Ana SayfaArşivSayı 59-60Ezilen Politikasının Genişleyen Alanı

Ezilen Politikasının Genişleyen Alanı

Agah Akyazıcı

Arap isyanlarıyla başlayan ama öncüllerini çok daha öncede bulan ve etkilerini geleceğe tahvil eden süreç devam ediyor. Gelinen dönemsel aşamada politik gelişmelerin ana ekseni, ezenler lehine bir reorganizasyon olarak belirginleşmiş olsa da, alttan alta biçim kazanan, ezilenlerin dinamiğindeki örtüşme biçimleri de imkan dahilindedir. İstikrarlı bir egemenliğin kurulamadığı, farklı yoğunlukta çatışmaların yaşandığı koşullar ezilenlerin politik arayışları için elverişli oluyor. Her ne kadar çatışmanın güncel ve üst biçimi emperyalist hegemonya mücadelesinin seçilmiş sahası olarak görünse de…

Küreselleşmenin etkilerinin bölgesel entegrasyonlara yol açacağı öteden beri savunulan bir tezdi. Küresel-bölgesel-yerel üçlüsü bu duruma göre yeniden düzenleniyor: Küreselin aktif etkisi ve müdahalesiyle bölgesel olan ile yerel olan birleştiriliyor. Ortadoğu bu anlamda emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin tüm şiddetiyle izlendiği saha olma özelliğini taşırken bununla bağlantılı, başka bir planda kendi iç dinamiklerinin ve tarihsel-politik özgülleşmesinin sonucu bölgesel-yerelleşme yaşıyor. Ezilenlerin devrimciliği açısından bu durum güncel kimi gelişmeler yaratırken geleceğe yönelik de imkanlar sunuyor.

Burada öne süreceğimiz tez, ezilenlerin ‘yerel’ dinamiğinin politik özgülleşme biçimlerinin ‘bölgesel-yerellik’ karakterine kavuşmuş olduğudur. Başka bir ifadeyle; Türkiye Devleti içindeki ezilenler yoğunlaşmasını belirlemeye devam ederken, Kürt-İslam başlıklarının, Ortadoğu coğrafyasının geneline yayılan bir biçim kazandığıdır. Bu durum aktüel olarak ezilenlerin devrimci politikasına akan bir dinamik olmamakla birlikte, ezilenlerin devrimciliğinin yüzünü döneceği toplumsal yatağı belirtmektedir. Ezenlerin politik yönelimi, bu tarihsel özgülleşmeyi kontrol altına alıp kendi egemenliklerinin güçlendirilmesinde etkinleştirmek ve itici güç olarak derlemektir.

Bölgesellik ile kastımız, jeo-politik özcülük değildir. Jeo-politik yaklaşımın önemli bir kısmı, coğrafyanın ve coğrafyadaki kaynakların paylaşımıyla ilgilenirken coğrafyayı politika için kurucu ve belirleyici bir unsur olarak alarak politika-aşırı özcülük problemiyle kusurludur. Bizce, politikanın koşulu olmakla birlikte coğrafyanın politik özgülleşmedeki etkisi dışsaldır; bu etki özsel olmadığı gibi öncelikli de değildir. Bu nedenle bölgesel-yerellikten genel geçer bir politik durum olarak değil belirli koşullar aracılığıyla söz edebiliyoruz.

Yine bölgesellik ile kastımız bir kültürel özcülük değildir. Belirli bir bölgede yaşayan insan topluluklarının tarih boyunca farklı inanç, kültür ve yaşam biçimleri onlar arasında belirli bir ilişkilenme biçimini verir. Bir bölgenin kültürel olarak geri-ileri vs. olduğuna yönelik yargı ve bu gerilikten/ilerilikten çıkarılacak politik sonuçlar idealist özcülük kusurunu taşır. Konumuz açısından Ortadoğu ile ilgili oluşturulan kültürel ayrıcalık, ‘tarihin beşiğine geri dönmesi’ ya da olumsuzluk, İslamın etkin olduğu coğrafya olarak politik durağanlık gibi yaklaşımlarla bolca karşılaşılmaktadır. Herhangi bir politik gelişmenin konjonktürün imkanı dahilindeki güçlerin dışında politika aşırı tarihi-kültürel gerekçelere dayanarak öne alınması ya da geriye itilmesi eğer yöntem hatası değilse kasıtlı bir yön kaydırmadır. Ortadoğu ile ilgili yaklaşımlardaki bu örtük ideo-politik pozisyon bize ezen ideolojisinin etki alanının genişliğini de gösterir.

Bölgesel-yerellik, Türkiye siyasi coğrafyasının politik özgülleşmesinde öne çıkan Kürt-İslam ezilenler dinamiğinin bölgesel olarak Ortadoğu’da karşılığının aranması ve yine geri dönüşlü olarak Türkiye’de ezilenlerin devrimciliği kanalına akıtılacak geri beslenme imkanlarının araştırılması amacıyla şekillendirilmiş ve teorik-politikanın politika ağırlığına ait bir kavramsallaştırmadır. Türkiye Devletinin restorasyon hamlesi, kendi sınırlarını düzenleme girişimi ile bölgesel anlamda yaşanan isyan, çatışma ve reorganizasyon süreci böyle bir kavramlaştırmaya imkan tanımıştır.

a) Yıkılan çitler

Birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında parçalanan imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine çok daha önce, 19. yüzyılın ikinci yarısında girmişti. Süreç tamamlandığında geriye kalan, kendisini imparatorluğun bakiyesi olarak gören bir Türk ulus-devletiydi. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını önlemek amacıyla geliştirilen ve tamamı da devletli olan projelerin en geriye çekildiği noktada Anadolu’da Türk milliyetçiliğine dayalı bir ulus-devlet ve bu devletin fiilen belirlenmiş sınırları oluştu. Bu sınırlar, coğrafi ve ideal olarak savaş koşullarında son Osmanlı meclisinde ‘misak-ı milli’ olarak belirlenmişti. Türkiye Devleti, oluşumunda bu plana bağlı kalıp kendisi için yeniden düzenledi. İşgale karşı savaşın akabinde Lozan anlaşmasıyla kimi rötuşlar yapılarak misak-ı milli bugüne kadar korundu.

Bir devletin sınırlarını belirlemesi, egemenlik bölgesini belirlemek anlamına gelir. Sınırlar coğrafi sınırı belirten gerçek anlamı dışında simgesel olarak devletlerin kendilerini ayırdıkları yerlere işaret eder. Türkiye devleti bu ayrımı kendi doğusuna karşı katı bir şekilde inşa etti, batısına karşı ise alabildiğine esnek. Sınır, ulus-devletin sınırları ötesinde ideo-politik konumlanışta doğuya karşı bir duvar olarak inşa edildi. Aydınlanmacı modernleşme ideolojisi ile birleşen ve Osmanlı’nın son dönemine de damgasını vuran Batılılaşmacı ideoloji, Osmanlı’nın mirasçısı ya da daha uygun bir ifadeyle bakiyesinin toplayıcısı olma vasfıyla da sahiplenilerek bölge halklarına karşı şovenist tutum, ulus inşa projesi ile birlikte sürekli diri tutuldu. Buna uygun argümanlar ve kurumlar inşa edildi.

Kemalist projeye damgasını vuran Aydınlanmacı modernizm ve reaksiyoner milliyetçilik, her iki başlıkta ve ayrıca karşılıklı etkileri bakımından ciddi tutarsızlıklar ve boşluklar doğurmuştur. Bu nedenle de kuruluşundan itibaren kriz üreten bir nitelik taşır. Kriz, sistem içinde, yaratılan boşluklarla ve tavizlerle aşılmaya çalışılmış ve ötelenmiştir.

Bütün bunlara rağmen şu görülmelidir ki kurucu temel tanımladığı siyasal coğrafyayı bölgesel etkilere kapatmada başarılı olmuştur. Başarıda Osmanlı mirasının özel bir tarzda sahiplenilmesinin payı olduğu gibi milliyetçiliğin, Kürt faktörü büyük parantezine rağmen, batıda karşılık bulmasının payı büyüktür. Devralınan Osmanlı mirası milliyetçiliğin başından itibaren şovenist, devletli bir biçimde gelişmesinin temeli olmuştur. 1960’lardaki sol-Kemalist milliyetçilik yorumları da bu etkinin dışına çıkamamış, devletli kanala akmıştır. Anadolu’nun Müslüman kitlesi devletli biçimli milliyetçiliğe ciddi bir karşı koyuş olmadan eklemlenmiştir.

Kurucu projenin yapısal krizi restorasyon hamlesiyle karşılanırken, başarıyla örülen sınırları ve içerideki etkilerini –yani bölge halklarıyla Anadolu halkını yalıtmayı– güvence altına alıp, bölgenin re-organizasyonunda hükümet partisinin İslamcı geçmişinin birikimi aracılığıyla kullanılmak isteniyor. Türkiye Devletinin pozisyonu daha önce ‘eksen kayması’ olarak kodlanan tartışmayla, farklı boyutlarda ve içerikte anlaşılan ama yaşanan politik durumu uygun olarak ifade etmeyen bir tartışmanın konusu olmuştu. O dönem için Türkiye Devletinin tutumu Batı modelinin ‘yumuşak güç’ ile bölgeye taşınmasında katalizör rolü oynamaktı. Arap isyanları ile oluşan atmosferin Suriye’ye kadar uzanan kısmında bu ‘yumuşak güç’ operasyonel bir basınca dönüştü. Burada ‘Batı modeli’ olarak ifade ettiğimiz, aslında belirli bir egemenlik tarzının ve tahakküm biçiminin bölge üzerinde tesis edilmesidir.

Bu gelişmelerin konumuz için önceliği, Türkiye Devletinin bölgeye yönelik simgesel sınırlarının yıkılmasıdır. Kemalist proje, Ortadoğu’nun karmaşık politik denkleminden kendini koruyucu bir formülü, hesaplı olmasa da fiilen üretmişti. Restorasyonun sonuçlandığı koşullarda bu koruma duvarının içeriden kurulduğu fikriyle dış çeperi saran çitler esnetiliyor ya da kendi benzerini oluşturmaya yönelik hamleler yapılıyor. Bu operasyonel konumun patronaj dili ise gözden kaçmamalı.

Türkiye Devleti bölgeye müdahil olarak, kendi sınırlarını bölgede yaşananlara da dolaysız bir şekilde açık hale getirmiştir. Egemenlerin projesi, bölgede günlük yaşamın bir parçası olan İslamın kültürel biçiminin politik alana, toplumsala nüfuzu aracılığıyla katılımını düzenleyip ezilenleri kuşatmaktır. Daha önce kültürel İslamın politik alana ancak dolaylı katılımına izin veriliyorken, şimdi dolaysız katılım teşvik ediliyor. Şu kesin ki bu proje çizildiği biçimiyle proje sahiplerinin amaçladıklarından farklı sonuçlara açıktır.

b) Yerellik

Yerelde ezilenlerin politik özgülleşmesinin dinamikleri işliyor: Politikanın yapısı gereği sürekli üzerine hamleler yapılan, bir yandan cumhuriyet tarihinin en güçlü muhalefetinin konusu olan Kürt faktörü, diğer yandan devletli siyasetin serbestçe manipüle ettiği, kuşattığı ve güç devşirdiği saha halinde İslam faktörü olarak…

Kürt faktörü, hem ulus-devlet projesi içinde tüm çabalara rağmen içerilemeyen asimilasyona direnen varlığıyla, hem de sınır içindeki ‘doğu’yu temsil etmesi bakımından Kemalist projenin yumuşak karnı olmuştur. Öyle ki Aydınlanmacı laiklik savunusu bile ulus oluşturma projesinde ‘İslam’ tutkalına ihtiyaç duyuyor ve sakatlanıyordu. Bugün akamete uğrayan ‘açılım’ politikası da bu geleneğin sürdürülmesinin bir ifadesi olarak okunabilir. Bir farkla; Kürt faktörü bütünleşmiş bir politik temsile sahiptir ve etki alanını bölgesel düzeyde yaymıştır.

İslam, Müslüman kitlelerin devletli sahada tutulması konusunda bir dönem boyunca istismar edildi. Müslümanlar devletin inşa edildiği temelin sonucu, Müslüman olduklarından dolayı ezilenler kategorisi içinde yer aldılar. İslamın, günlük yaşamda etkisini kültürel olarak hissettirmesi önünde engeller çıktığında bu alanda kısmi tepkilenmeler oluştu, ancak baskın yan, kendi kabuğuna çekilmek ve devlet İslamıyla bir tür dışarıdan ilişkilenmeyi kabul etmek oldu. Cemaatler aracılığıyla kimi ayrıcalıklar kazanma ve devletle aşağıdan ilişki kurup kurumlara sızma taktiği benimsendi.

Osmanlı’nın son döneminde II. Abdülhamit’in yürüttüğü muhafazakâr modernleşme Batıcı modernleşme ile yarış halinde oldu hep. Buna göre İslam önce ‘Osmanlı milleti’nin, bu geriye düştüğünde ‘millet’in oluşturucu fonksiyonuydu. Bu yönüyle, Kemalist proje de fiilen aynı düzlemde hareket etti, ancak bir farkla, İslam burada ‘ulus devlet’in zorunlulukla başvurduğu bir çıkış yolu değil milletin etkin ruhu olarak egemenliğin tanımlayıcı biçimlerinden biriydi. Dolayısıyla Osmanlı’nın tarihindeki egemenlik sahası ve özellikle Müslüman nüfusun yaşadığı bölgelerle tarihi bağlar korunmalı, politik öne alınacak dağılma önlenmeliydi. Bir egemenlik projesi olarak şekillenen bu politika Batıyı kategorik olarak dışlamıyordu. Kimi örneklerinde ‘doğrucu’ bir ton taşısa da ana damarı reel politik yönelişinde emperyalist güç merkezleriyle dolaysız bir ilişki ve destek yolları aramaktı. Ortadoğu halklarının Osmanlı egemenliğine isyanıyla bu politika fiilen geriye çekilmiş ve Kemalist projenin hegemonyası altına girmiştir.

Kemalist proje, politikanın sürtünmeli alanında birtakım iç dönüşümlere uğradı. Kurumsal yapısını ve etkinliğini bütün fonksiyonlarıyla korurken 1950’lerden itibaren muhafazakâr modernleşmeyi kendi hegemonyası içinde kalmak kaydıyla içererek yeniden düzenlemeye dahil etti. Bir tercih değil zorunluluk olarak yaşandı bu durum. Bunun politik karşılığı, İslamın toplumsal alandaki ezilenlere nüfuzunu istismarı da içeren merkez çizginin oluşumuydu.

Son uğrak olarak bugün hükümet partisi, Müslüman kesimlerin enerjilerini derlemede ve devlet kanalına akıtmada en etkin olan yaklaşımı üretmiştir. Yine de bu durum sürtünmesiz değildir. Bölgeye yönelik her müdahale geri dönüşlü etkilerde bulunuyor. Kullanılan retorik ile fiiliyat arasındaki yarık açıldıkça İslam kanalında sistem sınırlarını aşacak muhalefet çıkışlarının işaretleri görülüyor.

***

Türkiye başbakanı 9 Şubat 2012 tarihinde ABD’nin Irak’tan çekilmesi konusunu da içeren bir açıklama yaptı. Başbakan’a göre ABD, Irak’tan henüz çekilmemeliydi, Irak halkının tarihinde demokrasi deneyimi yoktu, bu nedenle demokrasi deneyimi olgunlaşıncaya kadar ABD işgali devam etmeliydi. Bu açıklama, son süreçte Libya’dan Mısır’a, Tunus’a, Suriye’ye kadar bölgeye yönelik yapılan açıklamaların ve Türkiye Devletinin politikalarının alt-metini gibidir.

Bölge halklarına bakışta oluşan, şovenist ve Batı-merkezciliğin karışımı olan bu dil, Türkiye siyasetinin iç eklemlenmelerinin aldığı biçimi gösterir niteliktedir. Bölge için Türkiye modeli de burada anlam kazanıyor: İslamcılığı terk etmiş İslamcıların yönettiği modern örnek olarak Türkiye, ezilen kesimleri kuşatarak sisteme can suyu taşıyor. Bölge rejimlerinin re-organizasyonunda temel olan yan İslamcılığın ezilenlerin devrimciliğine uzanan kollarının kuşatılması ve imhası ile birlikte devletli İslamın politik olarak etkin kılınmasıdır. Türkiye modeli, seyirlik Davos çıkışıyla başlayan İsrail’e yönelik diplomatik hamleleri hem iç siyasette hem de bölgede İsrail Siyonist rejimine karşı tepkinin derlenerek belirli bir devletli tarzın saygınlaştırılması konusunda payanda yapılmıştır. Burada hedef, İslamın bölgede İsrail işgaline ve emperyalist hegemonyaya karşı devrimcilik üreten ve saygınlık kazanan damarını tıkamak ve bölgenin re-organizasyonunda önü açılan reformist kesimlerin etkilerini arttırmaktır.

c) Bölgesel-yerelleşen bölge

Emperyalist projenin sözcüleri, ‘Batılı değerler’in İslamcılar aracılığıyla taşınmasının, yıpranan otokratik rejimlerin gayrimeşruluğu karşısında değişim ihtiyacının, liberalleşme, demokrasi gibi fikirlerin yayılmasının ve bunlara uygun reformların ‘İslamcılar’ aracılığıyla hızlıca gerçekleştirilebileceğini dillendiriyor. Buna göre “İslamcılar bu fikirlerin geniş kamuoyunun gündemine getirilmesinde öteki her organizasyondan daha etkili bir taşıyıcı bant görevi görebilirler” (Graham Fuller). Konuya İslamcı perspektiften bakan bir yazar, dolaylı olarak aynı sonuca farklı politik bakışla ulaşıyor: Ali Bulaç’a göre 1947-97 arası döneme ait “ikinci nesil İslamcılığın retoriği sona ermiştir”. Bu, Batı ile eşzamanlı oluşan ve esasta İslamcılığın ulusal sınırlara göre tanımlandığı bir döneme işaret eder. “İslamcılık ise doğal sınırlarına varmakta olan kentleşme ile karşılıklı etkileşim ve bağımlılığı pekiştiren küreselleşme olguları karşısında yepyeni bir döneme girmiş bulunmaktadır” (A. Bulaç). Bu yeni dönem bir bakıma, Bulaç’ın terimlerini kullanırsak, “politik İslam”ın birikiminin reel politikaya tahvil edilerek “sosyal İslam”a etkide bulunmasıdır. Burada tercih, ‘politik İslam’ın ağırlığının yitimi ve ‘sosyal İslam’ın cemaat yapısının çatışmacı olmayan uyumlu yapısının etkisinin artmasıdır.

Bölge halklarının yaşamının etkin bir parçası olan İslam kültürü ile birlikte bir dönem boyunca İslamcı mücadelelerin oluşturduğu birikim, sistemin yeniden üretilmesinde ‘diz çöktürülmüş’ ve reel politiğe dahil olmuş ‘İslamcılar’ aracılığıyla istismar edilecektir. Bu pratik, İslamcılara politika imkânı tanımadan muhafazakâr sağ siyaset eliyle Türkiye’de ezenlerin en azından son altmış yıllık pratiğinin bir özeti gibidir.

Ezenlerin bu kapsamlı projesi, ezilenleri kuşatmaya dönük bir hamle olmakla birlikte, ezilenlerin tüm bölge içinde inançlarının, yaşam biçimlerinin istismarı sürekli olduğu için başka bir boyutta ezilenler politikası için imkânlar oluşturuyor. Politikadan çekilmiş ezilen kesimlerini politika sahasına çekiyor. Ezenler bölgede bir dönemi kotaracak nizamı oluşturmaya çalışıyor, ancak bugün kargaşa ön planda. Dönemi Irak işgalinden başlatırsak, Libya ve Suriye’ye ulaşan durum çatışmalarla geçecek bir döneme işaret ediyor.

Kargaşa döneminde Kürt Hareketi örgütlü özgül ağırlığıyla ve etkin konumuyla farklı politik manevralar yürütme şansına sahip. Hareketin, politikalarını belirlerken yeni dönemi göz önünde bulundurduğuna yönelik emareler de kamuoyuna yansıyor. Türkiye için temel önemdeki ezilenler dinamiği olarak Kürt faktörü, politik varlık kazanmış bir ezilenler hareketi olarak etkisini bölgeye yaymış durumda. Farklı bir bakışla, Kürt Hareketinin Kürdistan’ın dört parçasında da örgütlü gücünün ağırlığını Kuzey Kürdistan’dan aldığı akılda tutulmalı. Dolayısıyla Kürt faktörü açısından bölgesel-yerellik dinamiği ‘yerelde düğümlenen bölgesel etki’ olarak okunabilir.

Bölgesel-yerellik İslam faktörü için daha güçlü bir eğilimdir ve orta vadede sonuçlarının izlenebileceği imkan dahilindedir. Türkiye’de İslam’ın politik devrimciliğinin olmadığı biliniyor. Bölgede ise halen süren Hizbullah gibi bir hareket ve HAMAS gibi Filistin direnişinin bir dönemini sırtlamış olmasına rağmen yeni döneme uyma emareleri gösteren başka bir hareket var.

Bulaç’ın dönemlendirmesini kabul edersek, İslamcılık, 1947’de sömürgecilik karşıtı mücadeleden ve sömürgecilikten çıkışla başlayan ve 1997’de Mısır’daki Luksor saldırısı sonrası ilan edilen ateşkesle sonuçlanan ve bir anlamda yenilgiye uğrayan bir devrimcilik dönemi yaşadı. El Kaide’nin çıkışı ve yönelişini de bu dönemlendirme içinde düşünürsek, ulusal sınırlar içinde yaşanan yenilgilere yönelik yeni döneme ait bir çıkış ya da tepki olarak alabiliriz. 50 yıllık dönemleştirme, ulusal sorun merkezli yoğunlaşmayla İslamcılığın birleşmesini bir arada düşünmektedir. Ancak bu dönemin İslamcı hareketlerinin temel bir farkı vardır: Hicret anlayışı benimsenerek toplumun İslami yaşam tarzının yeniden tesisiyle yerel devletlere ve onların politik kurumlarına mesafe koyulmuş, kuşatma stratejisi izlenmiş, parlamento, demokrasi gibi Batılı kategoriler tamamen reddedilmiştir. 1970’te başlayan bir ara dönem ayrıca önemlidir. Bir yanda İran Devrimine kadar uzanmış ve İslam içindeki fıkhi-mezhepsel ayrımları bir dönem için politik etkiyle askıya almış doruk nokta, diğer yanda Kâbe işgaline imza atan ve bölge rejimlerinin meşruluğunu İslamcı perspektiften, Seyid Kutub’un açtığı yoldan sorgulayan eylemci çizginin radikalleşmiş çıkışı. Her iki örnek de belirli bir doruğu temsil eder.

Bugün çokça örnek gösterilen Mısır merkezli Müslüman Kardeşler’in İslamcı çizgisi dönemin genelinde farklı uğraklardan geçmiştir. Sömürgeciliğe karşı mücadelede yer almış, 1970’lerin devrimci akımlarının içinden çıkışına yataklık etmiştir. ‘Siyasal İslam’ diye tabir edilen genel kalıp Müslüman Kardeşler’de izlenebilir. Merkezi eğilimi hiçbir zaman devrimci bir politik varlık kazanmamıştır. Özellikle 1997 sonrası hareket bir tür sivil toplum örgütü gibi hareket ederek etkinliğini korumuş ve güçlenmiştir. Bu dönemde İslamcı iddialar bir orta sınıf hareketi içinde sisteme katılma ve mevcut liberal hegemonyanın etkisiyle yeniden düzenlendi.

Bölgesel-yerelleşmede İslam başlığı temel önemdedir. Bölge için İslamcı politika, devrimci seçenekleriyle yaşanmış ve bu seçeneklerin etkileri, yerellerde hâlâ muhafaza ediliyorsa da, geriletilmiştir.

Türkiye yerelinde ise İslamın politik biçimi ‘Milli Görüş’ geleneğiyle başlamakla birlikte devletli sahadan çıkış eğilimi 1980’li yıllarda bölgenin etkisiyle bir kültürel hazırlık yaşamış ama politik kopuş yaşanamadığı oranda gelişim süreci kendi aleyhine işlemiştir. Bugün ise bambaşka uğraklardan geçerek farklı boyutta tüm bölgenin aynı sorunsal içine çekildiği görülüyor.

Bölgesel-yerellik bugün İslamcı politikanın devrimci eğilimlerinin yenildiği ya da kuşatılarak kontrol altına alındığı koşullarda, devrimci olmayan biçimlerinin sisteme içerilmesiyle yürütülen re-organizasyonda oluşan bir çakışmadır.

Bizce, bölgesel-yerellik düzeyindeki örtüşme, devlet ile devrim arasında çizilecek hattın beri sahasında yoğunlaşan özgülleşme dinamiklerinin ezilenlerde yaratacağı etkiyle netleşecektir. ‘Bölgesel-yerellik’ hiç kuşkusuz çatışma sahasının genişlemesi anlamına geliyor. Türkiye devleti topluma nüfuz etmede, ezilenleri devlete bağlamada tarihindeki en ‘başarılı’ noktaya ulaşmıştır. Bölgede, Ortadoğu’da hesaplanan geçiş, çatışmalı karşı güçleri de barındıran iç savaşlarla bezelidir. Ezenlerin projesinin esası hem bölgeyi emperyalist hegemonya lehine düzenlemek hem de bunun istikrarlı devletler aracılığıyla sürdürülmesidir. Bölge dinamikleri göstermektedir ki bölgesel etkileri yerel düzeylerde politik özgülleşmeyle Kürt-İslam bileşeniyle çakıştığı oranda istikrar bozucu etkilerde bulunacaktır, aksi seçenek bu bileşenlerin ezen hegemonyasında düzenlenmesiyle istikrarlı bir döneme açılan ezen iktidarlarıdır. Bölgede olanlar kurucu temelin çitleri yıkıldığı oranda karşılığını içeride bulacaktır. Türkiye devleti bu durumun farkındadır ve bölgeye yönelik yaklaşımlarında ikili karakter geliştirerek önlemler almaktadır. Bir yandan Kürt Hareketine yönelik bölgesel bir kuşatma uygulanırken diğer yandan İslamcı kanaldan gelişebilecek devrimciliği İslami kültürel muhafazakârlık olarak öne çıkarıp sosyal bağlarına ulaşamadan önlemeyi planlıyor. Bölgeye yönelik her tutum büyük devlet vurgulu şovenist milliyetçilikle dengelenerek koruma alanı oluşturulmak isteniyor.

Sonuç

Bir eğilime ve onun sonuçlarına işaret ederken, ezilenlerin kendiliğinden belirli bir birleşme pratiğine girecekleri ve bunun politik karşılığının otomatik olarak nesnellikten üreyeceği iddiası bizden uzak olsun. Ezenin etkinliğinde yürüyen re-organizasyon içinde, ezilenler olağan tepkileriyle kendi tekil varlıklarını korumayı seçecekler muhtemelen. Ancak mesele ezilenlerin varlıklarını korumadaki olağan refleksleri değil, onları ezilenlikten çıkaracak politikanın olanaklarının aranmasıdır. Türkiye için tanımlamanın bir sonucu olarak, bölgesel etkinin, sürgit duruma karşı ezilenler cephesinde pozitif bir etki yapması umulmaktadır. Fakat bu pozitif etkinin sonuçlarının ancak ve ancak devrimci politika aracılığıyla izlenebileceği kayda geçirilmelidir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar