Ana SayfaArşivSayı 58İsmail Uçar’a Yanıt: Kaypakkayacılık bugün nedir?

İsmail Uçar’a Yanıt: Kaypakkayacılık bugün nedir?

Ferhat Şirin

Teori ve Politika’nın geçen sayısında yer verilen “ABD Yarattığı Frankenstein’ı mı Öldürdü?” başlığıyla yayımlanan yazı, 28 Mayıs 2011 tarihli mektupla hem Halkın Günlüğü hem de Özgür Gelecek gazetelerine yollanmıştı. Mektupta, yazının her iki gazeteye de yollandığı özellikle belirtildikten sonra, şöyle bir not da düşülmüştü: “Yayımlanmaya değer bulunmazsa nedenini özetle bildirmeniz okurunuzu sevindirecektir.”

“Okur mektubu” olarak yollanan söz konusu yazı, ne Halkın Günlüğü’nde, ne de Özgür Gelecek’te yayımlandı. Hiçbir gerekçe de belirtilmedi. Teori ve Politika’ya da mektup yoluyla ulaştırılan söz konusu yazı, tam da üç ay sonra derginin Eylül 2011 tarihli 56-57. Sayısında yayımlandı. Bir süre sonra, Halkın Günlüğü’nün köşe yazarlarından İsmail Uçar, yazıyı konu edinen bir yazı yazdı. (Sınıf Tavrı: “Parlayan Her Şey Altın Değildir”, 10-20 Aralık 2011, Sayı: 24, s. 3)

Halkın Günlüğü’nde Sınıf Tavrı köşesi yazarı İsmail Uçar’ın bu detaylardan haberi var mı bilmiyorum. Çünkü, bir yazısını bu yazıya cevap vermeye ayıran İsmail Uçar, Ferhat Şirin’in amacının “üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğunu yazdı. Hal böyleyken, Uçar’ın bu gelişmeden haberli olmadığını kabul edebileceğimizi sanıyorum, ama yine de haberli olma ihtimaline şu karşılığı vermek gerekli olacak: “Allahsızlık etme kirvem. Ayıp oluyor ama..!”

İsmail Uçar, Teori ve Politika’ya dair Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) saflarındaki genelgeçer yargıyı fazlasıyla benimsiyor olmalı ki, yazısında, işin kolayına kaçmış. İ. Uçar, cevap vermediği F. Şirin’e bir “Höyyt!” çekip haddini bildirmeye çalışmıştır.

TDH saflarındaki genelgeçer yargıya göre Teori ve Politika, Hikmet Kıvılcımlı’nın tabiriyle “sıkmadığı için” pratikten uzak duran tasfiyecilerin lafazanlık yaptığı, hiçbir külfeti ve riski olmayan konulara dair ahkam kestiği, bazen de devrimcilere “onu öyle değil, böyle yap” diye akıl verdiği bir platformdur. İsmail Uçar da böyle bir dergide Kaypakkayacılara akıl verme densizliğinde bulunan “bilgiç” bir “Teori ve Politika yazarı”na haddini bildirmekte, gözleri kamaşan Ferhat Şirin’e parlayan her şeyin kıymetli olmayabileceğini hatırlatmaktadır.

İsmail Uçar’ın, “eleştiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan (…) kaba, seviyesiz ve amacın üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu her satırından anlaşılan yazı” diye tanımladığı yazının yazarı Ferhat Şirin, Teori ve Politikacıdır ama “Teori ve Politika yazarı” değildir. “Aklınca belden aşağıya vur”maya çalıştığı söylenen ve “bay bilgiç” diye çağrılan Ferhat Şirin, 1990’ların başından itibaren kesintisiz biçimde aktif olarak Kaypakkayacı Hareket saflarındadır! Kötü bir iş olduğu için değil, böyle bir görev üstlenecek teorik birikime ve iç disipline sahip olmadığını düşündüğü için “Teori ve Politika yazarı” ol(a)mayan Ferhat Şirin, Teori ve Politika yazarlarının sıkı bir çalışma ve uzun uğraşlar sonucu kurmaya çalıştıkları “Bütünsel Marksizm”i yeni yeni tanıyan ve pratik devrimcilikte maddileştirmeye çalışan Kaypakkayacı Hareket saflarındaki bir “Teori ve Politika sempatizanı”dır!

İslam, sol ve Kaypakkayacılık

Devrimcisinden reformistine Türkiye solunun neredeyse alayı, İslami esaslara dayalı bir sosyal düzeni hedefleyen, bu uğurda silahlı mücadele yürüten örgütlerin ve bu örgütlere mensup kadın ve erkeklerin devrimci olabileceğine zerrece ihtimal vermez.

Kaypakkayacıların, İslam ve belli başlı İslami hareketler hakkında kamuya mal olmuş resmi belge ve dokümanları bulunmuyor. Ama hem çeşitli dönemlerde yayımlanan haber, yorum ve makaleler, hem de İsmail Uçar’ın “Parlayan her şey altın değildir” yazısı, Kaypakkayacılar’ın İslam ve İslami Hareket hakkındaki görüşleri ile ilgili belli bir fikir veriyor.

İsmail Uçar, söz konusu yazısında; “Aşağıdaki yazılanlar, kendisine devrimciyim diyen bir şahsın kaleminden çıkan cümlelerdir” dedikten sonra, şu alıntıyı yapıyor: “Usame bin Laden, emperyalist-kapitalist dünyaya savaş (İslami terminolojide ‘cihad’) ilan etmiş, varını yoğunu, tüm enerjisini buna adamış, buna uygun olarak konumlanmış ve yaşamış büyük bir İslam devrimcisidir; emperyalist-kapitalist dünyanın baş temsilcisi ABD’ye karşı amansız bir savaş yürüten İslam Ordusunun başkomutanıdır.”

İsmail Uçar’a göre, bu sözler skandal niteliğindedir. Devrimcilerin, –hele hele Kaypakkayacıların– diline de, kalemine de yakışmamaktadır! Tam da bu nedenle İsmail Uçar, “bu harikulade belirlemeler”le “ülkemiz ve dünya halklarının bilincini bu denli aydınlatıp çağımızın en büyük devrimcilerinden (!) birini bizlere tanıttığı için” “Şirin’e teşekkür etmek gerekiyor” diyerek, skandal sözlerin sahibiyle dalgasını geçmektedir.

İsmail Uçar’a ve kendisiyle aynı epistemolojiyi paylaşan Kaypakkayacılara, Kaypakkaya’nın şu sözleriyle yanıt vermek farz oluyor: “Özellikle Kemalizm konusunda orta burjuvazinin gerçeklere aykırı idealist yargıları beyinlere öylesine yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuştur ki, Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi sanki olanaksız hale gelmiştir. Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, (…) bütün burjuva ve küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır…”

“Konumuzla ne alakası var?” diyerek karşı çıkacak olanlara hemen hatırlatalım: Kaypakkaya’nın Kemalizm hakkındaki sözleri, dönemin kelli felli Marksistleri nezdinde skandal niteliğindeydi.

Biz de diyoruz ki, solun gerçeklere aykırı idealist yargıları beyinlere öylesine yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuş ki, İslam’ın ve İslami Hareketin komünistçe değerlendirilmesi sanki olanaksız hale gelmiştir. Bundan dolayı, bizim El Kaide ve Usame bin Ladin hakkındaki yargılarımız, İsmail Uçar’ı ve onunla aynı düzlemde duran Kaypakkayacıları öfkeyle ayağa fırlatıyor ve bu ruh haliyle bize demediklerini bırakmıyorlar.

İbrahim Kaypakkaya’nın sadece bir tarih ve yerdeki Kemalizme cephe aldığı ve bu ideo-politik varlığın etkisindeki soldan koptuğu sanılıyorsa bu büyük bir yanılgıdır. Kaypakkayacılığı, cansız bir dogma değil yaşayan bir dinamik olarak kavramak, onun burjuvazinin geniş anlamdaki zihniyetinden, yani Aydınlanmacılıktan, modernizmden koptuğunu anlamaktır. Bu durumda, Aydınlanmanın din gibi meselelerdeki görüşleri de Kaypakkayacılığın özgül eleştiri alanına girecektir. Kaypakkaya’nın kopuşunu sırf Kemalizmden kopuşa indirgemek, üzerinden geçen kırk yıldan sonra, onu anlamamanın günümüzdeki en açık belirtilerinden biridir. Kaypakkayacıların aklına Kemalizmin dine ve dinsel ideolojilere hangi pencereden baktığı neden gelmiyor bir türlü?

Kazım Cihan’ın Halkın Günlüğü’nün aynı sayısında yayımlanan yazısındaki çok yerinde bir tespitle belirtildiği üzere Kaypakkaya, Türkiye’de politik Marksizmin kurucusudur ve bu kuruluş, “belli ölçülerde etkilediği devrim saflarının” da paylaştığı “geleneksel epistemolojiden kopuştur…” (Bak: Kazım Cihan, “Ulus Devletçi Epistemoloji”, Halkın Günlüğü, Sayı: 24, s. 15) Lakin bunun ne türden bir kopuş olduğu, artık Kaypakkayacı saflarda unutulmaya yüz tutmuştur. Kopulan Aydınlanmacı, modernist, tarihsel ilerlemeci Marksist epistemoloji, Kaypakkayacı Hareketi yeniden tahakkümü altına almıştır. İslam ve İslami Hareketin değerlendirilmesi konusunda, Aydınlanmacı, modernist, tarihsel ilerlemeci Marksizmin Türkiye’deki temsilcileri ile Kaypakkayacı Hareket arasında, hiçbir kategorik ayrım kalmamıştır. Usame bin Ladin’in şehadeti karşısında takınılan tavır, bunun tipik bir örneğidir.

Devrimcileri ne itibarsızlaştırır?

“On yıllardır ülkemizde ve dünyada devrimci-komünistlerin yarattığı değerlerin, ödediği bedellerin üzerini bir kalemde silip, devrimciliklerini sorgulayan, itibarsızlaştırmaya çalış”makla itham ediyor İ. Uçar ve soruyu yapıştırıyor: “emperyalist-kapitalist sistemin onlarca yıldır her türlü imkanı ve araçlarıyla, bütün baskı ve zorbalıklarıyla sindirmeye çalıştıkları, karşılarında mücadele ettikleri güçler kimlerdir acaba?” Ardından, bir öğütü de esirgemiyor: “Guantanamo’da işkence izi arayacağına ülkemiz hapishanelerine, bu hapishanelerde türlü işkencelerle katledilen, sakat bırakılan, tecridin ve tretmanın en barbarcasına maruz kalan devrimci-komünistlere bakmasını salık veririz.” Aslında bu konuda doğru söylediğini kabul etmeliyiz İsmail Uçar’ın; “ol mahiler”den olmuşuz ve “içre olduğumuz deryayı” bilmemişiz”! İsmail Uçar, “bakmasını salık verdiği” Ferhat Şirin’e, bir de, kendine nasıl bakacağını öğretseydi!

Ferhat Şirin’e karşı Kaypakkayacı kesilen İsmail Uçar, Türkiye’deki zamanın tüm solcuları nezdinde, “gerici”, “yobaz”, “hilafet yanlısı”, “toprak ağası”, “karşı-devrimci” biri olarak lanetlenen Şeyh Said’i sahiplenen, onun Kemalistlerce katledilmesini “devrimcilik” ve “ilericilik” olarak alkışlayanları lanetleyen, Şeyh Said’in haklı ve meşru olduğunu savunan Kaypakkaya’nın tavrını nedense aklına getirmiyor!

“Bedel ödeme, mücadele etme noktasında oldukça sakat ve tehlikeli bir şekilde kıyaslamaya git(tiğini) ve devrimcileri aklınca mücadele etmeyen, bedel ödemeyen kimseler olarak göstermeye çalı(ştığı)”nı iddia ettiğiniz Ferhat Şirin’e karşı söylediğiniz “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünü madem biliyorsunuz, neden genel olarak İslami Hareketin, özel olarak ise El Kaide ile lideri Usame bin Ladin’in “işleri”ne değil de “lafları”na takılıp kalıyorsunuz? Gerçi doğru, başta 11 Eylül olmak üzere, El Kaide’nin ve Usame bin Ladin’in “işleri”ni de lanetliyorsunuz! Ne büyük bir çaresizlik!

Şeyh Said’in eylemlerini lanetlemede zamanın “komünistler”i Kemalistlerle yarışıyordu. El Kaide’nin ve Usame bin Ladin’in eylemlerini lanetleme konusunda, zamanımızın “komünistler”inin hangi odaklarla yarıştığını söylemeye dilimiz varmıyor. Böyle bir şey devrimciliğe hiçbir şekilde gölge düşürmüyor; ama El Kaide’nin tüm dünya gericiliğini dehşete düşüren, mücadele eden ezilenlerde ise müthiş bir coşku ve özgüven duygusu yaratan küresel eylemlerini ve eylemcilerini övmek ve yüceltmek, “yaratılan değerlerin, ödenen bedellerin üzerini silmek, devrimcileri itibarsızlaştırmak” oluyor. Öyle mi?

İ. Uçar, yazısının çoğunu, F. Şirin’in art amaç ve niyetlerini deşifre etmeye ayırmış ve bunu neden böyle yaptığını da şöyle izah etmeye çalışmış: “Ferhat Şirin’in haddini aşan, eleştiri sınırlarını zorlayan yazısının çoğunu üstteki başlıklar oluşturduğu için bizler de yazımızın büyük bir kısmını bu başlıklara ayırmak durumunda kaldık.”

Yazının geriye kalan kısmı da, bu mesele özgülünde nasıl bir bakış açısına sahip olmak gerektiğine ayrılmış.

İ. Uçar, söze şöyle başlamış: “Bizler, bir kişinin, kurumun, hareketin, örgütün vs. niteliğini belirlerken sınıfsal zeminini, ideolojik dünya görüşünü, sahip olduğu programı ve siyasi-pratik hattını irdeleriz.”

Kesinlikle doğru söylüyorsunuz! Siyasal gelişmeleri, bu gelişmelerin öznelerini, “sınıfsal zemin”, “ideoloji”, “dünya görüşü” ve “program” parametreleri üzerinden incelediğiniz ve tasniflediğiniz için, Marksizmin devrimci diyalektiğinin canına okuyorsunuz! Konjonktür diye bir alan tanımıyorsunuz. Bu yüzden, tumturaklı programlara, anlı şanlı ideolojilere veya dünya görüşlerine, kısacası, “parıldayan şeyler”e aldanıyorsunuz! Eh, sonunda da, önceki gözkamaştırıcı parıltılar tarafından gölgelenen eklenti bir “siyasi-pratik hat”tı da sayacaksınız… Bir konjonktürde devrimci rol oynayan bir öznenin bir başka konjonktürde “sınıfsal zemin”i, “ideoloji”si, “program”ı aynı kaldığı halde devrimcilikten düşebileceğine, hatta karşı-devrimcileşebileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Size göre senaryo yazılmış, roller dağıtılmıştır. Proletaryadan başka devrimci özne, Marksizm-Leninizm-Maoizmden başka ideoloji yoktur –olamaz! Dünyada İslami Hareket gelişip güçleniyormuş, kadın, çevre, “kimlik” vb. türden “sınıf”dışı ve “anti – Marksist-Leninist-Maoist” (revizyonist) ideolojik hareketler, eylemlilikleriyle öne çıkıyor ve kurulu devletler bunlarla baş etmeye çalışıyormuş… Bunların hepsi boş ve fani işlerdir. Asıl olan işçi sınıfı, onun ideolojisi ve komünist partisidir. Bunların hayli zamandır gelişip güçlenemiyor oluşu, etkinliklerinin yok denecek düzeye inmesi, kimseyi yanıltmamalıdır. Aksi düşünüş ve davranış tarzları karamsarlıktır, inançsızlıktır, rüzgarın estiği yöne savrulmaktır, ideolojik tasfiyecilik ve revizyonistliktir, “parlayan her şeyi altın sanmak”tır…

Maalesef böyle! Doktrinleşmiş, donmuş, kalıplaşmış “Marksizm-Leninizm”i tarümar eden ve devrimci diyalektiğine uygun olarak yeniden kuran, başta köylülük olmak üzere, kapitalist modernitenin henüz egemen olmadığı haliyle işçileşme düzeyi ve oranının yok denilecek düzeyde olduğu Asya’nın, Afrika’nın ezilen milyonlarının elinde dalgalanan bir Kurtuluş Bayrağı haline getiren Mao’nun Türkiye’deki takipçileri, yani Kaypakkayacı Hareketin günümüzdeki özneleri, ülke ve dünyadaki olay ve gelişmeleri, tam da yukarıda kabaca tarif edilen Politika Belirleme / Yapma Şablonuna göre tahlil etmekte ve tavır almaktadırlar.

Bu düşünüş ve davranış tarzına göre İslam, ortaçağa ait, miyadını doldurmuş, zoraki var edilmeye ve yaşatılmaya çalışılan arkaik, gerici ve haliyle de karşı-devrimci bir ideolojidir. Böyle bir ideolojiyi –üstelik bağnazca!- savunan, günlük yaşam ve sosyal-siyasal alanı bu ideolojinin gereklerince düzenlemeyi esas alan bir öznenin devrimciliği tabii ki mümkün olamaz!

Kişi, kurum, hareket ve örgütlerin niteliklerinin hangi parametreler / kriterler üzerinden tanımlanması gerektiğini açıklayan İ. Uçar, bunlara riayet edilmemesi durumunda ne hallere düşülebileceği konusunda uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor: “Sayısal olarak, an itibarıyla Ergenekon adı altında yapılan operasyonlarda tutuklu olanların sayısının birçok devrimci örgütün tutsaklarından çok olduğunu hesaba katarsak Ergenekon operasyonunda tutuklanan birçok faşist generalin, tetikçinin devrimci olduğu sonucuna mı varacağız?”

Hiçbir pırıltı taşımayan, ama besbelli ki sahibi tarafından altın bellenen bu ucuz demagojiye kananlar çıkarsa çıksın! Biz, başka boyutuyla mesele üzerinde biraz fikir jimnastiği yapmaya çalışalım…

“An itibarıyla” bir zamanların kelli felli faşist generalleri ve tetikçileri derdest edilip içeri atılıyorsa ve bunların sayısı, devrimci tutsakların sayısından fazlaysa, bundan İ. Uçar’ın yakıştırdığı sonuç çıkmaz. Ama şu sonuç çıkar: Devrimciler dışarıda da azalmışlardır! Eğer Ergenekon operasyonlarını düzenleyenler devrimciler değilse, –ki değiller!– devrimcilerin geçmişte neler yaptıklarının ve ne kadar güçlü olduklarının “an itibarıyla” hiçbir hükmü ve pratik-politik karşılığı yoktur. Bu gerçeği kabul etmek, sayıları içeride de dışarıda da bir hayli azalan ve maddi bir güç olamama evresini yaşayan günümüz devrimcilerinde umutsuzluğa ve devlete karşı devrimcilik yapma ısrarcılığında kırılmaya ve çözülmeye yol açıyorsa, bu, devrimcilerin problemidir.

Homojen bir organizasyon olmadığı çok bariz olan ve –önderimiz Kaypakkaya’nın gösterdiği üzere– TC’nin kuruluşundan beri egemenlik mücadelesi veren iki gerici kesimden birinin “uç savaşçılarını” temsil eden Ergenekoncularda devrimciliğin “d”si dahi yoktur. Ama bu demek değildir ki, devleti kendi hakimiyetlerinde koruma ve idame ettirme temelinde hareket ettikleri çok bariz olan Ergenekoncular, en azından içlerinden kopacak bir grupla, bir başka konjonktürde güdük de olsa devrimci olamaz. Hayır, Ergenekoncuların değişip dönüşmesi ihtimalinden bahsedilmiyor. Mevcut Ergenekoncuların ya da içinden çıkan bir grubun “sınıfsal konumları”, “ideolojik dünya görüşleri” ve “programları” küçük rötuşlar dışında hiçbir değişiklik geçirmeksizin, bir başka konjonktürde devrimcileşebileceklerinden bahsediliyor; böyle bir şeyin mümkün olabileceği savunuluyor. Yani bir konjonktürde karşı-devrimci olan bir özne, İ. Uçar’ın önemsediği mevzularda hiçbir nitelik değişikliğe uğramaksızın bir başka konjonktürde pekâlâ devrimcileşebilir. Aynen, komünist devrimcilikte olduğu gibi. Kaypakkaya’nın ardılı olmanın ilelebet komünist olmaya yetmeyeceği gibi… Ya da tersi…

Mao’nun, farklı tarihlerdeki farklı Guomindang tahlilleri ve bu hareketle geliştirilen taban tabana zıt ilişkiler, kimilerinin iddiasının aksine Mao’nun ilkesiz ve “tutarsız”lığının değil, aksine Mao’nun Marksist politika teorisini mükemmel bir şekilde Çin özgülüne uyarlamasının ürünüdür.

Devrimci olup olmamayı, “sınıfsal zemin”, “dünya görüşü” ve “sahip olduğu program” parametreleri üzerinden tayin etmeye çalışanların, Usame bin Ladin’i ve El Kaide’yi devrimci olarak nitelendirenleri meczup ilan etmeleri gayet doğaldır. Halepçe katliamını yapan Saddam Hüseyin’le işgalci güçlerin ve işbirlikçilerinin darağacına yiğitçe çıkan Saddam Hüseyin aynı biyolojik varlıktır elbette, ama aynı ‘politik varlık’ değildir. Hele hele, Kaddafi’nin linç edilmesine kadar uzanan pratiğinde işgal karşıtı anti-emperyalist devrimcilikten ziyade, karşı-devrimci bir “diktatör”ün iktidarı uğruna ne denli çılgınlaşabileceğini görenler, bu iki politik gelişmeyi üç aşağı beş yukarı bu düzlemde irdeleyenler, elbette bizim hem Ergenekoncular üzerinden yaptığımız “simülasyon”u hem de El Kaide’yi ve Usame bin Ladin’i büyük İslam devrimcisi olarak değerlendirmemizi, bir meczubun saçmalıkları olarak göreceklerdir. Dedik ya, senaryo yazılmış, roller dağıtılmıştır. Ne senaryonun dışına çıkılabilir, ne de aktörler birbirlerinin rollerini çalabilir.

Komünist devrimciler, ideolojist solcular tarafından ezberletilen ve belletilenin aksine, dost ve düşmanlarını, kendi ideolojik kalıplarından ele al-ma-mak bakımından ayrılıyorlar. Doktriner bir Müslüman için, kelime-i şehadet getirmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan insanların oluşturduğu politik hareketin, anti-İslamcı inanç ve talepler uğruna mücadelelerinin haklı ve meşru olması bir tarafa, böyle bir politik hareketin bizatihi kendisi gayrimeşrudur, küfürdür. Hakeza bir milliyetçi hareket için de aynı durum söz konusudur. Komünistler dışındaki bütün ideolojik-politik hareketler, dost ve düşmanlarını ideolojileri üzerinden tarif ederler. Eğer komünistler de bu ideolojik hareketler gibi bir hareketse, komünistler ile diğer ideolojik hareketler arasında ne gibi bir epistemolojik ayrım olduğu sorulmalıdır.

İ. Uçar’ın El Kaide’nin ve katledilen lideri Usame bin Ladin’in İslami devrimciliğini kabullenmemesi ile bir El Kaide militanının İ. Uçar’ı ve daha başka “Allahsız komünistler”i düşman görmesi arasında hiçbir kategorik ayrım yoktur! Herhangi bir ideolojiyi referans alan bir politik hareketin, bir başka ideolojiyi benimsediğini ifade eden bir hareketi dost ve müttefik görmemesi ve bunu o hareketin savunduğu ideoloji ile açıklaması, normaldir. Ama bir komünist hareketin temel referansı, hiçbir zaman bu olmamalıdır. Devrimcilik ya da karşı-devrimcilik, ideolojiler tarafından hazmedilmiş ve tamamlanmış değildir –olamaz!

Bütünsel Marksist politika teorisinde, devrimci olup olmamanın parametresi, bir süreç boyunca maddi bir güç olan ezene/devlete karşı maddi güç yetirme pratiği içerisinde olmaktır. Komünistler, proletarya diktatörlüğü uğruna yürüttükleri politik iktidar mücadelesinde dost ve düşmanlarını, öncelikle ve esas olarak bu parametre üzerinden tayin ederler –etmek zorundadırlar.

Marx’ın, Lenin’in, Mao’nun ve Türkiye’de politik Marksizmin kurucusu olan İ. Kaypakkaya’nın hep ve daima yaptıkları bu olmuştur. Pratik politik mücadelede mensup olunan “sınıfsal zemin”in, öznelerin kendilerine atfettikleri ve savundukları ideolojinin ve uğruna dövüşülmesi gerektiği açıklanan programın, politik öznelere önsel bir üstünlük ve avantaj sağlayacağı görüş ve inancı sol saflarda, Marksizmin a-b-c’si olarak bellenmiştir ve Marksistler de hiçbir eleştiriye tabi tutmaksızın bu görüş ve inancı benimsemişlerdir. Bu görüş ve inanışın Bütünsel Marksizm ile uzaktan yakından alakası yoktur. Burjuva, küçük-burjuva ve hatta feodal bir “sınıfsal zemin”e, anti-Marksist “ideolojik sistem”e ve programa sahip olan bir politik özne, belli bir konjonktürde pekâlâ devrimci olabilir ve hatta bir devrimin öznesi de olabilir!

Belli başlı İslami hareketlerin, konumuz özgülünde ise El Kaide’nin, devrimci olması, günümüz ezenleri (ABD) karşısındaki pratik-politik duruşlarıyla ilgilidir. ABD öncülüğündeki emperyalist haydutlar koalisyonunun dünyaya nizamat verme iradesine kan ve barutla karşı koyup direnmekte, bu uğurda ölüm dahil, her türlü bedeli göze almakta ve sonuçlarına da katlanmaktadır.

Son sözler

ABD Yarattığı Frankenstein’ı mı Öldürdü” yazısının “amacı”, Usame bin Ladin’in katli karşısında ‘tipik bir solcu’ gibi duran ve konuşan Kaypakkayacılar’ı eleştirmek ve onlara tarihsel bir uyarıda bulunmaktı. Kendini bildi bileli Kaypakkayacı Hareket saflarında olan, Marksist / komünist devrimcilik için halihazırda bir başka platform olduğunu bilmeyen yazarın, bundan öte bir amacı da, derdi de yoktur!

Ferhat Şirin, Türkiye’nin ilk komünist devrimcisi Kaypakkaya’nın ardılı ve savunucusu olma iddiasındaki yoldaşlarının, Kaypakkaya’nın şehadetinin 38. yılında Usame bin Ladin’in katledilmesini politize edememeleri şöyle dursun, Usame bin Ladin’in denize atılıp köpekbalıklarına yem edildiği açıklanan naaşına dahi sahip çıkılamamasını hazmedememiştir. Bunun neden olduğu rahatsızlığı ve huzursuzluğu yoldaşlarıyla paylaşmaya çalışmıştır.

Bırakalım, solcular, kendi ahmaklıkları içinde mutlu ve huzurlu olsunlar. Kaypakkayacılar göbek bağlarını çoktan kestikleri solcuların ayak izlerine basarak yürümek ve onların gölgeliklerinde dinlenip enerji toplamaktansa, ezilenlerin kahredici öfkeleri ve isyan ateşlerinde pişmeyi tercih etmeye devam edecektir.

İbrahim Kaypakkaya’nın göbek bağını kestiği Sol’un, günümüz Kaypakkayacılarını nasıl yeniden tahakkümü altına aldığının son örneği, yine bir ölüm olayı karşısında çıktı karşımıza. Aralarındaki ayrılığın derinliğini veya sığlığını tartışmaya çalışmadığım Kaypakkayacı Hareketin iki ana kolu, bir ölüm olayı karşısında yine ortak ve benzer refleks sergilediler. (Yine alıntılı kanıt istenmesin.)

Kaypakkaya’nın özellikle Kemalizm tahlillerine tahammül edemeyen, Kaypakkaya adını “68’in bir devrimci önderi” olarak bile ağzına almaktan imtina eden, 19 Aralık sonrasındaki süreçte devrimcilere küfür eder düzeye gelen, “M. Kemal’in devrimciliği”nin sahiplenicisi ve savunucusu, en son katıldığını bildiğimiz bir işçi/emekçi mitinginde, Ergenekoncuları sahiplenen ve operasyonları protesto eden bir döviz ile Türk bayrağı taşımayı tercih eden bir solcu aydının ölümünün ardından Halkın Günlüğü ve Özgür Gelecek sayfalarında “duygusallaşıp gözyaşı dökmek”, en hafif deyimle Kaypakkaya’nın hatırasına yeni bir saygısızlık değildir de nedir?

Kaypakkayacı Hareketin önderlik kademesinden “emekli olmuş” bir zamanların efsanevi isimleri kendilerine sunulan köşeleri, “Aydınlanma savaşçısı” Server Tanilli’ye methiyeler dizmeye ayırıyor ve yeni kuşak Kaypakkayacılar’a Tanilli külliyatını hatmetmelerini öğütlüyorken, İsmail Uçarlar, Usame bin Ladin’in şehadetinin ardından “Aydınlanma savaşçıları” gibi soğuk değerlendirmeler yazan, bir nebze olsun özdeşleşme hissi yaşamayan Kaypakkayacıları uyarmaya çalışan bir Kaypakkayacı devrimciyi haşlamayı daha mühim bir iş sayıyor. Manzara bu!

Aralık 2011

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar