Ana SayfaArşivSayı 59-60Bilim Olarak Marksizm

Bilim Olarak Marksizm

American Sociological Review,

Aralık 1990, Cilt 55, ss. 775-93

 

 

 

Bilim Olarak Marksizm

Tarihsel Zorluklar ve Kuramsal Gelişme

 

Michael Burawoy

Çeviri: Gökhan İrfanoğlu, Eylem Akçay

Klasik sosyoloji Marksizmin bilim olma iddiasını süreğen biçimde küçümsedi (Hughes 1958, 3. Bölüm). Weber, Durkheim, Pareto ve daha yakınlarda Parsons Marksizmi bilimsel aklın ahlaki tutku ve Hegelci metazifikle ikamesiyle, ampirik kanıtları ciddiye almamakla ve çağdaş sosyal bilim tekniklerini benimsememekle suçladı. Marksizmin bilimsel statüsü Marksistlerin kendileri arasında da hiddetli kavgaların konusu oldu; öyle ki, Marksistler geleneksel olarak iki kutba bölünmüş durumdalar –ekonomik gelişmenin yasalarını doğa bilimlerine paralel biçimde belirlemeye çalışan bilimsel Marksistler, ve her tür sabit belirlenimciliği reddedip kapitalizmin usdışılığına, olan ve olması gereken arasındaki kopukluğa yoğunlaşan eleştirel Marksistler. Belirlenimciliğe karşı iradecilik, bilime karşı devrim, materyalizme karşı idealizm, olgun Marx’a karşı genç Marx… Bunlar Marksizmin içinde süreğen karşıtlıklar oldu (Gouldner 1980, 2. Bölüm). Ancak, toplumbilimin bakış açısından olsun, Marksizmin bizzat içinden olsun, Marksist bilim eleştirilerinin ciddi bir biçimde serimlendiği nadirdir. Makalenin amacı bu. Böyle bir amaç, ilkin bilimin olası anlamlarını netleştirmek için felsefeye bakmamızı gerektiriyor.

Bilimden Ne Anlamalıyız?

“Bilim felsefesinden yoksun bilim tarihi kördür” (Lakatos 1978, s.102). Bilim iddiası taşıyan herhangi bir şeyin tarihini anlamlandırmak ve bu iddianın geçerliliğini değerlendirmek için net bir bilim kavrayışıyla işe koyulmak gereklidir. Ama bu kavram ne olmalı? Bilim felsefesi bize çeşitli modeller sunuyor. Bu makalenin ilk kısmında, Lakatos’un bilimsel araştırma programları yöntembiliminin felsefi ve mantıksal açıdan en tutarlı yöntembilim olduğunu kanıtlamaya çalışacağım. Ayrıca, bu yöntembilimin getirdiği bir artı, sadece tek bir kuramın değil, tarihsel bir kuramlar dizisinin değerlendirilmesine olanak tanıması, hatta bunu zorunlu kılması. Her bir kuramı gelişen bir geleneğin parçası addetmek yerine, –Lenin’in olsun, Stalin, Marx, Engels ya da her kimse onun olsun– kuramlarından birinin varsayılan günahları için Marksizmin bütün olarak suçlanması sık karşılaşılan bir durum.

Felsefe model sunabilir ama bu modellerin nesneyle uygunluğu tanıtlanmalıdır: “Bilim tarihinden yoksun bilim felsefesi boştur” (Lakatos 1989, p. 102). Felsefecilerin bilimsel rasyonalite üstüne kendi tikel kavrayışlarını desteklemek adına, bilimsel ilerlemenin yalıtık örneklerine, doğru dürüst tarihsel incelemeye kalkışmayı dahi gerekli görmeksizin, başvurduğuna sık rastlanıyor. Göreceğimiz üzere, bu halde felsefecilerin pratikte yaptıkları, iddia ettikleri şeyin tam da zıttı oluyor: bilimin nasıl yapılacağını bilimin nasıl yapıldığını incelemeden koyutlamak. Bu tür bir yaklaşım, özellikle felsefecilerin Marksizmin bilim-dışı ya da sahte-bilimsel statüsünü, kendi bilim modelleri ve Marksizmin tarihsel gelişmesi arasındaki ilişkiyi incelemeksizin öne sürdükleri yorumlarında açıktır. Bundan hareketle, makalenin ikinci bölümünde Marksizmin tarihini Lakatos’un bilimsel rasyonalite modeliyle ilişkilendirerek inceleyeceğim.

Bu, makalenin üçüncü ve son bölümünün temelini oluşturacak: Orada, Marksizmin bilimsel niteliğini kendi tarihselliğini yadsıdığında, yani kendi tarihsel olarak beliren rasyonalitesi ile karşısına çıkan dışsal tarihsel zorluklar arasındaki diyaloğa son verdiğinde, kaybettiğini iddia edeceğim. Farklı sözcüklerle söylersek, Marksizm bilim olmayı başarmak açısından, kendi içsel ve dışsal tarihleri arasında dengeli bir karşılıklılık olduğunda en iyi durumdadır. Bu çıkarımı, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde “komünizmin” çöküşünün Marksizmin karşısına çıkardığı zorluk örneğinde uygulamaya çalışacağım. Ama öncelikle, birbirleriyle yarış halindeki farklı bilim kavrayışlarını ele almam gerekiyor.

Tümevarımdan Yanlışlamacılığa

Çağdaş bilim felsefesi, tek bir uygun bilim yöntemi arayışındaki normatif kavrayışlardan bilginin gelişmesinin mantıksal koşullarını serimlemeye çalışan tarihsel temelli nitelendirmelere kaydı. Hume, Mill, ve mantıksal pozitivizm okulu (Nagel ve Hempel) ile bağlantılı ilk tümevarımsal bilim modelleri bilimsel yasaların olguların ampirik incelemesinden türetildiğinde ısrar etmişti. Marksizm, bu bakış açısında, olgulara yanıt teşkil etmek yerine kendini olgulara dayatıyor, görülür. Marksizm, ideoloji, metafizik, din ya da ahlaki bir tutkudur, ama bilim değil (Kolakowski 1978, s. 525-6). Durkheim lafı dolandırmadan söylüyor: “Gerçek şu ki, kendi olumlamalarını doğrulamak hevesindeki [Marksist] kuramcıların topladığı olgular ve yaptıkları gözlemlerin bu kuramcıların argümanlarına biçim vermek dışında bir işlevleri olmuyor. Doktrin ancak araştırmanın sonucu olacak yerde, onların yaptıkları araştırmalar, ancak önceden tasavvur ettikleri bir doktrini tanıtlamak için gerçekleştiriliyor” ([1896] 1958, s. 8).

Marksizme dair Popper’ın yargısı da buna benzerdi ama onunki oldukça farklı bir bilim kavrayışıyla temelleniyordu. Popper’a göre bilim olgulardan yasalar türeten bir tümevarım makinası değildir. Hangi olguların dikkate alınması gerektiğini kuram belirlediği için, kuramlar olguları zorunlu olarak önceler. Olgular ne kuram doğurmak için ne de kuramları doğrulamak için, fakat kuramları yanlışlamak için vardır. Öyleyse, Popper’a göre bilim “en büyük değişkenliği açıklamaya” en iyi uyan kuramı bulma süreciyle değil cesur sınayıcı önermelerin [conjectures] çürütülmesi süreciyle ilerler. Popper’a göre en iyi kuramlar doğru olmaları muhtemel değilse de süreğen çürütme denemeleri altında en iyi “dayanan” kuramlardır.

Popper’a göre, Marx’ın kapitalizmin çöküşüne dair kökensel kuramı aynı böyle bir cesur önermeydi ve öyleyse bilimseldi; ama bu önermenin yanlış olduğu ortaya çıktı, o halde reddedilmelidir. “Ancak Marx’ın takipçileri kuramın çürütülmesini kabul etmek yerine hem kuramı hem de kanıtları ikisini birbirine uyuşturmak gayesiyle yeniden yorumladı. Bunu yaparak, kuramı çürütülmekten kurtardılar; ama bu yaptıkları şey, kendilerini çürütülemez kılan bir aracı benimsemek pahasınaydı. Böylece, kuramı görenekselci [conventionalist] biçimde büktüler; ve bu strateji ile kuramın o çok reklam edilen bilim olma iddiasını yok ettiler.” (Popper 1963, s. 37; ayrıca bkz. Popper 1945, Bölüm 15-21). Yani, Popper’a göre Marksistler kuramlarının yanlışlanma kriterlerini bulgulamak yerine kuramlarının doğrulanmasına çalıştılar. Bu haliyle, Marksizm de psikanaliz gibi yanlışlanamaz hale geldi. Öyleyse gerçek bir bilim de olamazdı.

Kişisel Bilgi

Popper’ın “yanlışlamacılığı” bilim tarihi açıklaması olarak yerine geçmek iddiasında olduğu “doğrulamacılık” kadar kusurluydu. Bilimsel alanda büyük ilerlemeler sıklıkla, bilim insanları çürütmeleri kabul etmeyi reddedip görünüşteki bir yanlışlamayı dâhiyane bir biçimde kökensel kuramın doğrulamasına dönüştürdüklerinde gerçekleşti. Polanyi (1958, Bölüm 1) bilim incelemesinden “verinin” büyük bilimsel ilerlemelerde hiç de “doğrulamacılığın” ya da “yanlışlamacılığın” iddia ettiği önemde olmadığı sonucuna varmıştı. Ona göre, veri sıklıkla yanlış oluyordu, dikkate alınmıyordu, ya da yanıltıcı oluyordu; ve öyleyse bilim, kuramı veriye bağlayan “nesnel” bir sürece, “tümevarım” ya da “yanlışlama” gibi bir “mantık” ya da “algoritma”ya indirgenemezdi. Tüm o ampirik denetim mekanizmalarına rağmen bilimin yine de gayrı şahsi olmaktan çok kişisel nitelikteki bilgiye dayanan indirgenemez bir “öznel” çekirdeği vardı. Bilim söze dökülemeyecek, ancak çıraklık süreciyle edinilecek örtük yetenekler gerektirir (Bölüm 4). Bilim, neyin can alıcı önemde olduğunu seçmek, imgelem sıçramaları yapabilmek ve başka insanları dünyayı yeni bir biçimde görmeye ikna etmek için tutkular talep eder (s. 132-74). Polanyi, bu yetenekleri, tutkuları, bağlılıkları oluşturma ve korumanın incelikli bir süreç olduğunu öne sürüyordu: bu, siyasetten bağımsız, kendi kendini yöneten bir bilim insanı cemaati gerektirir (Bölüm 7).

Polanyi’ye göre, Marksizm bilimin düşmanıydı (s. 227-45). Marksizm, bilimin topluma tabi kılınmasını, yetenekleri, tutkuları ve kişisel bilginin bağlılıklarını besleyen bilimsel cemaatin yok edilmesini vaaz ediyordu. Marksizm hakkındaki görüşlerini prototip addettiği Sovyet Marksizmine dayandıran Polanyi, Marksizmin bilim kılığına girmiş ahlaksızlık olduğunu ileri sürdü. Marksizmin evrenselci bilim iddiaları ona bilim insanları arasında takipçiler kazandırırken aynı zamanda gerçek niyetini –bilimi yok edecek totaliter bir toplum kurulması– gizliyordu. Marksizm “ahlaksızlığın ahlaki kudretinin” (s. 227) en ilginç örneğiydi.

Normal ve Devrimci Bilim

Kuhn (1962) da Polanyi gibi bilginin gelişmesini bilim insanı cemaatine bağlıyordu. Tek bir “bilimsel yöntemin” olmadığını öne sürdü. Tümevarım ya da yanlışlama gibi tekil bir “bilimsel yöntem”, sanki şu anki bilgimiz tarihsel ve toplumsal bağlamdan bağımsız nesnel, ussal bir sürecin doğal olarak vardığı bir zirveymiş izlenimi uyandırmak adına bilim tarihini bizim yeniden inşa etmemizin etiketidir. Gerçek bilim farklı yollardan gelişir. Kuhn bu noktada Polanyi’nin kişisel bilgi kuramını bilimsel gelişmenin daha sosyolojik bir kavrayışına ulaşmak adına aşıyordu. Polanyi bilimdeki büyük ilerlemelere, belki bilimde çığır açıcı istisnai anlar diyebileceğimiz şeye, odaklanırken Kuhn bu tür devrimci bilimi normal bilim dediği şeyden ayırdı. “Normal”de bilim insanları verili kabul ettikleri paradigmalar altında çalışıyor –bu paradigmalar bilim insanlarının müşterek varsayımlarını, sorularını ve hem anomalileri hem de anomalileri giderecek timsal veya modelleri sağlıyor. Bilimin en karakteristik niteliği bulmaca çözmek, karşı örnekleri paradigmanın kuramlarına soğurmak veya “normalleştirmek”. Kuhn’un bilim kavrayışında, çözülmeden kalan bulmacaların birikmesi ve ilk paradigmayla rekabet halinde ortaya çıkan yeni paradigmaların baskısı bilim insanlarının verili kabul ettikleri ilk paradigmaya olan güvenlerinin kaybolmaya başlamasına neden olur. Paradigma kırılır ve paradigmaların bilim insanlarının desteğini alma rekabetinde birbirleriyle yarıştıkları bir devrimci bilim dönemi başlar. Yeni bir paradigmada mutabık olunduğunda normallik dönemine geri dönülür.

Kuhn’a göre farklı paradigmalar farklı dünya görüşlerini temsil ediyordu ve oldukları haliyle birbirleriyle karşılaştırılamaz ve bağdaşmazlardı. Farklı paradigmalar farklı varsayımlara dayanıyor, farklı sorular üretiyor ve böylece bilim insanlarının karşısına farklı bulmacalar çıkarıyordu. Aynı veri farklı biçimlerde yorumlanabilirdi, yani olguların kendileri de paradigma bazında göreceliydi. Bilim cemaatinin kendi yargısı –kişisel bilgi ve örtük yetenekleri– dışında bir paradigmanın diğerine üstünlüğünü belirleyecek herhangi bir tekil kriter kümesi mümkün olamazdı. Paradigmalar arasında seçim yapmak mantıksal değil toplumsal, veya hatta psikolojik, bir süreçti.

Kuhn’un çalışması Polanyi’nin aksine komünizm karşıtı bir amaçla güdülenmiyordu ve Kuhn Marksizmin bilimsel statüsü ile doğrudan ilgilenmiyordu. Ama sosyal bilimler alanında birbirleriyle rekabet halindeki kuramsal çerçevelerin oluşturduğu çoğulluğu, Kuhn sosyal bilimlerin gerçek bilim olmadığının, paradigma-öncesi bir dönemde bulunduğunun kanıtı saydı. Sosyal bilimde normal bilimin bulmaca çözme faaliyetini mümkün kılacak şekilde tek bir paradigmaya mutabık olmak sözkonusu değildi (1962, s. viii, 20-1, 160). Kuhn, Popper’la Marksizmin bilim olmadığı konusunda hemfikirdi, ama bunun nedeni, Marksizmin yanlışlanamaz olması değil, Marksizmi uygulayanların temelde anomalileri normalleştirmekle ilgilenmemeleriydi (Kuhn 1970, s. 7-8).

Bilimsel Araştırma Programlarının Yöntembilimi

Kuhn, Polanyi’nin düşüncelerini dizgeleştirdi ve geliştirdi; ancak paradigmaların içsel dinamiklerini, normal bilim olarak adlandırdığı şeyi, ve bir paradigmadan diğerine geçişin mantığını netleştirmeyi başaramadı. Lakatos (1978) paradigmaların dinamiklerinin, veya bilimsel araştırma programları dediği şeyin, ve bir programdan diğerine geçişin, bu tür bir kuramını sunmayı denedi.

Lakatos’un hareket noktası Popper’ın yanlışlama yoluyla bilimsel ilerleme kuramıydı; ama Lakatos, bu kuramı mantıksal sonucuna vardırdı: Lakatos’a göre, bilim sınayıcı önermelerin çürütülmesiyle değil, merkez kuramların çürütülmelerinin çürütülmesiyle ilerler. Lakatos, Popper’la tümevarımın kusurları konusunda aynı kanıda olsa da, karşılarına çıkan her karşı örnek ardından kuramlar reddedilecek olsaydı, bilimin ilk başladığı yerde kalmış olacağını gösterdi: O durumda, bilim, en başından bir anomaliler okyanusunda boğulup kalırdı. Böylece, Lakatos bilim insanlarının anomalileri kendi kuramlarını reddetmekte temel almak yerine anomalileri kuramlarını savunmak adına çürüttüklerini öne sürdü.

Karşı-örneklerin çürütülmesi Kuhn’un daha önce bulmaca çözmek dediği şeydi. Ancak Lakatos bu süreci daha kesin bir biçimde tarifledi. O, her araştırma programının bilim insanlarının çürütmeye karşı yardımcı hipotezler üreterek koruduğu bir merkez kurama sahip olduğunu düşündü. Mesele, sadece anomalilerden kurtulmak değil, bunu araştırma programının ampirik içeriğini zenginleştirecek bir biçimde yapmaktı. Yani, görev, Kuhn’un iddia ettiği gibi, anomalilerin sayısını azaltmış olmak için azaltmak değil, belirli anomalileri araştırma programının açıklayıcı gücünü arttırmak gayesiyle kullanmaktı. Bilim insanları anomalilerden korkmamalı, aksine anomali arayışında olmalıdır; çünkü araştırma programını ileri taşıyan anomalilerdir.

Lakatos’a göre, her araştırma programı kendi gelişim ilkeleriyle, Lakatos’un heuristik dediği şeyle, yönetilir. Negatif heuristik uyarınca, programın merkez çekirdeğinin ne pahasına olursa olsun savunulması gerekir. Bu merkez sadece kuramları değil, programı tanımlayan varsayımları ve soruları da kapsar. Pozitif heuristik ise merkez çekirdeğin kendileri aracılığıyla savunulacağı araçlara işaret eder. Bunlar, yardımcı kuramlar inşa edilirken başvurulan ve görünüşteki bir çürütmeyi merkez kuramın doğrulamasına dönüştüren timsal ve modellerdir. Pozitif heuristik aynı zamanda bilim insanını çözülmesi en elzem ve önemli anomalilere doğru yönlendirir.

Öyleyse, bir araştırma programı merkez kuramın karşısına çıkan karşı örneklerle baş etmek adına sırayla inşa edilen, genişleyen bir kuramlar kuşağı aracılığıyla gelişir. Lakatos bu noktada ilerleyen [progressive] ve bozulan [degenerating] araştırma programlarını ayırır. İlerleyen bir programda yeni kuram kuşakları programın ampirik içeriğini genişletirler ve bunu sadece anomalileri soğurarak değil, bazıları doğrulanan öndeyilerde bulunarak da yaparlar. Bozulan bir programda ise ardışık kuşaklar ancak geriye-yönelimlidirler, anomalileri ad hoc biçimde, kuramın kapsamını daraltarak, ya da basitçe karşı-örneklerin kuramın karşısına çıkmasını engellemeye çalışarak “yamarlar”. Bozulan bir programda yeni kuramlar yeni olguların yolunu açmaz, ve bu durumda bilgi gelişmez.

Lakatos bilim insanlarının bozulan programları terkedip ilerleyen programlara geçtiklerini, ki zaten böyle yapmaları gerektiğini iddia etti; Kuhn’un bir paradigmadan diğerine geçişine program-üstü bir mantık eklemeye çalıştı. Lakatos farklı araştırma programlarının göreli ilerlemeciliğini değerlendirmek için net kriterler sunmakta başarısız olmuş olsa da, yine de bilimsel devrimlerin rasyonelliğine dair, sadece çözülmeden kalan sorunların birikmesine ve bilimsel cemaat içinde yükselen kriz hissiyatına gönderme yapan Kuhn’dan daha iyi bir rehber sundu.[1]

Lakatos’un kendisi Marksizmi bozulan bir araştırma programının prototipik örneği sayıyordu. Marksistler anomalileri soğurmaya çalışıyordu ama bunu ancak programın ampirik içeriğini daraltarak yapıyorlardı.

“Marksizm, örneğin, yeni, çarpıcı bir olguya dair başarılı bir öndeyide bulunabildi mi hiç? Hayır, hiçbir zaman! Bazı öndeyilerinin başarısızlığı ünlüdür. Öndeyileri: işçi sınıfının mutlak yoksullaşması. Sosyalist devrimin en ileri sanayi toplumunda olacağı. Sosyalist toplumda devrim olmayacağı. Sosyalist ülkeler arasında ihtilaf olmayacağı. İşte, Marksizmin erken dönem öndeyileri cesur ve çarpıcı; ama tutmadılar. Marksistler başarısızlıklarının her birini açıkladı: İşçi sınıfının yükselen yaşam standartlarını bir emperyalizm kuramı geliştirerek açıkladılar; hatta ilk sosyalist devrimin neden sanayisi geri Rusya’da olduğunu açıkladılar. Berlin 1953’ü, Budapeşte 1956’yı, Prag 1968’i ‘açıkladılar’. Rus-Çin ihtilafını ‘açıkladılar’. Ama onların yardımcı hipotezlerinin hepsi olaylardan sonra, Marksist kuramı olgulardan korumak adına pişirilip önümüze sunuldu. Newtoncu program yeni olguların yolunu açtı; Marksist program ise olguların gerisinde kalıp onlara yetişebilmek için peşlerinden hızla koşuyor” (Lakatos 1978, s. 5-6; ayrıca bkz. Worrall 1978, s. 55-7).

Bunun, gerçekte, başarısız olduğu kadar temel önemde başarılı öndeyilerde de bulunmuş Marksizmin hatalı bir portresi olduğunu öne sürüyorum.[2]

Marksizm:

İlerleyen Bir Araştırma Programı mı, Bozulan Bir Araştırma Programı mı?

Bilimsel araştırma programları yöntembilimini Marksizme uygularken Lakatos ve öğrencilerinin yazılarında geliştirilmeden kalan bazı noktaları vurgulamak önemli. Şimdilik, bu noktaları tartışmadan sadece maddelemekle yetineceğim. Bunların önemi makalenin sonraki kısımlarında açığa çıkacak.

1) Tartışmasa da, Lakatos’un kendisinin de kabul ettiği gibi, merkez çekirdek “gerçekte Zeus’un kafasından çıkan Athena gibi tam teçhizat ortaya çıkmaz. Uzun, deneme yanılmaya dayanan bir ön hazırlık süreciyle yavaş yavaş gelişir” (Lakatos 1978, s. 48, dipnot 4). Aynı şey, pozitif heuristikteki timsal ve modeller için de söylenebilir.

2) Bir araştırma programının merkez çekirdeği sadece zaman içinde gelişmekle kalmaz; o en iyi biçimde, örtüşen ve sıklıkla birbirleriyle rekabet eden, ki böylece tek bir araştırma programı dahilinde farklı dallar oluşmasına yol açan, merkezler ailesi olarak anlaşılmalıdır. Her dal, merkezi farklı bir biçimde yeniden inşa eder. Bu görüşe göre, ardışık kuramlar kuşaklar olarak dallar içinde oluşur. Lakatos’un sunduğu portre ise açık olarak belirlenmiş bir merkez çekirdeğe dayanıyordu ve bu nedenle birbirine bağlı olduğu halde farklılaşan dalları dikkate almıyordu.

3) Bir araştırma programını başka bir araştırma programıyla karşılaştırmak güç olsa da, tek bir araştırma programı dahilinde ilerleyen ve bozulan dalları tanımlayabiliriz. Ayrıca, neden bazı dalların diğerlerinden daha ilerleyen durumda olduğunu sorabiliriz.

4) Tek bir araştırma programı dahilindeki yeni dalları ya da alt-gelenekleri değerlendirirken, araştırmayı öndeyi açısından açık getirilerde bulunmaksızın yeniden yönlendiren “yeni düşüncelerin” ya da “yeni çerçevelerin” katkılarını tanıyabiliriz.

5) Sosyal bilimde anomaliler hem dışsal olarak hem de içsel olarak doğar. Tarihsel dönüşümler dallar içinde yeni kuram kuşaklarının, hatta bazen araştırma programı içinde yeni dalların inşasını zorunlu kılan genişleyen bir yeni anomali kaynağı sunar.

6) Marksizm dünyanın sadece pasif düşünümüyle değil, onu dönüştürmekle ilgilendiği ölçüde, anomalileri çözmek ve öndeyide bulunmakla özellikle ilgileniyor olmalıdır.

Negatif Heuristik

Öyleyse, Marksizmin merkezinde ne yatar? Marksistlerin ne pahasına olursa olsun tutundukları ve terkettiklerinde Marksist olmaktan çıkacakları şey nedir? Bir zamanlar Marksist-olmayanları Marksist araştırma programını benimsemeye cezbeden nedir? Bu, çok sık tartışılan bir konu oldu ve üzerinde hiçbir zaman uzlaşmaya varılamadı. Marksizm ekonomik etkenlere odaklanması, insan özgürleşmesine yönelik ilgisi, sınıf analizinin merkeziliği veya kapitalizmin çöküşüne dair kuramı ile diğer düşünce yapılarından ayrıştırılabilir; ama burada olanaklar sınırlıdır. Marx’ın kendisinin çalışmasının merkezini nasıl tanımladığına bakarak bu sınırı netleştirmeye başlayabileceğimize inanıyorum.

“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Giriş, Önsöz”de Marx tarihsel materyalizm kuramını “ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç” diye tarif ediyordu. 7 temel postüla veriyordu, bunları aşağıda Tablo 1’de sunuyorum. Tek tek ele aldığımızda Marx onları diğer yazılarında işlemişti ama “Önsöz” onları özlü ve tutarlı bir biçimde bir araya getirdiği tek yerdir. Ancak bu halde dahi, söz konusu postülalar anlamı kesin olarak belirlenmiş bir Marksizm merkez çekirdeği tanımlamazlar. Cohen’in (1978) savunmaya çalıştığının aksine diğer tüm yorumları devreden çıkaracak tek bir tutarlı yorum yoktur. Bunun yerine, sözkonusu postülalar, merkezin birbiriyle rekabet halindeki, evrilen farklı yorumlarının bağlamını ve terimlerini oluşturdu. Farklı Marksizmler, tarihin önlerine çıkardığı zorluklar (anomaliler) uyarınca farklı postülaları işledi, yeniden yorumladı ve birbirine bağladı.

Pozitif Heuristik

Pozitif heuristik modeller ve timsaller içerir, bir araştırma programı dahilinde yeni kuramlar geliştirmenin seçik yollarına işaret eder. Marx’ın ekonomi metinlerini, özellikle Kapital’in üç cildi ([1867, 1885, 1894] 1967) ve siyaset metinlerini –özellikle 18 Brumaire ([I852] 1963) ve Fransa’da Sınıf Savaşımları ([1850] 1964)– Marksist kuramlaştırmanın büyük timsalleri addediyorum. Bunlar, Tablo 1’in sunduğu merkez kuramın kapitalizme uygulanarak işlenmesidir. Burada, araştırma programının kendilerinden sonraki gelişmesini nasıl etkilediklerini göstermek adına bu kuramları sadece kaba hatlarıyla tarif ediyorum.[3]

 

 

TABLO 1 Marx’ın Tarihsel Materyalizminin Yedi Postülası

 

P1 {Tarihin olabilmesi için, erkek ve kadınların doğayı kendi hayatlarını sürdürmelerini sağlayan araçlara dönüştürmeleri gerekir, yani kendi varoluş araçlarını üretmek zorundadırlar. “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.”

P2 {“Ekonomik temel” ya da üretim tarzı üstyapının değişkenliğinin sınırlarını tanımlar. “Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.”

P3 {Bir üretim tarzı üretici güçlerin (varoluş araçlarını nasıl ürettiğimiz) ve üretim ilişkilerinin (emek ürününe nasıl el konulduğu ve ürünün nasıl dağıtıldığı) karşılıklı etkileşimiyle gelişir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”

P4 {Sınıf mücadelesi bir üretim tarzından diğerine geçişin motorudur. “İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir–, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir.”

P5 {Başarılı bir geçiş ancak maddi koşullar mevcut olduğunda gerçekleşebilir. “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.”

P6 {Tarih üretici güçlerin gelişmesini izlediği ölçüde ilerler. “Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antik, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler.”

P7 {Komünizm toplumsal karşıtlıkların [antagonizm] sonunu müjdeler ve bireylerin özgürleşmesinin başlangıcıdır. Artık tarihi kendi edimlerimizin bizim arkamızdan gerçekleşen sonuçlarıyla yapmaya son verecek, tarihi bilinçli ve kolektif biçimde yapacağız. “Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir –bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”

Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz. Sol / Eriş Yayınları.

http://www.kurtuluscephesi.com/marks/katki.html

 

Komünizmin, sınıf savaşımının, ilkel birikimin ve ideolojinin niteliği üstüne içgörülerle dolu olsa da, Marx’ın Kapital‘inin en büyük katkısı kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığına varan dinamikleri kuramıydı. Bu, P3‘te (Tablo 1) örnekleniyor: Üretim ilişkilerinin üretici güçleri ilkin tetiklemesi ancak daha sonra onların engelleri haline gelmeleri. Üretim ilişkileri artının ele geçirildiği ilişkilere göndermede bulunuyorsa, kapitalist üretim ilişkileri işçilerden ücret biçiminde aldıklarından daha fazla emek değer elde edildiği ilişkilere gönderme yapar. Bu artı değer, kârın kaynağıdır; ücretlerse emek gücünün, yani çalışma kapasitesinin, yeniden üretilmesinde gerekli mal ve hizmetlerin giderine tekabül eder.

Bu, yalıtık haldeki kapitalistin durağan bir portresiydi. Marx kapitalistler arasındaki rekabeti dahil ederek bu portreyi dinamikleştirdi. Kapitalistler kapitalist olarak varlıklarını ancak kâr elde edebildikleri sürece sürdürebilirler. Tam rekabet koşullarında birey kapitalist kârını ücretleri düşürerek, emeği vasıfsızlaştırarak, iş gününü uzatarak, işi yoğunlaştırarak arttırabilir; ama bu yöntemlerin her birinin belirli sınırları vardır (biyolojik ve hukuki). Ancak teknoloji bu sınırlar dahilinde ilerleyebilir ve bu nedenle kârı arttırmanın en belirgin yoludur. Lakin, bir kapitalist üretim giderini düşürmek adına yeni bir teknolojiyi devreye soktuğunda, tüm diğer kapitalistler de o teknolojiyi uygulamak zorunda kalır –aksi halde iflas ederler. Bu ikili bir krize yol açar. Bir yandan, kârın kaynağı –artı değer– üretim sürecinde devreye sokulan sermayenin gittikçe azalan bir oranı haline geldiğinden kâr oranı düşer; öte yandan, bulunabilecek tüketici miktarından –zira ücretler çok düşüktür– daha fazla mal üretildiğinden aşırı üretim krizleri meydana gelir. Bu iki kriz eğilimi birbirini tetikler: Zira, aşırı üretim krizleri küçük kapitalistleri batırınca, sermaye yoğunlaşması artar; bu da hem kâr oranını düşürür hem de işçileri işsizlerden oluşan yedek orduya atar. Aşırı üretim krizlerinin şiddetlenmesi ve buna tekabül eden sermaye yoğunlaşması bir yandan sermaye tahribatına, öte yandan ekonomik gelişmenin daha fazla ilerlemesinin önünü tıkayan kartel, tröst ve tekellerin oluşmasına yol açar.

Marx kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin tetikleyicisi olmaktan çıkıp engelleyicisi haline gelmesini bu şekilde anlıyorsa, toplumsal devrim dönemini nasıl anlıyordu? Rekabetçi kapitalizmin her birey kapitalisti kârın peşinden koşmaya nasıl zorladığını ve bu durumun toplamdaki etkisinin kapitalizmin ekonomik çöküşüne nasıl yol açacağını gördük. Aynı birikim süreci homojen, yoksullaşmış, vasıfsızlaşmış bir işçi sınıfı yaratarak sınıf yapısını da sermaye ve emek arasında kutuplaştırır. İşçi sınıfı “kendisi için sınıf” haline ilkin tekil fabrika düzeyindeki çatışmalar, daha sonra sendikalarda birleşen mücadele, ve son olarak devlet iktidarını ele geçiren bir işçi sınıfı partisi kuran süreçle gelir. En azından, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto‘da ([1848] 1978) sunduğu, 19. yüzyılın ilk yarısındaki İngiltere deneyimine dayanan tablo bu. Marx ve Engels P4 (Tablo 1) uyarınca, bir üretim tarzından diğerine geçişteki sınıf mücadelesi biçimlerini politik ve ideolojik biçimlere bağlı addettiler. Fransa’daki karmaşık sınıf yapısının aksine, İngiltere’de sınıf yapısındaki kutuplaşma daha ilerlemiş halde olduğundan, burada süreç görece basit olacaktı.

Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları ([1850] 1964) ve 18 Brumaire‘de ([1852] 1963), ekonominin değil, siyasi rejimin dinamiklerini inceledi. Fransa’da ekonomik sınıflar siyasi arenada devlet biçiminin mantığından türeyen bir ittifaklar sistemine oynayan partiler aracılığıyla temsil ediliyorlardı. Evrensel oy hakkı, Marx’ın iddiasına göre, sınıfları, gerçek çıkarlarını şaşalı biçimde temsil etmeye zorlandıkları siyasi arenaya iterek sınıf mücadelesinin zincirlerini çözüyordu. Marx 1848 Şubat’ında başlayan Toplumsal Cumhuriyet ve 1851’de yükselen Bonapartizm dönemi arasında vuku bulan hızlı rejim değişimlerini emek ve sermaye arasındaki sınıf mücadelesinin billurlaşması olarak gördü. Burjuvazi yararına yöneten, ama sınıfların tümünü kendine tabi kılan bir diktatörlük kapitalizmi bekleyen nihai akıbetten önceki son siyasal çözüm olacaktı. Marx, bu diktatörlüğün ezilen sınıflara maddi tavizler veremeyeceği, destek aldığı köylülerin yanılsamalarını devam ettiremeyeceği, ve devlet kendi varoluşuna siyasi tehdidi burjuvazi formunda gündelik olarak ürettiği için uzun sürmeyeceğini düşünmüştü. 20 yıl sonra, Paris Komünü Bonapartizmin kalıntılarının üzerinde yükseldiğinde de, Marx yine onun “sömürücü sınıfın üretici sınıfa hükmetmeye devam edebileceği son devlet biçimi olduğu” ([1871] 1968, s. 56) fikrindeydi ancak bununla beraber “devlet iktidarının, aynı zamanda hem en değerden düşmüş, hem de en son biçimi” ([1871] 1968, s. 56[4]]) olduğunu öne sürecekti.

Devrime Karşı Reform

Marx 1883’de öldüğü zaman, tarih onun öndeyilerine hâlihazırda şüphe düşürmüştü. Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, anonim şirketlerin, kartel ve tröstlerin ortaya çıkışı, kapitalizmin değil sadece rekabetçi kapitalizmin sonuna işaret ediyordu. İşçi sınıfı da Marx’ın beklediği devrimci coşkuyu sergilemiyordu. En ileri kapitalist ülke İngiltere’de işçi sınıfı 1850’den sonra radikal amaçlarından büyük oranda feragat etmişti. Fransa’da işçi sınıfının 1848’deki erken isyanı 1871 Paris Komünü’nün habercisi olmuştu; ama onun çöküşüyle beraber işçi sınıfı hareketinin merkezi Almanya’ya kaydı. Orada, Sosyal Demokrat Parti seçim arenasında başarıdan başarıya koşarak gittikçe güçleniyordu (Schorske 1955) ve Marksizme kapitalist demokrasinin sosyalist stratejiye etkileri üstüne yeni bir kuram kuşağının eklendiği yer de Almanya oldu.

Öğrencisi ve vasisi Eduard Bernstein, Engels’in mezarındaki toprak henüz tam kurumadan, yeni tarihsel koşullara uyarlamak üzere Marksizmin merkez çekirdeğini revize etmeye başlamıştı ([1899] 1961); ayrıca bkz. Gay, 1952; Tudor ve Tudor, 1988). P3 ve P4‘ü ihlal eden Bernstein, üretici güçlerin gelişmesinin kapitalist üretim ilişkilerince engellenmediğini öne sürdü. Aksine, tröstler, kredi ve küçük ölçekli girişimcilerin süreğen varlığı krizlerin ciddiyetini hafifletiyor, kapitalizmin sosyalizme yavaşça evrilmesini mümkün kılıyordu. İnsanların toplumun kolektif yönetimiyle özgürleşmesi düşününü terkedip toplu sözleşme, çalışma hukuku ve refahın dağıtımına ilişkin düzenlemelerden öteye geçmeyen Bernstein’ın sosyalizm tasavvuru P7‘yi ihlal ediyordu. O, sosyalizmi burjuva devriminin ideallerinin tamamına ermesi addediyordu. Ayrıca, Bernstein, siyasi alandan ekonomik alanlara kendi kendine yayılacak bir artan demokratikleşme yasası önererek P2‘yle de çelişiyordu.

Revizyonizm, tanımı gereği, anomalileri soğurmak adına merkezin revize edilmesidir; Popper’ın kuramı yanlışlandığında reddetmek ilkesini izler. Lakatos ise anomaliyi merkezin doğrulanmasına dönüştürecek yeni bir kuram kuşağı inşa edilmesini savunurdu. Sosyalizmin kapitalizmin yok edilmesini gerektirdiğini (P7), kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri engelleyerek kendi yıkımlarının tohumlarını serptiğini (P3), ve kapitalizmin ardından barbarlığın mı, sosyalizmin mi geleceğini belirleyecek olanın sınıf mücadelesi olduğunu (P4) Luxemburg’un yeniden vurgulamasını, yöntembilimsel açıdan Lakatos’un desteklemesi gerekirdi.

Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi?‘de (Waters [1899], 1970) Bernstein’in kapitalizmin çöküşü üstüne Marksist kuramı çürütmesini çürüttü. Bernstein’ın ekonomik uyum mekanizmaları aslında birey kapitalistlerin uyum tarzlarıydı. Kredi, tröstler ve küçük girişimciler birey kapitalistin güvenliğinin farklı biçimlerde artışının yansımasıydı; ama kapitalizmin yayılmasını ve böylece çöküşünü hızlandırıyorlardı. Birey kapitalistin bakış açısından konuşan Bernstein’ın kuramı kapitalizmin sistemik özelliklerine dikkat etmiyordu. Luxemburg, daha sonra Sermaye Birikimi’nde ([1913] 1951) aşırı üretim krizlerinin dünya ölçeğine yayılmasının kuramını geliştirdi. Metalarını satacak yer arayan kapitalistler ülkeleri uluslararası kapitalist sisteme zorla sokarak (kolonyalizm) yeni pazarlar elde etmeye çalışacaklardı. Bütün dünya paylaşıldığında ise, kapitalist ülkeler yeniden bölüşüm için savaşa zorlanacak, ve böylece sınıf savaşımının şiddetlenmesine neden olacaklardı. Luxemburg kapitalizmin yayılması ve militarizm arasındaki yakın bağı fark eden ilk kuramcı oldu.

Luxemburg, Bernstein’ı, Bernstein kapitalizmin sonuçlarının kapitalizmi ortadan kaldırmaksızın yok edilebileceğini düşündüğünden ütopik düşünmekle suçladı. Zenginliğin eşitlenmesi ve korporatiflerin yerleşikleştirilmesi kapitalizmi reforme ederek gerçekleşemezdi. Luxemburg, burjuvazi demokrasisini dahi, işçi sınıfının özgürleşmesinin koşullarından biri olması nedeniyle savunduğu, burjuvazinin tehdidine sürekli maruz kalan oldukça kırılgan bir devlet formu addettiğinden, Bernstein’ın artan demokratikleşme yasasını da aynı ölçüde ütopik buluyordu. Bu soruyu yeniden ele alan “Junius Broşürü” (Waters [1915] 1970) savaşa verilen desteğin Alman sosyal demokrasisinde yol açtığı krizi inceliyor ve faşizmin yükselişini önceden bildiriyordu. Luxemburg’un 1918’deki Rus Devrimi çözümlemesi (Waters [1918] 1970) de aynı şekilde kâhinceydi: Bolşeviklerin en zor koşullar altında iktidarı ele geçirmesini kutluyor, ancak zorunluluğun erdeme dönüştürülmemesi uyarısında bulunuyordu. Bazı zamanlar, iktidarın vaktinden önce ele geçirilmesi zorunluydu; ama bu örnekler tüm devrimci geçişler için model sayılmamalıydı. Luxemburg Rus Devrimi’nin güzergâhını önceden tahmin ediyordu: parlamenter meclisler olmadan, basın ve örgütlenme özgürlüğü olmadan Sovyetler dahil “tüm kamusal kurumların hayatı [sönümlenirdi]” ve proletarya diktatörlüğü bürokrasi diktatörlüğüne dönüşürdü (Waters [1918] 1970, s. 391). Sosyalist demokrasi, parlamenter temsil sistemi ve sivil hakları parlamento-dışı forumlara aşağıdan katılım ile birleştirmeliydi.

Bernstein’ın kapitalizmin sosyalizme evrileceği kuramını çürüttüğü halde, Luxemburg karşısında bir de Alman işçi sınıfının “anomali” niteliğindeki reformist eğilimlerini buluyordu. Sosyal demokrasinin seçim siyaseti alanında gittikçe daha fazla yer almasını iki ucu keskin bir kılıç olarak değerlendirdi: “Kapitalizm gerçekten de engellerin yanı sıra ve aynı zamanda sosyalist programı uygulamak için biricik olanakları da sunmaktadır. Aynı şey demokrasi konusunda da geçerlidir.” (Waters 1970, s. 74[5]). Lakin, demokrasinin potansiyelinin gerçekleşmesi sendika ve parlamenter alanlar dışındaki işçi sınıfı örgütlenmesine bağlıydı. Çözümlemesini 1905 Rus Devrimi’ne dayandıran Luxemburg kitle grevini devrimci sınıf mücadelesinin evrensel silahı olarak idealize etti. Siyasi ve ekonomik mücadelenin iç içe geçmesi sokak çatışmalarının yerini alacaktı. Rusya’nın özgül niteliklerinin farkında olsa da, Rosa Luxemburg Sosyal Demokrat Parti’de kitle grevini ancak mutlakiyetçi ve ekonomik olarak geri rejimlerdeki işçi sınıfına özgü bir silah sayanlara karşı çıktı (Schorske 1955, Bölüm 2). Kendisi ve kuramı işçi sınıfı içindeki reformcu eğilimlerle hiçbir zaman uzlaşmadı.

Bernstein’ın Marksist merkezi terk edişi yeni bir araştırma programına yol açtı[6]; Luxemburg’un merkez çekirdeği savunması ise yeni ve ilerleyen bir kuram kuşağını oluşturdu –ilerleyen, zira kuram, bazıları gerçekten vuku bulan, yeni görüngüleri önceden tahmin etti. Bernstein ve Luxemburg’un ikisinin de katkıları anomalileri yadsıyarak ampirik içeriği indirgeyen Kautsky’nin Marksizm savunmasından farklıdır: Kautsky ([1891] 1971; 1909), Marksizmin anomalilerini ele almak yerine doğrulamalarını bulmayı tercih etti. P5‘e göndermeyle, kapitalizmde üretici güçlerin gelişmesi için hâlâ bir alan bulunduğunu ve işçi sınıfının buna mukabil hâlâ olgunluğa erişmemiş olduğunu iddia ederek ortodoks konuma tutundu. Öyleyse, henüz devrim için vakit erkendi. Kautsky, böylece, kuram ve gerçeklik arasındaki farklılık sorununu onların örtüşmesini ileri bir tarihe erteleyerek halletmeyi seçti. Yani, ne araştırma programının merkezini yeniden inşa etti, ne de yeni bir kuram yarattı. Almanya’da 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki kutuplaşmayla beraber, Kautsky sosyal demokrat revizyonizm ve (politik olarak bundan daha zayıf durumdaki) devrimci Marksizm arasındaki uçurumda kayboldu.

Kapitalizmin Eşitsiz ve Bileşik Gelişmesi

Alman Marksizmi demokrasinin genişlemesinin ve üretici güçlerin gelişmeyi sürdürmelerinin neden olduğu anomalilerle kuram ve pratikte mücadele ederken, Rus Marksizmi bunun tam tersi bir durumla karşı karşıyaydı. Orada, yarı-feodal bir ekonomiye dayanan mutlakiyetçilik kapitalizmin gelişmesini hem engelliyor, hem de aynı anda güçlü ve köktenci bir işçi sınıfı yaratıyordu. Yukarıda gördüğümüz gibi, Luxemburg 1905 Devrimi’ni Batı’daki bir dizi yeni proleter devrimin habercisi saymıştı. “En geri kalmış ülke, burjuva devriminde tam da affedilmez biçimde geciktiği için Almanya ve en ileri ülkelerin proletaryasına sınıf mücadelesinin yeni yol ve yöntemlerini gösteriyor.” (Waters 1970[7], s. 203). Rusya’daki gelişmeler devrimin en geri değil en ileri kapitalist ülkelerde patlak vereceğine dair Marksist düşünceyi çürütüyor görünüyordu. Luxemburg bu anomalinin çözümünü sezdiyse de, Ekim Devrimi ve sonrasını Sonuçlar ve Olasılıklar’da ([1906] 1969[8]) henüz daha 1906’da öngörüp, açıklamak için kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişmesi kuramını geliştiren Troçki oldu. Sonuçlar ve Olasılıklar’ın kehanet kudreti Troçki’nin 1930’da yazdığı ünlü Rus Devriminin Tarihi’nde ([1930] 1977) de aynı kurama dayanmasıyla desteklenir.

Rusya’da yükselen figür Plekhanov’un temsil ettiği Ortodoks Marksizm, Rusya’nın sosyalizme doğru ilerlemeden önce bir burjuva devriminden geçmesi gerektiğini iddia ediyordu. Bu nedenle, işçi sınıfının gelişen radikalizmini ve militanlığını açıklayamıyordu. Troçki, bunun tersine, Rusya’da burjuva devrimini gerçekleştirebilecek tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu ve aynı nedenle burjuva devriminin kesintisiz biçimde sosyalist devrime ilerlemesi –ki bu devrim ancak Batı’da bir devrimi de ateşlediğinde başarılı olabilecekti– gerektiğini iddia ediyordu. Bu, Troçki’nin sürekli devrim kuramıydı.

Ama burjuva devriminin tek olası öznesi neden işçi sınıfıydı? Rusya’da kapitalizm devlet ve yabancı (özellikle Fransız) yatırımının desteğiyle çok geç gelişmişti. Çok zayıf ve bağımlı durumdaki Rus burjuvazisi çok daha gelişmiş (kapitalist) ekonomik temellere dayanan devletlerce askeri açıdan tehdit edilen Çarlık rejimi tarafından yağma ediliyordu. Mutlakiyetçilik üretici güçlerin gelişmesini durdurmuştu ancak aynı zamanda büyük Rus şehirlerinde yeni ve militan bir işçi sınıfı yaratmıştı. Rus işçilerinin çoğunluğu yakın dönemde topraklarından edilmişti. Onlar, kapitalizmle beraber gelişen Batı proletaryasının muhafazakâr geleneklerini benimsemiyorlardı. Böylece, büyük fabrikalarda biraraya geldiklerinde Rus işçi sınıfı devrimci bir sınıfın tüm niteliklerini sergiliyordu. Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının yenilikçiliği kapitalist gelişmenin ve bunun siyasi etkilerinin uluslararası niteliğini ele alışında yatıyordu. Troçki’ye göre, kapitalizmin gelişimi, Marx’ın varsaydığının tersine her ülkede paralel biçimde tekrarlanarak, ülkelere içsel bir süreci takip etmiyordu; bunun yerine, bir ülkeden diğerine sıçrıyordu. Eşitsiz gelişim en ileri ve en geri üretim biçimlerinin birarada varolmasına yol açıyor, “ikinci sınıf” ülkelerde zayıf bir burjuvazi ve isyanla patlamaya hazır bir işçi sınıfı yaratıyordu. Mutlakiyetçiliği yıkmakta temel önemde role sahip olsa da, köylülük devrimi sırtlayamazdı. Bu rolü, kendini mutlakiyetçiliği devirmekle sınırlayamayacak işçi sınıfı üstlenmeliydi. Tam da o, işçi sınıfı olduğu, yani çıkarları kapitalizme ters düştüğü için, sınıf sosyalizme doğru ilerlemeliydi. Devrim, Doğu’dan tekrar Batı’ya sıçrayacak ve böylece devrim Rusya’da sürekli hale geldikten sonra uluslararası düzlemde de sürekli olacaktı.

Yeni bir kuram kuşağı yaratırken, Troçki Marksizme de sadık kaldı. Mutlakiyetçiliğin ekonomik temellerinin neden olduğu sınırlarından bahsederken P2‘yi savunuyordu; mutlakiyetçiliğin üretici güçleri engellemesinden söz ettiğinde P3‘ü savunuyordu; bu durumun, devrime götüreceğini ve bu devrimin içerdiği savaşımların ekonomik ilişkiler tarafından doğrudan belirlenmeyip siyasi ve ideolojik etkenlere bağlı olduğunu söylediğinde P4‘ü savunuyordu. Troçki, Rusya’da bir sosyalist devrimi öngördüğünde bu devrimin gelişim aşamalarının üzerinden atlanabileceğini düşünmüyordu (aksi halde P5 ve P6‘yı ihlal etmiş olurdu), zira böyle bir devrim merkez ülkelerde gelişim potansiyelini yitirmiş bir uluslararası kapitalizm bağlamında gerçekleşecekti.

Troçki’nin Batı’daki durum tahlilinin yanlış olması, eşitsiz ve bileşik gelişme kuramının entelektüel üretkenliğine zeval vermez. Zaten Lenin ve Gramsci de Batı işçi sınıfının pasifize edilmesini bu kuramı farklı biçimlerde geliştirerek açıklayacaktı; ve başkaları da bugün sanayileşen Üçüncü Dünya ülkelerindeki işçi sınıfının radikal niteliğini açıklamak için bu kuramı kullanıyor (Seidman 1990).

Hatta Troçki dahi işçi sınıfının Batı’da yenilgiye uğraması olasılığını tamamen dışlamamıştı. Sonuçlar ve Olasılıklar’da Batı’da devrimin olmaması halinde Rus devriminin de terk edileceğini, devrimin kendi içine kapanacağını yazmıştı. 1917’den sonra olacakları ana hatlarıyla öngörmüştü. Troçki’nin yaşamının trajedisi kendi doğru öndeyilerinin hem öznesi hem de kurbanı olacak olmasıydı –İhanete Uğrayan Devrim’de ([1936] 1972) son derece kesinlikli biçimde çözümlediği, Batı’daki bir devrimle ardıllanmayan Rus Devrimi’nin içe kapanarak sönümlenmesi sürecinin.

Devlet ve Devrim

Lenin 3 Nisan 1917’de mühürlü trenden Petrograd istasyonunda inip de artık zamanın iktidarı ele geçirmek ve sosyalizme ilerlemek için uygun olduğunu bildirdiğinde Bolşevik takipçilerinin tümünü şaşırtmıştı. Pratikte yaptığı Troçki’nin sürekli devrim kuramını desteklemek olmuştu. Ayrıca, yine Troçki gibi, Rus devriminin ileri Batı ülkelerinde kıvılcımlandıracağı sosyalist devrimlerce destekleneceğinden emindi. Ancak, ortada bir sosyalizme geçiş kuramı yoktu. Alman Marksizmi kapitalizmin çöküşünü sosyalizme geçişten daha yoğun biçimde incelemişti. Lenin’in Ekim Devrimi’nden iki ay önce, gizlenirken yazdığı Devlet ve Devrim ([1917] 1967) geçiş sürecinde devlete merkezi önem atfederek Marksizmi bütünüyle yeni bir yörüngeye oturttu. Lenin’in sadece Marx ve Engels’in papağanlığını yapıyormuş gibi yazma yetisi, bizi yanıltmamalı. Marx ve Engels’in siyaset yazılarında kurduğu pozitif heuristikle çalışan Lenin, bütünüyle yeni bir kuram kuşağı inşa etti. Marksist kuramın Lenin’den önceki halini tasavvur etmek gerçekten de zor, zira olumlu ya da olumsuz olsun, önceki hali Lenin’in kuramlarının aynasından okuyoruz. (Polan 1984, Bölüm 1).

Lenin’in Devlet ve Devrim’de sorduğu soru: Kapitalizmden komünizme geçiş nasıl olur? Cevabı, kapitalizmin “sosyalizm” olarak adlandırdığı bir geçiş aşamasına devrimle dönüşümüydü –sosyalizm de daha sonra komünizme evrilecekti. Nesnel koşulların varolduğunu (P3) varsayıyordu; böylece geçiş sorununu devlet iktidarını ele geçirmek (P4) meselesine indirgedi. Kapitalist devlet yıkılmalı ve yerine yeni bir devlet –proletarya diktatörlüğü– kurulmalıydı. Bu diktatörlük süreç içinde sönümlenip ardında komünizmi bırakacaktı. Lenin’in zamanının olaylarına yaptığı tüm o göndermelere rağmen, bu soyut bir “nesnel olasılık” modeliydi: Tekil geçiş süreçlerini bozguna uğratacak ya da destekleyecek somut koşulları dikkate almamıştı.

Lenin iki farklı modelle tartışıyordu: Kautsky’nin temsil ettiği ortodoks Marksizm ve anarşizm. İki model de komünizme geçişi tek bir aşamaya indirgiyordu. Kautsky geçişi, işçi sınıfı partisinin kapitalist devletteki iktidar konumlarını oylarla giderek ele geçireceği bir reform süreci olarak kavrıyordu. Lenin, kapitalist demokrasinin biçimde demokratik içerikte kapitalist olduğunu iddia ederek Kautsky’ye karşı çıktı: Parlamento dayanışmacı bir işçi sınıfının örgütlenmesi için (ifade ve örgütlenme özgürlüğü, kamusal platformlar vs.) siyasi kaynakları sunuyor, ancak aynı zamanda gerçek iktidar mekanizmalarının üstünü örterek kapitalist sınıfın çıkarlarını koruyordu. İş arka planda, burjuvaziyi orduyla ve bürokrasiyle ilişkilendiren çoklu bağlar üzerinden yürüdüğü halde, parlamento, halkta bir iktidar yanılsaması yaratıyordu. Parlamentoda bir sosyalist parti de hakim olsa, bu parti söz konusu bağları kıramazdı.

Öte yandan anarşistler de kapitalist devletin yıkılmasını talep ediyordu; ancak bunu, doğrudan komünizme geçmek için yeterli sayıyorlardı. Lenin komünizmin ekonomik ve siyasi temellerini atacak bir geçiş aşamasının –proletarya diktatörlüğü– zorunluluğunu savundu. Bu aşamada ekonomik görev, üretim araçlarının mülkiyetini ve denetimini merkezileştirerek kapitalizmi yok etmek ama aynı zamanda insanları harcadıkları emeklerine göre ödüllendirerek herkesin sürece ortaklığının devamını garantilemekti. Lenin proletarya diktatörlüğünün burjuva haklarını ve biçimsel eşitliği savunacağını, bu anlamda burjuva bir devlet olacağını yazmıştı. Bu, geçiş aşamasının zorunlu bir niteliğiydi. Aynı zamanda, proletarya diktatörlüğünün politik görevi bu demokratik devlet biçiminin sönümlenmesini garanti altına alacak bir radikal demokrasiyi kurmaktı. Bunun için, bir, devlet görevlilerinin seçimle belirlenmesi, talep halinde her an görevi bırakabilmeleri ve ücretlerinin ortalama işçininkiyle aynı olması; yani, bürokrasinin bu şekilde lağvedilmesi; iki, ordunun (Lenin’in kullandığı anlamda, sürekli ordunun) kaldırılması ve yerine silahlı işçilerin geçmesi; üç, parlamentonun “gevezelik dükkanı”ndan gerçekten çalışan bir organa, yani Sovyetlere dönüşmesi.

Burada gördüğümüz, rakip gelenekler arası üretken bir diyalog dahilinde Marksizmin anarşist meydan okumayı içermesi. Anarşistleri sosyalizm aşamasının üzerinden atlanabileceğini sanan ütopistler saysa da, Lenin, onların yeni bir devlet biçiminin ortaya çıkacağına dair korkularını çok ciddiye aldı. Sadece bir sınıfı –burjuvazi– yok etmek yeterli olmazdı; yeni bir sınıfın, özellikle yeni bir bürokrat ve uzman sınıfının, ortaya çıkmayacağını da garanti altına almamız gerekir. Lenin teknolojik ilerlemelerin devletin işlevini sadece “muhasebe ve denetime” indirgemeyi olanaklı kılacağını ve böylece bilgi tekeline dayanan yeni bir sınıfın yükselmesi olasılığını azaltacağını düşünüyordu. Bizatihi önerdiği demokrasinin radikalizmi Lenin’in bürokrasi ve devlet görevlerinin içerdiği tehlikelere dair farkındalığına kanıttır.

Bu tür bir “komünizme geçiş modeli”nden bakınca, şimdiye kadarki sosyalist devrimlerin tümünün adalet ve verimlilik amaçlarını gerçekleştirmekte neden başarısızlığa uğradıkları aşikardır: Radikal demokrasinin kurumsallaştırılması ve burjuva hakların garanti edilmesi yerine, üretim araçlarının kontrolünü tekeli altına alarak hem emek temelinde ödüllendirmenin, hem de verimli planlama olanağının altını oyan bir devlet bürokrasisi sınıfı ortaya çıktı. Olaylar neden bu şekilde gelişti? Rus devrimi hâlihazırda savaşın tükettiği ve savaşta yenilgiye uğramış bir yarı-feodal tarım ülkesinde gerçekleşti. Batılı devletler, Rus devrimine yardım etmek yerine onu blok altına aldı ve yeni devlette iç savaşı körükledi. Bunlar, radikal demokrasiyi kurmak için hiç şüphesiz en iyi koşullar değildi.

Ancak yine de, böyle bir geçiş modeli kendinde dahi elverişsiz olabilir. Bu tür bir ikili iktidarı korumak kendinde mümkün olabilir mi: Bir yandan bir sınıf (burjuvazi) üstünde diktatörlük ve öte yandan diğer bir sınıf (işçi sınıfı) için demokrasi? Proletarya diktatörlüğünün bu iki karşıt içeriğini aynı anda uygulamanın hiçbir zaman mümkün olmadığı, bunların ancak ardışık olarak uygulanabileceği; yani önce burjuvazi üstünde diktatörlük ve komünizmin ekonomik koşullarının yaratılmasıyla, devlet sosyalizmiyle, başlanması gerektiği öne sürülebilir. Radikal demokrasiye ancak çok daha sonra geçilebilecektir. Devlet sosyalizmini üretici güçlerin gelişimini ilkin körükleyip sonra engellediği, ve aynı zamanda, önce demokrasi talep eden, sonra da demokrasi için savaşan, sınıfları ortaya çıkardığı yollara bakarak incelemek gerekli olacaktır.

Emperyalizmden Bağımlılığa

Nisan 1917’de Rusya’ya vardığında Lenin’i fikrini değiştirip Geçici Hükümet’in yıkılmasını önermeye götüren şey neydi? Basit bir oportünizm değildi bu. Lenin’in siyasi stratejilerinin çoğu gibi, burada da kararı kapitalizmin dünya ölçeğindeki çöküşüne ilişkin kuramsal bir kavrayışa dayanıyordu –Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda {([1916] 1967; ayrıca bkz. Harding 1983, Cilt 2, Bölüm 2 ve 3) işlediği bir kavrayış.

Troçki kapitalizmin geri kalmış ülkelere yayılmasının siyasi sonuçlarını incelemişti; Lenin Marx’ın kapitalizm üstüne ekonomik kuramını dünya ölçeğine taşıdı. Anlamaya çalıştığı şey, hem kuram için bir anomali, hem de sosyalist hareketin büyük ölçüde önünü tıkayan bir olguydu: sosyalist partilerin uluslararası işçi sınıfı dayanışmasını yok sayarak ulusal savaşa verdikleri destek [1. Dünya Savaşı’nı kastediyor]. Lenin savaşların üretici güçlerin engellenmesinin işareti olduğunu nasıl anlayabileceğimizi (P3) ve bu durumun nasıl zorunlu olarak devrime götüreceğini göstererek (P4) bu anomaliyi Marksist kuramın doğrulamasına dönüştürmeye çalıştı.

Hilferding’in Finans Kapital ([1910] 1981) adlı klasik eserinden etkilenen Lenin, sermaye yoğunlaşmasının sadece sanayide değil, finansta da gerçekleştiğini; ve uluslararası finans ile sanayi kartellerini birbirine bağlayan bir finans oligarşisinin yükselişiyle tanımlanan yeni bir kapitalizm aşamasına, tekelci kapitalizme, geçildiğini iddia etti. Kapitalizm önceki aşamasında tüketim ürünlerinin aşırı üretimiyle karakterize olmuşken, bu aşamada, geri kalmış ülkelere ihraçtan “aşırı kâr” elde etmek amacı güden sermayenin aşırı üretimi söz konusuydu. Bütün dünya karteller arasında bölüşüldüğünde ve aşırı sermaye kendine bir çıkış yeri bulamaz hale geldiğinde kapitalist ülkeler arasında toprak paylaşımı ancak emperyalist savaşlarla yapılabilirdi. Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin dünya ölçeğinde neden olduğu istikrarsızlık kaçınılmaz olarak en güçlü kapitalist ülkeler arasında emperyalist savaşlara yol açacaktı. İşçi sınıfı kendi ulusunun burjuvazisini desteklemenin maliyetini farkettiğinde, ulusal savaşlar sınıflar arası iç savaşı kıvılcımlandıracaktı.

Bu argümanın önceki bir versiyonunu Luxemburg formüle etmişti; ama Marksizmin kapitalizmin dinamikleri üstüne kökensel kuramını en kapsamlı biçimde yeniden inşa eden Lenin oldu. Lenin’in kuramı bir dizi anomaliyle uğraştı ve bazıları sonradan gerçekten de vuku bulan bir dizi öndeyide bulundu. Örneğin, milliyetçiliği hiçbir zaman önemsemezlik etmeyen Lenin, kapitalizme temel bir meydan okumanın kolonyal Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş savaşlarından geleceğini öngördü. Öte yandan, Batı’da emperyalizmin ganimetlerinin işçi sınıfına da ulaşıp bir işçi aristokrasisi yaratacağını iddia etti. Bu nedenle, işçi sınıfının bazı kesimlerinin emperyalizmde belirli bir çıkarı vardı; bu çıkar sosyal demokrat partilerin “reformizmlerinin” ve ulusal savaşları desteklemelerinin de maddi temeliydi. Ayrıca, Lenin, kapitalizmin geri kalmış ülkelere yayılmasının nasıl da nüfusu yerinden edip ucuz iş gücü yaratacağını ve bunun ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketini nasıl daha da böleceğini gördü. Lenin, dünya sistemini merkez, kolonyal ve yarı-bağımlı uluslara ayırarak, çağdaş dünya sistemi çözümlemesini de o zamandan öngörmüştü.

Lenin’in argümanının belki de en tartışmalı kısmı, emperyalist savaşların kaçınılmazlığıydı. Bu, emperyalizmi kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olmak yerine finans kapitalin siyasi bir tercihi addeden Kautsky’ye doğrudan bir meydan okumaydı. Lenin’in argümanının zayıf noktası dünyanın karteller arası bölüşümünü dünyanın uluslar arasında bölüşümüne bağlamasıydı. Ulusları kartellerin aracı sayıyordu. Ancak karteller gerçekten de uluslararası hale geldiğinde, ulusal bağları kalmaz ve devletler de onların yararına savaşa girmeye gittikçe daha az zorlanırdı.

Aslında, Lenin’in argümanını şu şekilde yeniden kurabiliriz. Sermaye ne kadar uluslararası hale gelirse (yani, sermaye ulusal sınırları ne kadar tanımaz hale gelirse), devletler sermaye için birbirleriyle o kadar rekabet edeceklerdir. Devletlerin özerkliği sermayeyi kendi tikel ulusal sınırları içinde yatırım yapması için cezbetme “özgürlüklerine” gönderme yapar. Devletin sermayeyle ilişkisindeki değişen statüsü, serflikten ücretli emeğe geçişe, feodal bağımlılıktan biçimsel olarak özgür emeğe geçişe, benzer. Kısaca, artan biçimsel özerklik devletlerin gücünün artmasına işaret etmek şöyle dursun, devletlerin sermayeye tabiyetinin niteliğindeki bir dönüşümü yansıtır. Dünya kapitalizminin bu dönüşümü, devletin özerkliği üstüne yakın dönemdeki kuramlaştırmalarda da gözlemlenebilir. Dünya ekonomisi üstüne böyle bir bakış açısı yakın dönemdeki kuramların “bağımlı kalkınma” ve “devleti geri getirmeye” yönelik ilgisinin nedenini aydınlatabilir. Ancak benim çözümlemem doğruysa, devletin biçimsel özerkliğinin farkında olmak, aynı zamanda dünya kapitalizminin şu anki biçimlenmesi nezdinde devletin gerçekteki zayıflığının farkında olmak da demektir.

Öyleyse, emperyalizmin önemi nedir? Emperyalizm, kapitalizmin kendisi aracılığıyla ekonomik olarak az gelişmiş ülkelerde kök salıp oralarda elde ettiği kârları merkez ülkelere aktararak gerçekten uluslararası hale geldiği bir araçtır. Ancak, kapitalizm kendisini dünya ölçeğinde kurumsallaştırdığında, daha az gelişmiş ülkelerin doğrudan siyasi denetimi zorunlu olmaktan çıkar ve kolonyalizm varlık nedenini yitirir. Kapitalizmin dışsal sınırları ülkeler dahilinde sınıf ittifakları ve sınıf oluşumuyla içselleştirilir. (Cardoso ve Faletto 1979). Warren’ın (1980) söylediği gibi, emperyalizm kapitalizmin öncüsüdür; ya da Lenin’i ters çevirip söylersek, kapitalizm emperyalizmin en yüksek aşamasıdır.

Şeyleşmeden Eleştirel Kurama

Rus devrimi Marksist kuramı devrimcileştirdi. Sovyet Marksizmini ve aynı zamanda onun şeytan addettiği Batı Marksizmini yarattı. Rus devrimi ve 1919’un Macaristan devriminden ilham alan George Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ([1922] 1971) Batı Marksizmini kuran metinlerden biridir. Bu metin, Marx’ın gençlik eserlerindeki Hegelyan “momenti” dirilterek yeni bir Marksizm dalının, eleştirel kuramın, merkezini ve pozitif heuristiğini oluşturdu. Lukacs’ın metni İkinci Enternasyonal’in “mekanik” Marksizmini aslında kendisine dayandıkları insan iradesini yok sayan tarihsel gelişim yasalarına kölece bağlılıkla suçluyordu. Hem başarılı devrimler hem de başarısız olanlar, sınıf bilincinin devrimci süreçteki önemine işaret ediyordu. Lukacs’a göre sınıf bilinci işçi sınıfının bütünü görebildiğinde sahip olabileceği bilinçti. Bu bilinç, işçi sınıfı konumuna “yazılı” bir bilinçti –zorunlu değil, ancak nesnel olarak mümkün bir bilinç.

Ancak Lukacs’ın süreğen katkısı işçi sınıfının neden bütünün görüşüne erişip devrimci bir özne haline gelemeyebileceğini çözümlemesinde yatıyordu. Şeyleşme kuramı Kapital 1. Cilt‘teki meta fetişizmi çözümlemesine dayanarak P1‘i, “insanlar[ın], aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurduk[larını]” işledi. Şeyleşme ürünlerin üretimlerinden bağımsız nesneler haline gelme biçimlerine gönderme yapıyordu. Şeyleşme sadece metaları etkilemekle kalmıyor, olguları ve ilişkileri de etkiliyordu. Devrimci, totalleştirici bir bilinç yerine parçalanmış, atomize ve yalıtılmış bir bilince yol açıyordu. 1844’ün Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’nda ([1844] 1875] Marx bu süreci yabancılaşma olarak tarif etmişti: Üretimin öznel aidiyeti kaybolduğunda, ürün üreticiyi baskı altına alan bir güce dönüşür ve üretici üretim sürecine, diğer üreticilere ve insan türünün özüne yabancılaşır. Lukacs’ın Marx’ın entelektüel projesinin merkezini kendini o zamanlar henüz erişilebilir olmayan Marx metinlerini yeniden kurarak ve işleyerek tamamlamaya zorlamış olması Marksist araştırma programının tutarlılığının ve gücünün şık bir kanıtıdır.

Ancak şeysizleşme eleştirisinde, Lukacs’ın metni ortodoks Marksizmin metindeki süreğen varlığını gösteriyordu. Lukacs krizlerin derinleşmesinin kapitalizmin kaçınılmaz çöküşünün bilincini ortaya çıkaracağını, mücadelelerin totalitenin üstündeki mistik örtüyü kaldıracağını düşünüyordu. Ayrıca, şu öğeyi de şeysizleşme çözümlemesine ekledi: kol işçileri fiziksel etkinliklerinde şeyleşmiş olabilir, ancak zihinsel yaşamlarında aşırı metalaşma üstüne düşünümde bulunmalarına engel yoktur. Lukacs’ın düşünceleri 1919 ve 1922 arasında değişti –proletaryayı kendi başına özgürleşmeye yeterli addetmekten, işçi konseyleri gibi devrimci ön-deneme mahiyetindeki kurumları zorunlu saymaya ve en sonu, şeyleşmeyi bastıracak ve işçi sınıfına gerçek bilinci taşıyacak total kurum olarak Partiyi benimsemeye doğru değişti. Şeyleşme üstüne parlak çözümlemesiyle karşılaştırınca, Lukacs’ın şeysizleşmeyi ele alışı kuramın ilerleyen bir gelişimi sayılabilmek için fazla ad hoc ve yüzeysel kalıyordu.

Eleştirel Kuram, Lukacs’ın yazılarındaki bu tür ortodoks kalıntıları bütünüyle reddetti. Frankfurt Okulu’nun kaybedilen bir işçi devriminin ardından yükselen faşizme cevabı Lukacs’ın şeyleşme analizini sürdürmek ve geliştirmek oldu –ama bunu çoğu zaman tarihsel materyalizmden vazgeçmek pahasına yaptılar (Arato ve Breines 1979; Jay 1984). Pollock [1941] kapitalizmin dayanıklılığını gösteren devlet kapitalizmi ve örgütlü kapitalizm kuramlarını geliştirdi. Felsefeye dönüş, aklın nasıl “akıldışına” dönüştüğünün; özgürleşme potansiyeli artarken bu potansiyeli gerçek kılma imkânının nasıl azaldığının; aile ve onun üzerinden psikenin kendisi kitlesel sosyalizasyonun aktörleri tarafından işgal edildiğinde kapitalizme direnişin son kalıntılarının da nasıl yok edildiğinin izini sürdü (Horkheimer [1936] 1972, s. 47-128[9]; Horkheimer ve Adorno [1944] 1972). Ortodoks Marksizmi baş aşağı çeviren Frankfurt Okulu doğaya hükmetmeye herhangi bir özgürleştirici nitelik atfetmedi. İnsanlar doğayla daha dengeli bir ilişki kuramadıkça üretici güçlerin gelişmesi insani tabiyetin artmasından başka bir şeye yol açmayacaktı. Frankfurt Okulu’nun umutsuzluğu içinde Marcuse’un (1955; 1964; 1969) “Büyük Reddediş”i ya da sanat ve felsefede özgürleşmenin anlık belirtilerini bulması gibi ütopyacı parıltılar da vardı. Şurası kesin ki eleştirel kuram kapitalizm tarafından geri döndürülemeyecek biçimde yaftalanan işçi sınıfının devrimci özneliğine güveni bütünüyle kaybetmişti. Lukacs’ın totalitesi herkesi başka bir dünya üstüne herhangi bir bakış açısı ya da projeden bütünüyle yoksun tek-boyutlu bir toplumda hapsederek totaliter hale gelmişti. Frankfurt Okulu Marx’ın önsözünün temel postülalarını terkedip sadece en genel düzeyde yapılan tahakküm eleştirisini benimsemişti, P1‘in işlenmesi. Onlar için P7‘ye bağlılık, komünizmin kaçınılmazlığı görüşüne sadık kalmaktan çok şimdiye kadarki bütün tarihin usdışılığının eleştirisini yapmak oldu.

Jürgen Habermas (1984, 1987) eleştirel kuramı sosyoloji ve tarihsel materyalizmle yeniden bağlayarak nihilizme kayıp bozulmaktan kurtarmak gibi kahramanca bir görev üstlendi. Bir yandan Marksçı şeyleşme çözümlemesini ekonomik sistemden siyasi sisteme genişletti; öte yandan Durkheim ve Mead’den yararlanarak iletişimsel eylemin potansiyel olarak özerk alanlarını –yani içlerinde tahakkümün sınırlandırıldığı, öz-belirlenime sahip kamusal veya özel kurumlar– kurmaya çalıştı. Modern dünyanın dinamiğini sınıflar arası mücadeleden çok sistem ve yaşam dünyası arasındaki mücadele veriyordu. Ancak, Habermas’ın eleştirel kuramı kurtarması P7‘nin özgürleşmeci yaklaşımı pahasına oldu: Umabileceğimizin en fazlası, sistemin yaşam dünyasını kolonize etmesini sistemi denetim altına alarak önlemekti.

Ne kadar aydınlatıcı ve üretken olsa da, Eleştirel Kuram’ın sistemli “pozitivizm eleştirisi” Lakatos’un yukarıda bahsettiğim bilimsel gelişim kriterlerini karşılayacak derecede spesifik kuramlar geliştirmesini sınırlandırdı. Habermas’ın parlak sentezi, aynı Talcott Parsons’ınki gibi bilimsel kuram düzeyine varmaksızın, bir üst-kuram, yönlendirici çerçeve düzeyinde kalıyor: Hem Marksist çerçeveyi yeniden inşa edip hem de aynı zamanda üstyapıların bilimsel bir kuramının nüvelerini sunan kişi sadece Gramsci oldu.

Gramsci’nin Üstyapılara Dönüşü

Batı’da devrimin olmaması ve faşizmin yükselişi eleştirel kuramı Marksizmden uzaklaştırmıştı; ancak aynı durumun İtalyan sosyalist Gramsci üstündeki etkisi bunun tam zıddıydı: gençlik dönemindeki iradeciliğini Marksist bir yöne kaydırdı. Böylece, Gramsci 1918’de Rus Devrimi’nden “Kapital’e karşı devrim”, sosyalist devrimin ilk olarak en ileri kapitalist biçimlerde gerçekleşeceğini buyuran demir yasalara karşı devrim, diye bahsediyordu. Hapishane yazılarında Gramsci Türin fabrika konseyleri hareketinin çöküşü (1919-20) ve bunun ertesinde yükselen faşizm ile, iradeciliği tarihsel materyalizmin belirlenimci unsurlarıyla birleştirerek hesaplaşmayı denedi. Geç dönem çözümlemesinde, tarihteki öznel moment hem kapitalizmi sağlamlaştırmanın vasıtasıydı, hem de devrimci bir meydan okumayı gerçekleştirmenin tek aracıydı.

Gramsci tarihsel materyalizmin yedi postülasındaki belirlenimsizliği açığa çıkarmak için Marx’ın “Feurbach Üstüne Tezler”ini ([1845] 1978, ss. 143-5) kullandı. Gramsci insanların “aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler” kurduklarına (P1) katılıyordu; ancak bu ilişkiler tamamen dışsal değildi, zira bu ilişkilerin bilgisi onları değiştirebilirdi (1971, ss., 244,[10] 352-3[11]). Yani, Gramsci üstyapının temel’den yükseldiğine katılıyordu, ancak üstyapının temele geri tepkide bulunması mümkündü (1971, ss. 366[12], 403[13]).

Gramsci’nin yazılarının ayırdedici niteliği onun “üstyapı” alanına bahşettiği özerklikte yatar. Ancak, ekonomi üstüne ne söylüyordu? Gramsci burada da tarihsel materyalizme bağlı kalmayı sürdürdü. Üretim ilişkilerinin üretici güçleri engelleyeceği ve bunun ekonomik krizlere yol açacağı fikrine bağlı kalırken, ekonomik krizlerin kendi başlarına kapitalizmin yıkılışına götürmeyeceğine inandı (1971, s. 178[14]). Otomatik bir çöküş kuramı olmayınca, siyaset ve ideoloji çok daha fazla önem kazandı. Böylece, Gramsci P4‘ün toplumsal güçlerin birbirleriyle (yapıyla yakından bağlantılı, nesnel, insan iradesinden bağımsız, ve kesin bilimler veya doğa bilimleri ölçütleriyle belirlenebilecek) ilişkisi ve öznel irade formasyonu –insanların üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bilincine vardığı ideolojik ve siyasi biçimler– alanları arasında getirdiği ayrımın üstünde çok durdu (1971, ss. 138[15], 162[16], 180-1[17], 365[18], 371-2[19]).

Gramsci’nin orjinalliği Marksist ortodoksinin sınırları dahilinde gelişti. O, P5‘te her zaman ısrar etti: bir düzen potansiyelini tüketmeden ve yeni toplumun tohumlarını yaratmadan sonlanamazdı (1971, s. 177[20]); ve yine, üretici güçlerin gelişmesinin tarihin ilerlemeci gelişmesiyle koşut olduğunu verili kabul etti (P6). Komünizmi, ekonominin bir tahakküm yapısı olmaktan çıkıp özgürleşme aracı haline geleceği bir toplum olarak tasavvur etti (s. 367[21]): Sadece temel ve üstyapı arasındaki ilişki ters yüz olmakla kalmayacak, üstyapıda da devlet sivil topluma soğurulacaktı (1971, ss. 253,[22] 263[23]). Bu, Gramsci’nin tarih-öncesinin sonunu kavrayış biçimiydi (P7).

Gramsci yeniden oluşturduğu bu merkez temelinde Marksizmin pozitif heuristiğini üstyapı alanına daha fazla özerklik verecek biçimde genişletti. Kapitalizmin tarihini ekonomi temelinde ayrıştırmak –rekabetçiye karşı tekelci, ulusala karşı emperyal, anarşiğe karşı örgütlü vs.– yerine Gramsci bu iş için siyasi kurumları, özelde sivil toplumun yükselişini kullandı. Kitle partileri, sendikalar, ve medya gibi özel ancak ulusal örgütler ezilen sınıfları kapitalist topluma entegre ediyordu. Kendisinden öncekiler 1871’i kapitalizmin çöküşünün başladığının işareti addederken, Gramsci burjuvazinin hem feodalizmden kalma eski sınıflara, hem de işçi sınıfına baskın çıktığını vurguladı.

Gramsci, devlet kuramında da buna tekabül eden yenilikler yaptı. Devleti, kapitalist sınıfın “yalnızca [içinde] zor kullanımını meşru kıldığı ve sürdürdüğü değil de, yönetilenlerin aktif onayına da ulaşmayı başardığı” (1971, s. 244)[24] bir araç olarak gördü. Devlet sadece olumsuz veya baskıcı değil, aynı zamanda olumlu ve “eğitici” idi –sadece ordu ve polis değil, parlamento, hukuk, eğitim. Devlet ilgi/çıkarları kapitalizmin korunması gayesiyle uyum içinde örgütlemek ve yapılandırmak için “sivil toplum mevzileriyle” birleşiyordu.

Siyaset ve ideoloji kuramının bu şekilde revize edilmesi, devrimci stratejide de devlet iktidarına doğrudan el koymaktan sivil toplumun ele geçirilmesine, okulların, sendikaların, kiliselerin, siyasi partilerin dönüştürülmesine ve aynı zamanda kapitalizme yeni direniş alanları yaratılmasına doğru bir değişimi gerekli kıldı. Hareket savaşı (devlete saldırı) ancak mevzi savaşı sivil toplumu yeniden kurduktan sonra başarılı olabilirdi. Mevzi savaşının hareket savaşından sonra geldiği Lenin’in modeli Rusya için uygundu; çünkü orada “Devlet her şey[di], sivil toplum ilkel ve peltemsiydi; Batı’da, Devlet ile sivil toplum arasında, usa yatkın bir ilişki vardı ve sallanan bir Devlet içinde sarsılmaz bir sivil toplum yapısı hemen seçiliyordu” (1971, s. 238[25]). Gramsci bu temelde, sadece kapitalizmin erken veya geri biçimleri için uygun olan devrim kuramlarını –kitle grevi, sürekli devrim– ileri kapitalizme monte ettikleri için Luxemburg ve Troçki’yi eleştirdi.

Ancak Gramsci hâlâ bir Marksistti: Üstyapıların işleyiş ve etkilerinin parametrelerini ekonomik temelin verdiğinde ısrar etti. Marx’ın politik metinlerinde olduğu gibi, ekonomi siyasi aktörleri sınıflar temelinde oluşturuyordu. Komünist Manifesto’daki sınıf oluşumu kuramını ve Fransa’da Sınıf Savaşımları ile Lois Bonaparte’ın 18 Brumairei’indeki sınıf savaşımı incelemelerini temel alan Gramsci, sınıf örgütlenmesinin üç aşamadan geçtiğini öne sürdü: İlkin, sektörel birliklerde örgütlenme (kapitalistler için ticaret birlikleri, işçiler için sendikalar); iki, sınıfın kendi ortak ekonomik çıkarları etrafında örgütlendiği “ekonomik-korporatif” aşama; ve üç, sınıfın kendi çıkarlarını herkesin çıkarı olarak sunduğu siyasi veya hegemonik aşama. Bu noktada, egemen veya yönetici sınıf yönettiklerinin onayını almak adına ekonomik açıdan fedakârlıklarda bulunur; ancak bu ödünler sınıfın özel çıkarına zeval getirmez. Ödünler sermayenin kârını tehdit etmeksizin işçilerin onayını sağlar (Przeworski 1985, özellikle Bölüm 4). Demokrasi, sermayeden ödünler elde edildiği ve bu ödünlerin diğer sınıflara yeniden dağıtıldığı kurumsal mekanizma haline gelir; istikrarı ekonomik büyümeye ve ekonomik olarak fedakârlıkta bulunmaya hazır bir kapitalist sınıfın varlığına bağlıdır.

Gramsci, Lenin’in “sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı” yerine, sınıf uzlaşmasının mümkün olduğunu söyledi. Bunu yaparak, sadece modern prensin (Parti) kırabileceği kapitalist hegemonyanın gücünü vurguladı. İşçi sınıfı için Parti, devletin kapitalist sınıf için olduğu şeydir; ancak Partinin zor uygulayacak araçlara erişimi yoktur ve Parti, ittifak kurduğu sınıflara (örn.: köylüler) verecek maddi ödünlerden de yoksundur. Bunlar yerine, hâlihazırda kapitalizm içinde sosyalist kurumsallaşmanın ön-biçimleri sayılacak kurumlar yaratarak sivil toplumun yerini alması gerekir. “[K]olektif bir istenç uyandırmak ve örgütlemek üzere, dağınık bir halk üzerinde etkili olan somut bir imgeleme yetisinin yaratılması olarak” ideoloji (1971, s. 126[26]), burjuva hegemonyasına karşı çıkmak ve sınıf ittifakı kurmakta son derece önemli hale gelir. Ezilen sınıflara yakın olan ve onlara güvenen organik aydınlar bu gibi her mevzi savaşında kritik bir rol üstlenirler.

Gramsci Hapishane Defterleri‘nde Marksist kuramı tarihsel materyalizmin merkez postülaları temelinde yeniden yazdı ve Marx ve Engels’in siyasi yazılarındaki timsalleri genişletti. Eğitim, parti, devlet, ideoloji, demokrasi ve toplumsal hareketler üstüne son derece zengin kuramlar sundu. Her şeyden öte, Gramsci’nin Marksist kuramı yeniden yazmasının kehanet kudreti kanıtlandı: Sosyalist partiler, en azından Batı’da, dikkatlerini mevzi savaşına gittikçe daha fazla yönlendirdi, ve sivil toplumda sınıf ittifakları ve devletin ideolojik aygıtları tarafından kurulan burjuva hegemonyası hakim olmaya devam ediyor.

 

Marksizme Elveda mı?

Batı’da devrimin olmaması ile hesaplaşırken, Gramsci Marksizmi başarıyla yeniden inşa etmiş olabilir; ama peki biz şimdi Doğu’da sosyalizmin doğrudan geriye çekilmesiyle nasıl başa çıkacağız? Kapitalizmin ışıl ışıl parıldayan gelecek olarak sosyalizm üstüne ütopik beklentiler üretmesi gibi devlet sosyalizmi de kapitalizm üstüne aynı mahiyette ütopik beklentiler üretti. O halde, kapitalizmin bu son zaferi Marksizmin ölümünün habercisi olmalı kesinlikle, öyle değil mi? Hayır, hiç de değil. Tarih Marksizmin çözülmesi tehdidini ilk kez ortaya çıkarmıyor. Gerçekten de, bu makaledeki tarihsel çözümlememiz Marksizmin gelişmesinin bu gibi tahripkâr geri tepmelere bağlı olduğunu, Marksizmin bunları kuramsal gelişmeyi tetikleyen zorluklara dönüştürdüğünü gösterdi. Alman Marksizmi, Alman Sosyal Demokrat Parti’nin reformizmine cevap oldu; Rus Marksizmi Rus işçi sınıfının radikalizmine ve Üçüncü Dünya Marksizmi uluslararası kapitalizmin ürettiği azgelişmişliğe cevaptı; Batı Marksizmi de devrimin olmamasına ve faşizmin yükselişine cevap oldu (Ayrıca bkz. Lichteim 1961, Anderson 1976, Jacoby 1981).

Marksizmin ilerleyen dallarının genişlemesi, değiştirmek istediği dünyaya karşı hassas kalırken ayırdedici heuristiğini korumasına bağlı oldu. Öte yandan, Sovyet Marksizminin bozulan niteliği ise tam da Marksist araştırma programının özerkliğinin reddiyle açıklanabilir. Marksizmde Doğu’nun önümüze çıkardığı zorluğa –”komünizmin” çöküşü– cevap vermek adına yeni bir kuram kuşağının, ya da, daha muhtemeldir, yeni bir dalın ortaya çıkışı, içsel ve dışsal tarih arasındaki karşılıklı dengenin sürdürülmesine zorunlu olarak bağlı olacaktır. Bu son bölümde, tarihsel zorluklar ve kuramsal gelişme arasındaki bağlantıyı onarmaya girişmeden önce, bu dengeyi tehdit eden iki çağdaş eğilimi –analitik Marksizm ve post-Marksizm– ele alıyorum.

Batı Marksizmi işçi sınıfı ile diyalogdan burjuva felsefe kuramları, sosyolojisi ve ekonomisi ile bir diyaloğa kaydığında, tarihsel zorluklardan çok akademik saygınlığı dert edinmeye başladı. Bu açıdan, Marksizmi 20. yüzyılın son çeyreğine neoklasik iktisadı, analitik felsefeyi, oyun kuramı ve toplumsal tabakalaşma kuramını asimile ederek taşımak isteyen analitik Marksizm tipik bir örnektir (Cohen 1978, Elster 1985, Roemer 1986, 1988; Wright 1985, Przeworski 1985). Analitik Marksizmde amaç, modern sosyal bilim tekniklerini Marksizmde geçerli ve kullanışlı kalan her şeyle birleştirerek gerçek bir Marksist bilim kurmaktır. Ancak önceki tüm Marksizmlerin hakikatini kendinde mükemmelleştirmek isteyen analitik Marksizm, Marksizmi onun kuramsal gelişmesinin “motoru” olan tarihsel zorlukların üstünü örterek, tarihin dışına taşır. Açıklık ve kesinlik fetişiyle kendini kendi tarihselliğinden yalıtan analitik Marksizm, bilim olarak körelir.

Anomalilerin günümüzde çoğalması karşısında analitik Marksizm tarihten çekiliyor; aynı önemdeki bir diğer modern akım ise tarihe soğuruluyor. Buradan baktığımızda gördüğümüz şu: İşçi sınıfı hareketlerinin zayıflığı ve sosyalizme bağlılıktaki düşüş Marksistleri feminizm, sivil haklar hareketi, çevreci hareketler veya barış hareketi gibi sınıf karakteri olmayan ya da çoklu sınıf karakteri olan yeni toplumsal hareketleri ayrım gözetmeksizin kucaklamak adına Marksizmin dışına çıkarıyor (Laclau ve Mouffe 1985; Boggs 1986). Böyle bir “post-Marksizm” ekonomik sömürünün öncelliği yerine çoklu baskı biçimlerini koyuyor ve amacı, sınıfsız bir sosyalizm olmaktan çıkıp radikal demokrasiye dönüşüyor (Bowles ve Gintis 1986). Post-Marksizm her bir şeyin önemli olduğu ve böylece açıklama sunmanın imkânsızlaştığı tarih ağında kayboluyor. Elinde ne merkez-çekirdeğin varsayımlarını koruyacak bir negatif heuristik kalıyor, ne de timsal ve sorun-çözme makinasıyla bir pozitif heuristik. Gerçekten de, post-Marksizm her tür heuristiğe karşı çıkmayı fetiş addediyor, ve bu nedenle elinde ne tarihten anomali seçmek için bir araç var, ne de anomalileri soğurmak için bir mekanizması. Heuristik olmadan post-Marksizm başıboş, dümensiz kalıyor. Bu nedenle bilim olarak gelişemez.

İçsel ve dışsal tarih karşılıklı olarak kurucudur –birinin çöküşü diğerinin çöküşüne götürür. Analitik Marksizm kendini tarihsel zorluklardan yalıtırken, post-Marksizm Marksizmin ayırdedici kuramsal özerkliğini terkediyor. İki durumda da sonuç aynı –anomalileri önce tanıma ve sonra sindirme yeteneğinin sınırlanması. Bu iki akımın hiçbiri Marksizmin karşısına çıkan en büyük zorluk, yani devlet sosyalizminin çöküşü, üstüne çok bir şey söylemedi. 1989 ve 90’ın devasa önemdeki olayları tarihsel zorluklar ve kuramsal gelişmenin karşılıklı bağımlılığını muhafaza eden, hem önceki dalları hem de Marksist merkezi yeniden düşünen yeni bir Marksizm dalını gerekli kılıyor.

Marksizm içinde, Sovyetler Birliği’nin istikrarsız ve dinamik yönlerine odaklanmış, “muhalif” geleneklere dönmek yapabileceğimiz en kötü şey olmaz. Örneğin, Troçki ve takipçileri Sovyetler Birliğini kapitalizm ve sosyalizm arasında bir geçiş dönemi formu, öyleyse içkin biçimde istikrarsız saymıştı. Sovyet toplumunun bozulmasına dair çözümlemesini bitirirken Troçki şöyle diyordu: “Yeni bir sosyalist iktidarın onun yerini almaması halinde şimdiki bürokratik diktatörlüğün devrilmesi, böylelikle kapitalist ilişkilere geri dönüş ve onunla birlikte sanayi ve kültürde feci bir gerileme anlamını taşıyacaktır.” (Troçki [1936] 1979[27]) Başkaları ise Sovyetler Birliği’nin kendine özgü niteliğini vurguladı ve dinamiklerini serimlemeye çalıştı. Konrad ve Szelenyi (1979) devlet sosyalizmini artığa merkezin el koyup yeniden dağıttığı bir toplum olarak kuramlaştırdılar. “Teleolojik yeniden dağıtıcılar” sınıfı bu el koymayı kolektif çıkar adı altında meşrulaştırıyordu. Kolektif çıkarın tanımı içkin biçimde entelektüel bir faaliyetti; Konrad ve Szelenyi’ye (1979) göre, bu durumda entelektüeller sınıf iktidarını ele geçirme yolundaydı.

“Reel sosyalizm” dediği şeyin bugünkü krizini öngören muhalif Marksist Rudolf Bahro üretim araçlarının merkezi mülkiyetinin üretici güçleri nasıl engellediğini ve bununla aynı zamanda devrimci potansiyele sahip bir “artı bilinci” nasıl ürettiğini gösterdi (P2 ve P3). Teknolojik ilerleme tüm sınıflar için eğitim düzeyinin artmasını gerekli kılıyordu, ve bunun kendisi de muhalefet üretiyordu.

“Şu anki durum ne kadar uzun süre devam ederse, [bürokratik] aygıt toplumun düşünen unsurlarını ne kadar umutsuzluğa sürüklerse bu unsurların olası değişimleri kendileri açısından anlamalarını da o derece bir tutarlılıkla önler; öyleyse, bu halde, tüm enerji salt bu aygıtı yıkmaya o derece fazla odaklanır ve böylece başlangıçta kavram kargaşası o derece büyük, sonucun sadece toplumsal örgütlenmenin çözülmesinden ibaret kalma tehlikesi o derece fazla olacaktır” (1978, s. 308).

“Reel” sosyalizmden kapitalizme geçerken, geçmişin siyasi ve ideolojik manzarasına tepki sınıf savaşımının örüntülerini biçimlendirmekte çok önemli bir rol oynadı (P4). Doğu Avrupa ülkelerinin (belki Bulgaristan istisnası dışında) hepsinde ideolojik söylemde antikomünizm, demokrasi, ve özgür girişimcilik hâkimdi. İşçi sınıfı kendi çıkarlarını savunmak için gereken ideolojik alana da siyasi yeterliliğe de sahip değildi.

Eğer P1, P2, P3, P4 devlet sosyalizmine kapitalizmden de iyi uygulanabiliyorsa, P6 ve P7‘nin karşılaştığı zorluk daha büyük gibi görünebilir. İlk bakışta sosyalizmden kapitalizme geçiş tarihin feodalizmden kapitalizme geçişteki ilerlemeci hareketini ters çeviriyormuş gibi görünebilir (P6). Ancak P5, kapitalizmin ötesine başarılı bir geçişin sadece maddi koşullar varolduğunda olabileceğini iddia eder. Batı’da bir devrim olmadan geri kalmış Rusya’da sosyalizmin ortaya çıkamayacağı Marx’dan Kautsky ve Luxemburg’a, Plekhanov’dan Troçki ve Lenin’e dek tüm Marksizmin temel bir ilkesi olmuştu. Tek başına Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin mümkün olduğuna inanan sadece Stalin’di.

P7‘nin karşılaştığı ise daha ilginç ve daha büyük bir zorluk: Karşıtlıklara dayanan son üretim tarzı olarak kapitalizm, çöküşüyle beraber insanlığın tarih-öncesinin sonunu getirecektir. Yukarıda gördüğümüz üzere, bu postülanın birbirleriyle rekabet halindeki yorumlarının meselesi komünizmin olanağı idi; bunun iki farklı öğesi var. Bir, kapitalizmin çökmesi olasılığı; iki, kapitalizm bir kere çöktükten sonra ardından komünizmin ortaya çıkıp çıkamayacağı. Alman Marksizmi kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığına ve komünizmin yükselişinin olası olduğuna inandı. Rus Marksizmi kapitalizmin çöküşünden Almanlar kadar emin değildi ancak bir kere çöktü mü, yolun sonunun komünizme varacağından Almanlardan daha çok emindi. Eleştirel kuramın kapitalizmin sürekliliğine inanması ise komünizmi ütopikleştirdi.

Bugün, komünist bir gelecek olanağına inanç daha yoğun bir saldırı altında. Sadece komünizme giden yol tıkanmış halde değil, böyle bir toplumun bizatihi yaşayabilirliğine dahi kuşkuyla bakılıyor. Sovyetler Birliği’nde Marksizm-Leninizme yapılan açık saldırı, Marksizmin Doğu Avrupa’da toprağa gömülmesi ve öte yandan kapitalizmin dünya ölçeğinde bir hegemonyaya doğru ilerlemesi sosyalizmin uygulanabilirliğine karşı kanıtlar olarak sunuluyor. Devlet sosyalizmi deneyiminden öğrenecek çok şeyimiz olsa da, sadece tek bir biçiminin çökmesi yüzünden sosyalizmin genel olarak imkânsız olduğu sonucuna varmak yanlış olur. En azından böyle bir iddianın 1) devlet kapitalizminin sadece başarısızlıklarını değil, (en zor koşullar altında gerçekleştirdiği) başarılarını da açıklaması, ve 2) kamu mülkiyetinin demokratikleşme ve pazarlarla birleştirilmesinin uygulanamaz olduğunu ya da sosyalizmin ekonomik sorunlarını çözmeyeceğini kanıtlaması gerekir. Bu ikincisi, Doğu Avrupa’nın kaybettiği bir şanstı –devlet sosyalizmi kendi ideolojisini son derece etkin bir biçimde geçersiz kıldığı ve işçi sınıfını aynı derecede demobilize ettiği için kaybedilen bir şans.

Olayların seyri umduğu gibi gitmeyen her Marksist nesil kendi Kaybeden Tanrı’sını yazıyor (Crossman 1949) [The God That Failed. Eski-komünistlerin komünizme ilişkin düş kırıklıklarını anlattığı bir derleme –ç.n.]. Ancak her yeni nesil süreğen biçimde onun inandırıcı heuristiğine, hem merkez çekirdeği, hem de kuram kuşaklarına çekildiğinden Marksizm yaşamaya devam ediyor (örn.: bkz. Gouldner 1985, Kısım III). Devlet sosyalizminin çöküşü Marksist projenin yaşayabilirliğini kısa dönemde tehdit edebilir; ancak uzun dönemde Marksizmin canlılığının garantide olduğuna inanıyorum. İlkin, devlet sosyalizminin çöküşü Marksizmi onun en fazla bozulmuş dalının, Sovyet Marksizminin, zararlı etkilerinden kurtaracaktır. Özelde, sosyalizmin olası anlamı ve devlet sosyalizminin kusurlarına ilişkin tartışma Marksist-Leninist ortodoksi ve onun alternatif tasarımlara karşı hoşgörüsüzlüğünü dikkate almak zorunda kalmaktan kurtulacaktır. İki, kapitalizmin kendi usdışılıklarına çözümler bulduğuna dair hiçbir işaret olmadığı için, sosyalist çözümler aramaya yönelik sürekli bir itki varolacaktır. Üç, Marksizm hâlâ kapitalizmin içkin çelişkileri ve dinamiklerine ilişkin üretken bir kavrayış sunuyor. Öyleyse, kapitalizmin dünya ölçeğindeki üstünlüğüyle beraber Marksizm de bir kez daha kendi yerini bulacaktır. Kapitalizmin ömrünün uzunluğu, bu yollarla Marksizmin de ömrünün uzunluğunu garanti eder. Siyam ikizi gibiler –birinin dünyadan göç etmesi, diğerinin göç etmesine bağlıdır.

 

 

Kaynakça

Alexander, Jeffrey. 1982. Positivism, Presuppositions, and Current Controversies. Berkeley: University of California Press.

*Anderson, Perry. 1976. Considerations on Western Marxism. London: Verso Books. *2004: Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler. Birikim Yayınları.

Arato, Andrew ve Paul Breines. 1979. The Young Lukacs and the Origins of Western Marxism. New York: Seabury Press.

Bahro, Rudolf. 1978. The Alternative in Eastern Europe. London: Verso Books.

*Bernstein, Eduard. [I899] 1961. Evolutionary Socialism. New York: Schoken. *1991: Evrimsel Sosyalizm. Kavram Yayınları.

Bernstein, Howard. 1981. “Marxist Historiography and the Methodology of Research Programs.” History and Theory 20:424-49.

Boggs, Carl. 1986. Social Movements and Political Power. Philadelphia: Temple University Press.

*Bowles, Samuel ve Herbert Gintis. 1986. Democracy and Capitalism. New York: Basic Books. *1996: Demokrasi ve Kapitalizm. Ayrıntı Yayınları.

Cardoso, Fernando ve Enzo Faletto. 1979. Dependency and Development in Latin America. Berkeley: University of California Press.

*Cohen, G.A. 1978. Karl Marx’s Theory of History: A Defence. Oxford: Oxford University Press. *1998: Karl Marx’ın Tarih Teorisi: Bir Savunma. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.

Crossman, R.H.S. Ed. 1949. The God That Failed. New York: Harper and Row.

Durkheim, Emile. [1896] 1958. Socialism and Saint-Simon. Yellow Springs, Ohio: Antioch Press.

*Elster, Jon. 1985. Making Sense of Marx. Cambridge: Cambridge University Press. *2004: Marx’ı Anlamak. Liberte.

Evans, Peter, Dietrich Rueschemeyer ve Theda Skocpol (Der.). 1985. Bringing the State Back In. Cambridge: Cambridge University Press.

Evans, Peter ve John Stephens. 1989. “Studying Development since the Sixties: The Emergence of a New Comparative Political Economy.” Theory and Society 17: 7 13-46.

*Feyerabend, Paul K. 1975. Against Method. London: Verso. *1999: Yönteme Karşı. Ayrıntı Yayınları

Feyerabend, Paul K. 1981. Problems of Empiricism. Cambridge: Cambridge University Press.

Gay, Peter. 1952. The Dilemma of Democratic Socialism. New York: Columbia University Press.

Gouldner, Alvin. 1980. The Two Marxisms. New York: Seabury Press.

Gouldner, Alvin. 1985. Against Fragmentation. New York: Oxford University Press.

*Gramsci, Antonio. 1971. Selections from the Prison Notebooks. New York: International Publishers. *1986: Hapishane Defterleri: Seçmeler. Onur Yayınları [çeviride kullanılan kaynak], *1986: Belge Yayınları. *2006: Hapishane Defterleri: Tarih, Politika, Felsefe ve Kültür Sorunları Üzerine Seçme Metinler. Aşina Kitaplar.

*Gramsci, Antonio. 1984. Modern Prens. Birey ve Toplum Yayınları.

*Habermas, Jürgen. 1984. The Theory of Communicative Action, Volume I: Reason and the Rationalization of Society. Boston: Beacon Press. *2001: İletişimsel Eylem Kuramı. Kabalcı.

*Habermas, Jürgen. 1987. The Theory of Communicative Action, Volume II: Lifeworld and System. Boston: Beacon Press. *2001: İletişimsel Eylem Kuramı. Kabalcı.

Hacking, Ian. 1981. “Lakatos’s Philosophy of Science.” Pp.128-143 Scientific Revolutions içinde (der.) Ian Hacking. Oxford: Oxford University Press.

Hacking, Ian. 1983. Representing and Intervening. Cambridge: Cambridge University Press.

Harding, Neil. 1983. Lenin’s Political Thought, Two Volumes. London: MacMillan.

*Hilferding, Rudolf. [I901] 1981. Finance Capital. London: Routledge and Kegan Paul. *1995: Finans Kapital. Belge Yayınları.

*Horkheimer, Max. 1972. Critical Theory. New York: Seabury Press. *2006: Geleneksel ve Eleştirel Kuıram. YKY.

*Horkheimer, Max ve Theodor Adorno. [I944] 1972. Dialectic of Enlightenment. New York: Seabury Press. *2010: Aydınlanmanın Diyalektiği. Kabalcı

*Hughes, Stuart. 1958. Consciousness and Society. NewYork: Alfred K. Knopf. *1985: Toplum ve Bilinç. Metis

*Jacoby, Russell. 1981. Dialectic of Defeat. New York: Cambridge University Press. *1999: Yenilginin Diyalektiği Batı Marksizminin Dış Hatları. Doruk Yayınları.

Jay, Martin. 1984. Marxism and Totality. Berkeley: University of California Press.

*Kautsky, Karl. [I8911 197 1. The Class Struggle. New York: Norton. *1934: Sınıf Kavgası. Gazete Matbaa Kütüphane

Kolakowski, Leszek. 1978. Main Currents of Marxism, Vol.III, The Breakdown. Oxford: Oxford University Press.

Komad, George ve Ivan Szelenyi. 1979. Intellectuals on the Road to Class Power. New York: Harcourt Brace Jovanovich.

*Kuhn, Thomas. 1962. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: University of Chicago Press. *2005: Bilimsel Devrimlerin Yapısı. Alan Yayıncılık.

Kuhn, Thomas. 1970.”Logic of Discovery or Psychology of Research.,” s. 1-25. Criticism and the Growth of Knowledge içinde, (der.) Imre Lakatos and Alan Musgrave. Cambridge: Cambridge University Press.

*Laclau, Emesto ve Chantal Mouffe. 1985. Hegemony and Socialist Strategy. London: Verso Books. *1992: Hegemonya ve Sosyalist Strateji. Birikim

Lakatos, Imre. 1978. The Methodology of Scientific Research Programmes. Cambridge: Cambridge University Press.

Laudan, Larry. 1977. Progress and its Problems. Berkeley: University of California Press.

*Lenin, V.I. 1967. Selected Works (Three Volumes). Moscow: Progress Publishers.

   *a 1978: Devlet ve Devrim. Bilim ve Sosyalizm Yayınları

   *b 1979: Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. Sol Yayınları.

Lichteim, George. 1961. Marxism. London: Routledge and Kegan Paul.

*Lukacs, Georg. [I922] 1971. History and Class Consciousness. Cambridge: MIT Press. *2006: Tarih ve Sınıf Bilinci. Belge Yayınları.

*Luxemburg, Rosa. [I913] 1951. The Accumulation of Capital. London: Routledge and Kegan Paul. *1986: Sermaye Birikimi. Alan Yayınları.

*Marcuse, Herbert. 1955. Eros and Civilization. Boston: Beacon Press. *1998: Eros ve Uygarlık. İdea Yayınevi.

*Marcuse, Herbert. 1964. One Dimensional Man. Boston: Beacon Press. *1997: Tek Boyutlu İnsan. İdea Yayınevi.

Marcuse, Herbert. 1969. An Essay on Liberation. Boston: Beacon Press.

*Marx, Karl. [I844] 1975. Economic and Philosophical Manuscripts., s.279-400. Early Writings içinde. New York: Viking Press. *2005: Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları. Birikim Yayınları.

*Marx, Karl. [I845] 1978. “Theses on Feuerbach.” s. 143-5, The Marx-Engels Reader içinde, (der.) Robert Tucker. New York: Norton. *1992: “Feuerbach Üzerine Tezler.” Alman İdeolojisi içinde. Sol Yayınları.

*Marx, Karl. [I850] 1964. The Class Struggles in France. New York: Intemational Publishers. *1979: Fransa’da Sınıf Savaşımları. Sol Yayınları.

*Marx, Karl. [1852] 1963. The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte. New York: Intemational Publishers. *2010: Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. İletişim Yayınları. *1979: Sol Yayınları.

*Marx, Karl. [I861] 1967. Capital. Vo1.I. New York: International Publishers. *2011: Kapital. Cilt 1. Yordam Yayınları. *1986: Sol Yayınları.

*Marx, Karl [I885] 1967. Capital. Vol.II New York: Intemational Publishers. *1979: Kapital. Cilt 2. Sol Yayınları.

*Marx, Karl [I894] 1967. Capital. Vol.Ill. New York: International Publishers. *1990: Kapital. Cilt 3. Sol Yayınları.

*Marx, Karl. [I871] 1968. The Civil War in France. New York: International Publishers. *1979: Fransa’da İç Savaş. Sol Yayınları.

*Marx, Karl ve Friedrich Engels. [I848] 1978. The Communist Manifesto., s. 469-500. (der. Robert Tucker) The Marx-Engels Reader içinde. New York: Norton. *1976: Komünist Parti Manifestosu. Sol Yayınları.

Newton-Smith, W.H. 1981. The Rationality of Science. London: Routledge and Kegan Paul.

Polan, A.J. 1984. Lenin and the End of Politics. Berkeley: University of California Press.

Polanyi, Michae1.1958. Personal Knowledge. Chicago: University of Chicago Press.

Pollock, Friedrich. 1978.”State Capitalism: Its Possibilities and Limitations.” s.7 1-94. The Essential Frankfurt School Reader içinde (der.) Andrew Arato ve Eike Gebhardt. New York: Urizen Books.

*Popper, Karl. 1945. The Open Society and lts Enemies, Vol.II. London: Routledge and Kegan Paul. *2008: Açık Toplum ve Düşmanları: Liberte.

Popper, Karl. 1963. Conjectures and Refutations. London: Routledge and Kegan Paul.

Przeworski, Adam. 1985.Capitalism and Social Democracy. New York: Cambridge University Press.

Roemer, John, (der.). 1986. Analytical Marxism. Cambridge: Cambridge University Press.

Roemer, John. 1988. Free to Lose. Cambridge: Harvard University Press.

Schorske, Carl. 1955. German Social Democracy, 1905-1917. New York: Russell & Russell.

Seidman, Gay. 1990. “The Emergence of Radical Labor Movements in South Africa and Brazil.” Unpublished PhD Dissertation, University of California, Berkeley.

*Troçki, Lev. [I906] 1969. Results and Prospects. s. 36-122, The Permanent Revolution and Results and Prospects içinde. New York: Pathfinder. *1976: Sürekli Devrim Sonuçlar ve Olasılıklar içinde. Yazın Yayıncılık.

*Troçki, Lev. [I930] 1977. The History of the Russian Revolution. London: Pluto. *1998-99: Rus Devriminin Tarihi (3 Cilt). Yazın Yayıncılık.

*Troçki, Lev. [I936] 1972. The Revolution Betrayed. New York: Pathfinder *2006: İhanete Uğrayan Devrim. Alef Yayınları. *1998: Yazın Yayıncılık.

Tucker, Robert, (der.). 1978. The Marx-Engels Reader. New York: Norton.

Tudor, H. ve J.M. Tudor, (der.). 1988. Marxism and Social Democracy: The Revisionist Debate, 1896-I898. Cambridge: Cambridge University Press.

Warren, Bill. 1980. Imperialism: Pioneer of Capitalism. London: Verso Books.

*Waters, Alice, (der.). 1970. Rosa Luxemburg Speaks. New York: Pathfinder.

   *a. 1993: Sosyal Reform mu Devrim mi? Belge Yayınları.

   *b. 1979: Spartakistler Ne İstiyor? Belge Yayınları.

   *c. 2009: Rus Devrimi. Yazılama Yayınevi.

   *d. 1990. Kitle Grevi, Politik Parti ve Sendikalar. Z Yayınları.

Worrall, John. 1978.”The Ways in Which the Methodology of Scientific Research Programmes Irnproves on Popper’s Methodology.” s.55-7. Progress and Rationality in Science içinde (der.) Gerard Radnitzky ve Gunnar Andersson. Dordrecht, Holland: D. Reidel.

Wright, Erik. 1985. Classes. London: Verso Books.

 

 



[1] Program-üstü normların muğlaklığı nedeniyle ve görünüşte bozulan halde olan programlar her zaman bir geri dönüş yapabilecekleri için onların sadece sonradan değerlendirilebileceklerini öne sürmesi yüzünden Lakatos çok eleştirildi. Bkz. Hacking (1981; 193, Bölüm 8); Newton-Smith (1981, Bölüm 4); Feyerabend (1975, Bölüm 16; 1981, Bölüm 10); Laudan (1977, Bölüm 3 ve 5).

[2] Son zamanlarda başkaları da araştırma programı düşüncesini sosyal bilimlere uyguladı; ancak onların kavrayışları benimkinden çok daha gevşek. Örneğin, Alexander (1982), bu düşünceyi Parsonscu “yeni-işlevselciliği” yeniden inşa etmek adına kullanıyor; Evans ve Stephens (1989) de kalkınma programının güzergâhını yeniden kurarken kullandı. Ancak iki çalışma da Lakatos’un şemasının ayrıntılarını, pozitif ve negatif heuristik, öndeyinin önemi ve “ilerleme” ile “bozulma” kriterlerini ciddiye almıyor. Howard Bernstein (1981) bu düşüncenin Marksist tarih yazımı için nasıl geliştirilebileceğine işaret ediyor; ama bu yolda fazla ilerlemiyor.

[3] Fark edileceği gibi, hem Marx’taki hakikati onun olgun, bilimsel yazılarına indirgeyen klasik Marksizm ve Fransız yapısalcılığından, hem de gerçek Marx’ı Hegelyan gençlik metinlerinde bulan Eleştirel Kuram’dan ayrılıyorum. Bana göre, Marx’ın erken dönem çalışmalarının olgunluk dönemindekilerle ilişkisi, pozitif heuristik ve negatif heuristik ilişkisidir. Erken dönem eleştirel kuram, araştırma programının sonraki spesifik kapitalizm çözümlemelerinde varsayılan merkezini temsil eder.

[4] 1977: Fransa’da İç Savaş. Sol Yayınları, s. 57

[5] 1999: Sosyal Reform mu, Devrim mi?, Belge Yayınları, s. 99

[6] Kapitalizmin ilerici demokratik eğilimlerini savunmaları nedeniyle kendilerini sosyalist addeden Sidney Hook, Daniel Bell, ve Sermour Martin Lipset’in çalışmaları bu yeni araştırma programıyla özdeşleştirilebilir. T. H. Marshall’ın İngiltere’deki refah devleti incelemesinde, Walter Korpi’nin İsveç sosyal demokrasisi çözümlemesinde, ve Bowles ve Gintis’in Amerikan toplumunun demokratikleştirilmesi çağrılarında da Bernstein’ın kuramını işler halde görebiliriz.

[7] 1990. Kitle Grevi, Politik Parti ve Sendikalar, Z Yayınları.

[8] 1976: Sürekli Devrim, Sonuçlar ve Olasılıklar içinde, Yazın Yayıncılık.

[9] 2006: Geleneksel ve Eleştirel Kuram. YKY., s. 215-289. [“Otorite ve Aile”]

[10] MP: Modern Prens. Birey ve Toplum Yayınları, 1984, ss. 143-44

[11] HD: Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, 1986., ss.235-37

[12] HD: 248

[13] HD: 262

[14] HD: 128

[15] MP: 21

[16] HD: 106-109

[17] HD: 131-133

[18] HD: 247-48

[19] ‘İdealizm-pozitivizm [Bilginin “Nesnelliği”]’ alt başlığı, 4. Not Defteri, 37. Madde, Hapishane Defterleri, 2. Cilt., Kalkedon Yayıncılık, 2012.

[20] HD: 127

[21] HD: 249

[22] MP: 172

[23] HD: 185-86

[24] MP: 143

[25] HD: 159

[26] HD: 85

[27] İhanete Uğrayan Devrim. Alef Yayınları. 2006, s. 344

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar