Ana SayfaArşivSayı 59-60Teslim Olmuştu Bozkır İnsanımız: Neşet Ertaş

Teslim Olmuştu Bozkır İnsanımız: Neşet Ertaş

Teslim Olmuştu Bozkır İnsanımız

Neşet Ertaş

 

Aycan Epikman

Neşet Ertaş 25 Eylül’de öldü. Huzursuz ve yerleşememiş bir ömrün ardından, son göçünü babasının ayağının ucuna gömülmek için etti. Artık yerleşik.

Babasının ayakucuna gömülmeyi vasiyet etmiş. Ata tapıncı yeter de artar Neşet Ertaş’ı övmek için… Ama Muharrem Ertaş gibi bir atası olması gerek insanın. Eski güzel günlerin anısını yaşatmaktır ata tapıncındaki anlam. Bu, Neşet Ertaş’ta tanılayabileceğimiz komünal geleneklerin kalıntısıdır ve o, babası / atası / toteminin ayakucuna yerleşerek, yaban ellerde yabancı olarak geçirdiği ömrün sonunda huzura ermiştir.

Muharrem Ertaş, yok yoksul ölmüş 1984’te. Cenazesini birkaç köylüsü kaldırmış. Ama Neşet Ertaş’ı devletli gömdü. Onca çektiği kapitalist şehir dünyası son anında da rahat bırakmadı. Atasına bir kez daha borçlandı şu kahpe devran yüzünden.

Onlardan değil bizdendi Neşet Ertaş, ama kuşaklarımız ondan olmasın.

Bozkırdan dağlara haykırış

Muharrem Ertaş, göçebe günlerin kollektif ruhunu çehresinde ve sesinde son günlerine kadar koruyordu. Cerit abdallarına dayanıyormuş soyu… Eskiden her aşiretin bir de “abdal” obası olurmuş, Muharrem Ertaşlar o obadan imişler. Ama aşiretin çözülmesiyle her biri bir yana dağılmış.

“Aydost!” diye haykırırken, “Ferman padişahın,dağlar bizimdir” derken, bu yabanıllık sesinden taşıyor, çağıldıyordu. Oğlu için asabiyet dolu günler ancak babasının varlığıyla hakikatti. Oğlu Neşet, yoz köylerde ve bozuk şehirlerde rakıya meze olmak zorunda kaldı yıllar boyu.

Muharrem Ertaş’ın bozlakları, ya sırtını verdiği dağlardan ovalara, yaylalara doğru bir çığırış, ya da ovalardan yüce dağlara tiz bir haykırıştı. İnip çıkan, yanan dönen… İster bir köy odasında, ister derme çatma bir şehir stüdyosunda söylesin. O, usul usul söyleyemezdi.

Oğul Neşet, babasının gördüğü yabanıl hayatı görmemiş, ama babasının halinden havasından anlamıştı bu hayatın ne olduğunu. Hep o görmediği, bilmediği ama ta içinde yaşattığı günlerin, insanların hasretiyle, onları bulamayacağı soğuk gerçeğiyle yüz yüze yaşadı. Şehrin insanının, yozlaşmış köy insanının arasında kendini korumaya aldı. Bozlağı babası gibi söylemeye ağzı bir türlü varamıyordu. Sesinin dizginsizce yükseltmekten korkuyordu, sanki o köylüler ve şehirlilerden azar işitecekti. Ama belki de ezilmiş ruhunun uyanmasından çekindiği içindi haykırmaması.

“Ferman padişahın dağlar bizimdir” diye haykırabilen Muharrem Ertaş, bu sözlerin nasıl politikleştiğini anlamadan göçmüştü. Zaten, bu sözü rehber edenler de anlayamazdı onun haykırışındaki doğal devrimi… Onlara, yapılmış, inşa edilmiş bir devrimci dil gerek olmuştu o tarihsel günlerde. Konservatuvar okumuş, “terbiye edilmiş” ağızlardan çıkmalıydı “Hakkımızda devlet vermiş fermanı…” meydan okuması.

Bu bir kopukluktu, doğru.

Oğul Neşet, ip koptuğunda babasını geride bırakanlar arasındaydı. Sürekli dönüp bakıyordu babasını bıraktığı geçeye. (Hep hüzünle bakacaktı o tarafa. Ölünceye dek.) O, Avşar bozlağının bu ellerde “yeni” bir anlamı olduğunu biliyordu ve olduğu yanda, bu sözleri bozlağa uygun şekilde okuyamazdı. Hem’men yaftayı yapıştırırlardı!

Nitekim, 1970’ler olmalı, pısık bir sesle, sanki maşuğunun peşi sıra sızlanarak ağlıyormuş gibi bir söyleyişi vardır Dadaloğlu’nun kavga bozlağını…

Ezik Neşet, kavgalara girecek enerjide değildi. Alevi olduğunu bile gizliyordu hoyrat ve arsız şehir ahalisinden. Dostlarına gizli gizli yardım edebiliyordu. Bunu, hem aldığı terbiyeden, erdemden, hem de sanki korkusundan yapıyordu.

Çocukluk ve ilk gençliğinde yozlaşmış sosyal ortamlarda ezilmişti. Artık sıra politik ortamlarda ezilmeye mi gelmişti? 1960’ların 70’lerin Türkiyesinde ağızdan çıkan her sözün yavaş yavaş bir kavgada taraf olmak anlamına geldiğini görüyordu. Hiç niyeti yoktu bir yandan daha ezilmeye. Politikadan uzak durdu.

Böylece aşka düştü, ağlamaya verdi kendini. Hiç değilse rahatça, doyasıya ağlayabiliyordu. Bilgece türküler okuyordu yârin zülfüne dokunarak, ama mecazen değil gerçekten.

*

Muharrem Usta, pre-kapitalizmin insan ilişkilerinin en kabasını yaşamış olmalıydı. Fakat bunda her şeye karşın, dağılmış olsa da bir aşiret kollektivizmi veya tahayyülü olmalıydı. Kapitalizmin şekillendirdiği ilişkiler ortamını görmüş, ama ona karışmak zorunda kalmamıştı. Neşet Ertaş’ı ezen, bu çözülen ve yenisi ağır aksak kurulmaya başlayan ilişkiler sisteminin insan bireylere yüklediği yükün ağırlığıydı. Başını döndüren kapitalize dünyayı görmüş, doğrusu biraz büyülenmiş ve bilgece sezileriyle onunla baş edemeyeceğini anlamış ve pısmıştı. Büyülendiğini, babasıyla çektirdiği bir fotoğraftaki halinden anlayabiliriz. Muharrem Usta her zamanki yabanıl uzaklığında, Neşet Ertaş ise, sonradan tapındığı babasını neredeyse omuzlayarak öne çıkmaya hevesli bir genç adam. Babasının, ama sadece o eskilerin adamının yanında ezik durmayacak kadar toy!

Kapitalize ortama ayak uyduramayacağını sezmiş, nicelerinin yaptığı türden, arsızca yükselmeye yeltenmemiş ve koşullarına teslim olmuştu. Özgürlüğünü satın alan alabilir, birçok akranı gibi efendilerin yanı başına kurulup onlar gibi sırıtabilirdi. O, köleliğini satın almayacak kadar erdemli olduğunu gösterdi. Yiğit değildi ama demek direşkendi. Köle kalmalıydı. Açılan yükselme kapısından çıkmadı.

Neşet Ertaş, babası gibi yaban ellere çıktı. Ama onun talihine babasından aldığı dünyanın yerini alan bir başka dünya düştü. Yozlaşan köylerde ezilmiş, ezilmişti. Ama şehir havası kötü köylere benzemeyecek, Neşet Ertaş, yaşamadığı yabanıl dünyanın özlemini içine atarak teslim olacaktı şehir hayatına… Burada, ağzından çıkan bozlak sözleriydi ama sesi bozlak sesi değildi. Yaktığı türküler, ne babasının, ne babasının öteki yetiştirmeleri olan Çekiç Ali ile Hacı Taşan’ın yabanıl sertliğini taşıyordu. Orhan Tekelioğlu’nun değerlendirmesiyle, türküleri, “popüler merkezi zevke kolay uyarlanabilen bir yumuşaklığı haiz olduğu için popçuların repertuarında yıllardır yer alıyordu”. (“Bir Abdalın Ardından”, Radikal İki, 30 Eylül 2012)

Teslim olan bozlak, şehrin zevkine uyarlanabiliyor. Yumuşamış, yabanıllığını atmıştır üstünden… Teslim olmak durumunda kalmayan bozkır bozlağının oğlu, kentin dumanlı ortamına teslim olmuştu.

Ama, siperden çıkmaya korkan, korkak damgası da yemek istemeyen askerin başına gelen geldi. Bir haller oldu, hastalandı. Saz çalamıyordu artık. Tedavi için “Alamanya”ya kaçtı!

Ezikliğin feryadı

Neşet Ertaş, yaşamı boyunca ezenlerin safına geçmeyen, geçemeyen bir örnek oldu. Geçememesi, o dünyalara yapısal bir tepkiyle yabancılığındandı. Ezenler tarafına geçmeyi başaran öteki “sanatçılar”ın, ezen sofralarının maskarası olan ünlü “baba”ların, ezilenlerin en kuytu koyaklarındaki dumanlı sözleri, biraz dumanlanmak isteyen ezenlere satmayı becerebilmişlerin varlığında Neşet Ertaş’ın tutunamaması bir zaferdir. Ezilen, safını terk etmemiş, satılığa çıkmamıştır.

Muharrem Ertaş’ın oğlundan farkı belki de bu zor zamanları yeterince solumamış, bu kadar örselenmemiş oluşuydu.

“Bozlak bir feryattır. Feryadın bir başka anlamı da derdini isyan ediyor. Bizimki ezikliğin feryadı” demiş.

Her ezilen ezik değildir. Neşet Ertaş, ezik bir ezilmişti.

Ezik feryat edemez, figan eder ancak. Feryadı andıran sesi tensel aşk için çıkarır.

Neşet Ertaş, sesini yükseltmeyi unutmuş gibiydi. Babası gibi, “Aydost deyince yeri göğü inleten” sesleri çıkaramadı gençliği boyunca…

Babası Muharrem Ertaş ezilmişliğin uzağında değildi. Ama onun sesinde eziklik değil, ezilmenin isyanı, çığırışı vardır. Neşet Ertaş, kısılmış sesiyle, ezilenin ezikleşmişi oldu. Son demine kadar; son yıllarında babasına döndüğünü görürüz.

Ezilenin kendiliğinden felsefesi

Alevi olduğunu bile söyleyemiyordu, ama bir direniş çizgisi de tutturabilmişti. Bir anlamda meta ekonomisinin öncesinde yaşıyordu. Politik ve toplumsal zora teslim olmuş, –üstelik hiç isyan etmemişti-, ama bir “homo economicus” olmaya direnebilmişti. Paylaşımcılığı, devletliden dikkatli bir tevazuyla uzak duruşu, onun bilinçli bir seçim yaptığını gösteriyor.

Şöyle anlatmış yaşam felsefesini Neşet Ertaş: “Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası, fazladır. İnsan tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yiyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir.”

Böyle bir zamanda bu sözler! Kadim derviş geleneğini “tüketim toplumu”nda yankılayarak bir ezilen ideolojisine sahip olduğunu göstermiş. Helal olsun!

Tayyip Erdoğan’la katıldığı bir televizyon programında, herkeslere sigara bıraktırma heveslisi başbakana karşı duruşu bu ideolojinin bir yansımasıydı. Erdoğan’a sigara konusunda kafa tutuşundaki sınıfsal bakış, cihana bedel. Sigara içmeyecek olanın zengin mi fukara mı olduğunu soruyor. Ardından, “fukaraya karışmayın” diyor, “bir tek eğlencesi, cigarası var!” Başbakanın çalımını aynı dervişane tavrıyla bozuyor.

Teklif edilen “devlet sanatçılığı” unvanını kibarca reddediyor: “Ben zaten devletin, halkın sanatçısıyım, ne gerek var efendim.”

“Ay dost, dinlemem artık sen varken oğlunu”

Avşar Bozlağını bir dinleyin Muharrem Ertaş’tan.

Bozlak, Muharrem Ertaş’ta bozkırda bir yiğitleme, özgür bir haykırışken, oğulda yozkırda, şehrin kalabalığının ortasında bir ağlama, bir sızlanma halini aldı.

Muharrem Usta’da ağıt bile bendine sığmayan çağıldayan ses iken, Neşet Ertaş yiğitlemeleri eziyor, sulugöz bir ağıt gibi okuyordu.

Baba haykırıyor, oğul söylüyordu. Baba, seyis görmemiş bir at gibiydi, oğula kırbacın hatırası yetiyordu.

Bize Muharrem Ertaşlar gerek. Bozlağı yabanıl yabanıl söyleyen… Neşet’lerin kısılmaması için…

Bize Muharrem Ertaş gibi yabanıl bozlağı, Ahmet Kaya gibi delibozuğu lazım. Ama bize, ezilenin giderayak başını kaldırır gibi olan eziği lazım değil.

Dadaloğlu’nun, her devrimcinin bildiği Avşar bozlağını Neşet Ertaş’ın bir 1970’lerdeki sesinden, bir 2000’lerdeki sesinden dinleyin; farkı göreceksiniz. Bağıramayan, bağırıp çağıramayan 70’lerin Neşet’i, atasına yaklaştıkça sesini yükseltmeye başlamıştır. Garip abdal başını yavaş yavaş dikeltmektedir.

Ama asıl bir de bu abdalın babasından dinleyin Avşar bozlağını… İşte bir dinleyenin bir internet sitesine düştüğü not bu farktan kaynaklanıyor: “Ay dost, dinlemem artık sen varken oğlunu.”

Başını kaldıracakken…

Neşet Ertaş, 1960’lar ve 70’lerde şehirli Türkiye’nin ortalık yerindeydi. İsyan eden seslerin arasında onun pısmış ve ezik sesi elbette duyuluyordu ama o, bunun babasından farkını gayet iyi biliyordu. Nicelerinin kaşanelere yükseldiği yıllarda onun gibi bir göçebe için “Alamanya” yeni sığınak oldu. Uzun yıllar oradaydı. Kocamaya yüz tutmuştu, ömrünün son zamanlarında olduğunu biliyordu. Türkiye’deydi. Ezik Neşet Ertaş, teşbihte hata olmaz, halk arasında doğurganlığını yitiren kadının erkek meclisine teklifsiz girebilmesi gibi, artık başını kaldırması gerektiğini, “Muharrem Usta”yı yankılaması gerektiğini sezinledi.

Babası gibi bangır bangır bozlak okumak istiyordu. Bir ölçüde yaptı bunu. Sesi ancak onun hatırasına okuduğu bozlakta babasını andırıyordu: “Aydost deyince yeri göğü inleten!” Bu, babasıydı ve Neşet Ertaş’ın ağzından bozlak ancak babasına ağıtında çıkıyordu.

Artık konserlerde sesini yükseltmekten çekinmiyordu, ama sesine yabanıllık bir türlü gelmiyordu. Konser salonlarında bir bozkırlının gecikmiş itirazını duyuyordu üçüncü ve dördüncü kuşaktan kentliler.

“Çıkayım Dinek Dağına”yı son yıllarında babasını andırırcasına söyledi: “Yiğit attan düşer yine atlanır” dedi bozlak türünden. Yaylalara karşı bağırır gibi…

Oysa iş işten geçmişti esasen. Neşet Ertaş, ezik kalıbından parçalayıp da çıkamadı bir türlü. Bozlakları bir türlü yabanıllaşamadı. Artık yüksek sesle söylüyordu, ama bozlak ses yükseltmek değildi. Bunu müzikalite anlamında söylemiyoruz, politik anlamda söylüyoruz. Neşet Ertaş hiçbir zaman dinleyeni bir başka dünyaya göçüren türküler söyleyemedi. Her faninin olmasa da, dikkate değer birçoğunun içindeki isyancıyı, “vahşetin çağrısı”nı açığa çıkaran bir Neşet Ertaş’ımız olamadı. Buna çok gayret ettiyse de son yıllarında…

“Bozkırın tezenesi” olup olmadığını bilemeyiz, ama hoyrat ezene teslim olmuş bozkır insanımız, başkaldırmaya karar vermişti artık. Benliğindeki Muharrem, içinde küllenmiş yabanıl çağrı kımıldamaya başlamıştı. Demek, kımıldayabiliyor. O halde durmamalı, patlamalıydı!

Ama neylersin, çok uzun süren esirlik de hükmünü gösteriyordu.

Aktarım kayışı koptu mu?

Neredeyse tarihin sonu temasına benzer ifadelerle, bu kez Neşet Ertaş’ın bir “şey”in sonuncusu olduğu söylenip durdu. Ezilenlerin kültürel aktarım kayışının koptuğunu söylüyorlar. Ezilenlerin artık mecburen hem de daha avantajlı olan modernleşme sürecinden yeni karşı çıkma malzemesi devşirebileceğini söyleyenler bir teorik bakışı dillendiriyorlar.

Ezilen ezilenden kopmayacak. Bağlantının kalın dallarla olacağını kimse beklemiyor. Neşet Ertaş, nasıl son demlerinde ezilen köklerine dönebildiyse, ezilenler de yeninin imkanlarında sonuna kadar hareket edecek, ama soylarının ince filizlerine, bu olmazsa kılcal köklerine ulaşacaklar.

Ezilenlerin geçmişten gelen sesi bugün de yankılanabilir ve bunun örneği Neşet Ertaş’ın ezik sesi olamaz. Ama Neşet Ertaş, bize, ezileni köklerine döndürmede bir bağ olur.

O, ayakucuna uzanarak, ezilenle komünalin özdeş simgesi olan babasıyla aramızda bağ oldu.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar