Ana SayfaArşivSayı 54Devrimcilik mi, Kitle Arayıcılığı mı?

Devrimcilik mi, Kitle Arayıcılığı mı?

Devrimcilik mi, Kitle Arayıcılığı mı?

‘Anlatılan senin hikayendir!’

 

Nidal Karahan

Kitlesini Arayan Parti[1] adlı çalışmanın son sayfalarında yer alan fotoğraflar, MLKP’yi (Marksist Leninist Komünist Parti), yazılanlardan çok daha gerçekçi bir tarzda resmeder. Yasadışı pankart ve yüzü fularlı militanlardan, legal pankartlar ve protestocu gruplara doğru uzanan görüntü, esasen yaşanan dramatik değişimin çarpıcı bir anlatımıdır. Bu, adım adım yaşanan örgütsel yenilgilerin, buna bağlı olarak yaşanan irade kırılmalarının da resmidir.

Gazi direnişi ve İstanbul’un kimi semtlerinde 1990’ların ortalarından başlayarak yükselen sokak hareketleri içinde kendini gösteren MLKP, kuruluşunu ilan ettikten kısa bir süre sonra devrimci hareketin merkezi güçlerinden biri haline geldi. Zaman zaman giriştiği silahlı saldırı pratikleriyle de dikkatleri üzerine çeken örgüt, İstanbul’da Alevi ve Kürtlerin yoğun yaşadığı semtlerde “otorite savaşı”nı tartışacak bir aşamaya ulaştı.[2]

Gelişmeler, partinin kuruluş belgelerinde altı çizilen kimi öngörüleri haklı çıkaran bir nitelik gösteriyordu. Kürdistan’da başlayan devrimin Batı ayağının oluşturulması şeklinde özetlenebilecek yaklaşımlar artık çok daha inandırıcı ve pratik olarak mümkün hale gelmişti. Hem kitle hareketi ve hem de MLKP açısından hızlı ve bir o kadar kısa süren bu dönemin zirvesi 96 1 Mayısı oldu. MLKP, savaşmaya gelmiş görüntüsü ve hazırlığıyla 1 Mayıs’ın en çok dikkat çeken örgütleri arasında yer almıştı.[3]

Ne olduysa bundan sonra oldu. “Otorite savaşı”nı tartışmaya başladığı bildirilen MLKP yetkili kurulunun, 96 1 Mayısı’ndan kısa süre sonra kitle hareketinin kırıldığı ve geriye düşmeye başladığı, parti kuvvetlerinin de geri çekilmesi gerektiği tespitini yaptığı bildirildi. Ancak geri çekilme başarılamadı. Polis, kelimenin gerçek anlamıyla MLKP kuvvetlerini ezdi geçti. İlk sarsıcı darbe Mart 1996’daki “Sultanbeyli baskını”nın hemen ardından yapılan operasyonla geldi. Operasyonda verilen kayıp büyüktü, ama ilk anda hissedilmedi. Bunu, Şubat ’97’deki “stratejik operasyon” takip etti. Siyasi polisin iddiası Merkez Komitesinin ele geçirildiği yönündeydi. Geçen zaman içinde tutsak düşen kadroların niteliğine ilişkin değerlendirmeler ve hapishanedeki tutsak sayısı hesaba katıldığında MLKP’nin ağır bir yenilgi aldığı rahatlıkla tespit edilebilir.

Şubat operasyonunun hemen ardından, 1997 yazında, apar topar toplandığı anlaşılan 2. Kongre’de, genişleyen ve dal budak salan parti örgütlerinin varlığından söz edildi ve verilen kayıplar “genişleyen partinin sorunları” olarak ele alındı. Bundan sonra partinin yeni önderliği kendini korumak adına bürokratik ve idare-i maslahatçı bir konum tutturdu. Sürecin ihtiyaçlarını karşılayamamak bir yana, anlaşıldığı kadarıyla, yönetim kademesindeki zayıflık, partiye olan güveni zayıflattı, merkezkaç eğilimler baş gösterdi ve parti bir varlık kriziyle yüz yüze geldi. Bu tarz, sanıldığının tersine partiyi koruyamadığı gibi, ’99 Ocak ayında gerçekleştirilen operasyonlarda, ileri sürüldüğüne göre, partinin askeri varlığı önemli ölçüde tahrip edildi. Bu yılın sonlarında meydana gelen ve devrimci hareketin en kritik dönemlerinden biri olan 19 Aralık 2000 hapishane saldırısı öncesinde, sırasında ve sonrasında parti yönetilemedi. Söylem-eylem tutarlılığı gösterilemedi. Öyle ki ölüm orucu süreci dahi tek tek kadroların kararlılığı ve inisiyatifiyle gerçekleşti.

2000 yılından itibaren, özellikle hapishaneden çıkan kadroların müdahalesiyle parti toparlanmaya başladı ve bu gelişme, 2002’de kongreyle (3. Kongre: Bahar 2002) sonuçlandırıldı. Yedi yıllık geçmişle yüzleşilirken, MLKP’nin derinlerinde gizli olan “kitle” anlayışı ve güçsüzlüğün biricik kaynağı olarak görülen “kitleden kopukluk” yeniden bir numaralı sorun olarak öne çıkarıldı. “Kitle” kompleksi, esasen devrimci hareketlerin, 1970’li yıllardan bu yana sürekli gündemini işgal etmesine rağmen, “kitleleri kazanmak” gibi politik olarak operasyonel karşılığı bulunmayan bu sorun, esasen örgütlerin sağcılaşması ve gerçek amaçtan uzaklaşmasının en önemli kaynağı durumundadır. MLKP, kuruluşunu izleyen ilk birkaç yılda, altını yeterince dolduramamış olsa da “parti tarzı” ya da “yeni tarz” adını verdiği çizgisiyle, öncüllerinden miras kalan kitleci mantığını hatırı sayılır bir şekilde bastırmış ve tarihinin en kritik başarılarını bu dönemde elde etmiştir. Ancak daha sonra yaşanan yenilgi ve başarısızlıklara yaklaşım MLKP’yi yeniden aynı çizgisine, “kitlesini arayan parti” konumuna çevirmiştir. “Kitleler” tekrar keşfedilmişti, ancak bu sefer çubuk “savaş örgütü”nden “kitle partisi”ne doğru bükülecek kadar belirgin ve abartılıydı. Partinin cılız askeri varlığının parti örgütlerinden ayrıldığı bilgisi yansıdı yakın çevrelere. Ama kurumsallaşamamış askeri örgüt iki yıl içerisinde tamamen yok edildi. Böylece parti faaliyeti esasen açık alandaki platform çalışmalarından ibaret kaldı. Yeraltından açıktaki bu örgütleri yönetmeye çalışan parti kadrolarının da neredeyse tamamının 2006 yılındaki operasyonlarla safdışı bırakıldığı ileri sürüldü.

Yeni dönem: 2006 ve sonrası

Yukarıda kısaca ele alınan olgular ve buradan hareketle yapılan değerlendirmeler bir “MLKP tarihi” olarak görülmemeli. Yazının devamı da böyle bir iddiayı taşımamakla birlikte, sözü edilen örgütün son yıllardaki yönelimleri ve “yeni dönem” olarak ifade edilebilecek durumu kesinlikle eleştirel bir incelemeyi hak ediyor.

MLKP, kendini “devrimin güncelliği” fikri üzerinden inşa etmiş bir yapıdır. “Devrimin güncelliği”, devrimi kendi gücü ve iradesiyle örgütleme anlamına geliyordu. Nitekim 2004’teki 10. yıl kutlamalarında devrimin 10 yıl içinde örgütlenmesi gibi abartılı bir fikir ileri sürülmüştür.

“Devrimin güncelliği” fikrinin MLKP’nin pratiğiyle ortaya çıkardığı somut sonuç şöyle özetlenebilir: Tüm güçlerinizi ve iradenizi böyle konumlandırıp hedeflediğiniz sonuçların en azından bir kısmına ulaşamazsanız, bir irade kırılmasıyla savrulmanız kaçınılmazdır.

Şimdi yaşanan da budur. “Devrim güncel bir sorundur” der ama aynı zamanda düşmanın şiddet tekelini kırmaya yönelmezseniz, bu sonuç çok şaşırtıcı olmaz. Sultanbeyli baskını bu konudaki tek ve son girişimdir. Ondan sonra şiddet araçlarının kullanımının kademeli bir düşüşünü gözlemleriz. Aktif savunma olarak ifade edilen güç biriktirme, hazırlık ve uygun anlarda düşmana darbeler indirip çekilme taktiği, belli aralıklarla depolar dolusu silahın düşmanın eline geçmesine ve protestocu grupların “öncü çıkış”ına dönüşmüştür. Protestocu bir eylemden bir başkasına sürüklenen parti kuvvetlerinin bir süre sonra yorulmaya başladığı gözlendi ve her şeyin yüklenmeye başlandığı irade en çok yük aldığı yerden kırılmaya başladı.

Art arda gelen yenilgiler partinin ufkunu kademeli olarak daraltmış ve sonunda bir irade kırılmasıyla tasfiyeci süreç kendini ağır bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. 2006 yılındaki operasyonlar fiziki yenilgileri ideolojik bir kırılmayla tamamlayıp, yeni dönemin kapılarını açmıştır. Söz konusu operasyonların önlenebilmesi ya da verdiği tahribatın asgariye çekilmesi mümkün müydü? Anlaşıldığına göre, örgütsel liberalizm ve ilkesizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkan “etkin birey”, “sekreterlik kurumunun güçlendirilmesi” gibi yönelimlerle parti faaliyetindeki kritik yerlerin organlara değil de bireylere bağlanması operasyonların tahrip gücünü artırmakla kalmamış, aynı zamanda partiyi iyice savunmasız bırakmıştır. Siyasi polis, her seferinde parti örgütlerine belli kadrolar üzerinden ulaşmayı alışkanlık haline getirmiş ve son büyük operasyonda bunu çok daha geniş ve stratejik bir darbeye dönüştürerek yapmıştır.

Kendini savaş örgütü olarak adlandıran bir yapının her an düşman saldırısına uğraması ve ağır kayıplar vermesi kuşkusuz muhtemeldir. Dahası örgütsel yenilgi, bu tür kayıplarla değil, kayıpların yerini dolduracak kadroların üretimindeki zafiyetle açıklanmalıdır. Ancak MLKP özgülünde yaşananlara bakıldığında, polis saldırılarındaki tahribatın kaynakları arasında öncelikle örgütsel liberalizm ve illegal yaşamdaki sağlıksız davranışların göz ardı edilemeyecek bir yer işgal ettiği görülür.

TDKP’nin eski bir özeleştiri metninde şu değerlendirmeler yapılıyordu: “Önder kadroların tamamına yakını birbirlerinin evlerini ve tüm ilişkilerini biliyordu. Sık sık dağıtılan organlar, yer değiştirmeler nedeniyle pek çok önder ve ileri kadro gereğinden çok fazla örgüt –gizli– bilgisine sahipti. Gizlilik ve teknik tedbirlerin hayata geçirilmesinde en büyük zaaflar –pervasızlıktan da öte liberalizm– önder kadrolarda ortaya çıkıyordu. Parti ile ilgili en önemli evraklar, akıl almaz bir liberalizmle hazırlanan sigorta randevuları Partinin en önde gelen –partinin her şeyiyle teslim, emanet edildiği– kadrolarının evlerinde, polise hiçbir direnme gösterilmeden –bu konuda hiçbir önlem alınmadığı gibi, evlerde en kıymetli evrakların bulundurulması liberalizmi bir yana, direnmek, vermemek için gerekirse ölümü göze almak gibi basit (!) şeyler düşünülmemişti bile– Parti teslim ediliyordu.”[4]

Bu değerlendirme üzerine yapılan değerlendirme ise şöyleydi: “Türkiye Komünist ve Devrimci hareketine,Türkiye ve Kürdistan proletaryası ve halklarına karşı ağır suçlar işlemiş ve üstelik bunun hesabını vermemiş olan bu arkadaşlar, TDKP’yi bir siyasal intihara, ölüme sürükleyebiliyorlar…”[5]

1995 yılında TDKP bu şekilde eleştirilirken, 1995-2006 yılları arasında MLKP’nin pratiğinin bundan ne kadar farklı olduğu meşru bir sorudur. MLKP militanları bu görüşlerle eğitilmişti. Parti kadrolarının kaldığı evler polis tarafından basılmış, hiçbir evde tek bir direnme örneği bile gösterilmemiştir. Partinin belgeleri, arşivleri, teknik malzemeleri vs. ele geçirilmiş ve buna hiçbir karşılık verilmemiştir. Heyecan verici büyüklükte silah deposu ikinci defa (birincisi 1999 Ocağındaydı) bir karşı koyuş olmadan düşmanın eline geçmiştir. TDKP en azından bir özeleştiri verirken ve MLKP bunu hayati bir eleştirinin konusu haline getirirken, bu parti kendisi ile ilgili gelişmeler karşısında –hiç olmazsa aynı araçlarla– tek kelime etmemektedir. Operasyonun değerlendirmesi yapılırken dahi sorun örgütsel liberalizmde aranmamış, fatura deyim yerindeyse “illegaliteye” kesilmiştir.

Eylül 2006’daki “Gaye operasyonu”ndan sonra, klasik jargona uygun, alabildiğine iyimser bir değerlendirme yapmak da mümkün… Şöyle ki; parti kadrolarının refleksi oldukça devrimciydi ve partinin ilk elden geliştirdiği meydan okuyan tavrı operasyonun etkilerini zaman içerisinde alabildiğine azaltacak ve partinin yeni bir düzeyde inşasının yolunu açacaktı.

Parti tarihi bunun çeşitli düzeylerde örnekleriyle doludur. Birlik, yeni düzeyde örgütlenmiş bir savaş ilanıydı ve parti kendini “ateş altında” ortaya koyup bir adım öne çıkmıştı. Düşman buna 1996 Mart ve ’97 Şubat operasyonlarıyla, deyim yerindeyse yanıt verdi ve partinin gelişimini bir süre durdurdu. 2. Kongre, eksikliklerine rağmen gerilemeyi engelledi, ama ileriye doğru atılmanın koşullarını oluşturamadı. Hemen öncesinde başlayan toparlanmayla 3. Kongre, yeni bir örgütsel düzeyle taçlandırıldı ve parti yeniden bir adım öne çıktı. 2004 Ekimi’ndeki, polisin, MLKP’ye bağlı olduğunu ileri sürdüğü FESK’e yönelik operasyonla başlatabileceğimiz süreç Gaye Operasyonuyla tamamlandı ve bu ileri sıçrama tekrar durduruldu. Buraya kadar süreç bir şekilde anlaşılabilir: İleri sıçrayan ve bir aşamada durdurulan devrimci örgüt gerçeği –ki bu Sisipos’un kaderi misali devrimci hareketin tipik görüntüsüdür.

Gerektiğinde şiddetten, gerektiğinde illegaliteye!

Operasyon sonrasında dışarıda kalabilmiş MLKP kadrosunun ortalama ruh halinin, inancı ve beklentisinin, yeni bir örgütsel düzey ve yeniden öne fırlayacak bir parti gerçekliğinin inşa edileceği yönünde olacağını tahmin etmek zor değil. Beklentiler, büyük ölçüde çöken yeraltı örgütlerinin yeniden inşa edileceği ve bu doğrultuda kadro ve teknik olanakların acilen ilgili birimlere sevk edileceği yönündedir. Ama öyle olmayacaktı! Gelişmeler bu sefer alışılagelmişten farklı görünüyordu. “Kitle içinde politika yapmak” ve “içe kapanmamak” söylemiyle, hapishaneden çıkan ya da durumu “öteki tarafa” geçmeye müsait kadroların açık alanlara gönderildiği söylenir. Çok kısa bir süre sonra, parti faaliyetinin platform faaliyetine eşitlendiğini ve durumu kurumsallaştırmanın yolunun aranmaya başladığını söylemek abartı sayılamaz. Resmi ağızlar yalanlasa da, “yasal parti”nin söylenti tarzında gündeme getirilmeye ve tartıştırılmaya başladığı gözlendi.

Partinin yeraltı örgütü olması niteliğiyle güçlerinin ve faaliyetlerinin neredeyse tamamının açık alana çıkarıldığı izleniminin ciddi şekilde hissedilecek bir çelişki yaratacağını tahmin etmek zor değil. Bu durumda yeraltı çalışması yeniden örgütlenmeliyken, partiyi yönetenlerden başlayarak yeraltı çalışmasını ve illegaliteyi küçümser yaklaşımların baş gösterdiği duyumları alındı. Hiç kimse kendini artık illegalitenin arkasına saklayamayacaktı, herkesin gerçekliği çıplak bir şekilde görülecekti!

Aslında illegaliteye saldırının ayakları, polis operasyonlarına ilişkin değerlendirmelerde oluşturulmuş olsa gerekti. Operasyonlarla ilgili değerlendirmelerde, yeraltı çalışmalarının artık güvenli olmadığı ve parti kadrolarının bu alanlarda heba edilmemesi gerektiği öne çıkarılıyordu.

Yakın bir zaman önce bir başkası için anlatılan hikaye, MLKP’nin kendi hikayesi olarak tecelli etmişti:

“Görünen o ki, TDKP’deki iç çürüme Leninist örgütsel normların çiğnenmesinin süreklileştiği, örgüt içinde kendilerinin lobi dediği hizip çekirdeklerinin oluşmuş ve yerleşiklik kazanmış olduğu, siyasal polisin gerçekleştirdiği sınırlı saldırıların bile TDKP saflarında ciddi kayıpların ötesinde önemli bir moral bozukluğuna yol açtığı, illegalitenin kendi anlatımlarıyla ‘biçimsel ve göstermelik hale’ geldiği anlaşılıyor. Ve bütün bunlara bağlı olarak proletaryanın ve diğer emekçilerin demokrasi ve sosyalizm savaşımlarının gelişmesi olanakları konusunda karamsarlığa kapılmış bulunan TDKP’nin artık illegaliteyi kurtulunması gereken bir yük, bir kambur olarak görmeye başladığı ve şimdiden fiilen önemli ölçüde legal bir örgüt haline geldiği anlaşılıyor. Gelinen noktada bu arkadaşların utangaç legalizmlerini de bir yana atarak gerçek niyetlerini neredeyse tüm çıplaklığıyla sergilemeye başlamış olmaları, konumlarının daha berrak bir biçimde kavranmasını olanaklı kılıyor. Tabanlarını ve devrimci kamuoyunu, Lenin’in anladığı tarzda bir illegal partiden, yani ‘yasal ve yarı yasal işçi kuruluşları ağıyla çevrelenmiş parti çekirdeklerinin bir toplamı olan yasadışı bir parti örgütü’nden yana oldukları konusunda ikna etmek için bugüne değin hayli ter döken bu arkadaşlar, şimdi maskelerini indirmiş ve içinde ‘hemen hemen herkesin’ yer alacağı sözümona bir kitle partisinden yana olduklarını açıklamışlardır.”[6]

Doğru söze ne denir! “Komünistler” bu satırlarda dile getirilen görüşlere hâlâ aynen katılıyorlar mı? “Gerektiğinde silahlı mücadelenin devreye sokulması anlayışından”, şimdi “gerektiğinde” illegaliteye çekilme anlayışına geçilmiş bulunuyor. Sadece gerekli olanların silahlı insanlar olarak yetiştikleri yapıda devrimci kadrolar bir nevi direngen “hümanist/demokrat insanlar topluluğu”ydu. “Gerektiğinde illegaliteye geçilecek” yeni dönem ise devrimci yaşam tarzının silikleştiği, “amaç insan”cı sosyalizmciliğin, küçük-burjuva yaşam ve hareket tarzının ve liberal reflekslerin geliştiği bir dönem olarak öne çıkıyor.

Tüm niyetlerden bağımsız rahatlıkla söylenebilir ki, bugün açık kuruluşta çalışan parti kadrolarının büyük çoğunluğunun gerektiğinde yeraltına geçebilecek enerji, istek ve kararlılığı kalmamıştır. Bu halde olmalarının temel nedenlerinden biri de, kadroların yeraltının artık kaçınılmaz zorunluluklar yeri olduğunu bilmelerinden kaynaklanıyordur. Kuşkusuz, yeraltı diye bir yerin varlığından söz edilip edilemeyeceği de önemli bir sorudur? Yani ancak hukuki problemleri olan kadroların çekildiği ve yeraltı mı yerdışı (yurtdışı) mı belirsiz bir alandır bahis konusu olan.

Gaye Operasyonunda muhtemelen neredeyse tamamen çökmüş olduğu söylenebilecek yeraltı örgütlenmesinin yeniden inşa edilmesi için en ufak bir adım bile atmamış, illegaliteyi kurtulunması gereken bir yük gören parti yönetiminin, 15 yıl önce TDKP’ye yönelttiği eleştiriler için bugün ne diyeceğini sorabiliriz.

Yasal particiliğe doğru

’97 Şubat operasyonundan sonra partinin içe döndüğü ve bunun çürütücü etkileri olduğu birçok değerlendirmede yer almıştır. Gaye operasyonundan sonra bu değerlendirme fazlasıyla tekrarlanmıştır. Sürekli olarak parti faaliyetinin kitlelere yönelmesi gerektiği, düşmanın esasen doğru çizgiye saldırdığı, bu nedenle “kitlelere hücum” çizgisinde ısrar etmenin en temel görev olduğu vurgulandı. Parti kuvvetleri basın açıklamasından basın açıklamasına sürüklendi durdu. Partinin bütünüyle dağıtılan yeraltı örgütlerinin yeniden inşası için hiçbir adım atılmadı. Mevcut çalışan ya da hapishaneden çıkan kadroların, kitleler içinde çalışma ihtiyacı gerekçesiyle açık alanda tutulduğunu ve yeraltı örgütlerinin durumunun, tarihi bir türlü belli olmayan kongreye ertelendiğini ileri sürebiliriz. Bu süre boyunca yeraltının güvenli bir alan olamayacağı konusunun devamlı gündemde tutulduğu dikkat çekti. Açık örgütlerin açıktan yönetilmesinin örgütsel düzenleme olarak benimsendiği de anlaşıldı. Aslında yeraltı çalışmasının olmadığı bir yerde bunun anlamı açıktı: İllegal parti örgütlerine artık ihtiyaç yoktu.

Dikkat çeken bir başka yönelim olarak, diğer devrimci yapılarla mesafe daha da açılmış, politika yapma adına reformist partilere daha yakın durulmuş ve onlarla hareket edilmeye başlanmıştır.

Dönemin tipik görüntülerinden biri devrimcilik erozyonudur. İç illegalite yok edilmiş, orta sınıf yaşam alışkanlıkları olağan bir hal almış, ortalama bir kadronun yaşam alışkanlıkları, düşünüş ve davranışının ortalama küçük burjuva yaşam tarzından farkı kalmamıştır. Yaşamını komünistçe düzenleyen, disiplinli, düzenle bağlarını koparmış kadrolar tutucu, geri kalmış, yeni dönemin özelliklerine ayak uyduramayan kadrolar olarak görülmeye başlanmıştır.

2004’ün sonlarından itibaren askeri varlığın neredeyse tamamen tasfiye edildiği iddia edildi. Buna rağmen askeri vuruşlar, basitlik ve darlıklarına rağmen belli politik olaylara müdahale biçimlerinden biri olarak görülmeye devam edildi. Ama Gaye operasyonundan sonra durum radikal bir şekilde değişti. Bütün politik hamleler bir operasyon daha yememe üzerine ayarlandı. Bu nedenle bırakın askeri eylemi, birçok yerde yazılama ya da illegal materyal basıp dağıtma gibi işlerden de uzak duruldu. Partiyi koruma partinin devrimci yapısını tasfiye pahasına ele alındı.

Özetle, 2006 operasyonları ile 2009 Ağustosunda yapıldığı ilan edilen 4. Kongre arasındaki zaman aralığı, partinin tasfiyeci yeni bir kalıba sokulduğu, kadroların buna ikna edildiği ya da zorlandığı, yasal parti zemininin her açıdan hazırlandığı ve sorunsuz geçiş koşullarının oluşturulduğu bir süreç olarak işledi.

4. Kongre ve örgütlenme tartışmaları

Operasyondan hemen sonra, kongrenin nasıl ve ne zaman yapılacağı dost düşman herkes tarafından merak konusuydu. Tüzük bu durumda ne yapılacağını açıkça ifade ederken kongreye gitmekten özellikle kaçınıldı. Bunun temel gerekçesi ise şuydu: “2. Kongre gibi aceleye getirmeyelim, sorunlarımızı çözebileceğimiz bir platforma dönüştürelim.” Ancak gerçek durum şöyleydi: Operasyonun hemen ardındaki süreçte kadro ve taraftarı yasal parti için kısa sürede ikna etmek imkansızdı. Diğerleri üzerinde etkili bir kısım kadroyu ikna etmekse bütünüyle imkansızdı. Bu nedenle süreç alabildiğine uzatıldı ve gündeme devamlı yasal parti meselesi getirildi. Çeşitli gerekçelerle yasal partiye karşı çıkan ve bu doğrultuda ilgili toplantılarda tavır koyan kadroların fiilen dışlandığı, mekanizmaların onlar etkisizleştirilecek şekilde yeniden düzenlendiği duyuldu. Yola gelmeyen birimler bütün olarak gözden çıkarıldı, deyim yerindeyse kendi kaderlerine terk edildi.

Böylece kongre öncesi yasal parti yolu açılmış oldu. 4. Kongre’nin, irade birliğiyle, tüm parti örgütleri temsil edilerek ve partinin tüm sorunlarını çözerek tamamlandığı ilan edildi. “Partinin tüm sorunları çözüldü”, ama kongre öncesi tartışmalara dahi katılmayan, çıkan yayınları okuyamayan hatırı sayılır bir kesim olduğu tahmin ediliyordu. O halde kim nasıl çözdü, hangi irade birliği sağlandı? Bunlar sıkıntılı sorular olarak kaldı. Tasfiyeci çözümünü baştan beri hazırlayan irade, uygun koşulları bulduğunda bunu karar haline getirmeyi başardı.

Bu sürece nasıl gelindi? Polis kuşatmasının yarılamamasının ve yeraltının güvenli bir şekilde oluşturulamamasının asıl etkenler olarak gerçekleştiği tahmin edilebilir. Kongre hazırlık materyallerinin yeterli şekilde dağıtılamaması, doyurucu bir şekilde tartışılıp değerlendirileceği toplantıların düzenlenememesi gibi hakikatleri öngörmek zor değil. Buna, bu düzenlemelerle görevli birimlerin isteksizliğini ve iradesizliğini de eklersek sonucu kestirmek zor olmaz.

Anlaşıldığı kadarıyla, tartışmalar tümüyle yasal parti üzerine yapılmadı. Yasal parti ve başka örgüt biçimlerinin nasıl ele alınacağı veya içeriğinin nasıl doldurulacağı veya devrimcilik üretebilecek bir mekanizmaya dönüşüp dönüşemeyeceğiydi esas mesele. Meseleyi çetrefilli yapan da bazen aynı örgüt biçimini savunanların dahi esasen anlayış olarak birbirlerinden çok uzakta olmalarıydı. Sözgelimi, bir devrimci örgütün, legal ve illegal çalışmanın kesin olarak birbirinden ayrılmasını kararlaştırdığını varsayalım. Açık örgütler açıktan, kapalı örgütler kapalı alandan yönetilecek olsun. Bu karara itirazın çok zayıf olacağı sağduyu gereğidir. Fakat, bu düzenlemenin gerekçesi açıklandığında durumun sanıldığı gibi olmadığı anlaşılabilir. Gerekçe şu olabilir: Açık ile kapalının iç içe varlığı, açığın kapalıya, kapalının da açığa zarar vermesinin nedeniydi. Yeni örgütsel düzenlemeyle bu sorun çözülmüş olacaktı! Ancak böyle bir düzenlemenin, mevcut burjuva hukukuna endeksli olduğu, devletin gerektiğinde aradaki “yapay ayrım”lara itibar etmediği ve gerçek hukuksal ilişkileri devreye soktuğu birçok örnekte görülebilirdi. Dolayısıyla böyle bir düzenlemede açık alanın güvenlik garantisi, kapalının ayaklarını kırıp oturması olurdu.

Yeni döneme ilişkin örgütsel düzenlemeler tartışılırken devrimcilikte ısrar edenlerin esasen ilk elden örgüt biçimleri üzerine tartışmamaları, partinin tüm örgütsel varlığına ilişkin üç başlık altında ilkesel tutum takınarak hareket etmek gerektiğini ileri sürmeleri beklenirdi:

– İllegal siyasi merkez: Nasıl bir örgütsel mekanizma oluşturulursa oluşturulsun, düşmanın ulaşamayacağı şekilde konumlanmış bir parti önderliği.

– Belli dönemlerde taktiksel olarak kaçınmak gerekebileceği gibi, şiddet yoluyla mücadelede kesin bir anlayış, hazırlık ve eylem.

– Tüm kadroların militanlığının sınanması ve devrimci eğitimin süreklileşmesi. Yaşamını komünistçe düzenleme görevinin/sorumluluğunun pratik olarak hatırlatılması.

Böyle düşünen kadroların, özellikle yeni bir yolun kararlaştırıldığı zamandan sonra, sürece ayak uyduramayan eskiye ait kadrolar olarak safdışı bırakılacağı ya da etkisizleştirileceği de aynı şekilde tahmin edilebilirdi.

Yeni bir zihniyet devrimi mi?

Anlaşıldığı kadarıyla, kongrenin aldığı bir dizi kararın en önemlisi şüphesiz yasal parti kararıydı. Başta söylendiği gibi, yasal partiye önsel olarak karşı çıkılmıyor. Devrimci bir partinin örgütlenme modeli, devrimcilik esaslarına göre şekillendirilmelidir. Dolayısıyla öncelik, şiddet pratiğinin nasıl ve hangi düzeyde sürdürüleceği ve örgütleneceğidir. Şiddet mantığı ve pratiği yitirildiği anda herhangi bir yasal parti konumuna sürüklenip, sıradanlaşmak kaçınılmaz bir hal alır. Legallik-illegallik ilişkilerinin şekilci bir tartışmanın konusu olmaktan çıkarılıp, gerçek ihtiyaçlara karşılık gelecek tarzda ele alınması, partinin devrimcilik kriterlerine bağlı kalmasıyla doğrudan ilişkilidir. Böyle bir yaklaşımdan hareket edildiğinde, MLKP’nin hikayesi ile TDKP’nin hikayesi arasındaki örtüşmeler gayet anlaşılır hale geliyor.

1970’lerden itibaren benzer evrimler geçiren, aynı okulları benimseyip, 12 Mart ve 12 Eylül yenilgilerini benzer özeleştirilere konu eden her iki yapı için de şiddet, açıkça beyan edildiği üzere, fazlasıyla araçsal bir algılamanın konusu edilmiş ve özellikle 1980 sonrası pratik olarak da bu çerçevede ele alınmıştır. Ne var ki, hangi düzeyde olursa olsun şiddetin araçtan çok öte bir anlam taşıdığı, üst bir belirleyen olarak örgütlerin tüm varlığı üzerinde etkide bulunduğu her iki yapının da mevcut deneyimleriyle sabittir.

Her iki yapının bir başka ortak özelliği ise (Türkiye’deki birçok örgüt için geçerlidir bu), kendilerini sürekli bir hazırlık ve kitleselleşme sorununa kilitlemeleri ve ana faaliyetlerini bu yönde gerçekleştirmeleridir. Partinin 15. yılı dolayısıyla kaleme alınan başyazı, bu tür yapıların hiç bitmeyen kitleci mantığının anlaşılması açısından iyi bir örnektir:

“’Kitlelere hücum’ 10. yıldönümü, döneminin temel bir yönelim ve politikasıydı örneğin. Biraz da oradaydı ufuk çizgisi… 5 yıl sonra şimdi kitlelere hücumun ötesini soruyor, arıyor öncü, böylece ufukun kitlelerin fethi çizgisine taşındığını görüyoruz. Onun yol ve yöntemleri, araçları, çalışma tarzı meşgul ediyor öncünün devrimci aklını ve eylemini.”

“Kitlelere hücum”dan “kitlelerin fethi”ne… Gerçekten de MLKP’nin, her daim meşguliyeti kitlesini aramakla geçmiştir. Oysa “kitle” sorunu sadece devrimci politikanın değil, her türlü politikanın doğasına içkin bir sorundur ve kitleleri kazanmak veya “fethetmek”, “top yuvarlaktır” söylemi gibi totolojik bir ifadenin ötesinde bir değer taşımaz. Hedefi bu şekilde açıklamak, hedefe giden yoldaki tüm engellerden sıyrılmayı gerektirir. Eğer şiddet ve illegalite, kitlelere ulaşmayı sekteye uğratıyorsa, tutarlılık bu engellerden kurtulmakla sağlanabilir.

MLKP bu engelleri aşmaya yönelirken, model seçimi de problemlidir. Bu süreçte PKK’nin örnek alındığı, hatta neredeyse taklit edildiği çok barizdir. Fakat Yurtsever Harekette gerillanın varlığı başlı başına devrimcilik üreten bir unsurdur. O, yalnızca eylemiyle değil varlığıyla da devlet açısından bir kriz unsurudur ve bu varlığın sonuçları devrimcidir. Yurtsever Hareketin tüm yasal bileşenleri dağın kesin bir ideolojik hegemonyası altındadır. Aslolan orasıdır, merkez de orasıdır. Dost düşman herkes bunu bilir. MLKP’nin gerçekliği ise böyle değildir. MLKP, ancak devrimci eylem içerisinde devrimci olabilecek ve kalabilecek bir yapıdır. Kaldı ki MLKP’nin illegal yapısının operasyonla düşman tarafından büyük ölçüde dağıtıldığı ve bu yapının güçlendirilmesi için çok istekli davranılmadığı bir sır değildir. Ayrıca yasal partinin politikanın merkezi olacağı söylenmektedir. Politikanın varlık bulacağı örgüt de burası olacağından MLKP için esas olan orası değil artık burasıdır. Yurtsever Harekette devrimcilik üreten yapı MLKP’de tasfiyecilik üretir.

Bu durumda profesyonel bir askeri örgüt, teorik olarak mümkün görünse de, kayıt altına almanın ötesine geçemez. Yasal partisinin kurulmasının öngünündeki TDKP’de bu kayıtlardan fazlasıyla bulunabilir. Biz yine de belgelere inanalım ve bu belgelerin yanına Lenin’in konu üzerine görüşlerini de ekleyelim, hatta bizzat MLKP’nin TDKP’yi eleştirdiği belgelerden:

“Hem legal ve hem de illegal komünist partiler çoğu kez illegal komünist örgütsel çalışmayı, parti çalışması ve örgütlenmesinin diğer yönlerinden yalıtılmış, sıkıca örülü ve genellikle askeri bir örgütün oluşturulması gibi kavramaktadırlar. Bu kesinlikle yanlış bir görüştür. Devrim-öncesi dönemde askeri örgütümüz esas olarak, genel komünist partisi çalışması ile iç içe inşa edilmelidir. Bir bütün olarak, parti, devrim için dövüşen bir askeri örgüt haline gelmelidir.”[7]

Tüm bunların dışında önemli bir soru: MLKP’nin fiili varlığı, pratik anlamı ne olacak? Ya da eski bir soruyu yeniden soralım: MLKP gerekli mi?

Açıklamalara göre, MLKP, kadroların eğitileceği bir parti okulu ve aranır duruma düşen kadroların alınıp konumlandırılacağı yer olarak tanımlanıyor. Bunun pratik anlamı şudur: Partinin önemli bir niteliğinin açıkta olduğu düşünüldüğünde kadroların eğitiminin yerinin orası olması çok mantıklı ve işlevsel değil. Bu, mantıksal sonucuna varacaktır; yasal parti bu işi halleder. İkincisi, polisin taktiksel olarak bir süre operasyon yapmaması durumunda, kısa bir süre içinde polis tarafından aranan çok az kadro kalır. Sonuçta, MLKP gereksizleşen bir örgüt haline gelir. Kısacası zihniyetin yeni olduğu kesin ama tasfiyeci olduğu da…

Yasal parti neden gerekli?

İllegal partinin gerekliliğini ortadan kaldıran tasfiyeci zihniyet yasal partinin gerekliliğini nasıl temellendiriyor? Yasal parti neden gerekli? İlk elden birkaç neden sıralanıyor: Sol çevrelere yakın duran ama örgütlenmemiş, diğer reformist yasal partilerin örgütleyemediği kesimleri parti çatısı altında toplamak, partiye nispeten yakın duran ama çeşitli gerekçelerle partinin çatısı altına girmeyen ya da giremeyen kesimleri örgütlemek ve politik süreçlere daha güçlü şekilde müdahale edebilme olanağı sağlayacak bir kurum olarak düşünülebilir. Fakat sözgelimi SDP, SP ya da EMEP dururken bu kesimler neden sizin kurduğunuz partiyi seçsin?[8] MLKP, bu soruyu TDKP’ye bu şekilde soruyordu ve aradan geçen 15 yılda soruyu kesin olarak haklı çıkaran gelişmeler kaydedildi. Zamanında TDKP’yi amansızca eleştiren MLKP önderliği, bugün kendisinin de aynı şeyi yapmadığını ispat edecek hangi veriler ileri sürebilir?

Yasal olanaklardan yeterince yararlanılamadığı kesinlikle açık olmakla birlikte, bunun tasfiyeciliği bir mazerete dönüştüremeyeceğini MLKP 15 yıl önce ortaya koymuştu:

“Böyle bir partinin oluşturulmasının koşullarının olmayışıyla legal olanaklardan en geniş ve en gözü pek bir biçimde yararlanma gibi iki ayrı konunun birbirine karıştırılmamasına özellikle özen göstermek gerekiyor. TDKP, tıpkı kendinden önce gelmiş ve kendilerinden sonra gelecek olan tasfiyecilik yolunda yürüyenlerin yaptıkları ve yapacakları gibi bu ikisini birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar illegal çalışmayı esas alma konusunda ilkeli davranan komünist ve militan devrimci örgütleri sözümona Lenin’e dayanarak eleştirmeye kalkarken, aslında kendi ‘yeraltı korku’larını ve burjuvazinin ve faşist diktatörlüğün legalitesine duydukları güveni ele veriyorlar. Eğer bugün Türkiye’de komünist ve devrimci örgütler legal olanaklardan yeterince yararlanamıyorlarsa, bunun nedenleri, nesnel nedenler dışında bu örgütlerin güçlerinin sınırlılığında ve legal ve illegal savaşımı birleştirme konusundaki deneyimlerinin ve becerilerinin yetersizliğinde aranmalıdır.”[9]

Yasal parti tartışmaları mevcut rejimin niteliğine bağlı olarak da yapılmaktadır. İllegaliteyi faşist diktatörlük koşullarının zorunlu kıldığı gibi yaygın bir kanaat vardır. Ne var ki, devrimden önce illegal parti aygıtı ihtiyacına gerek kalmayacağı bir dönemden söz etmek yine MLKP tarafından kesin bir dille reddedilmişti:

“Devrimci proletarya en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde, burjuva demokratik özgürlüklerin en geniş olduğu burjuva rejimlerinde bile mutlaka illegal bir aygıta sahip olmak ve burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf savaşımının sertleşmesine paralel olarak illegal aygıtlarını sağlamlaştırmak zorundadır.”[10]

Rejimin niteliğinin değiştiği, yasal olanakların daha da artacağı pekala söylenebilir, ama öyle olsa bile en azından önce bunun bir yerlerde tespit edilmesi gerekmez miydi? Bir örgüt yalnızca kendisinin yasal parti örgütleyebilmesinden yola çıkarak böyle bir sonuca ulaşabilir mi? Evet, nasıl yaşarsanız öyle düşünürsünüz. Yaşananlar, tekrar tekrar izlenmiş bir filmin, senaryosuna dokunmadan, farklı bir kast ve rejiyle yeniden gösterime sokulmasıdır. Sonunun nasıl biteceğini tahmin etmek ise zor olmasa gerek: Yasadışı pankart ve yüzü fularlı militanlardan, legal pankartlar ve protestocu gruplara doğru uzanan acıklı bir final!

 

 



[1] Tuncay Kayacı, Bir Tarih Böyle Yapıldı: Kitlesini Arayan Parti, İstanbul 2004, Varyos Yay.

[2] Gazi direnişinin birinci yıldönümünde 12 Mart 1996’da düzenlenen ve “Sultanbeyli baskını” olarak adlandırılan eylem, bu şiddet pratikleri arasında en çok göze çarpanı oldu. İlçedeki devlet kurumlarının hedef alındığı baskın, MLKP tabanında büyük bir heyecan uyandırdı.

[3] Aynı gösteride anarşist bir gencin canlı yayın kamerası önünde duvara yazdığı “Biji anarşi, biji MLKP” sloganı, tekil bir örnek olsa da, örgütün kendi çap ve ufkunu aşmaya yönelen etkisini anlatmak bakımından önemlidir.

[4] TDKP Merkezi Yayın Organı Devrimin Sesi’nden aktaran: TDKP Nereye?, İstanbul 1995, Varyos Yay., s. 42-43.

[5] A.g.e., s.43

[6] A.g.e., s. 49-50

[7]Aktaran: TDKP Nereye?, s.161

[8] TDKP Nereye? adlı çalışmada bu tip sorular o kadar çok kullanılıyor ki, işte onlardan birkaçı: “Çiçeği burnunda tasfiyecilerimiz SHP/CHP’den kopan ve kopacak olan eski solcular ve işçi ve emekçiler üzerine hesap yapıyorlar. Bir an için, CHP’nin yaşadığı ileri sürülen bunalımın abartılı bir tarzda tanımlanmadığını ve bu partiden kopan işçi ve emekçilerin sol olarak nitelenebilecek partilere yönelme eğilimi içinde olduğunu varsayalım. Böyle bir durumda söz konusu toplumsal katmanların neden İP, BSP, SİP, SDP gibi partilere ya da Dev-Yol’cuların kuracakları bir partiye değil de bu arkadaşların kuracakları partiye yönelecekleri sorusu hala yanıtlanmamış olarak kalmaktadır. Siz bir tılsımlı tüy taşımadığınıza, palavralarınızın tersine işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket içinde anlamlı bir siyasal etkiye sahip olmadığınıza, giderek daha fazla benzemekte olduğunuz İP, BSP, SİP gibi partilerden daha ileri bir programa sahip olmayacağınıza ve daha militan bir çizgiye yönelmediğinize göre, sözünü ettiğiniz toplumsal katmanlar (CHP’den kopmakta olan eski solcular ve demokratlarla, gene aynı partiden uzaklaşmakta olan işçi ve emekçiler) neden sizi, aslında pek farklı olmayacak partilere yeğlesinler?” (a.g.e., s. 60)

[9] A.g.e., s. 153-154

[10] A.g.e., s. 149

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar