen önce aldığı tavırlar da bugün bize hiç yabancı değildir. Kautsky başta olmak üzere birçok sosyalist, kapitalist sınıfın çoğunluğunun silahlı emperyalist yayılma politikasına karşı çıkacağını iddia ediyor buna bel bağlıyordu. Bu tavrı Luxemburg net bir şekilde eleştirdi: “’Cahil’ monarklardan ‘aydın’ monarklara kadar herkese hitap eden, çöküş dönemindeki bir burjuva liberalizmi gibi, şimdi de ‘Marksist Merkez’, ‘makul olmayan’ burjuvaziden, ‘makul’ burjuvaziye kadar herkese, felaketli sonuçları olan emperyalizm politikasından uluslar arası silahsızlanma anlaşmaları siyasetine, silahlı dünya egemenliği çabasından demokratik ulusal devletlerin barışçı federasyonuna çevirme görüşüşle herkese hitap etmeyi önerir.”[35] Tony Cliff yerinde bir saptama yapıyor: “Bu sözler, sadece burjuva barışseverleri Kautsky ve Bernstein’a değil, fakat Cemiyeti Akvam’a, Birleşmiş Milletler’e, Kollektif Güvenliğe ve Zirve Toplantılarına dört elle sarılanlara nasıl da uyuyor!…”[36] Bu sözler, burjuvazinin ‘akıllı’ kesimlerini ikna etme, tüm insanlığın hümanist duygularını harekete geçirme arzusuyla yanıp tutuşan günümüzün iflah olmaz barış savunucularının mantıksal dizgesini nasıl da gözler önüne seriyor. Oysa “Kapitalistleri bir batkı tehlikesiyle ürkütmek istemek, borsacılara borsada oynamamayı öğütlemek demektir.”[37]

Emperyalist savaş devrimci olanla olmayanı tüm hareketler içinde ortaya çıkarmıştı. Teoride her türlü devletin karşısında yer alan, devlet aygıtını parçalamak gerektiğini düşünen anarşistlerin kimi liderleri, Kropotkin, Grave, Cornelissenler bir başka anarşist ama devrimci anarşist Ge’nin iyi saptadığı gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında ‘Siper Anarşistleri’ne dönüştü.[38] İşte pratiğin her şeyin ölçütü olduğunun yıllar öncesinden bize miras kalan en ciddi göstergelerinden biri! Söz konusu politik an’da, alınan pratik tutumlar belirleyici olmuştur, mesela devleti yıktıktan sonra yeni bir devlet kurup kurmama tartışması değil. Kautskyler 1912’de Basel Bildirgesi’ni, yani savaşın en küçük bir ulusal çıkar bahanesiyle haklı gösterilemeyeceğinin belirtildiği bir metni imzaladılar, iki sene sonra savaş gelip çattığında onlar açısında işler değişmişti. Basel adını bile anmamaya özen gösterdiler. Önemli olan savaş anında alınan tavırdır.

İşte bu politik an (savaş anı), sosyal şövenleri, sosyal-pasifistleri ve siper anarşistlerini teşhir etti. Yetmez! Siper anarşistleri, sosyal-pasifistler ve sosyal-şovenler kendilerini yeni emperyalist saldırılarda, emperyalistler arası savaşlarda bir kez daha gösterecektir. Daha şimdiden ceset kokuları her yere yayılmaya başladı. Bir kez daha Marksistler, devrimci anarşistler, devrimciler; sosyalizm hainleri olarak suçlanacak, vatan haini diye yaftalanacaktır. Ve devrimciler bir kez daha devrimciliğin, Marksizmin ne olduğunu bu cesetlerin gerçek yüzünü ve kokusunu ortaya çıkaracaktır. Aynen Lenin’in yaptığı gibi.

* * *

Biz doktriner devlet karşıtları değiliz ve bu yüzden gerçek devlet karşıtlarıyız. Biz iktidarın her türüne karşı çıkarak ne Irak’a bir devlet olduğu için uzak duruyor, ne Filistin’e devletleşme ihtimali nedeniyle ihtiyatla bakıyor, ne ‘baskıcı’ Chavez’in devletini devlet olduğu için karşımıza alıyoruz. Biz Amerikan askeri olmayacağız diye alanlarda haykıranız ama aynı zamanda ve daha büyük bir şiddetle Türkiye askeri de olmayacağız diyerek. Ama asla hiç kimsenin askeri olmayacağız demeden, devrimin askeri olmakta tereddüt etmeden…

İktidardayken, ya da Marksistlerin iktidarda bulunduğu ülkeler varken ‘tutarlı’ devlet karşıtı olmakta ısrar edenlerin politik olarak düştüğü konumları tarih bize gösteriyor. Avrokomünizmin Avrupa burjuvazisini Moskova’nın ‘totaliterliği’ne karşı desteklediği yılları hatırlamak yeterlidir. Aynı politik gaflet Mandel Troçkizmi tarafından da Stalin düşmanlığının hatırı sayılır yardımıyla hayata geçirilmiştir. Neyse ki uluslar arası bir sistem olarak emperyalizmin varlığına, Pinochet, Şah rejimlerinin de ABD emperyalist rejiminin parçası olduğuna dikkat çeken devrimci Troçkist Moreno, bu sözde devlet, otorite düşmanlarının kapitalist devletlere nasıl hizmet ettiğini sert eleştirel yaklaşımıyla ortaya koydu:

“Amerikan emperyalist rejimini, onu tamamlayan tüm Şahlarla birlikte ele alırsak, bir işçi devleti, bürokratik ya da totaliter dahi olsa, ‘burjuva (emperyalist) demokrasisinde bulunanlarla karşılaştırıldığında, proletaryanın demokratik hakları’nda sınırlamayı değil, devasa bir genişlemeyi ifade eder. Emperyalist demokratik rejimlerde işçi ve köylülerin büyük çoğunluğu, yüzmilyonlarca İranlı, Brezilyalı, Şilili ve Filipinli işçi -Rus ya da Çin proletaryası ile kıyaslandığında- pratik olarak hiçbir demokratik özgürlüğe sahip değildir.”[39] Yani Marksist devlet karşıtlığı, ‘Marksist devlet’in tavizsiz savunusunu da gerektirir! Elbette bu savunu beraberinde mesela Devlet ve Devrim’in Lenin’iyle çelişik olmayı getirir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Tavrımız çok açıktır: “Eğer her burjuva sloganı “doğru ya da yanlış, benim burjuva ülkem” ise, her sınıf bilinçli işçinin (devrimci Marksistleri ayrıca belirtmeye gerek bile yok) sloganı da “doğru ya da yanlış, benim sendikam, benim işçi devletim”dir.”[40]

* * *

Burjuva toplum onların toplumudur, asla bizim değil! Marksistler burjuva diktatörlüğünde ne oy kullanırken, ya da oy isterken, ne ekonomi, politika hakkında tavır alırken, ne de savaşa katılırken burjuva toplumla kendisini özdeşleştirmez. Marksistler asla içerden biriymiş gibi düşünmezler, asla ‘bizim’ demezler! Burjuva toplumda iktidarın yerine düşünmeyi kendine görev bilmek, yani devletinin adamı olmak devrimcilerin işi değil! Rosa Luxemburg’un sözlerini unutmamak gerekir: “Burjuva toplumunda Sosyal Demokrasinin rolü muhalefettir; o, egemen bir parti olarak, ancak burjuva devletinin yıkıntıları üzerinden yükselebilir.”[41]

Marx’ın eleştirdiği Gotha Programında şöyle yazıyordu: “Toplumsal sorunların çözüm yollarının hazırlanması için, Alman İşçi Partisi, devletin yardımı ile emekçi halkın demokratik denetimi altında üretim birliklerinin kurulmasını talep eder.”

Marx, içerden konuşmanın tipik örneklerinden biri olarak nitelendirilebilecek bu sözlere çok sert bir yanıt verdi.[42] Marx’a göre programda geçen ‘toplumsal sorun’ tanımlaması tam bir gazeteci zırvasıdır ve aslında devlet karşıtlığını ve devlet aygıtını parçalamayı içermediği, içerden konuştuğu için, yani Marx’ın diliyle konuşursak sınıf savaşını görmediği için eleştirilir. Marx, toplumun devrimle değiştirilmesi yerine emeğin devlet yardımına muhtaç bırakılmasını kınar.[43]

Benzer bir eleştiriyi Erfurt Programı için Engels kaleme alır. Programda devletleştirilmesi gereken bir dizi unsur sayılır. İşçi sigortalarının bile tam olarak devletleştirilmesini talep eden bu programa Engels şöyle bir eleştiri yöneltir: “Peki bu iş Bay De Caprivi’ye teslim edilebilir mi, ve bütün bunlar daha önce, her türlü devlet sosyalizmine karşı çıkan bildiri ile tam uygunluk halinde midir?”[44]

Toplumsal sorunları kendine dert edinen ve sanki iktidardaymış gibi bunları çözmeye çalışanlar böyle bir devletçi mantığın esiridirler. Onlar, burjuvazinin kaygılanması gereken şeyler için taşıdıkları ‘halkçı’ bir duyarlılık gereği kaygılanırlar. Burjuvazinin adına düşünerek, toplumun, halkın bekası için gerekli olduğu iddiasıyla devletleştirmeyi savunurlar. Mesela devletin elinde olan bir kapitalist işletmenin sanki daha çok sosyalizan olduğunun düşünülmesine neden olurlar. Seçim konuşmalarında, 3 Kasım 2002 seçimlerinde Türkiye Komünist Partisi’nin yaptığı gibi, hiçbir kaygı duymaksızın her şeyi devletleştireceklerini söylerler.Bize gelince; toplum ve toplumun sorunlarına bu sistem içinde sunacağımız çözümler yok!

Lenin, içinde yaşadığı ülke adına ‘biz’li ifadeler kullananların liberalliğini, oportünist tavrını örnek vererek ortaya koyarken biz ve onlar ayrımını çok net bir şekilde yapar. Max Schippel’in Balkan krizine ilişkin yazdıklarını aktaran Lenin, Schippel’in “elbette orada toprak ele geçirecek değiliz” şeklinde sanki kendisi iktidardaymış gibi konuşmasını, ardından da Rus gericiliğinin eskisi gibi tayin edici olmadığını belirterek Rusya’ya karşı düşmanlık göstermeye gerek kalmadığını söyleyip yüce gönüllü (!) bir tavır almasını şu sözlerle eleştirir: “Sosyalist maskeli bu bön liberal, Rusya’nın ‘Slav kardeşleri’ne duyduğu ‘şefkat’ten, onun gerici entrikalarını farketmemiştir! (Alman burjuvazisi adına) ‘biz’, ‘bizim’ durumumuz vs. derken, ne Jöntürkler devrimine indirilen darbeyi, ne de İran devrimine karşı Rusya’nın adımlarını farketmiyor.”[45] ‘Rus’ Lenin, Alman Schippel’e Rusya’nın gerici rolünü anlatmak durumunda kalmıştır! Lenin’in Alman burjuvazisi adına konuşanlara yönelttiği eleştiriler belki Türk burjuvazisi adına vatan savunmasına katılanların, KİT’lerin özelleştirilmesine karşı çıkanların kulaklarını çınlatıyordur! AB ile ABD’nin gericiliğini, Türkiye’deki aklıevvel demokrasi, yani AB, ABD hayranlarına, AB ve ABD’deki savaş karşıtları (asiler) anlatmak zorunda kalıyor!

Kendilerini devletten kopar(a)mayanlar, özellikle dış politika söz konusu olduğunda böyle davranırlar, ülkeleri adına görüş bildirir, ülkelerine makul olanı göstererek akıl verirler. ‘Ruslar iyidir onlara dokunmayalım, şu bölgeden toprak ele geçirmeyelim’ diye sakıncasız içeriden konuşurlar. Onlar kapitalist bir dış politika anlayışına sahiptirler.

Devrimciler savaş karşıtı olduklarında, mesela ABD savaşı istiyor, AB ise bunun karşısında yer alıyor diye AB’ci olmaz, AB içinde erimezler. Ya da Irak’a karşı ABD emperyalizminin saldırısı gündeme geldiğinde ‘Ne Sam ne Saddam’ liberal tavrını sergilemeyecekleri gibi, Saddamcı da olmaz, ‘Yaşasın Saddam’ diye de bağırmazlar. Kendi ülkesi emperyalist bir saldırıya maruz kalan ezilen devlet mensubu devrimci, emperyalizme karşı devletle aynı cephede savaşır ama asla devletin içinde erimez.

Egemen güçler içinde erimemeye özel dikkat göstermek gerektiğini bize yine Marx güzel bir örnekten hareketle hatırlatır. Marx, düşmanın şiarının aksini şiarlaştırmanın tehlikelerine -mesela belirttiğimiz gibi ‘kahrolsun diktatör Saddam’ zırva şiarının karşısına özellikle bir Iraklı Marksistin ‘yaşasın Saddam’ şiarını koyması gibi- dikkat çeker: “16 Mart günü, ulusal muhafız tarafından temsil edilen burjuvazi, Geçici Hükümete karşı düşmanca bir gösteri yaptı. Kahrolsun Ledru Rollin! bağırışları ile belediyeye yürüdü. 17 Martta, halk, Yaşasın Ledru-Rollin! Yaşasın Geçici Hükümet! diye bağırmak zorunda kaldı. Burjuvaziye karşı, kendisine, varlığı tehlikede gibi görünen burjuva cumhuriyetini tutmak zorunda kaldı. Hükümete boyun eğdireceği yerde onun durumunu sağlamlaştırdı.”[46]

* *

Reformculara huzur yok. Devrimciler, şiddet pratiğinden alabildiğine uzak bir politika uygularken de burjuvazinin şiddetini karşısında bulur. Sınıf refleksleri gelişkin olan burjuvazi, devletinin düşmanını iyi tanır ve ona karşı tavizsizdir. Devrimciler, devrimci oldukları için böyle bir şiddetle karşılaşacaklarını bilirler ve şiddete maruz kalmaktan değil burjuvazinin beğenisini toplamaktan rahatsız olurlar. Bu nedenle Marksistler diğer devrimci hareketleri eleştirirken burjuvazinin değirmenine su taşımamak konusunda çok temkinlidirler. Paris Komünü öncesinde, eylül ayında muhtemel işçi ayaklanmasını erken bir girişim olarak nitelendiren Marx, martta ayaklanma bir kez başladıktan sonra reformistlerin uzmanlık alanına giren akıl verme tavrından ısrarla uzak durdu. Paris Komünü’nü hasımlarını kıstırmak için bir fırsat olarak görüp burjuvazinin ekmeğine yağ sürmedi. “Bir yatılı okul gözetmeni gibi: ‘Size demiştim, size önceden bildirmiştim, işte romantizminizin, işte devrimci düşlerinizin sonucu’ diye homurdanma…[dı.] ‘Silaha sarılınmamalıydı’ diye, Plehanov’un Aralık savaşçılarına verdiği gibi, komüncülere kendi kendinden hoşnut hamkafa dersleri…” vermedi.[47] Aksine Marx, Kugelman’a mektubunda şöyle diyordu: “Eğer savaşıma ancak son derece elverişli şanslarla girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak elbette çok kolay olurdu.” Marx savaşarak ölmeyi savundu: “Versailles burjuva itleri, Parislileri ya vuruşmayı kabul etmek, ya da savaşmadan yenik düşmek seçeneği karşısında bıraktılar. Son durumda işçi sınıfının göz yılgınlığı, bazı ‘önder’lerin yitirilmesinden çok daha büyük bir felaket olurdu.”[48]

Şiddeti üzerine çekmekten özenle kaçınan reformcular ise devrimcilerin onların durumunu da gözler önüne seren hattı sürekli çizmelerinden dolayı devrimcilerden rahatsız olurlar ve en şaşalı ‘Marksist’laflarla eleştiri oklarını devrimcilere yöneltirler. Yenilgileri fırsat bilip akıl verir, ‘Ben dememiş miydim’ derler. 1996 1 Mayıs’ında camları kıranlara, laleleri kopartan kıza asıl düşmanı göstererek ‘gereksiz’ şiddeti kınarlar; ölüm orucundakilere aymaz bir tavırla bırakmaları gereken zamanda bırakmadıklarını söyleyerek tavsiyelerde bulunurlar. Bunları yapmadıkları için devrimcileri sol komünizmle, uçkunlukla, halktan kopuklukla suçlarlar.

Kimin devrimci, kimin reformcu olduğunun haberini almak için düşmanına bak. O, kendisine zarar verecek olanla, zararsız olanı iyi ayırır. Rus liberal burjuvazisinin yayın organı olan Osvobojdenye’de yer alan Bolşevik – Menşevik karşılaştırması bu anlamda çok tipiktir. Bu karşılaştırmaya göre Bolşevikler’e oranla Menşevikler Marksist ortodoksluğu daha kararlı bir şekilde izler, Bolşevikler’in “temel siyasal tutumu, soyut devrimcilik, isyankarlık ve her yola başvurarak halk yığınları arasında ayaklanma kışkırtıcılığı ve onların adına iktidarı hemen ele geçirme isteğidir…” Bu nedenle Bolşevikler Sosyalist-Devrimcilere benzemektedir ve tüm halkın katılacağı bir Rus devrimi düşünerek sınıf savaşımı düşüncesini geri plana atmışlardır.[49] Doğrudur, Bolşevikler, devrimci olan sosyalist-devrimcilere benzerler, çünkü devlet düşmanıdırlar. Bu nedenle Bolşevikler, beylik sınıf naraları atarak halk devriminden yan çizen, ‘sınıf çıkarları’na yaslanan ‘ortodoks’ Marksistlerden, sınıfçı reformizmden ayrılırlar! Onlar bir bütün olarak ‘devrimci demokratlar’, ‘eli silahlı reformcular’dır!

Eline silahı almayı göze alamayanlar, devletleriyle bağlarını koparmayanlar için eli silahlı olanlar anarşisttir, hayduttur, hatta teröristtir. Bu nedenle Plehanov, Lenin’in Devlet ve Devrim’de andığı ‘Anarşizm ve Sosyalizm’ isimli çalışmasının bir bölümünde anarşistlerin haydutlardan ayırt edilemeyeceğini iddia eder. Cevabını ise yine bir Marksistten alır: Bu bölüm, “kaba değerlendirmelerle dolu darkafalı bir bölümdür.”[50] Ama zaten ütopyacı bir metin olan Devlet ve Devrim’in yazarı Lenin de bir anarşisttir. Lenin 1917’de “Nisan Tezleri’ni yayımlayacaktır: Ama en iyi mücadele arkadaşlarından oluşan gazete yazı kurulu, yazının başına koyduğu bir notta, Lenin’in yalnızca kişisel görüşlerini dile getirdiğini belirtir. Tartışmalar boyunca Lenin’in sözü kesilir, kendisine anarşist, sayıklayan bir deli gözüyle bakılır:”[51] Hatta Gorki bile Lenin’e yazdığı mektupta benimsediği uluslar arası politikanın donkişotluk olduğunu söyler.[52] Devrim günü, savaş anı gelip çattığında eline silahı alanlara alamayanlar hep saldırdı ve saldırmaya devam edecekler. Tutarlı bir devrimci devlet teorisine sahip olmayanlar da tereddütleriyle onların işini kolaylaştırdılar, kolaylaştıracaklar.

Marksistlerin savaşta ve barışta, böyle saldırılara, tereddütlere karşı devlet karşıtlığını, devrimciliğini dinç bir şekilde her zaman ayakta tutabilecek devrimci bir devlet teorisi vardır.

* * *

Marksist devlet teorisi, devrimciliğini devlet aygıtını yıkma tespitinden alır. “Şiddet meşruiyetini, ikna ya da kudret yoluyla değiştirilmesi/dönüştürülmesi mümkün olmayan ‘organik’ hedefler olduğu argümanında bulur. Organik hedeflerin taşıyıcıları ortadan kaldırılmalıdır. Devlet aygıtına ilişkin Marksist tez de devrimciliğini burada bulur. Devlet aygıtı değiştirilemez-dönüştürülemez; yıkılmalı, tahrip edilmelidir.”[53]

Devlet aygıtının parçalanması gerektiği tezi, Marx ve Engels’te başından beri bulunan bir tespit değildi. Bu tespitin belirgin hale gelmesini sağlayan en ciddi faktör Paris Komünü deneyimi oldu. Marx, Lenin’in belirttiği gibi, Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’inde, Komünist Manifesto’da henüz soyut ve genel olan devlete yaklaşımda ileriye dönük olarak muazzam bir adım attı; tüm devrimlerin devlet mekanizmasını yetkinleştirdiği, bugün onu yok etmek, parçalamak gerektiği saptamasının kıtadaki tüm gerçek halk devrimlerinin bir koşulu olduğunun altını çizdi.[54] Nitekim Marx, bizzat kendisi Kugelmann’a yazdığı 12 Nisan 1871 tarihli mektubunda bu saptamaya özellikle dikkat çekmiştir: “Onsekizinci Brumaire’inin son bölümüne bakarsan, (…) artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu param parça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin, ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin önkoşuludur.”[55] Marx-Engels’in Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısına yazdıkları önsöz de bu tespiti önemle duyurur. Kurucu Marksistler, Komünist Manifesto’nun ezilenlere yol gösteren bir metin olarak eskidiği noktaya dikkat çekerler ve Marksist devlet teorisine devrimci içeriğini veren bir ek yaparlar: “Paris Komününde edinilen pratik deney karşısında, bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağı’nı tanıtlamıştır.”[56]

Artık, Marx’ın 1872’de Komünist Manifesto’da eskimiş olduğunu söylediği şey dikkate alınmaksızın, yani devlet iktidarının ele geçirilemeyeceği, onun parçalanması gerektiği ‘küçük’ eki olmaksızın Manifesto devrimci değildir! Lenin, Kautsky’ye karşı konumunu neredeyse tamamen bu ‘küçük’ ek üzerinden kurar. Marksist devlet teorisinin devrimci olup olmadığı söz konusu edildiğinde bu ek belirleyici bir anlam içermektedir. Kautsky’nin iddia ettiğinin aksine hiçbir yerde sorun devlet iktidarını ele geçirmek değildir, onu parçalamaktır! Oportünistlere taviz yok!

Burjuva devlet aygıtı parçalanacaktır ve bir ‘devlet olmayan devlet’, proletarya diktatörlüğü kurulacaktır. Devlet teorisinin bu tespitlerinin reddedilişleri ve benimseniş şekilleri bir anlamda Marksizm alanında devrimciler ile reformcuları gösteren turnusol kağıdı görevi üstlenmiştir. Elbette, varolan devlet aygıtını parçalamak gerektiğini, ya da proletarya diktatörlüğünü teorik anlamda reddedenlerin doğrudan reformist ve oportünist olduklarını, reddetmeyenlerin devrimci olduğunu söylemenin pratik bir karşılığı yoktur. Proletarya diktatörlüğünü savunan, devleti parçalamak gerektiğini söyleyen ama pratiğinde bunlardan uzak duran reformcular olabileceği gibi, bu konulara değinmeyen, bunlarla ilgilenmeyen ya da bunları reddeden devrimci hareketler de varolabilir… Lenin’de oportünizmin ufak bir izini dahi bulamazken ‘büyük Leninistler’de alasını bulmanın mümkün olabildiği gibi!

Proletarya diktatörlüğü tespiti korunmalıdır ama bu teze devrimci içeriğini veren burjuva devlet aygıtının parçalanması gerektiği saptamasının belirleyiciliğinde… “Oportünizmin özü, iktidarın uygulanması sorunuyla, bu tek ve soyut sorunla değil, varolan devlet aygıtının devrimci yoldan yıkılması sorunuyla ilgilidir.”[57] Proletarya diktatörlüğünü ısrarla savunan Kautsky ve Plehanov gibi simalar bu anlamda dikkate değer örneklerdir. Lenin’in de açıkça ortaya koyduğu gibi onlar proletarya diktatörlüğünü pratik içeriğinden yani devlet aygıtını parçalama’dan soyutlayarak ele alıyorlardı. Onlardan sonra da böyle simalar ortaya çıktı. Özellikle 1970’lerde proletarya diktatörlüğünü reddetme furyası ibret vericiydi. Ama bu devlet dostlarına da hem pratik hem de teorik olarak ağzının payını veren Marksistler çıktı!

Lenin, Kautsky’yi temelde burjuva demokrasisini değil de sadece demokrasiyi ele alarak, demokrasiyi allayıp pullarken burjuva demokrasisini allayıp pulladığı için şiddetle eleştirir. Kautsky, proletarya diktatörlüğünü burjuva devlet makinesinin parçalanması olarak algılamaz ve Lenin bu tavrın Marx – Engels’in 40 yıl boyunca yaptığı ısrarlı vurguyu görmezden gelmek olduğunu belirtir. Devlet aygıtını parçalamayı görmezden gelmek, reformculuğun ‘teorik’ tutamak noktasıdır.

Kautsky ise bunu Marksizmin tutamak noktası olarak açıklarve devlet aygıtını parçalama tespitini anarşistlere havale ederek reddeder. Devlet erki uğruna burjuvaziyle mücadelenin tek başına yetersiz olduğunu belirtip, aynı zamanda devlet erkine, yani burjuvaziye karşı mücadele gerektiğini söyleyen Pannekoek’i Kautsky eleştirir. Şimdiye kadar anarşistlerle Marksistleri ayıran şeyin birinin devleti yıkmak diğerinin ise erki fethetmek için mücadele etmesi olduğunu iddia eder.[58] Kautsky’ye göre “…politik mücadelemizin hedefi (…): parlamentoda çoğunluğu kazanarak devlet erkini ele geçirmek ve parlamentoyu hükümetin efendisi katına yükseltmek”tir.[59] Tam bir parlamentarizm, tam bir devlet dostluğu! Kautsky, Pannekoek’in sınırlı olan, Kautsky’nin de yaşam olanağı bulabileceği kurgusunu dahi böylesine sert eleştirir, oysa Pannekoek’in söylediklerini ‘devlet erkini ele geçirmek için mücadeleye hayır! Tek başına devlet erkine karşı yani burjuvazinin devlet aygıtını parçalamak için mücadele!’ şeklinde değiştirmek gerekir.

Kautsky’nin tanımladığı Marksizm bizden uzak olsun! Biz elbette anarşistlerle devlet aygıtını parçalama noktasında buluşuyoruz. “Marx Proudhon’la, her ikisinin de bugünkü devlet mekanizmasının ‘parçalanması’ndan yana olmaları noktasında çakışır. Marksizmin anarşizmle (gerek Proudhon gerek Bakunin’le) bu çakışmasını ne oportünistler ne de Kautskyciler görmek istemezler, çünkü bu noktada Marksizmden uzaklaşmışlardır.”[60]

* * *

‘Demokratik sosyalizm’ diyenlere karşı ‘proletarya diktatörlüğü’. 1970’li yıllarda proletarya diktatörlüğünü koro halinde reddedenler ‘demokratik sosyalizm’ bayrağını göndere çekmişlerdi. Sosyalizm deneyimlerinin çökmesi sonrasında da aynı sözler tekrarlandı. Bu bayrağı şimdi ‘terörizm’ karşısında irkilerek demokrasinin ve insanlığın yılmaz savunucusu olanlar taşıyor. Üstelik çoğunun mazisi o dönemlere kadar uzanıyor. Reformizmde tutarlılar!

1970’lerde Fransız, İspanyol ve İtalyan komünist partileri programlarından proletarya diktatörlüğü’nü çıkarırken, Fransa Komünist Partisi üyesi Etienne Balibar, Marksist bir tutumla devlet teorisini ve devlete karşı Marksist politik duruşu savundu. Yine aynı dönemde Avrokomünizmin proletarya diktatörlüğünü reddedişine tepki olarak Marksist devlet teorisini savunmak adına reformculuğun bir başka biçimini dile getiren Mandel’in lideri olduğu Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği (DEBS) “Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü” başlıklı bir karar metnini kabul etti. Avrokomünist partiler hem devleti parçalamayı hem proletarya diktatörlüğünü ‘demokrasi’ adına reddediyordu. Bu metnin sahipleri ise bu sefer proletarya diktatörlüğüne sarılarak ‘demokrasi’ adına devlet aygıtını parçalamayı reddediyordu. DEBS’in komünist partilerin revizyonizminden malül olduğunu ise o zaman DEBS üyesi olan ve devrimci bir eleştiriyle DEBS’ten kopan devrimci Troçkist Nahuel Moreno tavizsiz bir biçimde ortaya koydu.

Kısaca Moreno’nun belirttiği gibi hem ‘DEBS’in, hem de Batı Avrupa komünist partilerinin programları ‘sınırsız politik özgürlük’ programıdır.”[61] İki taraf da demokratizm hastalığına yakalanmıştır ve ‘halkçı devlet’, ‘demokratik devlet’ özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. İki taraf da devletiyle barışık bir sosyalizmin savunucusudur ve üstelik kendilerini Stalin’den ayırmak isteyen iki tarafın da devlet teorileri Stalin’in ‘tüm halkın devleti’ teorisinin sistematiğinden maluldür. Bu nedenle, Batı Avrupa komünist partilerinin yarattığı avrokomünizm ekolüne benzeterek DEBS çoğunluğunun yönelimini de avrotroçkizm olarak tanımlamalıdır.[62]

Nitekim Moreno, DEBS’i eleştirirken, programlarını ‘demokratikleştiren’ avrokomünist partilerin burjuva uluslar arası politikasına kendilerini yasladıklarını, bir bütün olarak memleketin ekonomik programlarını tartışan, memleketi daha yaşanılır kılmak için iktidar kendisiymiş gibi düşünen partiler olduklarını, yine aynı mantık dahilinde SSCB ve diğer sosyalist ülkeleri bürokratizm vb. gerekçelerle kınadıklarını, hatta Stalin’in uygulamalarını eleştirdiklerini söyledi. Ama Moreno Stalin’i eleştiren avrokomünist partilere en küçük bir sempatiyle yaklaşmadı ve ‘sınırsız politik özgürlükler’i savunarak her nasılsa proletarya diktatörlüğü teorisine sahip çıkan DEBS ile, avrotroçkistlerle onları aynı kefeye koymakta tereddüt etmedi. Onlar bir bütün olarak devletlerinin komünisti, demokrasi hayranlarıydı, kısaca devletçiydiler. Devletçilik, “burjuva demokratizminin yeniden benimsenmesidir ve bu, toplumsal antagonizmaların aşılmasının yolunu devletin örgütlenmesi ve müdahalesinde görür.”[63]

Balibar, Fransa Komünist Partisi’nin 22. Kongre’de proletarya diktatörlüğünü reddetmesinin yaygın olarak ortaya çıkan burjuva içerikli üç karşıtlığı içerdiğini net bir biçimde ortaya koyar: barış ya da içsavaş, legalite ya da illegalite, çoğunluğun birliği ya da tecrit edilmiş bir azınlık ve halkın bölünmesi.[64] Ve bu ikilikleri kabul ettiğimizde ikiliklerden birini seçmek durumunda kalacağımızı, bu ikiliklerin doğal olarak tarihi rasyonalize edeceğini söyleyerek, sonuçta demokratik olmayan Çarlık Rusyası gibi ülkelerin demokratik olmayan yollarla, Fransa gibi demokratik ülkelerin ise demokratik yollarla alt edileceği sonucunun çıkarılacağının altını çizer.[65] Yani şiddet dönemi bitmiş, barış dönemi gelmiştir.

Benzer bir şekilde Moreno da, DEBS’in iktidar stratejisinin değiştiğine, silahlı mücadelenin tümüyle terk edildiğine dikkat çeker. DEBS’e göre emperyalist karşıdevrim artık mümkün değildir ve Avrupalı kitleler de artık barışçı yöntemleri tercih ettiği için bu yapılmalıdır.[66]

Onlar savaşmamak konusunda ortaklar… Onlar “…, kendi ülkelerinin emperyalist burjuvazilerini asıl düşman olarak hedef gösterecekleri yerde, Amerikan emperyalizme karşı yaygın nefrete yaslanmışlardır.”[67] Böylece ‘emperyalizm karşıtlıkları’nı da güya bırakmamaktadırlar. Emperyalist devletini seven anti-emperyalist.

Kısaca, hem Balibar hem de Moreno demokratizmi, revizyonizmi, devlet dostluğunu, devlet aygıtını parçalamayı reddedişi, kısaca Marksist devlet teorisi ve onun devrimci içeriğini ‘unutma’yı eleştirir.

* * *

Devletin halkçısı veya demokratiği olmaz. Avrokomünistler ve avrotroçkistler proletarya diktatörlüğünü reddettiler. Çünkü proletarya diktatörlüğüne anlamını veren burjuva devlet aygıtını parçalamak gerektiği, iktidarın ele geçirilemeyeceği, dağıtılmasının zorunlu olduğu yaklaşımıdır ve onlar bunu reddederek demokratik, halkçı devlet anlayışına sarıldılar. ‘Geniş’ anlamda devlet tanımları geliştirerek, devlette sınıfsal olmayan içsel nitelikler (dolayısıyla evrensel nitelikler), devletin halka (topluma) hizmet etmesi anlamına gelecek unsurlar saptadılar.

Devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğunu bir an bile akıldan çıkarmak ve devlete bunun dışında ‘toplumsal’ roller yüklemek devletin Marx-Engels’in belirttiği anlamda sönmesi tezinin geri çekilmesinin yolunu açar. Çünkü böylece devlet sınıfsal olmayan niteliklere de sahip, en azından bir yönüyle toplum yararına çalışan bir kurum olarak anlaşılmış olur. Toplumsal ilişkiler düzeyinde her şey sınıfsaldır ve bunun aksi iddialar politik anlamda devrimciliğe halel getirecek sonuçlara gebedir. Balibar avrokomünistlerin proletarya diktatörlüğüne ilişkin tezlerinin aynı zamanda proletaryanın reddine ilişkin tezler olduğunu belirtirken bunu açıkça gösterir. Elbette bu yaklaşımların politik karşılığını saptarken bir tarz sınıfçılık yapmamak gerekir. Derdimiz konjonktürde sınıfı aramak değil, ama proletaryayı reddedenler, bu reddi burjuva devlet iktidarını proletarya diktatörlüğüne dönüştürme politikasının, burjuva devlet aygıtını parçalayacak şiddetin karşısında durmanın aracı yapıyorlar. Mesela devletin emekçilerle ilgilenmesinin önemli olduğunu belirtiyor ve devleti demokratikleştirme reformist çabasını merkezi politik hedef olarak koyuyorlar.[68]

Bu konuda herhangi bir esnemeye gerek yok: Marksist devlet teorisi Lenin ile birlikte netlik kazanmıştır. “Lenin’in tanımı, sınıflı bir toplumda devletin ve siyasal iktidarın herhangi bir yanının sınıf uzlaşmazlığının dışında kalabileceğini reddetmeye yetecek kadar, yalnızca bu kadar ‘dar’dır.”[69] Yani Lenin’in devlet teorisi devlete ‘toplumsal yarar’ anlamı, ‘geniş’ anlam vermeyi reddettiği için ‘tüm halkın devleti’nin yaşam olanağı bulabilmesinin önünde esaslı bir engeldir.

FKP’nin ‘sofistike’ devlet teorisinin içerdiği ‘geniş’ devlet onları devlet karşıtlığından, yani devrimcilikten kurtarıyordu. Onlara göre “Devleti parçalamak, ona toplumsal işlevini tümüyle yüklemek için demokratik devleti geliştirmektir.”[70] Onlar, ‘dar’ olmayan devlet kavrayışlarıyla ‘toplumsal sorun’lara çözüm bulan ‘yüce’ insanlardır. Anarşistler böylelerini ne kadar eleştirseler yeridir.

Bakunin Paris komünü ve Devlet isimli yapıtında Paris Komünü’nü “devletin gözüpek, açıkça belirtilen bir yadsınması” olarak selamlıyordu. Anarşistlerin devletleri ortadan kaldırmak veya ilga etmek için örgütlendiklerini iddia ederek Marksistleri devletlerdeki siyasal iktidarı fethetmek istedikleri için eleştiriyordu. Bakunin’in bu eleştirisini haklı çıkarır nitelikte onlarca pratik hayat buldu. Bunlardan biri de Balibar’ın eleştirdiği FKP’nin 22. Kongre kararları…

Marksizm söz konusu ise Bakunin kuşkusuz yanılıyor! Bizim demokratik devletle, bütün halkın devletiyle işimiz yok! Bakunun’in iddia ettiği gibi bizim fethedeceğimiz, ele geçireceğimiz bir iktidar yok! Bizim kapitalist devlet aygıtıyla görülecek bir hesabımız var: onu parçalayacağız!

1875’te Bebel’e yazdığı mektupta Engels, Komünist Manifesto’da devletin yok olacağı söylenmiş olmasına rağmen Marksistlerin problemli davrandığını, halkçı devleti savunduğunu belirtir ve “…anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır” diyerek devlete bakış anlamında yaşanan soruna dikkat çeker. Engels şöyle devam eder: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.”[71] Anarşistlerden ayrıldığımız nokta da burasıdır.

* * *

‘Geniş’ devlet teorisine karşı ‘dar’ devlet teorisi! Devlete sınıf mücadelesinin aracı, egemen sınıfın egemenlik aracı dışında anlamlar yüklemek ‘Tüm halkın devleti’ne, ‘özgür halkçı devlet’e, ‘demokratik devlet’e giden yolu açar. Balibar bu anlamda Lenin’in üç tezine dikkat çeker: 1 – Devlet iktidarı her zaman egemen sınıf olan tek bir sınıfın elindedir; 2- Egemen sınıfın iktidarı devlet aygıtında maddi biçim alır; 3- Proletarya diktatörlüğü sosyalizmin kendisidir.[72] Birinci madde bizim devletin kimin devleti olduğu noktasında bir an bile tereddüte düşmememiz gerektiği konusunda net bir politik duruş verir. İkincisi ise iktidarın ele geçirilemeyeceğini, belirli bir maddi devlet aygıtında somutlaşmış olan iktidarın devlet aygıtı parçalanarak yok edilebileceğini gösterir. Kapitalist devlete karşı olmak onu tüm unsurlarıyla birlikte parçalamak gerektiği saptaması üzerinden kendini inşa ederek gerçek anlamda devlet karşıtlığını yaratır. Üçüncüsü ise kapitalist devlet parçalandığında yerine yeni bir iktidar aracı olarak bir çeşit ‘devlet aygıtı’ ve bu aygıtta maddi karşılığını bulan proletarya diktatörlüğünü geçirmenin gerekliliğini saptar.

Üçüncü saptama, proletarya diktatörlüğüne reformcu anlam yükleyenlerin proletarya diktatörlüğünü nasıl anladıklarını ortaya koyar. “Marksizmde bir yanda genel bir devlet teorisi, öte yanda bir proletarya diktatörlüğü teorisi (özel bir teori) yoktur. Yalnızca tek bir teori vardır.”[73] Yani proletarya diktatörlüğü sosyalizme bir geçiş yolu değil sosyalizmin kendisidir.

Bu saptamanın politik olarak iki anlamından bahsedilebilir. Birincisi proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonraya ilişkin olarak sürekli sınıf savaşımına vurgu, ikincisi ise bir halk devleti saptamasını engellemesi, yani tipik diktatörlük-demokrasi ikiliği üzerinden ilerleyen ve proletarya diktatörlüğünü bir hükümet biçimi olarak algılayıp demokratik yolu seçenlerin kapitalist devleti ele geçirerek dönüştürme hayallerinin önüne geçmesi.

Proletarya diktatörlüğünü bir hükümet biçimi olarak algılayanların doğal olarak sosyalizme başka biçimlerde de geçişin mümkün olduğu tezini geliştireceklerini belirten Balibar aslında çok esaslı bir reformist yaklaşımın niteliğini teorik olarak açığa çıkarır. Proletarya diktatörlüğünü demokratik yolla sosyalizme geçişin karşısına koyan böyle bir yaklaşımın gideceği noktaları mantık yürütmeyle ortaya koyan Balibar şöyle der: Böyle bir diktatörlük – demokrasi karşıtlığı üzerinden hareket etmek “devrimci Marksizmi, burjuva ‘siyaset biliminin’ soyut kategorilerine bağlı kılmak anlamına gelir.“[74]

Balibar, reformculukta, reformcu burjuva diktatörlüğü kavrayışında içkin olan teoriye karşı, bu teorinin sınırlılığını ortaya koyacak bir noktadan hareket eder: Sınıfsız toplumun kabul edilmesi. Sınıfsız toplumun kabul edilmesinin proletarya diktatörlüğünü anlamakta önemli bir yerinin bulunduğuna dikkat çeken Balibar, bir anlamda Stalin’e yönelik tepkiyle proletarya diktatörlüğünü reddeden avrokomünist partiler ile Stalin düşmanı avrotroçkistlerin nasıl ‘Stalinist’ bir tavır aldığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.

1936 yılında yeni Sovyet anayasası hazırlanırken SSCB’de sınıf mücadelesinin sona erdiği coşkuyla açıklandı ve Stalin, SSCB’nin resmi devlet teorisini ortaya koydu. SSCB’de hala sınıflar vardı ama bunlar arasında artık antagonist karşıtlıklar yoktu, artık eşit payla katılımın ürünü bir sınıf ittifakının oluşturduğu devlet mevcuttu. Sovyet Devleti artık sınıflarla değil tek tek bireylerle ilgileniyordu, kısaca yıllar önce kurucu Marksistlerin eleştirdiği ‘Tüm Halkın Devleti’ yeniden ortaya çıkmıştı. Proletarya diktatörlüğü Stalin nezdinde SSCB’de ortadan kaldırılıyor, üstelik bu büyük bir gösterişle ilan ediliyordu.[75]

Stalin devletin güçlü olması gerektiği tezini gerekçelere dayandırıyordu: içerde sınıf çelişkileri yok olabileceği ve tek ülkede sosyalizm tam anlamıyla inşa edilebileceği için devletin gerekliliğinin en büyük nedeni dış tehdit, emperyalist tehdit oluyordu. SSCB’nin içinde sınıf mücadelesi son bulduğu için artık proletaryadan bile bahsedilemeyeceğini belirten Stalin aslında Balibar’ın dikkat çektiği gibi yeni bir aşama daha geliştirmiş oluyordu. Proletarya diktatörlüğü eski devlet aygıtını tasfiye ederek ortaya çıkıyor, daha sonra sınıf çelişkilerinin ortadan kaybolmasıyla sosyalizm aşamasına geçiliyordu. Bu aşamada tüm halkın devleti doğuyordu ve onun aracılığıyla komünizme doğru yol alınıyordu.

Balibar Stalin’in yaptığı bu aşamalandırmanın anlamını ortaya koyuyor: Önce antagonizmanın sonra her tür devletin ortadan kaldırılması; önce ‘yeni tip’ bir devletin, Sosyalist Devlet’in kurulması, sonra her tür devletin ortadan kaldırılması. (Burada sorulabilecek haklı bir soruya Stalin cevap vermiyordu; ‘Sosyalist Devlet’ halkın tümünün çıkarlarını ve iktidarını temsil ettiğine göre devlet niye ortadan kalksın? Cevap vermese bile hiç olmazsa bu ortadan kalkmayı ‘Marx’ın öngördüğünü’ söylemekle yetiniyordu.) Bu mekanik ayırmalara bir tane daha eklenebilir: Önce diktatörlük (proletarya diktatörlüğü, sosyalizme geçiş), sonra demokrasi (sosyalizm).”[76]

Balibar Stalin’in yaklaşımının FKP’nin 22. Kongresinde nasıl takip edildiğini anlatıyor: “22. Kongre kararı, böylece, 1936’da alınan kararın yalnızca uzak bir sonucu değil, aynı zamanda yeni koşullar içinde bir tekrarıdır. Stalin ve Sovyet komünistlerinin sosyalizme, emekçilerin iktidarı ele geçirmelerinden sonra uyguladıkları anlayışı, 22. Kongre, iktidarı ele geçirmeden önce, ‘sosyalizme geçiş’ sürecinin kendisine uyguluyor yalnızca.”[77] DEBS de ‘sınırsız politik özgürlükler’ teorisiyle benzer bir tavır alıyor ve aynı eleştiriyi hak ediyordu.

Günümüz konjonktüründe politik anlamda bizi ilgilendiren iktidarı ele geçiren komünistlerin aldığı tutumun eleştirisi değil ikincisi, yani kapitalist devlet parçalanmadan önce böyle bir yaklaşım geliştirenler olmalıdır. İktidarın yükünün üzerimizde olmadığı günümüzde, şiddetten arınmış politikalara özel bir ilgi gösterenlerin karşısında dururken devlete bu tarz yaklaşımların da karşısında durmak gerekmektedir. Stalin’in yaklaşımı bu bağlamda, yani ‘tüm halkın devleti’ saptamasıyla eleştirilerin hedefi olmalıdır. Yine bu bağlamda, iktidarını kurmadan, bu teoriye sarılmaya pek hevesli olan avrokomünistler, avrotroçkistler ve günümüzdeki örnekleri ‘Stalinist sapma’nın unsurları olarak reddedilmelidir! Reformizme açılan ‘geniş’ devlet teorisine karşı, ‘dar’, Marksist devlet teorisi!

* * *

Yaşasın devrimci Paris Komünü! Devlet sorununa politik yaklaşım ve buna paralel olarak içinde bulunulan konjonktürdeki proleter tutum bağlamında Marksizm tarihinde Paris Komünü’nün çok önemli ve merkezi bir konum teşkil ettiği belirtilmelidir. Marx devrimci devlet teorisini bu pratiğin ışığında ortaya koydu, Lenin bu pratiğe dayandı ve Rusya’da kurulacak proletarya diktatörlüğünde ‘sönecek olan devlet’e Engels’i takip ederek ve Rusça’da böyle bir kavram olmadığını söyleyerek ‘komün’ demeyi önerdi.[78] ‘Yaşasın Komün!” sloganları 130 yıldır gökleri inletiyor. Ama unutmamalı; reformizmin elinde en devrimci unsur bile reformcu bir anlama bürünebilir. Komün’ü de hem devrimci hem de reformcu yapılar politik malzeme olarak kullanabildiler. Bu temelde Komün’ü politik olarak ikiye bölmek, vurguyu Komün’ün devrimci ‘öz’üne yapmak ciddi politik anlam taşımaktadır. Bir dizi Marksist, Paris Komünü deneyimini eleştirerek ondan ders çıkarmaktan geri durmadığı gibi birçok kez Komün’ün reformcu deformasyonuna karşı da tavır aldılar. Gerektiğinde Komün’ü reformculuğa prim verecek nitelikleri dolayısıyla reddettiler.

Marx, Liebknecht’e yazdığı mektupta Parisliler’in kendi hataları nedeniyle yenildiklerini belirterek Komün deneyimini eleştiriyordu: “İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden (Vendome alanı) hemen sonra Versailles üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler.”[79] Yine benzer bir saptamayı Marx, 1872’de Carlo Terzaghi’ye yazdığı mektupta yaptı: “Paris Komününün yaşamına malolan şey, merkeziyetçilik ve otorite eksikliği oldu. Zaferden sonra otoriteyi vb. ne isterseniz yapın, ama savaşım için tüm güçlerimizi bir araya getirmek ve aynı saldırı noktası üzerinde toplamak zorundayız. Ve otorite ve merkeziyetçilikten tüm koşullar içinde kötülenecek iki şey olarak söz edildiği zaman, bana öyle geliyor ki bunu söyleyenler ya bir devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da sözde devrimcilerden başka bir şey değiller.”[80] Bu eleştiriler, daha fazla şiddet, merkezilik, otorite talebi üzerine kuruludur ve Paris Komünü’nün gelenek olarak bırakması muhtemel demokratizmine karşı anında ve yerinde alınan tavır olarak okunmalıdır.

Lenin, yıllar sonra, devlet üzerine çalışmalarında olumlu anlamda ele aldığı ama Marx-Engels ile aynı yönde eleştiriler de yönelttiği Paris Komünü’nü reformistlerin kullanış şeklini reddetti. RSDİP’in Üçüncü Kongresi ile Menşeviklerin Konferansı’nı karşılaştıran Lenin, Konferans belgelerinde yer alan ‘devrimci komün’ lafının sihrine kapılmadı, ‘devrimci Komün’ şiarının kullanılmasının lafebeliği olduğunu belirterek şöyle devam etti: “Marx, işi bitmiş geçmişin ‘çekici’ terimlerini taşıyan bu türden lafebeliklerinin geleceğin görevlerini gizlemek amacıyla kullanılmasını sık sık suçlamıştır.”[81] Lenin, Rusya’da geçici bir devrim hükümetini niye istediklerini ve muhtemel halk zaferinin ardından neler yapacaklarını Komün sözcüğü aracılığıyla anlamanın mümkün olmadığına dikkat çeker. Lenin, Paris Komünü’nün yanlışlarını vurgular, çünkü ülkede gelinen aşama bu yanlışların dikkatle ele alınmasını gerektiren bir aşamadır. Çünkü ‘Komün’e saygılarını iletenler Paris Komünü’nün Marx tarafından eleştirilen yanlarını kurnazca gündeme getirerek devrimden uzak durmanın yollarını aramaktadır. İşte bu nedenle ister Paris Komünü isterse bir başka komün olsun, hepsi Lenin’in ‘bizimkinin olmaması gerektiği gibi bir hükümet[82] olarak baktığı şeydir.

Troçki de Lenin’e benzer bir tavır alarak Komün pratiğinden çıkarılan demokratizmin karşısında yer aldı. Troçki’nin yaklaşımını, devrimci ardılı Moreno, DEBS’in reformist Paris Komünü anlayışının karşısında tekrarladı. Paris Komünü’nün devrimci içeriğini iğdiş etmek isteyenler hep çıkacaktır; tekrar etmekten usanmayacağız! DEBS’in kendi sovyetlerini ve proletarya diktatörlüğünü Paris Komünü’nün süperdemokratik niteliklerine malettiğini belirten Moreno, Troçki’nin ise Paris Komünü’nün temel niteliklerinin halk demokrasisinde değil diktatörlüğün ve mücadelenin niteliklerinde saklı olduğunu söylediğini hatırlatır. Troçki Paris Komünü üzerinden vurguyu devrimci partiye yapar ve bunun Komün’de olmamasını eleştirir. Troçki’nin tavrının önemi La Commune’ü yayınlayan Fransız Troçkistlerine karşı 1930 yılında aldığı tavırdan kaynaklanıyor. Bu, bir anlamda Komün’ün delegelerin geri çağrılabilirliği, ortalama ücret gibi ‘demokratik’ niteliklerini öne çıkararak reformizme kayanlara karşı duruştur. Troçki daha önceki tutumunu da bir anlamda değiştirmiş ve ilk kez Komün’ün proletarya diktatörlüğü olduğunu reddetmiştir ve diktatörlüğün mücadelenin organı olan Ulusal Muhafızlar’a dayandığını vurgulamıştır. Komün’ün süperdemokratik mekanizmasıyla burjuva bir örgüt olduğunu söyleyen Troçki Komün’e nasıl sahip çıkılması gerektiğini şu sözlerle anlatır: “’Yaşasın Komün!’ dediğimizde, komün kurumunu, yani demokratik belediyeyi değil, o şanlı ayaklanmayı kastediyoruz. Seçimi bile bir aptallıktı ve bu aptallık bile ancak, o dönemdeki sovyet ya da ‘eylem komitesi’ olan Ulusal muhafızların Merkez Komitesi’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra mümkün olabilirdi.”[83]

* * *

Savaş günü! Ortadoğu yeni bir devrimler dönemine gebe ve ‘Emperyalist ABD, Ortadoğu’dan defol!’ şiarı, ‘savaşa karşı savaş’ cephesinin değişmez bayrağı olacaktır.[84] Dünyadaki her bir birliğimizin kullandığı ‘kalkan’ elbette aynı amaca hizmet etmektedir ama farklı farklı olmak durumundadır. Emperyalist ülkelerde yaşayan ezilenlerin Irak’a ‘canlı kalkan’ olarak gitmesi, tek tek bireyler olarak tüm düşüncelerinden azade, asilerin isyana tereddütsüz katılma, cephede yerini alma girişimi olacaktır. Türkiye gibi ‘üçüncü dünya’ ülkelerinde yaşayan orta sınıf züppelerinin ‘canlı kalkan’ şovları ise bizden uzak olsun! Onlar hayatlarının ‘birinci dünya’ insanları gibi ‘değerli’ olduğu sanısıyla hareket eden ‘Avrupalı’ Türkler!

Yeni mücadele dönemi, ezilenlerin çekeceği acılar üzerinden yükselecek yeni devrimler dönemine geçme arifesinde. Ezenlerin şiddetine misliyle mukabele! Ateş ve demirle yıkılacak daha çok şey var!

 



[1] V.İ.Lenin, “Barış Komünü”, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, Çev.: İsmail Yarkın, Süheyla Kaya, Saliha Kaya, İnter Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1998, s.276.

[2] James Petras, “Aydınlar ve Savaş: Ricattan Teslimiyete”, Küreselleşme ve Direniş, Çev.: Ali Ekber, Cosmopolitik Kitaplığı, Birinci Baskı, İstanbul 2002, s.130.

[3] Rosa Luxemburg’dan akt.: Tony Cliff, Rosa Luxemburg, Çev.: Yurdakul Fincancı, Anadolu Yayınları, Birinci Baskı, Ankara 1968, s.45.

[4] Burada Lenin’in “Proleter Devrimin Askeri Programı” isimli makalesinde proleter kadınları üzerine söylediklerinden esinlenilmiştir. Bak.: Lenin, Komün Dersleri, Çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1992, s.65.

[5] Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev.: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara 1993, s.174.

[6] Petras, “Emperyal Karşı Saldırı: Çelişkiler, Meydan Okumalar ve Fırsatlar”, a.g.e., s.105.

[7] Petras, “Küreselleşme: Sosyalist Bir Perspektif”, a.g.e., s.17.

[8] Petras, “Neo-Merkantilist İmparatorluklar Çağında Üçüncü Bilimsel Teknolojik Devrim Miti”, Çev.Cevdet Aşkın, a.g.e., s.38.

[9] Lenin, “Komün Dersleri”, Komün Dersleri, a.g.e., s.54.

[10] Boris Kagarlitsky, “Solun Önündeki Sınav: Devleti Geri İstemek”, Çev.: Ali Ekber-Özgür Karaduman, Cosmopolitik, S:3, İlkbahar/yaz 2002, s.76-7.

[11] Petras, a.g.e., s.32.

[12] Immanuel Wallerstein, “Belirsiz Bir Geleceğe Geçiş Dönemi”, Çev.: A. Çiğdem Calap, Mürekkep, S:18, 2002, s.39.

[13] Arif Dirlik, “Tarihte ve Bellekte Devrimler: Tarihsel Perspektiften Kültür Devrimi’nin Politikası”, Çev.: Asena Günal, Toplum ve Bilim, S:80, Bahar 1999, s.67.

[14] Wallerstein, “Umut Korkuyu Yendi”, Yeniden Özgür Gündem, S:132, 11 Ocak 2003.

[15] Petras, “Porto Alegre 2002: İki Forumun Hikayesi”, Çev.: Taylan İletmiş, Cosmopolitik, a.g.e., s.91.

[16] Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara 1992, s.95.

[17] Antoni Negri ile İsmet Kayhan’ın yaptığı söyleşi, “Barbarlar İmparatorluğu İstila Ediyor”, Cosmopolitik, a.g.e., s.163.

[18] A.g.e.

[19] A.g.e., s.167.

[20] Körfez Savaşı’na Amerikan askeri olarak katılan, bugün bir savaş karşıtı olarak Canlı Kalkan girişiminin öncülüğünü yapan Ken Nichols O’Keefe yaptığı çağrıda şöyle diyor: “Acı gerçek şu ki dünyamız Batı hayatına (genellikle beyazların hayatına) insanlığın geri kalanından daha fazla değer atfetmekte. (…) Bu olguyu anlamak biz Batıdakiler’in bu savaşı ve adımıza yapılacak tüm savaşları durdurmak için sahip olduğu gücü görmektir…”

[21] Teori ve Politika’da günümüz bağlamında ezilenler arasında varolan bir hiyerarşiye vurgu yapılarak, barbarlar ve asiler ele alındı. (Bak.: Ali Osman Alayoğlu,”Barbarlar ve Asiler: Yeni Dünya’nın Keşfi”, Teori ve Politika, S:26, Bahar 2002, s.64-71.) İmparatorluk, ‘evrensel adalet ve barış’a ulaşmak için ‘içerde’ asiler ‘dışarıda’ barbarlarla savaşıyor. Böylece ezilenler arasında bir hiyerarşi oluşuyor ve bunun aşılmasının imkanlarının zorlanması gerekiyor. Barbarlar imparatorluğun merkezlerinde (göçmenler) ve ‘sınırlarında’ yaşayanlar (Iraklılar, Afganlar…) olarak ikiye ayrılırken, imparatorluğun asli vatandaşları olan asiler ise ‘yeni’ (Küreselleşme karşıtları) ve ‘eski’ (Sanayi işçileri) asiler olarak var oluyor. Ancak barbarlar ile asilerin arasındaki hiyerarşinin aşılmasının barbarların medenileşmesi ya da tersi şeklinde düşünülmemesi gerekiyor. Kısaca dünyada iki temel politik karşı duruş hayat buluyor: asilerin isyanları ve barbarların sınırsız şiddeti. Ama bir belirleyicilik ilişkisi kurulması gerekiyor ve denilebilir ki ‘küreselleşme’nin asıl muhalifleri ‘merkezler’de yaşamıyor.

[22] Lenin, “Balkanlardaki ve İran’daki Olaylar”, Ulusal ve Sömürgesel…, a.g.e., s.59-60.

[23] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1991, s.37.

[24] Marx Gotha Programının 5. Maddesinde yer alan işçi sınıfının ‘bugünkü ulusal devlet çerçevesi içinde’ ‘halkların uluslar arası kardeşliği’ için çalışacağı yaklaşımını sert bir biçimde eleştirir. Ulusal bir perspektife hapsolmuş bu kavrayışa karşı duran Marx, böyle bir kavrayışın uluslar arası çapta oynanan oyunları (mesela Bismarck’ın oyunlarını) göremeyeceğini belirtti. “Besbelli ki, işçi sınıfı, savaşım verebilmek için sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir (…). İşte işçi sınıfının savaşımı, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, ‘biçimi bakımından’ ulusal.” (Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M.Kabagil, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 1989, s.34) Lenin de Komün deneyini incelerken, Komün’ün hem ulusal (Alman işgalinden kurtulmak) hem de toplumsal (işçilerin sosyalist kurtuluşu) görevlerle karşı karşıya kaldığını belirterek, ulusal’a verilen ağırlığın yarattığı yanlışlara dikkat çeker ve Blanqui’nin bile gazetesi için “Yurt Tehlikede!” burjuva başlığından başka bir şey bulamadığına dikkat çeker

[25] Petras, “Kolombiya Planı’nın Jeopolitiği”, Çev.: Mustafa Karabiber, Cosmopolitik, a.g.e., s.122.

[26] Lenin, “Büyük Rusların Ulusal Gururu Üzerine”, Ulusal ve Sömürgesel…, a.g.e., s.269.

[27] A.g.e., s.270.

[28] Lenin, “Marksizmin Bir Karikatürü ve ‘Emperyalist Ekonomizm’ Üzerine”, a.g.e., s.413.

[29] A.g.e., s.410.

[30] Lenin, “Büyük Rusların…”, a.g.e., s.270.

[31] V.Kunina, “Komün’ün Öğrettikleri ve 70’li Yıllardan 90’lı Yılların Başına Kadar İşçi ve Sosyalist Hareket”, Paris Komünü ve Marksizm, Çev.: Kenan Somer, Sarmal yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul 1996, s.171-2.

[32] Lenin, …Dönek Kautsky, a.g.e., s.70.

[33] A.g.e., s.64.

[34] A.g.e., s.65.

[35] Luxemburg’tan akt.: Tony Cliff, a.g.e., s.42-3.

[36] A.g.e., s.43.

[37] Lenin, …Dönek Kautsky, s.149.

[38] Lenin, Devlet ve Devrim, Çev.: Süheyla Kaya, İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1999, s.117.

[39] Nahuel Moreno, Proletaryanın Devrimci Diktatörlüğü, Çev.: Hakan Gülseven, Atölye Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul 1998, s.70.

[40] A.g.e., s.137. Marksistler iktidarda olduklarında, proletarya diktatörlüğü sırasında kitlelerle ilişkiler başka bir hal alır. Bu durumun en tipik ve bilinen örneklerinden biri Kronstad ayaklanmasıdır. Sonuçta ayaklanan halktı; askerlerdi, köylülerdi ve işçilerdi. Lenin isyancıların beyazları Bolşevikler’den daha fazla istemediğini işçiler ile köylülerin yorgun ve tükenmiş durumda olduklarını belirterek Kronstad ayaklanmasını anlatırken, Troçki de yine ayaklananların iyi niyetli olabileceklerini belirterek ayaklanmayı bastırmanın ‘Trajik bir sorumluluk’ olduğunu ifade ediyordu. Lenin, ayaklanma beyazların işine yaradığını, Paris gazetelerinde iki hafta önceden yer bulduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Madem ki böyle bir durumla karşı karşıyayız, …, ne kadar masum görünse de ona silahla karşılık vermeliyiz.” (Lenin-Troçki, Kronstad, Çev.:E.Oğuz, O.Akınhay, M.Güneşoğlu, Ataol Yayıncılık, Birinci Baskı, İstanbul 1992, s.45.) Yani yorgunluk ve tükenişin bazen yarattığı çaresizlik bu sefer Bolşevik iktidarının karşısına çıkmıştı: “Her zamanki gibi bu eğilim devrimci unsurlar arasında anarşizmi besler. Bütün Kapitalist ülkelerde böyle olmuştu ve şimdi bizim ülkemizde de böyle olmaktadır.” (A.g.e., s.53.) Devlet olunduğunda kitlelerle ilişkilerin yapısına ilişkin böyle zorluklarla karşılaşılıyor.

[41] Luxemburg’tan akt.: Tony Cliff, a.g.e., s.27.

[42] Gerçi kurucu Marksistler bu eleştiriyi o dönem, programı işçilerin olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi algıladıklarını görerek geri çektiler, ama asla eleştirinin içeriğini değil! Çünkü onlar programatist değildiler. Nitekim daha sonra, bir başka dönemde gerekti ve yayınlandı.

[43] Marx, “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M.Kabagil, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 1989, s.38-9.

[44] Friedrich Engels, “Erfurt Programının Eleştirisi”, a.g.e., s.105.

[45] Lenin, “Balkanlardaki ve …”, Ulusal ve Sömürgesel…, a.g.e., s.56.

[46] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Çev.: Sevim Belli, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1988, s.60-1.

[47] Lenin, “Marx’tan Kugelman’a Mektupların Rusça Çevirisine Önsöz”, Komün Dersleri, a.g.e., s.49.

[48] Marx’tan akt.: Lenin, a.g.e., s.52. (Marx, Fransa’da İç Savaş, a.g.e., s.147.)

[49] Lenin, İki Taktik, a.g.e., s.110.

[50] Lenin, Devlet ve Devrim, a.g.e., s.124.

[51] Balibar, Proletarya Diktatörlüğü Üzerine, Çev.: M.A.Akay, Pencere Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1990, s.116.

[52] Lenin, Gorki’ye kendilerinin uluslar arası politikalarının donkişotluk olmadığını anlatır, Gorki’nin iddiasına, revizyonistlerin zaten uzun süredir sömürgecilik politikasının ilerici olduğunu, kapitalizmi yaygınlaştırdığını, dolayısıyla ‘barbarlık’ olmadığını söylediğini hatırlatır. (Lenin, “A.M.Gorki’ye”, Ulusal ve Sömürgesel…, a.g.e., s.62.

[53] Metin Kayaoğlu, “Politika ve Şiddet”, Teori ve Politika, S:21, Kış 2001, s.15.

[54] Lenin, Devlet ve Devrim, a.g.e., s.39.

[55] Marx’tan akt.: A.g.e., s.51. Marx, Fransa’da İç Savaş, a.g.e., s.146.

[56] Marx, Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 1993, s.83.

[57] Balibar, a.g.e., s.73.

[58] Lenin, Devlet ve Devrim, a.g.e., s.134.

[59] Kautsky’den akt.: A.g.e., s.140.

[60] A.g.e., s.68.

[61] Moreno, a.g.e., s.15.

[62] A.g.e., s.16.

[63] Balibar, a.g.e., s.113.

[64] A.g.e., s.15-6.

[65] A.g.e., s.17.

[66] Moreno, a.g.e., s.41.

[67] A.g.e., s.11.

[68] Balibar, a.g.e., s.71.

[69] A.g.e., s.55.

[70] A.g.e., s.57.

[71] Engels, “August Bebel’e Mektup”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt…, a.g.e., s.

[72] Balibar, a.g.e., s.38-43.

[73] A.g.e., s.40.

[74] A.g.e., s.24.

[75] A.g.e., s.26-7. “Elbette, Stalin proletarya diktatörlüğünü geçmişe bakarak atmıyordu (…) : Sovyetler Birliği’nin proletarya diktatörlüğü ile işinin bittiğini iddia ediyordu sadece. Ve böylece öteki ülkeler, daha kendi devrimlerini yapamamış ülkeler için… proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini bütünüyle savunuyordu.” (A.g.e., s.28).

[76] A.g.e., s.31.

[77] A.g.e., s.35.

[78] Lenin, Devlet ve Devrim, a.g.e., s.82.

[79] Marx, Fransa’da İç Savaş, a.g.e., s.145.

[80] A.g.e., s.154.

[81] Lenin, İki Taktik, s.73-4.

[82] A.g.e., s.74.

[83] Moreno, a.g.e., s.100.

[84] Bu yazının zayıf karnının ‘sol komünizm’ olduğu, bu minvalde gelecek eleştirilere karşı savunmasının yetersiz olacağı söylenmelidir. Dönem ‘solculuk’ eleştirilerine değil ‘reformizm’ eleştirilerine maruz kalmamaya dikkat etmeyi gerektiriyor. Çubuk sola bükülmeli.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar