Ana SayfaArşivSayı 54Yeni Tarihin Alacakaranlığından Sahipsiz Mirasa Dair Notlar ‘Hanif Marksizm’ Üzerine

Yeni Tarihin Alacakaranlığından Sahipsiz Mirasa Dair Notlar ‘Hanif Marksizm’ Üzerine

Yeni Tarihin Alacakaranlığından Sahipsiz Mirasa Dair Notlar

‘Hanif Marksizm’ Üzerine Birkaç Fikir

 

Deniz Tokgöz

Hayata dönecek olan hakikat. Peki ya,

“…kim için? Belirlenmiş hiçbir mirasçı, hiçbir doğal varis yok, yalnızca kendini devam ettirecek olanları bekleyen, kendini gerçekleştirecek olanların arayışındaki bir miras var. (…) ‘Miras, alıp da bankaya koyduğumuz bir mal, bir servet değildir. Meşru mirasçılardan çok gayrı meşru olanlar tarafından kimi zaman yeniden canlandırılıp yeniden teyit edilebilen, seçici, aktif bir onaylamadır[1]’”.

*

Georges Sorel, Fransız fin de siècle[2] evreninin aşılmaz görünen ufkunu seyretmekten bıkkın, ancak müthiş bir devrimci ‘açlıkla’ düşündü, yazdı. Vasatlığın hükmü ve tahakkümünden beslenen ahlaki ve siyasal bir çöküntünün kıyısında; Marksist ortodoksinin Aydınlanmacı reformist eğilimleri ve karşı devrimciliğine yönelik tiksintiden ilham alarak tarihselci olmayan bir tarih felsefesi, anti-siyasi bir siyaset kavrayışı, psikolojist ve ahlakçı bir sosyalizm anlayışının sınırlarını zorladı. Sorel’in devrimci açlığı, iki yüzyıl arasında unutulan düşünürü Katolik mistisizminden anarko-sendikalizme, Bergsoncu irrasyonalizmden Amerikan pragmatizminin patikalarına yöneltti. Monarşist restorasyoncu Action Française ve erken dönem İtalyan faşistleriyle ilişkileniş biçimi ise Türkiye devrimci hareketinin fin de siècle’ının radikalleri nezdinde kaderin bir cilvesi olarak adlandırılıp geçiştirilemeyecek kadar değerli bir uyarı abidesi şeklinde algılanmalıdır.

Kavramsallaştırdığı siyaset anlayışının aldığı zayıf ve saldırıya açık formun yanı sıra devrimci eylemi, şiddet mitinden başka tek bir çıpaya dahi bağlamamış oluşu kolayca eleştirilebilir. Ancak Sorel, post-devrimcilik dönemlerinin kaçak kaynaklardan sızan ve nadiren beliren radikal düşünürlerinden biri olmasıyla hasebiyle, özellikle bizim için, fazlasıyla ilgi çekicidir. “Marksizmin dekompozisyonu”nun gerçekleştirilmesi görevinin aciliyeti kendisi için öylesi büyük bir önem arz eder ki, Bernstein’ın aynı göreve bütünüyle zıt bir damardan dalmış olması dahi Sorel’in Alman çağdaşına saygı duymasına yetecektir. Sorel’in sermaye devletine boyun eğerek Katolisizmi soysuzlaştıran kilise hiyerarşisiyle, Marx’la, ‘bilimciliğe’ bulaşmış bilim insanları ve aynı bilimcilikten nasibini almış Marksistlerle, her kanattan reformist sosyalistlerle görülecek bir hesabı vardı. Sorel’in her türden hesaplaşmasının merkezinde ise Aydınlanma düşüncesi duruyordu.

*

Şayet tespit, yirminci yüzyılda vuku bulan dünya-siyasi konjonktürel evrimin belirleyenleri ile beraber Marksizmin görkemli çöküşünün “derinlerinde”, Aydınlanma kozmosunun yörüngesinden çıkamamanın onun bünyesine taşıdığı varsayım ve önermelerden müteşekkil ‘hastalıklı’ bir eğilimler gövdesi yattığı ise kendisini yakıcı bir biçimde hissettiren soru şu –yahut bu– olmalı: Üzerine emekçi sınıflar ve ezilenlerin Marksizminin inşa edileceği mevziler ve içine yerleşilecek hendeklerin, “yaygın”, güncel ve ölgün Marksizmin karşısındaki radikal teorik yönelimi, devingen ve iktidar odaklı devrimci öznenin siyaseti ile nasıl ve hangi kanallar dolayımıyla buluşacak? Sorunun kendisine içkin ve güncel tartışmayı çağlar düzeyinde aşan bir başka sorunun merkezinde ise kuşkusuz, ‘buluşma’ fiiline ihtiyatlı yaklaşmanın gerekliliği duruyor. Teori ve siyaset arasında by-pass etmenin olanaksız olduğu bir ikilik ilişkisi bulunduğu iddiasına yine ihtiyatlı bir reddiyeden hareket etmek gerekiyor. Bu durumda, kelimenin algısına yapışık ‘karşılıklılık’ anlamından ziyade ikisi arasında ancak teğet noktaları bulunabildiğini iddia etmek akla daha yakın görünüyor. Bu nedenle buluşma ancak, ana hatları, güncel konjonktür itibarıyla ‘dışarıda’ belirlenmek durumunda kalan teorik yönelimin ‘içerideki’ öznenin devrimci eyleyişiyle bire bir örtüşmesi durumundan çok; pratiğin teorik öncüllerinin ilk aşamada kısmi beslenimi biçiminde olacaktır. Soruna içkin bu ikinci meselenin yabana atılmaması gerekiyor, zira dünya komünist hareketinin vücudunda somutlanan şekliyle ve ‘akıl’ ile pratik ilişkisi bağlamında beliren, bilimin tarih ile siyaset alanına aktarılması formundaki Aydınlanmacı kavrayış, hesaplaşılması gereken önemli bir uğrağı teşkil ediyor.

Bahsi geçen sorunun ‘çözümü’, büyük ölçüde, mücadelenin kendi dinamikleri dahilinde ‘kendini gerçekleştirecek’ olsa da; teorik yönelimin, Marx da dahil olmak üzere ardıl Marksistler ile hangi nirengi noktaları üzerine hesaplaşacağını belirlemek ve çizginin kritik odaklardaki duruşunu açık uçlu biçimlerle formüle etmek gerekiyor. Bir başka deyişle; teoriye dair nirengi noktalarının tesbiti hususunda mutlak bir berraklık, siyasi konumlanış mevzisinde ise açık uçlu bir formülatif çaba esas alınmalıdır.

Metin Kayaoğlu’nun Teori ve Politika’nın 51-52. sayısında yayımlanan yazısının son bölümü, bu meseleye yönelik kimi ilkelerin sınırlarını çekme ve üzerine yürünecek anahatları belirgin hale getirme çabasına hasredilmiş. Yazının esas direğini ise, yine, sosyalist hareketin kendini ve ‘tarihsel’ misyonunu tanımlayışı ile iç içe olarak tarihsel materyalizm ve Marksist felsefenin yaygın teorize ediliş biçimlerine içkin olan sorunlu yönelimlerin köklerine inme ‘işi’ oluşturuyor. Değerli bir çaba. Yazının Marksizm ve Aydınlanma düşüncesinin tarihsel ve güncel teğellenme noktalarına ilişkin kimi çok yerinde tespitlerde bulunmasının yanı sıra, Teori ve Politika’nın altında hatrı sayılır bir vakit geçirmeye devam ettiğinin esaslı bir yük olduğunu söylemek gerek. Teori ve Politika’nın çabalarının odak noktasında bulunan yeni mevziler yaratma ödevi, kıyısında manevra ediyor olduğu Türkiye sosyalist hareketi ve düşüncesinin teorik-politik tarihsel çizgisi ve bugününün üzerine çöken mirasın egemen nitelikleriyle biraraya geldiğinden ötürüdür ki, derginin istikrarlı olarak adlandırılabilecek çizgisi, yalnızlık ve ayrıksılık halinin uç verdirmesi muhtemel tehlikelerle her zaman yüz yüzeydi –durum esas itibarıyla değişmedi: ‘dışarı’ nezdinde yok sayılarak hor görülme; ‘içeriden’ ise, çepere uygulanan (çoklukla uygulanma zahmetine dahi girilmeyen) baskının yol vereceği, baş edilmesi güç olabilecek bir teorik “kendine meftunluk”. Teori ve Politika, fena dayanmıyor; takdiri hak ediyor.

Marksizmin yarılmış bütünselliğinin radikal teorik bir kanal vasıtasıyla tesisi çabası dahilinde karşı cepheye yerleşen iki yüz yıllık Aydınlanmacı mirasın reddine dair görevin ağırlığı ezici boyutlarda. Görevin tabakalı niteliği ve her türden teorik çıkarımın politikaya tercüme boyutunda karşılaşması kaçınılmaz olan bulanıklık durumunun Aydınlanmacılığın reddi özelinde, bahsi geçen akımın eksenine oturduğu düşünüş biçiminin tarihsel yayılmacılığının yoğunluğu hasebiyle vardığı geniş sınırlar, yükün önemli kısmını oluşturuyor.

Bakir ve arınmış bir sosyalizmin, küresel kapitalizmin ana hatları son otuz yıl dahilinde belirginleşen yeni sermaye birikim döneminin ekonomi-politik yansımaları ve sosyalist blokun çöküşü yardımıyla ‘tekrar’ olanaklı hale geldiği iddiasındakilerin arkalarına aldıkları ve toplumsal kurtuluş yaftasıyla kitlesel bir alternatif paket olarak sundukları ‘Marksizmlerin’ radikal bekareti hususunda içinde bulundukları yanılsamaların giderilmesi işi, görevin politik direğini oluşturuyor. Bu politik eksen daimi güncel bir önemi haiz zira; yaygın biçimde bilinen örnekleriyle, Orta ve Güney Amerika’da ‘kurtuluş teolojisi’ ve radikal Katoliklik ile Doğu’da Leninist ve Maocu ‘pragmatizm’ bağlamlarında kısmi biçimlerde somutlandığı üzere, Marksizm tarihsel olarak ve ‘çoklukla’, Aydınlanma’nın genel nüfuz alanından kendini değişen ölçeklerde uzaklaştırabildiği uğraklarda başarıya ulaşabildi. Bu noktada soru ve tespit içeren bir parantez açmak gerekiyor: Doğu’da Rusya ve Çin, Latin Amerika’da Küba ve Nikaragua, Afrika’da bir biçimiyle Angola’da somutlanan haliyle iktidar aygıtlarını ele geçirebilmeyi ve bunlar üzerindeki egemenliklerini anlamlı bir zaman dilimi boyunca koruyabilmeyi başarmış hareketlerin –başarı kıstası bu ise şayet–; Aydınlanmacı düşünüşün, politika ‘kurma’ biçimlerine de yoğun şekilde nüfuz eden ideolojik tahakküm alanından ‘uzaklaşma’ hallerinin dışavurumları (yerli/kavmi hareketleri cephe savaşına dahil etme kararlılığı; dinsel yapıyı, üzerinde savaşılan mücadele eksenlerinden biri haline getirmek; ‘siyaset-olarak-şiddet’ kavrayışı; çizgisel bir tarihsellik perspektifini yararak yaratıcı siyasi manevralarda bulunabilme kabiliyeti, ‘Kültür Devrimi?’ vs.), mücadelelerin ‘yıkıcı’ uğraklarında, ‘yapıcı’ dönemlere kıyasla daha fazla mı vurgulanmış ve ifade bulmuştur? (Bu noktada yıkıcı ve yapıcı uğraklar dönemselleştirmesi, kuşkusuz –yıkıcı uğrağın mücadele-içi yapıcı niteliklerinin farkında–, devletin ele geçirilmesini takip eden sosyalist inşa dönemlerine atıfla kullanılıyor.) Bu noktada önemle belirtilmesi gereken nokta ise, sanıyorum, üç kıtaya yayılan örnekleriyle ‘başarıya’ ulaşmış Marksist/Marksizan hareketlerin Aydınlanmacı yönelimlerin dışında düşünebilme ve kendilerine siyasi manada yol açma pratiklerinin, materyalist felsefe ve tarih biliminin kavranışı nazarında tecrübe edilen bir kopuştan ziyade, bahsi geçen toplumsal formasyonların tarihsel belirleyenlerinden kaynaklandığı gerçeği…

Bunun ötesinde, Aydınlanmacı paketin liberal damarının beraberinde istisnasız olarak getirdiği, ‘burjuva demokrasileri, sosyalizmi ve devrimci atılımları besleyen tarihsel uğraklardır’ iddiasının, –reddedilmesi yolunda üzerine fazlaca kafa yorulması gerekse ve tarihin ışığındaki yanlışlamacı bir deneycilik bu noktada ‘tam’ olmaktan oldukça uzak bir görüş açıklığı sunabilme kapasitesine sahip olsa da– sosyalist hareketlere; en iyi ihtimalle, asla sözü dinlenmeyen evdeki ‘besleme[3]’/tabi unsur rolü ile liberalizmin düşünsel yörüngesine çıkışsız bir giriş ve ’Halk Cepheleri’nde erime hali[4], en kötüsü de kitleler nezdinde itibarsızlık, kadrolar söz konusu olduğunda ise aşağılık bir çöküşten başka bir şey getirmediği ayan beyan ortadadır. Dünya komünist hareketinin tarihi, kurumsallaşmış liberal demokrasiler ve sayısız resmi komünist partide vuku bulmuş/bulan biçimiyle içselleşmiş bir liberal demokrat kavrayışın tecrübe ettirdiği hezimetlerin sayfalarıyla doludur.

Bekaret meraklısı sosyalizmin, siyasi manada, ‘bugün ve mevcut’ ile arasındaki mesafe itibarıyla devrimci niteliğini kaybetmiş olmasından ötürü iflas etmiş bir hat olduğunu söylüyoruz. Bu niteliği kaybetmiştir, zira anladığımız biçimiyle ‘devrimcilik’, Blankist komploculuktan Sandinist kitlesel mobilizasyona kadar tüm üsluplarıyla, gözünü iktidar sorunundan ayırmaz ve Leninist “hazır olma” ilkesinin[5] ışığında verili siyasi formasyonun barındırdığı tüm çatlak ve yarıkları değerlendirir[6]. Bu manada, aşamacı çizgiyi –bu sefer, örnek olarak, burjuva demokratik devrimin uğraklarından olan ‘toprak reformu’ gibi bir meselenin dahi bahsini bir kenara bırakmak suretiyle–, yirminci yüzyılın büyük trajedilerine rağmen ötelemeci liberal eğilimlerle harmanlayarak koruma ahmaklığının devrimci bir yanı olmadığı açıktır.

Yükün içerdiği teorik boyut bir o kadar yakıcı. Aydınlanmanın evreninden kararlı bir çıkış imkansız değilse de, en hafif tabiri ile ‘zor’ görünmekte. Bir uygarlık projesi olarak modern sosyalizmin başarılı/başarısız pratiklerinin sarılarak içine gömüldüğü, kemikleşmiş, çeşitli örnekleri çeşitli özgüllükler barındırsa da Aydınlanmacı kaynağına dolaysız biçimde yahut ‘derinde’ bağlanmış olması halinin köklerinde, insan-özcü kavrayışın egemenliğindeki Marksist felsefe ve ‘kapitalizmin devrimci rolü’nü tarihsel analizler bağlamında yine ‘tarihsel’ bir aralık olarak inceleme konusu etmesine karşın güncel siyasi yönelimlerinde aynı varsayımın kabulünün yol verdiği ‘ötelemecilik’te somutlanan haliyle ‘tarih bilimi’-devrimci politika ikilisinin bu özgül kavranışı yatıyor. Bu kavrayışın sosyalizan hareketler üzerindeki tahakkümü, Marksistler açısından, bir paradigma olarak Aydınlanmanın ‘dışından’ düşünmenin neden ‘zor’ olduğu sorusunun cevabını teşkil ediyor. Refah devleti savusundan, ilericiliği bir yana, teorik soyutlama düzeyinde sunulduğu haliyle ‘saf varlığından’ dahi birkaç coğrafi ‘cep’ hariç büyük şüphe duyulması gereken ‘milli burjuvaziler’ ile stratejik ittifaklar ve kamusal-özel alan hususunda takınılan statükocu yaklaşımlara: dünya komünist hareketinin geneli, ‘dostlarını’ seçmede açık görüşlülük gösterme yeteneğinden; ‘doğruluğunu’, arkasına alabildiği kitlesel ve egemenlere doğrulttuğu namlusunun ucundaki güçten bulacak stratejik çizgilerden yoksun. Bilimsel sosyalizmin ana akımının tarihi gösterdi ki, birey aklı umulan şekilde ‘bilinçlenip’ aydınlanmadı. Örgüt çizgisinin aklı; Türkiye’de Dersim ve bir-iki-daha fazla Dersimler’i kucaklayıp Şili’de fabrika işgallerini kınadı –aklına sıkıca tutundu ve kurudu. Çekilen politik mevziler ve teorize ediş biçimleri birbirini besler; mevzilerin karanlığında boşa silah sallama ‘yazgıya’ dönüştü, kavşaklar kaçtı yahut çizgisellik iddiası, yol ayrımlarında konuşlanmış mahallenin delilerini delenleri kör bakışlar haline getirdi.

*

Yeni bir tarih ve tarihyazımı: Bir tarih çağrısı. Kayaoğlu’nun Marx-öncesi Marksizm arayışının odağını, ezilenlerin başkaldırı pratiklerinin ‘tarihöncesine’ eğilmenin gerekliliği oluşturuyor[7]. Çağlar ve ‘üretici güçler seviyesi’-üstü bir mücadele tarihine yönelmiş bu arayış çağrısının, salt tarihsel merakın ötesinde, yeni bir tarihyazımı pratiğinin olanaklarını keşfetmek ve siyasi öznellik meselesini problematize ederek yeniden kavramsallaştırmak gibi ‘iddialı’ bir açılımın ağırlık merkezini oluşturduğu bu bağlamda ne ölçüde kıymet taşıdığı esas manada onun işleviyle ölçülebilir. Bu manada, yeni bir tarih felsefesi anlayışından kök bulacak yeni bir tarihyazımı pratiğinin ‘işlevselliği’, yönelimin temel niteliği olmak durumunda. Bu çabanın, sunulan biçimiyle işlevsellik niteliğinin ötesine geçen bir teorik kavramsallaştırmalar bütününde kaynağını bulduğu açık olsa da, fonksiyonelliği kaybolduğu takdirde bu türden bir tarihyazımının değerini büyük ölçüde yitireceği açıktır. Bugün; ücretli emeğin, ezen/ezilen ilişkisinin yaygın iktisadi yansımalarından biri haline gelmesini tarihsel olarak önceleyen ve kapitalizm-öncesi formasyonların ekonomik-etnik-dinsel fay hatlarını çatırdatan direniş ve yıkım pratiklerinin keşfine yönelik pragmatik bir anlayışa ihtiyacımız var. Tarihin saatinin 18. Yüzyılın İskoç, İngiliz ve Fransız burjuva evreninde işlemeye başlamadığını ‘göstermenin’; ezilenlerin güncel pratikleri nezdinde çimento görevi görecek bir “tarihsel meşruiyet” kavrayışının filizlenmesini ve ezilenlerin siyasal öznelliğinin yeniden tanımlanmasının Marksizan hareketlere bugüne kadar çoklukla sahip olmadıkları türden bir esneklik ve açıklık kazandırmasını sağlamanın önemi büyük –zira işlevi büyük. Bu noktadan hareketle, tarih ve tarihyazımına ne ölçüde bir önem atfedilmesi gerektiği meselesine varıyoruz.

Anti-tarihe saplanmamış bir tarihselcilik reddi: Günün yakıcı siyasi sorunlarının çözüme erdirilmesi çabası dahilinde, tarih ve ezilenlerin tarihinin taşıdığı güçlü gelenek taşıyıcılığı fonksiyonunun hakkını teslim edip vurgulamaktan öte, bu tarihin dehlizlerinde sorularımızın mutlak cevaplarının saklı bulunduğu bir define arayışına çıkmak devrimci özne nezdinde fazlasıyla yıpratıcı bir efordur. Böylesi bir çabanın bütünüyle beyhude olduğunu iddia edecek değiliz, zira ‘ipuçları’ keşfetme çabasının bütünlüklü reddi, aynı devrimci özneyi, ‘normal politikanın’ hüküm sürdüğü dönemlerde süreklilik niteliği öne çıkan ve devamlı bir devingenlik arz eden sosyal akının dalgalanmalarında kesin biçimde güçsüz bırakmaya davet anlamına gelir. Basit bir örnekle, büyük tarihsel yanılgılardan beslendiği ölçüde karşı-devrimciliğe her zaman açık kapı bırakan ve sıklıkla da karşı-devrimci güçlere dönüşen dünya komünist partilerinin tarihlerinin eleştirel keşfinden imtina etmek devrimci özneyi mutlak biçimde savunmasız kılacaktır. Bu manada, tarihsel kazının çeşitli ipuçlarını gün yüzüne çıkaracağı açıktır. Fakat dikkat etmek gerekiyor; yazının başından bu yana Aydınlanma düşüncesinin Marksist reddi bağlamında retrospektif olarak yapılan ve “bugün ‘eyleme’ hususunda temel yönelimimiz ne olmalı ve ne yapmamalıyız” sorusu ekseninde dönen kısa ‘tarih çabasının’ tek odağı, iktidar perspektifi bağlamında devrimci özneyi ‘güç’ten düşüren ve verili siyasal formasyonlar dahilinde uysallaştıran eğilimlerin belirlenmesine katkı sunmaktır. Bir diğer anlamda odak, iktidardır.

Aydınlanmacı aklın siyasal eyleyişi biçimlendirici etkisinin uysallaşma süreci içinde temel bir faktör olduğunun tespiti ve aklın reddi, esas olarak pratik implikasyonları bağlamında değer kazanacak bir reddir. Dinsel veya bilimsel bir nitelik kazanımı yoluyla skolastizme yönelen tarih felsefelerinin beraberinde odak kaybı getirmesi kaçınılmazdır. Ampirik tarih incelemeleri yolumuzu aydınlatabilir. Ancak patikaları keşfedecek ve derin geçmişten gelen mum ışığına kısa bir süre sonra ihtiyaç dahi duymayacak olanlar bizzat yolu arşınlayanlardır.

 
 


[1] Jacques Derrida’dan aktaran Daniel Bensaid, Köstebek ve Lokomotif, Çeviren: U. Uraz Aydın, Yazın Yayıncılık, İstanbul 2006

[2] Fransızca, “çağın sonu”. 19. Yüzyıl sonu ve yeni yüzyılın alacakaranlığındaki Fransa’nın çöküş, dekadans ve çoklukla pesimizm vurgusuyla ayırt edilen ‘ruhu’. Dönemin kimi önemli sanat eserleri ve felsefi ürünleri bu damgayı yoğun biçimde taşıyordu.

[3] Jorge G. Castaneda, Utopia Unarmed, Vintage Books, New York 1993

[4] Sanırım olası bir karışıklığı önlemek maksadıyla bir dipnot dahilinde belirtmekte fayda var: SBKP ‘tavsiyesi’nin somuta yansımış formunda, sınıfları yatay kesen şekilde ve anti-faşist birlik mevzilerinde kurulan Halk Cepheleri’nin mantıksal temelini ‘esas’ besleyenin bu türden bir inanç olduğunu iddia etmek abartı olacaktır. Fakat nihayetinde, her ne taktiksel açılımın gölgesinde şekillenmiş olursa olsun, cephe yöneliminin ‘hür dünyacı’ anlayışı ve bunu takip eden detantın uzun erimde özellikle Avrupa komünist hareketini vizyonsuzlaştırma konusunda ‘başarısı’ tartışılmaz. Sovyetler’in çeperindeki Doğu Avrupa (Yugoslavya, Yunanistan) ve Çin örneklerinde ise komünist hareketlerin radikal alternatifleri, ancak dolaysız askeri işgalin yarattığı kriz koşullarında güçlü kitlesel destek bulabilmiş, sınıfsal temsili yatay kesen siyasi cephe taktiklerinin ideolojik ve politik tecavüzü sınırlanabilmiştir. Ek olarak belirtilmelidir: Latin Amerika ve Asya söz konusu ise, ortada, gelecekte üzerine kaçak sosyalist bir kat çıkabileceği ümidi beslenen bir liberal demokrasi dahi yoktur. Buna rağmen, bu coğrafyalarda Komünist Partilerin savunmaya giriştikleri demokrasiler katışıksız otoriter nitelikler sergiliyorsa da, özellikle ’59 Küba Devrimi’ne kadar yerel resmi komünist organların ufalan (kimi örneklerde ise savaş ertesinde maruz kaldıkları devlet saldırılarıyla yasaklanarak yok olan) gövdelerini yine de birarada tutmaya yarayan, ‘demokrasinin erdemlerine’ duyulan bağlılık olmuştur.

[5] Georg Lukacs, Lenin: A Study on The Unity of His Thought, Verso, Londra 2009, s. 88

[6] Belirtilmelidir ki, yarıkların sunduğu imkanların değerlendirilmesi meselesi, yalnızca iktidar odaklı stratejik hattın beslenmesi yönünde konjonktürel bir seçim olmanın ötesine geçmelidir. Kendileri boyunca siyasi ajitasyon ve mobilizasyonun gerçekleşeceği yarıkların bir kısmı, iktidarın elde edilişi ve konsolidasyonu sürecini aşacak bir kalıcılığa sahip olacaktır. Bu yarıkların (din -türban?, etnisite/dil -Kürt/Kürtçe?, cinsiyet -kadın ve gey?) bir biçimde dikilmesi görevinin devrimci devletin omuzlarına inmesi kaçınılmazdır. Bu noktada mevcut tüm yarıkların işaret ediyor olduğu toplumsal çelişkilerin bütünsel manada ‘kamusallaştırılması’/kamusal meseleler haline getirilmesi büyük önem taşıyor.

[7] Tupac Amaru II ve Spartakus’un, abartacak olursak, ezilenlerin aşkın bilinçdışından ‘bilince çıkarılmış’ mirasının muadili namına; sembolik boyutlarda da olsa Devrimci Karargah militanı Orhan Yılmazkaya’nın Nisan 2009’daki eylem ‘bildirisindeki’ Münzer, Şeyh Bedreddin ve “binlerce yıllık mücadele” vurgusu Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bağlamında ufak fakat şaşırtıcı bir örnek teşkil ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar