Ana SayfaArşivSayı 59-60Marksistler ve Din Sorunu

Marksistler ve Din Sorunu

Muhammet Akyol

Marksistler arasında din bir sorun olmaya devam ediyor. Bu sorunun önemini anlayan Marksistler her zaman Müslüman mahallesine doğru yol almanın gerekli olduğunu düşündüler. Bu mahalleye geçmek için girişimlerde bulundular, fakat muvaffak olamadılar. Başarısız deneyimlerden sonra eski mahallelerine geri döndüler.

Bugün bu eski mahallede de pek rahat değiller. Beklediklerini ve istediklerini yapamadıklarının farkındalar. Bir olmama halidir yaşanıyor. Bunu hissediyorlar, fakat karşı mahalleye nasıl geçeceklerine de karar veremiyorlar.

Marksistler bu maddi ihtiyacı karşılamak için felsefi, ideolojik, politik kimi argümanlar üretiyorlar, ancak bunların karşı mahallede bir karşılığı bulunmuyor. Bu argümanlar bir yandan Marksistlerin kendilerini karşı mahalleye taşımaya yetmiyor, diğer yandan sorunu katmerleştiriyor ve Marksistlerin hangi dinle ilişkilenmeye çalışmaları gerektiği meselesini de tartışmaya açıyor. Bütün bunlarla birlikte, tüm bu girişimler içeriden ideolojik bir dirençle karşılanıyor.

Marksistlerin dine dair düşünceleri, yaklaşım ve davranışları Batıcı, Aydınlanmacı, modernist düşünce içinde şekillenmiştir. Marksistler, dine bu temelde yaklaşıyor, politikalarını bu perspektiften belirliyorlar. Ancak Aydınlanma değerleri dine dair düşünce ve davranışlarında, jest ve mimiklerinde o ölçüde yüklü ki, Marksistler ne zaman sokağa inseler karşılarında halkın değerlerini buluveriyorlar. Yüce insani amaçlar güden Marksistler, bu karşılaşmada, hiç hak etmediklerini düşündükleri “dinsiz ateistler” algısından kendilerini kurtaramıyorlar. Marksistler için sorun olmayan şeyler, karşı tarafta sorun oluyor ve Marksistler sorunun kaynağını bir kez daha karşı tarafta görüyorlar.

*

Fakat Marksistlerin bir de politik alanda karşılaştığı sorunlar var. Genel olarak sosyalistler, 1960’larda devlet güçleriyle kitlesel denebilecek karşılaşmalarında, karşı tarafta polis aygıtı yanında, Müslümanların örgütlendiği “soğuk savaş” tertiplerinden olan “Komünizmle Mücadele Dernekleri”ni buldular. “Allah Allah” nidaları ile Amerikancılık ve devletçilik karışıyor, ve devrimciler kendilerini zorunlu olarak yoksul Müslüman kitlelerden ayırıyordu.

Bu kötü deneyimler sonucu, Marksistler, Müslüman mahallesine adım atamıyorlar. Her yeni dönemde ortaya çıkan tazelenmiş istek, ezberlenmiş de olan tarihsel gerçeğin direnciyle geri tepiyor. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı “yeşil kuşak projesi”, Afganistan’da Sovyetler’e karşı ABD yardımıyla savaşan Taleban, İran’da İslam Devriminin sosyalistler için kanlı akıbeti ve tekrar, Türkiye’de, devletinin yanında yer alan İslamcı oluşumların yaygınlığı…

Din ve dindarlarla bu gerilimi yaşayan Marksistler kendilerini rahat hissettikleri tarihe döndüklerinde, sığınacakları teorik argümanları olgun ve hazır şekilde buluveriyorlardı. Din zaten gericiydi ve “halkın afyonu”ydu, sosyalizmin yüce değerleriyle mücadele etmesi tabiatının gereğiydi. Kabaca özetlediğim bu yaklaşımın Marksistlerin dini okuma biçimi olduğunu söyleyebiliriz.

Teorik ya da kötü deneyimlerin biriktiği tarihsel gerekçelerle, son dönemlerde tekrar bir kısmi ilgi artışı gözlense de, Marksistlerin din ile ilgili gündemlerinin dikkat çekecek ölçüde zayıf olduğu görülüyor. Nüfusunun yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede mücadele yürüten Marksistlerin din ile bu kadar az ilgilenmelerinin, değindiğimiz tarihsel gerekçelerden daha geçerli bir mazereti olmalıdır.

Din, Marksistler arasında ve politik programlarda en fazla “din ve vicdan özgürlüğü” başlığı altında kendine yer bulabiliyor; o da, dini inancın kişisel bir tercih olduğu, kişilerin din ve vicdan özgürlüğüne karışılmayacağı, ve “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılacağı” gibi yüce gönüllülük beyanlarının ötesine geçemiyor. Buna karşılık, yüzlerini tarihe döndürdüklerinde ise dinin gerici olduğuna dair düşüncelerini daha rahat ve daha gür bir sesle haykırıyorlar. Marx’ın “halkın afyonu” söylemini, Lenin’in bu anlayışı Marksist olmanın temeli saymasını en sağlam bir şekilde savunmayı Marksist olmanın ölçüsü olarak ele alıyorlar.

*

Dinin inanç özgürlüğü kapsamında ele alınıp tanımlanması politik olarak Marksistlere ne gibi bir özgünlük sağlıyor? Marksistler bu anlayışla kendilerini başkalarından ayırıyor mu, yoksa birtakım başkalarına benzetiyor mu?

“İnanç ve vicdan özgürlüğü” olarak din yaklaşımı, öncelikle İslami kesimler bakımından çok tanıdık, Cumhuriyetin kuruluşundan beri devletliden duyup dinlediği bir söz kümesidir. Durum bu olunca, Marksistlerin bu söylem üzerinden herhangi bir politik avantaj elde etmelerinin olanaksız olduğu ortada.

Egemen gücü temsil eden Kemalistlerin kullanarak kirlettiği ve bu yüzden Marksistlerin ilk elde refleksif olarak uzak durması gereken bir söylem olmasının ötesinde, dinin politik alandan yasaklanması anlamında “din ve devlet işlerinin ayrılması”nın, “din ve vicdan özgürlüğü”nün ne demek olduğunu, Müslüman halk bizzat deneyimlemiştir.

Tarihsel olarak da, dinin politik alandan uzaklaştırılması ve bu bağlamda laiklik, burjuvazinin politik bir kazanımıdır ve burjuva ideolojisiyle olabildiğince yüklüdür. Bu kazanıma sahip çıkmak, burjuvazinin tarihsel ilericilik misyonuyla bağların koparılmadığını gösterir.

Ancak bu tarihsel bağlamdan da önemli olan, ortaya konulan ayrımlar üzerinden Marksistlerin ulaşması gereken İslami kesimlerin olup olmadığının ve bunların hangileri olduğunun belirlenmesidir. Şayet, Müslüman mahallesinde, “din ve devlet işlerinin ayrıştırılması”nı ve inancın kişisel bir tercih olduğunu savunan birileri varsa, bu, laik Kemalizmin başarılı olduğunun göstergesidir. Çünkü bu demektir ki, laik Kemalizm bu kesimleri ideolojik eğitimden geçirmiş ve kendi değerlerini onlara benimsetmeyi başarmıştır. Bu ayrımı kabul eden bir Müslümanın da yapacağı, en fazlasından, düzenin hukuki sınırları içinde laikliğin katı ideolojik uygulanmasına karşı bir muhalefet yürütmektir. Bu, “katı Fransız laikliği”ne karşı “ılımlı Anglo-Sakson laikliği” veya “sekülerliği” diye yapılan ayrımın ikincisi tarafında saf tutmayı gerektiriyor. Ki mevcut durumda da zaten düzen içi reformist revizyonist İslami hareketlerin şevkle yer aldığı saf budur. Kıta Avrupasını tutacaklarına Amerika ve İngiltere’nin tarzını benimserler olur biter.

Toplumun dinsel nizamla yönetilmesini, dine dayanan bir devlet kurulmasını ve laikliğe karşı olunmasını savunan bir İslami hareket, ne devlet tarafından ne de laik (veya seküler) bir Müslüman tarafından hoşgörüyle karşılanır.

Genel olarak görüldüğü kadarıyla, Marksistlerin Müslüman mahallesinde ilişkilenmeyi öngördüğü kesimler de bu laikleşmiş ve “modernistleşmiş” Müslüman kesimlerdir. İdeo-politik olarak kendilerine bu kesimleri yakın görmeleri, Marksistlerin gayet modern algılara sahip olduklarını gösterir. Buna karşılık, Marksistler, din devleti kurmak için mücadele etmeye hazır bir Müslümanla etkileşime kapalı duruyorlar. Bu anlaşılıyor; çünkü bu kesimler, modern burjuva yaşamına adapte olmamıştır ve bu yaşam tarzına kökten karşı durmaktadır. Modernleşmiş Müslümanlar, davranış ve duyuş kalıplarıyla Marksistlerin yakın gördüğü yapıda olsalar da, dinsel şovenizmi ve egemen ulus şovenizmini en çok benimsemiş kesimlerdendir. Buna bağlı olarak Kürt sorununa yaklaşımları da gayet modernisttir. Egemen ulusun modernleşmeci şovenizminin safında yer almaktadırlar.

Dolayısıyla, Marksistlerin etkileşime geçmeye çalıştıkları kesimler ideo-politik görüşleri itibariyle devletlü tarafında duran ve bu duruşları dolayısıyla da Marksistlerin ideo-politik mücadele yürütmesi gereken nitelikler taşımaktadır..

Oysa ki, politik devrimci mücadele açısından bakıldığında Marksistlerin, modernleşme ve kapitalistleşme sürecine görece daha az dahil olmuş İslami kesimlere öncelik vermesi beklenmeliydi.

Dinin gerici olduğuna dair söylem sadece bir söylem değildir, aynı zamanda, kendisine dayanılarak politika oluşturulan bir okuma biçimidir. Özellikle bugün dinin güncel siyasette daha fazla görünürlük kazandığı ve etkin olduğu bir dönemde, bu yükümlülüğün yerine getirilmesi ve din ile ilgili özgün bir pozisyon sağlanmaya çalışılmalıdır.Her ne olursa olsun, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlamak ve bir yol açmak için dönüp bakacağımız, rotamızı kendilerine göre belirleyeceğimiz referans merkezlerimiz Marksizmin kurucularıdır.

Marx, Engels ve Lenin dine dair görüşlerini dönemlerinin önceliklerine göre mücadele içinde oluşturmuştur. Felsefe alanında klasik felsefe geleneğinin içinde kalarak tartışmalarını sürdürdüklerini ve klasik felsefe geleneğinin etkisinin devam ettiğini biliyoruz. Klasik felsefe, felsefe pratiğini maddi dünyaya dönük bir faaliyet olarak ele alıyor, dünyayı tanımlayarak bütünlüklü bir dünya yorumunu oluşturuyordu. Felsefenin yerleştiği konum onu dünyaya ilişkin bütünlüklü bir yorum yapmaya ve düşüncede tanımlamaya götürüyordu. Ortaçağda bunu teoloji olarak din yapıyordu. Teolojinin altında gelişen felsefe, dine ve dini temsil eden sınıfa karşı yükselen sınıfın egemenliğini savunuyordu. Felsefe, burjuvazinin iktidar olması ile birlikte hakikatin de iktidar olacağını ve tüm karanlıkları aydınlatacağını belirtiyordu. Felsefe, yaratan Tanrı’nın ve yasalarının yerine yaratıcı insanı ve onun aklını koyarak toplum düzenini sağlayacağını iddia etti.

Marx, Engels ve Lenin görüşlerini bu koşullar içinde mücadele ederek geliştirdiler. Klasik felsefe ve Aydınlanma felsefesinin dini eleştiren teorileri etkisini onların üzerinde de sürdürmüştür. Bu etkinin en bariz görüngüsü, klasik felsefenin düşünce-madde ikiliğini farklı karşıtlıklar oluşturarak devam ettirmeleridir. Ancak tüm bunlara rağmen Lenin bir politiker olarak bu felsefi ideolojik yaklaşımları politik alana sokmayıp, pratik politikanın konusu yapmamıştır.

Papaz Gapon’la diyaloğundaki tutumunu, Lenin’in hoşgörüsüne bağlayıp, aslında öyle düşünmediği ama sınıf mücadelesinin çıkarları gereği o şekilde davrandığını kabul eden ve Lenin’e vehmedilen tutuma nasılsa materyalistlik yakıştıranların Lenin’in politik devrimcilik anlayışını anlamaları beklenemez. Elbette, Lenin’in verdiği cevap bu okumayı güçlendirecek türdendir. Fakat Lenin’in verdiği cevap onun materyalist görüşlerinin egemenliği altında değil politik önceliklerinin egemenliği altında geliştiği ve karşısında kendine yoldaş bulabilmenin örneği olarak okunduğunda farklı sonuçlara varılacağı açıktır. Bugün Marksistler bunun sıkıntısını yaşıyorlar. Dışarıdan baktıkları mahalleden kendilerine yoldaş bulamıyorlar. Oysaki uygun yoldaşlar bulmak mümkündür. Bunun için yapılması gereken, dini, bir ideolojik pratik olarak uygun bir şekilde edinmektir. Bu konuda nasıl bir yol izleneceğini ise yıllar önce bu topraklarda Hikmet Kıvılcımlı pratiği ile ortaya koydu. Kıvılcımlı’nın 1957’deki Eyüp Sultan konuşması Marksistlerin politikasını belirleyecek konumdadır.

Özellikle bugün dinin güncel siyasette daha fazla etkin bir hal aldığı ve görünürlük kazandığı bir dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın politika pratiği de daha bir önem kazanıyor. Yol o yoldur, o yolda yürümek gerekiyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar