Ana SayfaArşivSayı 53Atalarımızın Acıları, Unutmak ve Ütopya

Atalarımızın Acıları, Unutmak ve Ütopya

Ulaş Eloğlu

Tarih ezilenlerin ağır yenilgileriyle doludur. Yaşadıkları sınırlı sayıdaki zafer de orta veya uzun vadede yenilgiyle sonuçlanmıştır. Ama bir şey ezilenleri tekrar ve tekrar mücadele etmeye yöneltmiş, bir kez daha yenilmelerini sağlamıştır.

Önlerinde atalarının yaşadığı sayısız ağır yenilgi dururken yeni kuşaklar neden tekrar mücadeleye girişiyorlar? Büyük olasılıkla atalarının ağır yenilgilerini unuttukları için.

Peki, bu durumda “geleneğimiz geleceğimizdir”in, “tarihimizden öğrenmeliyiz”in karşılığı nedir? Ya da sosyalizm deneyimlerinin yenilgisini açıklamadan yeni bir gelecek hayaline kitleleri inandıramayacağımız, hatta kendimizin de inanmayacağı anlayışının önemi nerededir? Eğer yeni kuşaklar atalarının yenilgilerini unuttukları için tekrar mücadeleye girişiyorsa, SSCB’nin merkezini oluşturduğu sosyalizm deneyimlerinin acı yenilgisinin unutulması yaşanan birçok sorunu fiilen çözmüş olmayacak mıdır? Kısaca, geçmişten bize ne kalır? Neyi, nasıl ediniriz?

Benjamin, nefret ve fedakarlığın özgürleştirilmiş torunlar ülküsüyle değil köleleştirilmiş atalar imgesiyle beslendiğini söylerken[1] aynı zamanda atalarımızdan bize kalanın ne olduğunu da söylemiş oluyordu. Geçmiş mücadeleler ve ezilmişliklerden yeni kuşaklara neredeyse içgüdüsel olarak aktarılan bu nefret ve fedakarlık, ezilenleri mücadelenin içine çeken doğal bir kuvvet olduğu gibi, aynı zamanda mücadeleye umut veren gelecek düşlerini, ütopyayı da biçimlendirmektedir. Ezilenlerin mücadele deneyimlerinden gelen nefret ve fedakarlıkla bugünde yarattıkları mitler, geçmişi coşkulu bir anlatımla edinerek gelecek güzel günlerin coşkulu anlatımını, ütopyayı geçmişle buluşturan bir köprü olmaktadır. Böylece ütopya, bugünde inşa olan politik bir gerçek haline dönüşmektedir.

Ezilenlerin altın çağ özlemi, binlerce yıl tecrübe edilen ilkel komünal yaşama duyulan özlem, o yılların türümüz üzerinde bıraktığı güdüsel istekler değil midir? Ancak günümüzde bu özlem için mücadele etme isteği de, komünal günlerin tatlı anılarından değil sınıflı toplumlarda yaşanan ezilmişlikler, köleleştirilmelerden gelen nefret ve fedakarlıkla oluşmamış mıdır? Altın çağ, sınıflı toplumdaki[2] ezilmişlikler tarihinden süzülerek ve ezilenlerin mücadelelerinden kaynağını alan mitlerle içi doldurularak politikleşmekte, politik bir hedef olmaktadır.

Benjamin’in yaklaşımı, gelecek düşünün gelecekte kurulmadığının, şimdide inşa edildiğinin göstergesi, aynı zamanda da bunun nasıl inşa edilmesi gerektiğine dönük bir yol göstericidir. Ezilenler bazen ütopyasız da kalabilirler. Böyle zamanlarda köleleştirilmiş atalar imgesiyle beslenen nefret ve fedakarlıkları mücadele için yeterli olacaktır. Şu anda böyle bir dönemden geçtiğimiz söylenebilir ama böyle devam edemeyiz; yaşanan deneyimlerden almamız gerekenleri alarak ütopyamızı politik bir gerçeklik haline getirecek mitler yaratmayı başarmalıyız. Atalarımızın başarılarını elbette efsaneleştirerek (ama insanlığın başarılarıyla ilgilenmeyerek, sadece atalarımızın başarılarını bizim kabul ederek!), aynı zamanda atalarımızın yenilgileri ve acılarıyla nefret ve fedakarlığımızı bileyerek ilerlemeli, tarihi böyle yazmalıyız. Tarihten iyi, insani şeyleri alarak gelecek güzel günlere uzanmamızın mümkün olduğunu söyleyen Aydınlanmacı zihniyetten olabildiğince uzak durmalıyız. Brecht’in ünlü şiirinde güzel binaları, sarayları kimin yaptığını sorarak ezilenlere işaret edişiyle araya mesafe koymamız gerekiyor. Mücadele için gerekli olan, sarayları yapanları işaret eden bir anlayış değil, kim yapmış olursa olsun yıkılmalarının gerektiğini vurgulayan anlayıştır.[3]

***

Büyük yenilgiler yaşanan topraklarda yeni bir kalkışma için yenilginin unutulmasının gerektiği birçok somut örnekte görülmüştür. Yenilen kuşakların biyolojik olarak ortadan kalkmasıyla birlikte unutma gerçekleşmekte, yenilginin gerçek acısı yok olmaktadır. 2000’li yıllarda dünyaya gelenlerin yüreğinde SSCB’nin yıkılışının gerçek acısının yenilgi anında orada, hayatta olanlar gibi mevcut olabileceğini kim iddia edebilir? En sosyalizan genç bile ancak ‘atalarının’ anlattığı kadarıyla ya da sıkı ideolojik ediniminin oluşturduğu oranda yıkılışı hissedebilir. Dolayısıyla, atalarının yenilgilerini unuttuğu için tekrar mücadeleye girişenler, aslında yenilgiyi yaşamadıkları için unutmaları da gerekmeyenlerdir. Unutma dediğimiz bir tür yaşamama halidir. Gerçekten yenilenin ölmeden unutması ne mümkündür! Yeni kuşaklar atalarının yenilgilerini yaşamadıkları için unutmakta, kendilerinin ezilmesinden kaynağını alan mücadelelerinde atalarının yenilgilerinden süzülen ideolojiye içkin nefretten güç almaktadır. Ve bu sayede yenilgiyi zafer öyküsüne kolayca dönüştürebilmekte, mitler yaratabilmektedir.

Ezilenlerin ayaklanması, mücadele etmesi için geçmişini çok iyi bilmesi, geçmişinden ders alması gerekmiyor olabilir. Hatta geçmişten ders almadığı için ayaklandığı bile söylenebilir. Ancak her ‘özne’, öznelik halini gerçeklik haline getirecek ve güçlendirip meşrulaştıracak bir tarihyazımına ihtiyaç duyacaktır ve merkezi nokta da muhtemelen burasıdır.

20. yüzyılın Marksist devrimleri ideolojik milatlarını Marx ve Engels’e dayandırıyor, komünizm ütopyasını Paris Komünü mitiyle somutluyordu.[4] Marksistler, Paris Komünü’nü mitleştiriyor ve Paris Komünü’nün ‘hatalarından’ ders çıkararak komünist geleceği kuruyor, komünist ütopyayı inşa ediyordu. Paris Komünü merkezli mit etkili oldu ve her coğrafyaya kendini uyarlayarak komünist ütopyayı üretti. Koca Roma İmparatorluğu’ndan “geriye ne kaldı? Sadece Büyük Ordu destanı”.[5] Paris Komünü’nden de geriye işçilerin direniş destanı, eşitlikçi bir düzen kuruşları ve belki de Sorel’in dediği gibi “grev destanı” kaldı. Kömüncülerin ağır yenilgisi, katledilişleri değil… Yani, mücadele eden Marksistler Paris Komünü’nden bir mit yaratmayı başardılar.

Peki, nedir bu mit? Sorel açısından ‘genel grev’ bir mittir ve bu nedenle devrimci bir itki yaratacaktır. “Ona göre sosyal savaş sırasında ortaya çıkabilecek olaylar, proletaryanın zaferiyle sonuçlanabilecek kargaşalar hakkında akıl yürütmek manasızdır. Dolayısıyla, genel grevin fantastik tablosunu edinen devrimciler yanılıyor bile olsa, bu tablo devrimci düşüncelerin hepsine bir kesinlik veriyor ve sosyalizmin tüm özlemlerini eksiksiz gideriyorsa, devrimin hazırlık döneminde mükemmel bir güç unsuruna dönüşebilir. Yani genel grevin kısmi bir gerçeklik ya da popüler bir hayal ürünü olması hiç önemli değildir, önemli olan sosyalizmin beklentilerini içerip içermediğidir.”[6] Sorel’in genel grev tanımından da anlaşılabileceği gibi, mit olan şeyin kısmi gerçeklik, popüler bir hayal gücü vb. olmasının önemi yoktur, önemli olan mücadeledeki işlevidir. Önemli olan, ezilenlerin yeni iktidar deneyimleri için güç veren, önceki iktidar deneyimlerinden ve yenilgilerden süzülmüş bir unsur olmasıdır.

Günümüzün sorunlarından biri de sosyalizmin beklentilerini içerecek böyle bir mitin yaratılması olsa gerek. Bu mitin Paris Komünü’nden kaynağını alamayacağını söylemeye bile gerek yok. Ezilenlerin tarihini ezilenler cephesinden bakarak, yani taraflı yazmak, kafamıza göre, mutlak keyfi lakırdılar anlamına gelemez. Tarihyazımı da belirli bir mantıki ve sağduyusal tutarlılıklar gerektirir. 70 günlük Paris Komünü’nün üzerine eklenen 70 yıllık SSCB deneyimi ve diğer sosyalizm deneyimleri görmezden gelinemez. Marksistlerin yeni destanı kaynağını ‘yakın tarihten’ almalı, komünist ütopyası sosyalizm deneyimlerinin efsaneleştirilmesiyle oluşacak yeni mitten gücünü alarak politik bir gerçekliğe dönüşmelidir. Sosyalizm deneyimlerinin, yeni bir mit yaratırken ele alınması ve ‘hatalarından ders çıkarmak’, ‘başardıklarını edinmek’ vb. gerekçelerle yeni bir tarihyazımına konu olması gereklidir. Sorel, Roma İmparatorluğu’ndan yola çıkarak bir tahminde bulunmuştu: Ona göre, “günümüzdeki sosyalist hareketten geriye kalan ise grev destanı olacaktır.”[7] Belki grev destanı değil ama bir destan mutlaka geriye kalmış olmalıdır!

***

T. S. Eliot’un “Bu, dünyanın bir patlamayla değil bir inlemeyle sona erişidir” dizelerinden yola çıkan Hobsbawm, “kısa 20. yüzyıl”ın her ikisiyle sona erdiğini söylemektedir. Ancak anlaşılıyor ki, ezilenlerin devletleri inlemeyle yokoldu. Dolayısıyla Paris Komünü gibi yokoluşlarından bir destanın kendiliğinden doğması beklenemez. Aksine destansı bir şekilde değil, yüz karartıcı tarzda inleyerek yokoldukları için, ezilenlerin iktidar pratiğinden alınacaklar da yok olmakla karşı karşıya kalmış görünüyor.

Gelecekteki sosyalizm deneyimlerinde bürokratizm, iktidarın yozlaşması, diktatörleşme vb. “talihsizliklerin” olmaması için neler yapılması gerektiğine mi bakacağız, yoksa bunları “unutup”, ya da idealist, hümanist nitelikleri nedeniyle mahkum edip, yeniden ve yeniden yaşanacak olan bürokratizm ve yozlaşmayı ezilenlerin nihai zaferine dönüştürmenin olanaklarını mı araştıracağız? Sorel, Roma İmparatorluğu’nun kuruluşunun neden olduğu binlerce suistimale rağmen hala o uygarlığın hukuku, anıtları ve edebiyatının öğrencisi olduğumuzu belirtiyor ve şöyle devam ediyordu: “Yolundan sapmış ya da güçsüz uygarlıkları yok ettikleri için Romalı askerlere minnettarsak, gelecek, sosyalizmin Rus neferlerine neler borçlu olmayacak ki! Ve de demokrasi tarafından Bolşevikler’in abartılarını eleştirmekle yükümlü kılınan parlak hatiplerin eleştirileri tarihçilerin gözünde ne kadar da cılız kalacak! Yeni Kartacalılar proletaryanın Roma’sını yenilgiye uğratmamalılar.”[8]

Eğer materyalist ve anti-hümanist kalarak ezilenlerin nihai zaferine giden yolu araştıracaksak Sorel’in barbarlık övgüsü, Fanon’un siyahlara beyazların dilini reddetmeleri için yaptığı ‘şiddet’li çağrı, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ve barbarlığı edinimi, Lenin’in ‘anarşizmi’, ‘Neçayevciliği’, Troçki’nin devrim saflarındayken ve teorik metinlerinde, Mao’nun komünist ülke içinde, Che’nin tüm dünyada sürekli devrim çabası genel çerçeveyi çiziyor olmalıdır.

Bürokratik ya da değil, diktatoryal ya da değil, yozlaşırken diri kalmasını bilen bir iktidar deneyiminin imkanlarını aramamız gerekiyor. Medeniyetin nimetlerini sıralamak bizim işimiz değil, aksine onun çürümüşlüğünü öne çıkararak barbarlıkta ısrar etmeliyiz. Bu, Sorel tarafından Roma İmparatorluğu’ndan yola çıkarak SSCB deneyimi özgülünde ifade edilmişti: “Roma İmparatorluğu’nu fetheden Cermenler’in başına gelenlerin proletaryanın başına gelmemesi gerekiyor: Cermenler barbarlıklarından utandıkları için çökmekte olan Latin uygarlığının söz hatiplerinin okuluna dahil oldular; böylece de uygarlaşmak istedikleri için övünülecek bir tarafları olmadı!”[9] Halihazırda yıkılmış bulunan SSCB deneyiminin başına tam da Cermenler’in başına gelen geldi! Tam da Kıvılcımlı’nın imparatorlukları yıkan barbarların yerleşikleşince başlarına geldiğini söylediği şey gerçekleşti. Peki bu tarihsel bir zorunluluk mu? Elbette! Ama bu zorunlulukla tarihyazımını barbarlığın tarafından yaparak ilişki kurmamız gerekiyor!

“Sorel’in belirttiği gibi Barbarlık günceldir ve ‘modern’dir. Ne İslam geçmişten gelmektedir; ne de kapitalizmin ilk dönemlerindeki feodal nitelikli ayaklanmalar eski’nin temsilcisiydi. Ne kırdan gelen işçilerin ayaklanırken dile getirdikleri ideolojileri geçmişten gelmişti, ne de kırdaki ayaklanmalar, hatta kır merkezli devrimler. Günümüzde hayat bulan “köktenci ‘geleneğe dönüş’ aslında yeni bir buluştur.”[10] Barbarlık dışarısıdır ve dışarısı her zaman olacaktır. Sadece dışarısı bugün işçilerse yarın köylüler, öteki gün işsizler, köyden gelenler, gettolarda, varoşlardakiler, göçmenler vb. olacaktır. Luxemburg’un katastrofik çöküş dediği dışarısız kalındığı için gerçekleşiyor, dünya devrimi de çöküşün engellenmesi, ‘imdat freni’ oluyor. Oysa devrim dışarısı hep varolduğu için oluyor, kendi içine çöken medeniyetler dışarısının müdahalesiyle devriliyor, yok ediliyor ve bu devrimlerle yeni dinamikler yaratılıyor.

Dışarısı hep varolacağı için katastrofik çöküş hiç olmayacak mı? İnsanlık hep yaşayacak mı? Hiç de değil; olabilir, ama sadece doğal yollarla! Mesela bir göktaşı dünyaya çarptığı için… Çünkü Dünya’nın dev bir dışarısı vardır: Evren! Ya atom bombası, insan eliyle yaratılan felaketler? Bunlar nedeniyle yok olmaya ne diyeceğiz? Bu, doğal olmayan bir son anlamına gelmiyor mu? Toplumsalın müdahalesiyle gerçekleşecek bir yok olma, toplumsal da doğal olduğu için doğal bir yokoluş olarak anlamlanacaktır. Bu bir totoloji değildir, atom bombasıyla yokolan bir toplumun yaratacağı anlam zorunlu olarak bu olacaktır. Yok olma sırasında toplumda dışarısı yok olmamıştır, sadece toplumsal dolayımlı doğal bir ‘felaket’ meydana gelmiştir. Dünya, kendi dışarısının, doğa’daki barbar dinamiklerin müdahalesiyle evrenden silinmiş olacaktır. Bu konuda Mao gayet materyalisttir: “ABD’nin o küçük atom bombası yığını Çin ulusunu ortadan kaldırmaya yetmez. ABD atom bombalarının Çin’e atılmış olduğunu düşünsek bile, bu, güneş sistemi için çok önemli bir olay olmakla birlikte, bütün evren açısından pek bir şey ifade etmeyecektir.”[11]

***

Her ‘özne’, öznelik halini gerçeklik haline getirecek ve güçlendirip meşrulaştıracak bir tarihyazımına ihtiyaç duyuyorsa, bunu gereğince yapamayan özne hayata veda edecek demektir. Dolayısıyla Marksist özne, Marx-Engels’ten başlayarak bugüne kadar uzanan ontolojik varlığını yeniden kurmalı, yeni bir tarihyazımı yapmalı ve yaşayan bir organizma olarak kendi gelişim diyalektiğinden hareketle kendisine yeniden hayat vermelidir. Sosyalizm deneyimlerinin inleyerek yokoluşunun ardından Marksizmin yeniden doğuşu için Paris Komünü’nü geride bıraktığımız bu çağa uygun bir mitin yaratılması, komünist ütopyanın yeniden canlandırılması zorunludur. Ancak bunun için Marksist öznenin geçmişinde mitlerin nasıl yaratıldığı izlenmeli, felaket çağlarından çıkış, yeniden doğuşun nasıl gerçekleştiği ele alınmalıdır. Geçmişin yalınkat eleştirisi ve reddi sanıldığı gibi hayırlı sonuç getirmeyecektir. Zizek’in dikkatimizi çektiği gibi davranarak, yani işin kolayına kaçmadan bu işi yapmak durumundayız: “(B)irisi çıkıp Marksist geçmişi acımasız bir eleştiriye tâbi tutacaksa, öncelikle işlerin “kötü” gitmesinin suçunu bir yabancı işgâlciye (Marx’ın diyalektiğini anlayamayacak kadar aptal olan “kötü” Engels, Marx’ın teorisinin özünü kavramayan “kötü” Lenin, “iyi” Lenin’in soylu planlarının içine eden “kötü” Stalin, vs.) yıkıp kurtulma rahatlığına gönül indirmeyip, tüm sorumluluğu üstlenerek bunu “kendi öz” geçmişi olarak kabullenmek zorunda”dır.[12]

Zizek, Marksizmin tarihinde iki büyük geçiş olduğunu belirtiyor: Marx’tan Lenin’e ve Lenin’den Mao’ya. İki durumda da orijinal bütünün yerinden kaydığını belirten Zizek, bu yerinden kaymayı, Marksizmin devrimci diyalektiğini, şık ve çarpıcı bir terim olan “ihanet” üzerinden ortaya koyuyor. Zizek, ilk Marksist devrimin gerçekleşmesi için Marx’ın, Lenin’in “ihanetine” ihtiyaç duyduğunu söylüyor ve ihanete uğrayıp ihanetten kurtularak hayatta kalan Marx tanımlamasıyla “orijinal” Marksist öğretinin biçim değiştirerek yaşadığı ve yayıldığını bizlere hatırlatıyor. Evrensellik denilen şeyin böyle oluştuğunu vurguluyor. “Bu, ‘somut evrenselliğin’ hareketidir, bu radikal “öz dönüştürme” yoluyla, orijinal teori kendini yeni bir bağlamda yeniden bulmak zorundadır: Ancak bu beden naklinden sağ çıkabilmek yoluyladır ki evrensel olarak fiilen ortaya çıkabilir.”[13]

Şu anda ihtiyacımız olan tam bu tarz bir beden naklinin risklerini göze almaktan başka bir şey değildir. Lenin’in de Mao’nun da yaptığı “Marksizmi yeniden icat etmek”tir ve bugün yapılması gereken ya da yapılıyor olan da bu olsa gerek. Marksizmin bütünselliği ve diyalektiğinin yeniden ve yeniden inşa edilmesi aynı zamanda yaşaması, güncel olması anlamına gelecektir. Güncel olanın miti de yaşayacaktır ama mit de değişmiş olacaktır.

Tom Robbins’in Parfümün Dansı romanının kahramanları, gücünü büyük oranda kaybetmiş bir Tanrı ile karşılaşırlar. Zaman ilerlemiş, çağ değişmiş Tanrı’nın eskiden çok etkileyici olan vaatleri artık pek bir anlam ifade etmez olmuştur. Ona inananlar azaldıkça, Tanrı da ölüm tehlikesiyle burun buruna kalmıştır. Yarı keçi yarı insan olan, çok kötü kokan kırın ve çobanların tanrısı Pan, aynı zamanda mitolojideki ölümlü tek tanrıdır. Ölümlü olması kendisine inananların sayısının azalmasından etkilenmesini, inananlarının sayısını artırmaya çalışmasını gerektirmekte, Tanrı Pan da diğer ölümlüler gibi yaşam savaşı vermektedir. Roman kahramanları Tanrı Pan’ı güçlenebileceği, yeniden eski günlerine dönebileceği bakir Amerika’ya göndermeye karar verir ve bunun için eyleme geçerler. Ölümsüz olduğu için böyle bir çabaya gerek duymayan Zeus belki hala ‘teorik’ olarak yaşamaktadır. Ya gerçekte? Eğer Zeus ölmüşse farkında değildir, olması da gerekmemektedir.

Bütünsel bir yapı olarak Marksizm için Tanrı Pan’ın öyküsü anlamlı olabilir. Ezilenlerin umudu olacak, onları heyecanlandıracak mitlerin gücü ve güçsüzlüğü böyle bir benzetmeyle anlaşılabilir. Marksist özneye inananlar azaldıkça gücü de azalacaktır, dolayısıyla mitinin etkisi de… Marksizmin Marx-Engels’ten başlayarak şu anda dünyanın herhangi bir yerinde savaşan Marksist militana kadar uzanan ontolojik varlığı böyle bir şeydir.

Burada önemli olan bir nokta, Marksizmin gücündeki azalmanın Tanrı Pan’daki gibi kırlar ve çobanların azalmasıyla bağlantılı olup olmadığıdır. Yani, Marksizmin problemi kırlar ve çobanların daha çok bulunduğu bakir topraklara göç ederek mi çözülmelidir? Eğer böyleyse kırlar hiç kalmadığında Marksizmin zorunlu olarak öleceği söylenebilir. Yani sorun yapısaldır ve aşılamaz!

Marksizmin göç etmeyi bilen, ‘en zayıf halka’da konumlanmayı politik bir gereklilik olarak gören bir yapı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, elbette Marksizm uygun politik konjonktürde varolmak için çalışır, gerektiğinde göç eder, beden değiştirir… Ancak, sorunun yapısal olduğu da söylenemez, çünkü kırlar ve çobanlar hiç bitmeyecektir. Dışarısı hep varolacaktır ve yapısal olan budur. Lacancı özne yapısal olarak tamamlanmamıştır ve yine yapısal olarak kendini tamamlamak istemekte, bunun için eylemektedir. Buna benzer bir şekilde, kapitalizm yayılmacıdır ve dünyanın her noktasına yayılma eğilimindedir. Ancak bu tamamlanma çabasına rağmen yapısal olarak tamamlanmamıştır, dün kırlarda, bugün varoşlarda, ama mutlaka bir yerlerde ezilenlerin mücadelesinin dinamiğini yaratan dışarısı ile varolmak durumundadır.

Tanrı Pan’ın trajik öyküsü bize insanlık tarihi bakımından bir başka önemli noktayı da hatırlatır. Hobsbawm, ikinci dünya savaşı sonrasında 1947-1973 yılları arasındaki yaşanan kapitalizmin olağanüstü ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşüm sürecini “kısa 20. yüzyıl”ın altın çağı olarak tanımlar. “Altın Çağı izleyen Kriz Onyılları’nın en dramatik olayı” Sovyet sosyalizminin çöküşüdür. 20. yüzyılın son 25 yılı Afrika, SSCB ve Avrupa’nın sosyalist bölümleri için bir felaket çağı olmuştur. Hobsbawm, ‘kısa 20. yüzyıl’da, altın çağda yaşanan gelişmelerden kaynaklı olarak koca bir çağın kapandığına yeni bir çağın açıldığına dikkatimizi çeker. “1980’lerin sonu ile 1990’ların başında dünya tarihinde bir çağın sona erdiği ve yeni bir çağın başladığı konusunda ciddi bir kuşku duyulamaz.”[14] Ancak Hobsbawm’ın kastettiği çağ değişimi, kapitalizmin olağanüstü ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşüm süreci olarak tanımladığı altın çağının sosyalizm deneyimlerinin çöküşünü getirmesi değildir. Bu açıdan bakıldığında ezilenlerin birçok iktidar deneyimi gibi 20. yüzyıldaki deneyimleri de yenilgiye uğramıştır, o kadar. Hobsbawm’ın işaret ettiği, şaşırtıcı bir dönem olarak tanımladığı Altın Çağ’ın (1947-1973) Tanrı Pan’ın işinin zorlaşacağı yeni bir geleceği getirdiğidir. “Üçüncü bin yılda 20. yüzyıl tarihçileri, bu yüzyılın tarih üzerindeki başlıca etkisinin muhtemelen bu şaşırtıcı dönem tarafından ve bu dönem içinde gerçekleştirildiğini görecekler. (…) Yüzyılın üçüncü çeyreğinin, insanlık tarihinin taş devrinde tarımın icadıyla başlayan yedinci ya da sekizinci binyıllarının sonunu belirlediğini, çünkü insan soyunun besin maddesi üreterek ve sürü halinde hayvan besleyerek yaşadığı uzun döneme son verdiğini söylemek, daha uygun olur.”[15]

Öyleyse, yeni çağın yeni barbarlarını ve onların dinini (mitini) ciddi olarak düşünmemiz gerekmektedir!

***

Yeni mücadele döneminin iktidarlarına sahip değiliz. Küba, Kuzey Kore, Vietnam yeni dönemin iktidarları olarak değil ama bu iktidarlara ulaşmada önemli kaleler, yaşayan sosyalizm deneyimleri olarak önemlidir.[16] Dolayısıyla yeni mücadele döneminin iktidarlarının ve geçiş dönemi sosyalizm deneyimlerinin sürekliliği, yaşayabilmesi açısından sosyalizm deneyimlerinden ne tür veriler alınabileceği işin diğer cephesi olmasına rağmen birincil nitelikte değildir. Ancak, anlaşılmaktadır ki iktidara geldikten sonra da Marksist öznenin mitini, dolayısıyla komünist ütopyasını diri tutabilmesi gerekmektedir. Sorel’in “barbarlığından utanmamak” şeklinde ifade ettiği şey budur ve SSCB, Çin ve Küba deneyimlerinde Lenin, Stalin, Mao, Castro-Che şahsında hayat bulmuştur. Hayat bulduğu anda, ilgili topraklar ve dünyada etkilerinin nasıl olduğu da önemli bir konudur. Ancak günümüzdeki anlamlarının ne olacağı güncel bir sorudur. Yeni mücadele döneminin iktidarlarına sahip olmayışımız, iktidarlarımızdan bir mit, komünist ütopya yaratmayacağımız anlamına gelmemelidir. Bu nedenle iktidarlarla, iktidarda olmamamıza rağmen ilgilenmeliyiz. Yeni devrimler için hazırlık döneminin ideolojik silahları arasında destansılaşmış iktidar deneyimlerimiz de olmak durumundadır.

Gelecek güzel günleri Paris Komünü ile artık anlatamıyor olmamız, SSCB, Çin veya bir başka deneyimle anlatabileceğimiz anlamına gelmiyor. Yaşanan sosyalizm deneyimleri Paris Komünü’nden doğan miti tarihe havale etmeyi başardı. Ama aynı zamanda komünist ütopya da yaşanması imkansız bir hayal, inandırıcı olmayan bir düş haline geldi. Dolayısıyla “Sovyet İmparatorluğu”ndan geri kalan konusunda konuşmak için henüz erken. Üstelik inleyerek yokolan bir deneyim, kahramanlık destanına, en azından son 40 yılında hiç uygun değildi. Hobsbawm, Lenin’i anlatırken Sovyet Devrimi daha doğmadan boğulursa ne olacağını da öngörüyordu. “Ben, Lenin’in Kışlık Saray baskınını, Bolşeviklerin yenilgiye uğrayacağından emin olsa bile isteyeceğini, çünkü bu noktada İrlandalıların ‘Easter Ayaklanması’ dedikleri ilkeyi, yenilen Paris Komünü gibi gelecek için esin kaynağı olma ilkesini gözettiğini düşünmeye eğilimliyim.”[17] Lenin, Paris Komünü kadar bile değil, çok daha küçük bir esin kaynağı bırakmak için hayatını verebilecek bir devrimciydi. Ama başardı ve 70 yıllık bir deneyim bıraktı. Belki işimiz daha zor ama açıktır ki çok daha verimli bir deneyim var elimizde.

Eğer başarırsak, sosyalizm deneyimlerinden kaynağını alarak gelecek kuşaklara kalacak mit nasıl bir şey olacaktır? Bu mit Stalin ve Mao’nun zalimliklerini anlatarak daha iyi bir dünya özlemini mi dile getirecektir? Tam aksine! Nasıl iktidar için mücadele dönemlerinde, ilgili mücadelenin barbarlarını tarih efsaneleştirerek öne çıkarıyorsa, aynı şekilde iktidar dönemlerimizde de barbarlıklar öne çıkacaktır. Eğer bir mit doğacaksa, bu mitin vazgeçilmez simalarından ikisi Stalin ve Mao olacaktır. Aydınlanmacı (özellikle liberal Aydınlanmacı) aklın alamadığı şey, ezilenlerin gelecek tasavvurunun merkezini işgal etmek durumundadır.

Sovyet tarihinin efsaneleşecek yanı destalinizasyon süreci olabilir mi? Olanaksız! İlgili süreç sadece medeniyete yenik düşme tarihinin bir parçası olabilecektir. SSCB’yi mitleştirirken Lenin ve Stalin dönemleri ana kaynağımız olacaktır. Lenin’deki ütopyaya can verecek kıvılcım hemen fark ediliyor. Mesela Zizek, “Lenin’i tekrarlamak” deyişiyle bunu ortaya koyuyor. “Lenin’i tekrarlamak ‘Lenin öldü’yü, onun çözümünün yenilgisini, hatta korkunç biçimde yenildiğini algılamak ve aynı zamanda onda saklanmaya değer ütopyacı bir kıvılcım olduğunu da kabul etmektir.”[18] Zizek’in Lenin’de saklanmaya değer olarak gördüğü ütopyacı kıvılcım, Marksizmin yeni ‘mit’inin varolma olasılığı, varolursa kahramanlaştıracakları hakkında güçlü bir önsezi olarak algılanmalıdır. Yenilgisinden öğrenmek, atalarımızın acılarıyla nefreti kuşanmak da aynı öykünün diğer yüzü olarak algılanabilir.[19]

Ancak Lenin’in mitleştirilmesi ‘anlaşılabilir’ olmakla beraber, özellikle günümüz ideolojik ikliminde Stalin’den bahsetmek akıl tutulmalarına neden olabilir. Dolayısıyla Stalin üzerinde yoğunlaşmakta fayda var.

“Stalinist terör” dönemiyle Maocu Kültür Devrimi sürecinin tek kalemde sıklıkla ele alınması tesadüf olmasa gerek. İkisi arasındaki benzerlikler hemen dikkati çekmekte ama ardından ya ikisi de şiddetle reddedilmekte ya da Mao lehine farklar inşa edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu farkların pek ikna edici olmadığı ilk elden söylenmelidir. Bırakalım Mao’yu, Lenin dönemi terörüyle de Stalin döneminin ayrıştırılması çabaları yetersiz kalmaktadır. Hatta Troçki’nin ‘sürekli devrim’i ile Stalin’in pratiklerini de ayırmak bir o kadar zordur.

Stalin’i bir şekilde diğerlerinden ayırarak tarihin kötü yanına yerleştirmeye niyetlenen, ama bunu liberalizme ve hümanizme prim vermeden yapmaya çalışırken akla karayı seçen Zizek, böyle bir ayrım inşa etmenin zor olduğunun farkındadır. “Merleau-Ponty, Hümanizm ve Terör’de Stalinist terörü haklı çıkaran en zeki tezlerden birini sunar: Eğer bu terörün sonucu gerçek özgürlük olacaksa o geriye dönük olarak haklılık kazanacaktır.”[20] Zizek’in buna cevabı ise, ilgili terör pratiğinin politik başarı kazanmış olsa bile içsel olarak hayata geçirilmiş bir ütopyayı içerip içermediğidir. Zizek’in zayıf iddiası, yaşanan konjonktürde özgürleştirilmiş torunlar ülküsüne öne çıkarmaktadır! Stalin’in ütopyayı hayata geçirmediğini iddia eden Zizek, Stalin’in 1928’den sonraki pratiğinin ‘sürekli devrim’ olarak nitelendirilmesine içerlemekte, sürecin kendi çocuklarını yiyen bir devrim süreci olarak tanımlanmasına karşı çıkmaktadır. Ona göre “Stalinist terör” SSCB’yi diğer devletler gibi stabilize etme çabası, istikrarın bozulması riskine karşı bir devlet savunmasıydı.[21] ‘Bu iddia doğru bile olsa, Bolşevik devrim sürecindeki iç savaş, Çin Kültür Devrimi ve ezilenlerin diğer iktidar deneyimleri sırasında da bir stabilize etme çabası olduğu ortada değil midir?

Zizek, 1935’te kabul edilen yeni Sovyet Anayasası’nda devletin öznesinin işçi sınıfı değil halk olmasına dikkat çeker. Yeni anayasayla birlikte, düşman sınıfların tüketildiği, sınıf savaşının artık bittiği ilan ediliyordu. Dolayısıyla, sisteme karşı olanlar “salt sınıf düşmanları değil fakat insanlığın kendisinden dışlanması gereken böcekler, beş para etmez aşağılık Halk düşmanları idi.”[22] Bunda şaşılacak bir şey olmasa gerek, aksine belli bir dinamiğin diri tutulmaya çalıştığı bile söylenebilir. Düşman, daha sert bir saldırının nesnesi haline getirilmiştir.

Zizek, Lenin’in zamanında terörün açıkça itiraf edildiğini, Stalin zamanında gizli kaldığını, ideolojinin ardına saklandığını söyler.[23] Bu farkın politik karşılığı nedir? Lenin zamanında da gizli bir terör olsaydı, gizli olduğu için meşru olmayacak mıydı? Ayrımı terörün açıktan ya da gizli yapılması üzerinden değil, barbarlığın bir ifadesi, barbarlığın yaşaması için yapılıp yapılmadığı üzerinden yapmalıyız. “Stalinist terör” devrimci iktidarın devrimci dinamiklerine sesleniyor ve onları diri tutuyorsa önemlidir. Medenileşmeye doğru bir hareketse sorunludur ama ezilenlerin iktidarını hayatta tutma işlevi görmüşse bu sorun da görmezden gelinmek durumundadır.

20. yüzyılın sosyalizm deneyimlerinden doğacak olan mitte Stalin’in iktidar dönemi de olacak, Stalin iktidarıyla kahramanlaşacaktır. Elbette kahramanlık hikayesine sadece Lenin’le beraber olduğu değil, Lenin’siz, ezilenlerin mutlak iktidarını kurabilmek için tüm toplumu “terörize” ettiği dönem de dahil olacaktır. Aynı şey Mao’nun tetiklediği Zizek’in “öz-yıkımcı karnaval” olarak tanımladığı Kültür Devrimi süreci için de geçerlidir. Mao’nun “bizi yıkın” çağrısı kuşkusuz terörü artırıyor, ama aynı zamanda Çin iktidarının barbarlığından utanmadığını gösteriyordu. “… binlerce Kızıl Muhafız coşkunluk içinde eski tarihi eserleri yok edip, eski vazoları kırıp, eski resimleri aşağılayıp duvarları çiz”iyordu. Çağrıyı “ciddiye alan 1 milyon işçi Devlet’in ve hatta Parti’nin kendisinin de yıkılmasını ve toplumun doğrudan komünal örgütlenmesini talep etmişlerdi.”[24]

“Stalin de (Kültür Devrimine benzer bir hareketle) şikâyetlerini yerel Parti şeflerinin keyfî yönetimine yöneltmeye teşvik ettiği alt düzey parti kadrolarına doğrudan seslenmeyi göze almıştı.”[25] Ancak Zizek’in de belirttiği gibi, hem Stalin hem de Mao’nun yarattığı ‘terör’ ortamlarında her iki liderin dün kralken bugün dilenci muamelesi görmesi yönünde en ufak bir tehdit bile yoktu. Aksine, iktidarın korunduğu, stabil bir ortamda barbar dinamikler harekete geçiriliyordu. Bu nedenle Mao “geleneksel efendi değil, ancak ‘Kargaşa Ağası’ idi”[26] Olması gereken de buydu!

Mao ile Stalin’in yaptıkları, bir anlamda Ekim Devrimi esnasında Kışlık Saray’ın mahzenindeki pahalı şarap dolu binlerce şişeyi kırma zevkinden kendini alıkoymayan ezilenlerin devrim dönemlerinde yaşadıkları coşkunun sürekliliği için verilen bir mücadele değil mi? Sadece birkaç günlüğüne çırakların usta, ustaların çırak olduğu karnavallardan farklı olarak ustalar artık hiç geri dönemeyeceklerdi. Şeylerin alışılmış düzeni asla tekrar kurulmayacaktı. Zizek’in de belirttiği gibi, bu, devrimin ta kendisiydi! Devrimci dediğin de zaten tam böyle bir kişi olmalıydı! Devrimden sonra barbarlıktan utanılacak bir evreye, stabil konuma düşülmesi tehlikesi hep hayattaydı ve devrimci hem iktidarı elde tutmalı hem de kargaşa ve barbarlığı yaşatmalıydı. İktidarı bırakmak teknik olarak mümkün olmadığı için, ilgili tehlikeden kurtulmak da aynı şekilde olanaksızdır. Yani Mao’nun önce kargaşayı salık verip işler biraz ilerleyince toplumun komünal örgütlenmesini talep edenlere dur diyerek düzenin yeniden inşası emrini vermesi, en az onlara ‘bizi yıkın’ çağrısı kadar anlaşılır değil mi?

***

“Stalin ve Mao’nun yarattığı ‘terör’ ortamlarında her iki liderin dün kralken bugün dilenci muamelesi görmesi yönünde en ufak bir tehdit bile yoktu.” Bu açıdan bakıldığında Che Guevera nerede duruyor? Başarılı devrimi ve Küba vatandaşlığını bırakarak kendini dünya devrimine adayan ve Bolivya dağlarında şehit olan bu büyük devrimcinin Marksizme katkısı nedir?

İktidarı gerçekten reddettiği, Mao ve Stalin gibi iktidarını garanti ederek değil, hayatını tehlikeye atarak hareket ettiğini söylemek ve bu nedenle Che’yi sahiplenmek doğru bir saptamadan hareketle çok yalınkat bir yaklaşım geliştirmek olacaktır. Birincisi, devrimci mücadelenin dünyasal boyutlarda yükseldiği dönemlerde hayranlık uyandıran öykülere sahip enternasyonalist devrimciler hep var oldu. “Geçici bir aşk hikayesi yaşayan ve hayatın önlerine 1919 Bavyera Sovyet devrimini çıkardığı iki genç Alman’ın örneğini ele alalım. Olga Benario Münihli zengin bir avukatın kızı, Otto Braun ise bir öğretmendi. Olga kendisini batı yarıkürede devrimi örgütlerken buldu. Brezilya ormanlarında uzun bir ayaklanma yürüyüşünün önderi olan ve 1935’te Brezilya’da meydana gelen bir ayaklanmayı desteklemesi için Moskova’yla görüşmeler yapan Luis Carlos Prestes’i sevdi ve sonunda onunla evlendi. Ayaklanma başarısızlığa uğradı ve Brezilya hükümeti Olga’yı Hitler Almanyası’na teslim etti. Sonunda Olga bir toplama kampında öldü. Bu arada, daha başarılı olan Otto, Çin’de faaliyet gösteren bir Komintern askeri uzmanı olarak Doğu’yu devrimcileştirmeye girişti ve Moskova’ya ve oradan da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne dönmeden önce Çinli olmayan tek kişi olarak Çinlilerin meşhur ‘Uzun Yürüyüş’üne katıldı.”[27]

İkincisi, iktidarın Che tarzında reddedilişi bir başarısızlık olarak da anlaşılabilir. Zizek’in sorusu hala cevaplanmayı bekliyor: “Che Guevara’nın kendisini dünya devrimine adamak için tüm resmî görevlerini, hattâ Küba vatandaşlığını bırakması –kurumsal dünya ile tüm bağları kesen bu intihar jesti- gerçekten bir eylem mi idi? Yoksa bu hareket, imkânsız bir iş olan sosyalizmin olumlu inşası görevinden, devrimin sonuçlarına sadık kalmaktan bir kaçış, yani, başarısızlığın zımnen kabûlü müydü?” Che’nin ölümü nedeniyle Küba’da düzenlenen törende konuşan Castro da benzer bir eleştiriyi Che’ye yöneltmeden edemiyordu.

Tüm bunlara rağmen, Che’de kendini bulan bu saf mit’e ihtiyacımız olmadığını kim söyleyebilir! Marksist ‘özne’ kendi tarihinin devrimci diyalektiğine Che’de simgelenen şeyi de bir şekilde katmak durumundadır. Che şahsında Marksistlerin enternasyonal devrimci ruhu bedenini bulmuştur.[28] Olması gereken de buydu!

Küba Devrimi özgülünde Castro-Che ikilisiyle ortaya çıkan objektif görüntü ideal bir tamamlama ilişkisidir. Ne Mao’nun ne de Stalin’in bir Che’si vardı. İlgili dönemlerde Che’ler yok değildi, ama bu ideal tamamlama ilişkisi hayat bulamadı. Hem Mao hem Stalin Castro kadar şanslı değildi, kendi bedenlerindeki Che ile savaştılar ya da yoldaş oldular.

Zizek, birilerinin Castro-Che ilişkisine benzer bir ilişkinin ‘sürekli devrim’ teorisyeni Troçki ile Stalin arasında da olduğunu iddia ettiğini bizlere hatırlatıyor: “Trotskiy, Fidel ile karşıtlık içindeki bir tür Rus Che Guevara’sı gibi görünür: Fidel, asıl önder, devletin en yüce otoritesi, onun karşısında Che, kendisini öylece devlet yönetimine veremeyecek olan ebedî devrimci âsi. (…) Böyle olsa Trotskiy, baş hain olarak Sovyetler Birliği’nden dışlanır mıydı? Trotskiy’in 1920’lerin ortalarında dünya çapında sürekli devrimi yaymak için göç ettiğini ve Sovyet yurttaşlığını reddettiğini, çok geçmeden öldüğünü düşünün bir –ölümünün ardından Stalin onu bir kült mertebesine hürmetle yükseltirdi…”[29] Üstelik SSCB’de yaşanacak böyle bir ideal görüntünün dünyasal etkileri çok daha sarsıcı olurdu. Aksine, Troçki de Stalin tarzında bir liderdi, öyle ki Troçki’nin Terörizm ve Komünizm eseri günümüz Troçkistlerinin görmezden geldiği, Stalin’in görmezden gelemediğidir. “Ölümünün ardından Stalin’in özel belgeleri arasında Terörizm ve Komünizm’in pek çok kere okunmuş, kendisinin coşkulu onayını gösteren elyazması notlarla dolu bir kopyası bulundu –insan daha ne kanıt ister?”[30]

***

Dışarısının tarihin ilerleyişindeki rolünü ortaya koyan bir tarih anlayışı, ezilenlerin barbar dinamiklerine yaslanan bir tarihyazımı ve somut durumun somut analizine dayanan devrimci bir politika…

 

 

 


[1] Walter Benjamin’den akt.: Michael Lövy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı, Çev.: U. Uraz Aydın, Versus Yayınları, İstanbul 2007, s.98.

[2] Ezilmenin sınıflı toplumla başlayıp başlamadığı bir tartışma konusudur. Kadınla erkek arasındaki ezme-ezilme ilişkisinin köklerinin sınıflı toplumu aştığı yönünde güçlü tezler vardır. Burada, bu tartışmaların farkında olunarak sınıflı toplumla başlayan ezilmeden bahsedilmektedir.

[3] Yıkıcılıkla kuruculuk arasındaki mücadele özellikle ezilenlerin iktidar deneyimleri söz konusu olduğunda karmaşık bir hal almaktadır. Ama sadece ezilenlerin iktidarları değil iktidara yürüyüşlerinde de bu ikili temelinde tartışmalar, konum almalar olmaktadır. Hatta iktidar için elinde silah savaşırken de yıkıcılarla kurucular arasındaki çözülmez çelişkinin devam ettiğini görüyoruz. Çatışma kendini her an her yerde üretmektedir. Regis Debray, silahlı savunmaya karşı gerilla mücadelesini savunurken tamamen bu çatışma üzerinden ilerlemektedir: “Ekonomizm, partinin öncü rolünü nasıl inkâr ediyorsa; silahlı savunma da organik açıdan, sivil halktan ayrı olan silahlı birliklerin rolünü inkâr etmektedir. Nasıl reformculuk, militan ve disiplinli bir örgüt gözetmeksizin bir kitle partisi kurmayı amaç ediniyorsa, silahlı savunma da, herkesi silahlı bir mücadele içinde birleştirmeyi, gerilla birliklerinin ortasında kadınıyla, çocuğuyla, ehli hayvanlarıyla bir kitle gerilla kuvveti yaratmayı tasarlamaktadır.” (Regis Debray, Devrimde Devrim mi?, http://www.kurtuluscephesi.com/gerilla/debray.html, 15 Mayıs 2010.)

[4] Elbette bu genel bir tespittir ve Marksist devrimlerin yaşandığı ya da devrimci mücadelenin verildiği ama devrimin yaşanamadığı her ülkeye özgü farklı dinamiklerle buluşup, ilgili coğrafyanın kimi ezilen isyanları, simgeleri ile harmanlanarak biçimini zenginleştirmiştir.

[5] Georges Sorel, “II. Ek Bölüm: Şiddetin Özrü”, Şiddet Üzerine Düşünceler, Çev.: Anahid Hazaryan, Epos Yayınları, Ankara 2001.

[6] A.g.e., “Bölüm 4: Proleter Grevi”.

[7] A.g.e., “II. Ek Bölüm: Şiddetin Özrü”.

[8] A.g.e., “3. Ek Bölüm: Lenin Hakkında”.

[9] A.g.e., “Giriş: Daniel Halevy’ye mektup”.

[10] Ali Osman Alayoğlu, “Barbarlar ve Asiler”, Teori ve Politika, S. 26, Bahar 2002

[11] Mao Zedung, Pratik ve Çelişki Üzerine, Çev.: Ahmet Kırmızıgül, Epos Yayınları, Ankara 2009, s. 129.

[12] Zizek, “Mao Zedung: Marksist Kargaşa Ağası”, a.g.e., s.7-8.

[13] A.g.e., s.12.

[14] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl (Aşırılıklar Çağı), Çev.: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1996, s.18.

[15] A.g.e., s.21.

[16] Hugo Chavez’in Venezüella’daki iktidarı yeni bir dinamiktir ve Küba’yı da yenilemektedir. Ancak Venezüella’da iktidar olmasına rağmen zaferini ilan edememiş bir devrimci hükümet olduğu söylenebilir. Bkz.: Ali İhsan Topcu, “Sosyalizm, Çelişkiler ve Venezüella Deneyimi”, Teori ve Politika, S. 47-48.

[17] Hobsbawm, Tarih Üzerine, Çev.: Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999, s.375.

[18] Slavoj Zizek, Lenin Üzerine, Çev.: Nilgün Aras, Encore Yayınları, İstanbul 2004, s.87.

[19] Ancak, politik, bilimsel ve felsefi yönleriyle Lenin dediğimizde başka bir düzeye geçmiş oluruz. O düzeyde işler Zizek’in önsezileriyle yetinemeyecek kadar farklıdır.

[20] Slavoj Zizek, Lenin Üzerine, s.74.

[21] A.g.e., s.85.

[22] A.g.e., s.77.

[23] A.g.e., s.77.

[24] A.g.e., s.76.

[25] Zizek, “Mao Zedung: Marksist Kargaşa Ağası”, a.g.e., s.33.

[26] A.g.e., s.31.

[27] Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, a.g.e., s.92. Bu enternasyonal devrimciler, SSCB’nin varlığında, dünya devriminin Moskova’daki karargahına bağlılığını ilan ederek savaşan komünistlerdi. Kendilerini bir mezhebin değil evrensel bir kilisenin parçası olarak görüyorlardı. (A.g.e., s.91) Zaten “İç içe geçmiş bu iki hayat, 20. yüzyılın ilk yarısı dışında ne zaman bu şekilde biçimlenebilirdi?“ (A.g.e., s.92) 20. yüzyılın ikinci yarısında karşımıza çıkan Che ile onların benzerliği bir şeyler anlattığı gibi, benzemezlikleri de anlatıyor olmalı.

[28] Che’nin günümüzdeki popülerliği ile gerçek Che arasındaki açı önemlidir ve gözden kaçmamalıdır. Ancak Che’nin popülerliğinin abartılı eleştirilmesinde bir tür geri çekilmecilik, kendi dünyanda kalma eğilimi gizlenmiş görünüyor. Marksizmin starlara da ihtiyacı var.

[29] Zizek, “Trotskiy’in Terörizm ve Komünizm’i ya da Fırtınalı 1920 Yılında Umutsuzluk ve Ütopya”, Leon Trotskiy, Terörizm ve Komünizm, Çev.: Onur Koyunlu, Epos Yayınları, Ankara 2009.

[30] A.g.e.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar