Ana SayfaArşivSayı 56-57Ortadoğu Girdabında Suriye Kördüğümü

Ortadoğu Girdabında Suriye Kördüğümü

Garbis Altınoğlu

“Bize umut vadeden tek olasılık Suriye’nin bölünmesidir… Görevimiz, bu olasılığa hazırlanmaktır. Bunun dışında her şey, amaçsız bir zaman israfıdır.”

Zeev Jabotinski, “Biz ve Türkiye”, Di Tribune, 30 Kasım 1915

“Hedefimiz Lübnan’ı, Mavera-i Ürdün’ü ve Suriye’yi ezmektir. Müslüman rejimi yapay bir nitelik taşıyan ve çökertmemiz kolay olacak olan Lübnan zayıf noktadır. Orada bir Hristiyan devlet kuracak, Arap Lejyonu’nu yenecek ve Mavera-i Ürdün’ü etkisiz hale getireceğiz; o zaman Suriye bize kalacaktır.”

Michael Ben-Zohar, David Ben-Gurion, A Biography, Mayıs 1948

“Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde bir Alevî devleti, Halep bölgesinde bir Sünnî devleti, Şam’da kuzeydeki komşusuna düşman bir başka Sünnî devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Colan tepelerimizi da içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır.”

Oded Yinon, Kivunim (=Doğrultular), 1982

Giriş

Suriye’de yaşanan kriz, esas olarak 17 Mart’ta Suriye’nin Ürdün sınırındaki Dera kentinde patlak veren gösteriler ve silâhlı çatışmalarla başladı ve o günden bu yana bu ülkenin bir dizi kent ve kasabasına yayıldı. Bu gösteri ve çatışmalarda çok sayıda insan yaşamını yitirdi ve yaralandı. Hükümet kuvvetleriyle göstericiler ve onların safında yer alan silâhlı gruplar arasındaki savaşımda, yer yer zorlanmakla birlikte şimdiye kadar birincilerin inisiyatif ve üstünlüğü ellerinde bulundurdukları görülüyor. Stratejik konumu, tarihi ve çevresinde yıllardır yaşanmakta olan çalkantı ve savaşlar ve Filistin/ İsrail’le komşu olduğu dikkate alındığında, Ortadoğu’nun deyim yerindeyse yüreğinde yer alan Suriye’deki gelişmelerin, asla sadece bu ülkenin bir iç sorunu olarak ele alınamayacağı ve asla sadece onu ilgilendirmekle kalmadığı ve kalamayacağı anlaşılır. Bu da, Suriye’deki gelişmeleri bölge ve hatta dünya çapındaki iktidar ve nüfuz savaşımı, siyasal saflaşma ve kamplaşmaların ışığında değerlendirmeyi gerektirir. Burada, ABD’nin (ve ortaklarının) özellikle 11 Eylül 2001 saldırısı ve 7 Ekim 2001’de Afganistan’ın işgalinden bu yana burjuva medyası üzerinden sürdürdükleri ve akıl almaz düzeye varan psikolojik savaş-dezenformasyon-kara propaganda etkinliğinin, az-çok önemli her konuyu olduğu gibi Suriye olaylarını da son derece titiz ve dikkatli bir biçimde değerlendirmeyi zorunlu kıldığının altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Ben bu yazıda bunu yapmaya ve ana hatlarıyla olsa da Suriye olaylarını çeşitli yönleriyle ele almaya çalışacağım.

Olayların gelişmesi

Son olay ve çatışmaların kıvılcımını, Tunus ve Mısır’dan başlayarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın diğer ülkelerine yayılan kitle eylemlerinin çaktığını, bunun yanı sıra Suudi gericiliğinin desteğini alan ABD ile İsrail’in yönlendirdiği bazı grupçukların bu çatışmalarda hiç de küçümsenmeyecek bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Ancak, Suriye’de bu eylemlerin maddî temeli fazlasıyla oluşmuş, bu kıvılcımın tutuşturacağı yanıcı maddeler fazlasıyla birikmişti. 1963’ten bu yana yurttaşların anayasal haklarını askıya almış olan bir sıkıyönetim ve yarı-askerî bir diktatörlük koşulları altında yaşayan Suriye işçi sınıfı ve halkı, grev ve sendika kurma hakkı da içinde olmak üzere temel demokratik hak ve özgürlüklerden yoksundu. Geniş emekçi yığınlarıyla, “ilerici” ve “anti-emperyalist” geçmişlerinin manevî mirasını büyük ölçüde tüketmiş ve iktidarın nimetlerinden yararlanarak zenginleşmiş bulunan devlet yöneticileri ve onların yakın çevresi arasındaki artan ve giderek daha fazla tepki çeken bir mesafe oluşmuştu. Hafız Esad’ın kapsamlı bir biyografisini yazmış olan Patrick Seale, Baas rejiminin sınıfsal niteliğini şöyle özetlemişti:

“Toplumsal piramidin imrenilen ve kızılan doruğunda, zar-zor geçinen kitlelerden, hatta epey zengin özel meslek sahipleri, özel sanayiciler ve tacirlerden oluşan orta sınıftan apayrı bir dünyada yaşayan ve göze batan küçük bir süper zenginler grubu bulunuyordu… Bu grubun; ordunun, güvenlik servislerinin, parti ve hükümetin üst kademelerinden gelen, devlet gelirlerine yasal ya da yasadışı bir biçimde erişebilen mensupları, istedikleri her şeyi satın alabilme ve kamuoyunu ya da devletin işleyiş kurallarını dikkate almaksızın davranabilme yetileriyle ayırdediliyorlardı… Etkinlikleri o denli dizginsiz ve kurmuş oldukları himaye ve kayırmacılık ağları o denli yaygındı ki bazıları, bir ‘ticarî-askerî kompleks’in hatta binlerce kişiden oluşan bir yeni egemen sınıfın ortaya çıkışından söz ediyorlardı.” (Asad of Syria, Berkeley, University of California Press, 1988, s. 456) Buna, son yıllarda aynı doğrultuda etki yapan şu faktörlerin eklendiğini söyleyebiliriz: Babasının ölümünden sonra başkanlık koltuğuna oturan Beşar Esad’ın kendisinden beklenen “demokratik reformları” gerçekleştir(e)memesi, 2002’den bu yana ekonomik liberalizasyona gidilmesi ve 2006’da Uluslararası Para Fonu’nun dayattığı kemer sıkma politikalarının uygulanmasına bağlı olarak halkın daha güçsüz katmanlarına devlet desteğinin azaltılması ve işsizlik ve yoksulluğun artması, ülkenin son bir kaç yıldır kuraklık yaşaması, Irak’tan gelen 1.5 milyona yakın mültecinin ülke ekonomisi ve altyapısı üzerine ağır bir yük bindirmesi[1], besin fiyatlarının dünya ölçeğinde yükselmesinin Suriye’ye yansıması vb. ABD ve Avrupa’nın bu son kriz ortamında Suriye’ye yeni yaptırımlar uygulamaları ve yaşanan gösteri ve silâhlı çatışmaların ülke ekonomisi üzerindeki çok yönlü etkileri, sözkonusu sorunları daha da büyütmüştür ve büyütmeye katkıda bulunacaktır.

Bütün bunlara ABD’nin başını çektiği neo-faşist emperyalist koalisyonun Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme çabası eklenmelidir: ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Körfez monarşileri, hatta bir ölçüde Türkiye ve Ürdün gibi devletlerin Ortadoğu’ya ilişkin plânları, Baas rejiminin devrilmesini ya da en azından zayıflatılmasını ve/ ya da Suriye’de “Batı dostu” bir rejim kurulmasını ve İran’ın izole edilmesini öngörmektedir. Bu koşullarda, hem toplumsal tabanı ve hem de ülke içinde manevra alanı çok geniş olmayan Baas partisi ve iktidarının, onyıllardır zaman zaman açık ve zaman zaman da üstü örtülü bir çatışma yaşadığı Müslüman Kardeşler’le, daha radikal İslâmî akımlarla, sürgündeki ABD, Fransa, Britanya destekli muhalefet gruplarıyla ve hepsinden önemlisi, işsiz ve yarı-işsiz gençlerden oluşan yeni muhalefet odaklarıyla daha kapsamlı ve daha çetin bir çatışmaya sürüklenmesi kaçınılmaz gibiydi.

Onbinlerce askerini seferber eden, ağır silâhlar ve zırhlı araçlar kullanan Suriye ordusunun ve ona yardımcı olan Şabiha adlı milislerin yaptığı operasyonlarda çok sayıda göstericinin yaşamını yitirmesi, yaralanması ve tutuklanmasına rağmen duruma egemen olamamaları; kitle hareketinin, hem derin köklere ve hem de görece geniş bir tabana sahip olduğunu ve ana çizgileriyle “meşru” nitelik taşıyan yaygın bir öfke ve hoşnutsuzluktan kaynaklandığını gösteriyor. Bu, göstericilerin taleplerinden de anlaşılıyor. Bunlar şöyle sıralanabilir:

a) Tüm siyasal tutuklu ve mahkumların serbest bırakılması ve Suriye dışında yaşayan siyasal sürgünlerin geri dönebilmesi.

b) Olağanüstü hal yasasının kaldırılması.

c) Devlet “güvenlik” kuvvetlerinin kent ve kasabalardan çekilmesi, ölenlerin ve diğer zarar görenlerin ailelerine tazminat ödenmesi.

d) Devletin barışçı gösteri hakkını, basın ve anlatım özgürlüğünü resmen tanıması ve güvence altına alması.

e) İstihbarat örgütlerinin ve polisin insanları keyfi bir biçimde tutuklamasının ve işkencenin önüne geçilmesi.

f) Anayasanın değiştirilmesi, Baas partisinin siyasal tekelinin kaldırılması ve çok partili bir rejime geçilmesi.

g) Siyasal etkilerden arınmış bağımsız bir yargı sisteminin kurulması.

h) Gençliğin ve halkın özlemlerine yanıt verecek ve seçimlerin dürüst bir biçimde yapılmasına olanak verecek bir çağdaş siyasal partiler yasasının kabulü.

ı) Yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı savaşım verebilecek ve gerçek bir kalkınmayı sağlayabilecek bir parlamenter hükümetin kurulması.

i) Kürtlerin, 1962’den bu yana yoksun bırakıldıkları yurttaşlık statülerinin geri verilmesi.

j) Yolsuzluğa bulaşmış kişilerden hesap sorulması ve onların bu yollarla elde etmiş oldukları mal varlıklarına el konması.

Kuşkusuz bu hareketin –ya da herhangi bir siyasal-toplumsal hareketin ve onun taleplerinin meşru bir nitelik taşıdığını saptamak, gerekli ancak yetersiz, hatta bazı koşullarda çok yetersizdir. Dünya işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyiminin yeniden ve yeniden gösterdiği gibi, az-çok tutarlı ve/ ya da uzak görüşlü bir devrimci önderliğe sahip olmayan kitle hareketlerinin yollarından saptırılması ve bambaşka amaçlara hizmet etmesi pekâlâ olanaklıdır. “Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareketin” diyordu Lenin, “başka ülkelerin din adamlarının ya da malî-monarşist çevrelerinin entrikalarının bir aletinden başka bir şey olmaması olanaklıdır; öyle olduğu takdirde biz o özel, somut hareketi desteklememeliyiz; fakat bu gerekçeyle cumhuriyet talebini uluslararası Sosyal-Demokrasinin programından çıkarıp atmak gülünç olurdu.” (Collected Works, Cilt 22, Moskova, Progress Publishers, 1974, s. 341) Hareketin yolundan saptırılma olanağı, geçmişte büyük iç çatışma ve travmalar yaşamış ve yıllardır ABD ve İsrail’in istikrarsızlaştırma operasyonlarının hedefi olmuş olan ve bugün bu ülkelerin ve ortaklarının neredeyse doğrudan müdahale ve saldırı tehditleriyle karşı karşıya bulunan Suriye gibi bir ülke sözkonusu olduğunda çok daha büyür. Demek oluyor ki, başka birçok konuda olduğu gibi burada da “şeytan ayrıntıda/ ayrıntılarda gizlidir”. Bu “ayrıntılar”ı üç başlık altında ele almak gerekiyor: a) Kitle hareketinin ve muhalefetin niteliği, b) Yaşanan çatışmanın tarihsel arkaplânı ve c) Suriye krizinin uluslararası bağlamı.

Kitle hareketinin ve muhalefetin niteliği

Her şeyden önce Suriye’de güçlü bir demokrasi susuzluğu ya da açlığı olduğunun altı çizilmelidir: Halkın büyük çoğunluğu; devletin ve onun istihbarat örgütlerinin yaşamın pek çok alanını denetimleri altında tutmalarından ve baskı ve teröründen, yaygın yolsuzluk, rüşvet ve çürümeden haklı olarak yakınmakta, daha iyi bir yaşam ve gerçek bir demokratikleşme istemektedir. Devlet Başkanı Beşar Esad da yaptığı konuşmalarda, yüzeysel ve ikiyüzlü bir biçimde de olsa Suriye’de böylesi sorunların var olduğunu ve bunların düzeltilmesi için çaba harcayacağını kabul etti. Bu yüzdendir ki göstericiler ilk günlerde rejimin devrilmesi talebini dile getirmiyorlardı. “Allah, Özgürlük, Suriye!” sloganlarıyla sokaklara dökülen göstericiler, esas itibariyle rejimin yukardan aşağıya kapsamlı bir demokratik dönüşüm yaşamasını/ gerçekleştirmesini istiyorlardı. Kuşkusuz bu, daha başından itibaren kitle hareketini kendi siyasal amaçları için yönlendirmeyi ve kullanmayı uman ve bunun için uğraşan güçlerin olmadığı anlamına gelmiyordu. Ne var ki, kitle hareketini zor kullanarak bastırmaya alışmış olan “güvenlik” kuvvetlerinin Dera’da göstericilere karşı şiddet kullanması, ardından Humus’da ve Lazkiye’de “güvenlik” kuvvetleriyle göstericiler arasında çatışmaların meydana gelmesi, göstericilerin arasına katılan bazı silâhlı grupların giriştiği ve çok sayıda göstericinin yanı sıra polis ve askerlerin de ölümü ve kamu binalarının kundaklanmasıyla sonuçlanan saldırılar, zaten iç basıncı fazlasıyla yüksek olan Suriye kazanını patlama noktasına getirdi.

Suriye’deki gösterileri yönlendiren ve/ ya da yönlendirmeye çalışan bazı grupların var olduğu biliniyor. Buna rağmen bu gösterilerin, esas itibariyle herhangi bir önderlikten yoksun ve büyük ölçüde kendiliğinden-gelme gösteriler olduğu anlaşılıyor. Rejim-karşıtı gösteriler içinde yer alan üç ana eğilimden söz edebiliriz. Bunlar sırasıyla, Yerel Koordinasyon Komiteleri, Müslüman Kardeşler ve silâhlı gruplardır. Bunları sırasıyla ele alalım.

Genel kanı, protesto eylemlerinin, Müslüman Kardeşler gibi yönetici ve kadrolarının çoğu yurtdışında yaşayan eski kuşak muhalif gruplardan çok, bütün önemli kentlerde kurulduğu sanılan Yerel Koordinasyon Komiteleri tarafından yönlendirildiği biçimindedir. Bu Komitelerde, sayıları hızla artan, ama beklentilerinin karşılanmadığını gören lise ve yüksek okul mezunu öfkeli gençlerin belirleyici bir konum tuttuğunu söyleyebiliriz. Gösterileri internet, cep telefonları ve sosyal paylaşım siteleri vb. üzerinden örgütlediği söylenen bu grupların hiyerarşik bir yapıya ve merkezî bir önderliğe sahip olmadıkları gibi, böyle bir yapı ve önderlik oluşturma yönünde bir niyet ve çabalarının da olmadığı anlaşılıyor. Ancak yaygın kanı o yönde olmakla birlikte, Yerel Koordinasyon Komitelerinin gösterilerin örgütlenmesinde edimsel olarak ne denli etkili olduğu konusunda yeterli bilgi yok. Bu Komitelerin Rami Nahle adlı sözcüsü,

“Aslında biz, klâsik liderlik kavramı bu ayaklanmada işe yaramadığı için liderler edinmemek için elimizden geleni yapıyoruz” (Deborah Amos, “Syrian Uprising Expands Despite Absence of Leaders”/ “Suriye ayaklanması liderlerin olmamasına rağmen genişliyor”, 3 Ağustos 2011) diyordu. Nahle bunu bir yandan güvenlik gerekçesiyle açıklarken bir yandan da şu anarşizme özgü yorumu yapıyordu:

“Eğer bir lider çıkar ya da bir kişi lider gibi davranmaya başlarsa, kalabalık onu devirecektir. Herkes, kendileri üzerinde liderlik ve otorite kurmaya kalkanlara karşı gerçekten de öfke duyuyor.” (aynı yerde)

Geçmişte Suriye’deki en önemli muhalefet odağı Müslüman Kardeşler örgütüydü. 1982 Hama kıyımından sonra bu örgüt ciddi bir güç olmaktan çıktı. Liderleri ve önemli kadroları uzun yıllardır yurtdışında yaşayan Müslüman Kardeşler Kuran’ı referans almayı ve İslâmî kurallara dayanan bir toplumsal düzenin ve rejimin kurulmasından yana olmayı sürdürmelerine rağmen, bir yandan da –en azından son yıllarda çeşitli milliyet ve mezheplerin barışçı bir temelde yarışacakları bir “liberal demokrasi”yi savunuyorlar.[2] Suriye’de bir seçim ya da kamuoyu yoklaması yapılmadığı/ yapılamadığı için bu örgütün desteğinin hangi düzeyde olduğu bilinmiyor. Beşar Esad’ın 2000 yılında devlet başkanlığına getirilmesinden sonra Baas rejimiyle Müslüman Kardeşler arasında yapılan dolaylı görüşmelerin ardından yüzlerce mahpus serbest bırakıldı. Ancak Baas rejimi Müslüman Kardeşler’in; üyeleri için genel bir af çıkarılması, siyasal sürgünlerin ülkeye geri dönebilmesi ve örgüte ilişkin yasağın kaldırılması yolundaki taleplerini kabul etmedi.

Gerek Müslüman Kardeşler’in bir önceki lideri (kendi deyişleriyle genel murakıbı) Ali Sadrettin El Beyanuni ve gerekse şimdiki lideri Muhammed Riyad Şakfa, örgütlerinin Mart ayından bu yana yapılan gösterilerde herhangi bir rol oynamadığını söylemektedirler. Ortaya çıkan verilerin onları doğruladığını tahmin edebiliriz. Yurtdışındaki Müslüman Kardeşler kökenli hareket ve kadroların bir bölümünün ise siyasal bir evrim geçirerek daha “liberal” bir konuma geldikleri anlaşılıyor. Merkezi Londra’da bulunan ve uzun süredir Esad rejiminin yıkılması çağrısında bulunan Adalet ve Kalkınma Hareketi bu grupların en önemlisi. WikiLeaks’in deşifre ettiği ABD elçilik yazışmalarına göre ABD dışişleri bakanlığı, bu gruba bağlı Barada TV kanalını ve bu grubun Suriye içindeki diğer çalışmalarını desteklemek için 2006’dan bu yana 6 milyon dolar vermiş bulunuyor. ABD’nin sürgündeki Suriye muhaliflerine verdiği destek bununla sınırlı değil elbet. Gene ABD’nin Şam elçiliğinin yazışmalarına göre, 2005-2010 yılları arasında bazı Suriyeli muhaliflere, ABD dışişleri bakanlığının “Ortadoğu İşbirliği İnisiyatifi” adlı programı çerçevesinde 12 milyon dolar para verildi. Bu konuyu araştıran Craig Whitlock ABD’nin Suriyeli muhaliflere, G. W. Bush’un başkanlığı döneminden, yani Şam’la ilişkilerini dondurduğu 2005 yılından itibaren yardım etmeye başladığını, Şam’a yeniden elçi gönderen Barack Obama’nın başkanlığı döneminde de bu yardımların sürdürüldüğünü söylüyor. (Bkz. Craig Whitlock, “U.S. secretly backed Syrian opposition groups, cables released by WikiLeaks show”/ “Açıklanan WikiLeaks belgeleri, ABD’nin Suriyeli muhalefet gruplarını gizlice desteklediğini gösteriyor”, 17 Nisan 2011)

Şimdi de gösterileri çığırından çıkardığı ve Suriye “güvenlik” kuvvetlerine ve resmî kurumlara karşı saldırılarda bulunduğu söylenen silâhlı gruplar konusuna biraz daha yakından bakalım. Bu silâhlı grupların kökenleri ve siyasal kimlikleri hakkında bir miktar bilgi bulunuyor. Bu bilgiler, Suriye’de yaşananların, tekelci medyanın çizmeye ve belleklere kazımaya çalıştığı tabloya, yani “acımasız rejim güçlerinin silâhsız sivillere tek yanlı bir biçimde ateş açarak onları katlettiği” biçimindeki tabloya uymuyor.

Michel Chossudovsky, MOSSAD’a yakınlığıyla tanınan DEBKAfile adlı sitede 1 Ağustos’ta yayınlanan “Report on Hama”/ “Hama Raporu” başlıklı yazıdan şu değerlendirmeye dikkat çekiyordu:

“Mart ortalarında Dera’da protesto hareketinin başlamasından itibaren bir yanda polis ve silâhlı kuvvetler ve öte yanda silâhlı kişiler arasında silâhlı çatışmalar meydana gelmiştir. Hükümet binalarını hedef alan kundaklama eylemleri de yapılmıştır. Temmuz sonlarında Hama’da, aralarında mahkeme binası ve Tarım Bankasının da bulunduğu bazı kamu binaları yakıldı. İsrail haber kaynakları, karşılıklı bir silâhlı çatışmanın varlığını reddetmekle birlikte ‘protestocuların ağır makinalı tüfeklerle donanmış olduğunu’ kabul etmektedirler.” (Aktaran Michel Chossudovsky, “A ‘Humanitarian War’ on Syria?”/ “Suriye’ye Karşı Bir ‘Hümaniter Savaş’ mı?”, Global Research, 9 Ağustos 2011)

Baas rejimine yakın olduğu ileri sürülemeyecek olan Joshua Landis, Syria Comment adlı sitesinde böyle grupların varlığını kabul ediyor. Landis, 3 Ağustos 2011 tarih ve “Syria And The Armed Gangs Controversy” (= “Suriye ve silâhlı gruplar tartışması”) başlıklı yazısında rejim karşıtlarının, bazı askerlerin, sözümona göstericilere ateş açmayı reddettikleri için kendi arkadaşları ya da üstleri tarafından öldürüldükleri yolundaki savlarını, 10 Nisan’da Baniyas kentinde pusuya düşürülerek öldürülen 9 asker örneğinden hareketle çürütüyor. Dahası o, bu olayın içyüzünün birinci el kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında aydınlatılmasına rağmen “Batı” basınının “kötü insanlara karşı savaşan iyi insanlardan söz eden yavan öyküyü anlatmaya devam etmeyi yeğlediğini” söylüyor.[3]

Uzun süre Suriye’de kalmış ve bu ülkedeki gelişmeleri yakından izlemiş olan Yasin Atlıoğlu ise aynı konuda şunları söylüyordu:

“Ayaklanma, Mart ayında Sünnîlerin ağırlıkla yaşadığı Ürdün sınırındaki Dera’da başladı, daha sonra Suriye’nin birçok kentine yayıldı. Ayaklanmacılar, özgürlük (hurriya) ve otoriter yönetimin sona erdirme yönünde isteklerini ortaya koydu. Bununla birlikte halkın yaptığı barışçıl protesto gösterileri, kısa sürede bazı silâhlı grupların provokasyonu, devlet binalarını kundaklama, devlet görevlilerine saldırı, yağma ve şiddet olayları yoluyla kamusal düzenin bozulmasını ve devlet otoritesinin zayıflatılmasını amaçlayan eylemlere dönüştü. Mart ayından beri 350’den fazla Suriyeli güvenlik görevlisinin öldürülmesi ayaklanmanın barışçıl protesto gösterileriyle sınırlı kalmadığının en açık göstergesidir. Silâhlı provokasyonlar, daha çok ülke dışından sağlanan silâh ve para desteğiyle kırsal kesimde yaşayan ve ekonomik olarak alt sınıftan gelen insanlar kullanılarak gerçekleştirildi. Bu silâhlı eylemlere, ülke içindeki bazı radikal grupların (Selefîler) ve terör örgütü (El-Kaide) üyelerinin katılmış olması da muhtemeldir.” (“Hama’da neler oluyor?”, 7 Ağustos 2011)

Bu konuyu detaylı bir biçimde incelemiş olan Alastair Crooke, dikkatleri Afganistan ve özellikle Irak işgalini izleyen yıllarda gelişen ve güçlenen, Irak’ta Şiî-Sünnî çatışmasını provoke etmekte önemli bir rol oynayan Şiî/ Alevî/ Hristiyan-karşıtı Sünnî radikalizmine, içinde Ebu Musab el-Zarkavî’nin ve izleyicilerinin çok önemli bir rol oynadığı Sünnî cihadî akıma çekiyor. Ona göre, sömürgecilikten miras kalan “yapay ulusal sınırları” tanımayan bu akım, bölgede Şiî temelli siyasal akımların ve yapıların güçlenmesinden rahatsızdır. Bu akım, Suriye’de 1960’lardan bu yana Alevî azınlığa dayanan bir dikta rejimi varolmaya devam etmesini, Lübnan’da Şiî Hizbullah’ın güçlenmesini ve Irak’ta –Saddam Hüseyin kliğinin devrilmesinden sonra Şiî ağırlıklı bir rejimin kurulmuş olmasını ve Şiî İran’ın bölgede ağırlığının artmasını, “Sünnîlerin güç yitirmesi” olarak algılamakta ve bundan derin bir rahatsızlık duymaktadır. İran’ı ve Şiîleri sapkın ve dolayısıyla düşman ve bugünkü koşullarda Lübnan’ı, Irak’ı ve tabiî Suriye’yi “dar ül-harb” olarak değerlendiren bu akımın çizgisi, Bahreyn’de, Yemen’de ve Suudi Arabistan’ın batısındaki ezilen Şiî yığınlarının demokratik uyanışı ve savaşımından rahatsız olan ve İran’ın güç ve nüfuzunun artmasından kaygı duyan Suudi gericiliğinin ve onun arkasında duran ABD ve İsrail’in çizgisiyle uyuşmaktadır. Crooke, Irak’ta gerek ABD’ye ve gerekse Şiî gruplarına karşı savaşmış olan ve kent savaşı deneyimiyle donanmış ve hepsi de Suriyeli olmayan 40,000-50,000 kadar radikal Sünnî savaşçının Suriye’ye geri döndüğünün tahmin edildiğini, burada yerleşmiş ve evlenmiş olan bu savaşçıların Zarkavî’nin Irak’ta yapmaya çalıştığı gibi mezhep temelli bir çatışma başlatma peşinde olduklarını ve geniş halk yığınlarının “demokratik reform” talepleriyle hiçbir biçimde ilgilenmediklerini söylüyor.[4] “Kâfir” Baas rejiminin ne pahasına olursa olsun yıkılmasını hedefleyen bu akımın, sürgündeki ABD ve Batı destekli işbirlikçi muhalefet gruplarıyla dirsek teması içinde bulunduklarını, Sünnî burjuvazisi, küçük burjuvazisi ve dinadamlarının, Suriye’de geçmiş onyıllarda yaşanan kıyımların intikamını almakta kararlı olan kesimlerinin desteğine sahip olduklarını ve ülkede son yıllarda yaşam koşulları daha da kötüye gitmiş olan kent ve kır yoksulları arasında belli bir taban bulduklarını tahmin edebiliriz.

Burada “Suriye olayları”nın açık bir tarafı olan ABD ve AB emperyalistlerinin ve onların devlet aygıtlarının bir uzantısı hâline gelmiş bulunan anaakım görsel ve yazılı medyanın bu ülkedeki çatışmayı son derece çarpık ve subjektif bir biçimde yansıtmasına da değinmek gerekiyor. Washington, Londra ve Paris’teki savaş suçluları, daha önce Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri öncesinde yaptıkları gibi hedef tahtasına oturtmuş oldukları Baas rejimini karalamak, şeytanlaştırmak ve izole etmek ve gerektiğinde ve koşulları oluştuğunda devirmek için adeta fazla mesai yapmaktadırlar. Bu kara propaganda kampanyası; her şeyden önce rejime karşı yapılan kitlesel protestoların boyutlarını abartmayı ve rejimi çok küçük bir azınlığın desteğine sahip kaba ve ilkel bir diktatörlük olarak göstermeyi ve “rejim-yanlısı” ya da emperyalist müdahale karşıtı kitle eylemlerini görmezden gelmeyi, muhalefetin önemli bir bölümünün pro-emperyalist ve anti-demokratik/ gerici karakterini gözlerden saklamayı, ordunun operasyonlarında ölen ve yaralananların sayılarını abartmayı, muhalefetin, gerçek bir kaos ortamı yaratmaya çalışan bir bölümünün diğer bazı bölge ülkelerinin desteğiyle çok sayıda silâhlı eylem gerçekleştirdiğini unutturmayı, Ürdün, Lübnan, Irak ve Türkiye sınırlarından ülkeye çok sayıda silâh, gece görüş dürbünü ve gelişmiş uydu telefonları vb. sokulduğu gerçeğini gizlemeyi, Hizbullah ve İran askerlerinin Suriye askerleriyle birlikte göstericilere saldırdığını söyleyerek halkın ulusal duygularını kışkırtmayı, nerede ve nasıl kaydedildiği kuşkulu video görüntülerinin yardımıyla ve Katar kaynaklı El-Cezire, Suudi Arabistan kaynaklı El-Arabiye’nin, BBC, CNN, France 24 gibi medya organlarının ve ABD ve işbirlikçi Arap destekli Barada TV, Visal TV gibi haber kanallarının yayınlarıyla ülkede büyük bir kıyım yaşanmakta olduğu izlenimini yaratmayı vb. içeriyor. Bu kaynaklar hep bir ağızdan, Suriye içinde oldukları ileri sürülen ve kim oldukları bilinmeyen bazı kişilerin (“göstericilerin” ve “insan hakları aktivistleri”nin) cep telefonları üzerinden gönderdikleri mesajlara ve görüntülere ve sürgündeki hemen hemen tümü Washington, Londra ve Paris’te konuşlanmış emperyalist güdümlü muhalefet ve “insan hakları grupları”nın “haberler”ine dayanarak Mart-Ağustos döneminde 2,000 dolayında göstericinin öldürüldüğünü ileri sürüyorlar. Güvenilirliği araştırılmayan ve değişik kaynaklara başvurulmak suretiyle doğrulatılmasına gerek bile duyulmayan bu subjektif rakamları ileri sürenler, aynı dönemde –Suriye rejiminin açıklamalarına göre 400 dolayında polis ve askerin silâhlı Selefî gruplar tarafından vahşî bir biçimde öldürüldüğü yolundaki açıklamalarını ise görmezden geliyorlar.[5] Oysa, Suriye-yanlısı bir tutum içinde olabileceği asla söylenemeyecek olan İsrail kaynakları bile gösterilerin, daha en başından itibaren yer yer silâhlı bir nitelik kazandığını söyleyebiliyorlardı. Örneğin, bir İsrail gazetesinde şöyle deniyordu:

“Geçtiğimiz Perşembe günü (Suriye’nin- G. A.) güneyinde bulunan Dera kentinde çıkan çatışmalarda yedi polis ile en az dört gösterici yaşamlarını yitirdi.

“… Cuma günü silâhlı göstericilerine üzerine ateş açan polis dört kişiyi öldürdü ve 100 kişiyi yaraladı…

“… Gerginliği azaltmak amacıyla alışılmadık bir jest yapan hükümet, gözaltına alınan öğrencileri serbest bırakmayı önerdi; ancak Pazar günü yinelenen şiddet olaylarında yedi polis öldürüldü, Baas Parti Karargâhı ve mahkeme binası yakıldı.” (Gavriel Queenann, “Syria: Seven Police Killed, Buildings Torched in Protests”/ “Suriye: Gösterilerde yedi polis öldürüldü, binalar ateşe verildi”, Israel National News, 21 Mart 2011) Brüksel’de tarih ve siyasal bilim profesörü olarak görev yapan, Temmuz ayında Suriye’nin çeşitli kentlerini gezen ve bir dizi kitle eylemine tanık olan Pierre Piccinin 15 Temmuz’da Hama’yı ziyaret ettiğini söylediği 4 Ağustos tarihli bir yazıda şu ilginç tanıklığı yapıyor:

“Cuma namazının bitiminde büyük El-Alemeyn caddesinin sonundaki Asidi meydanında kentin dört bir yanından gelen binlerce insan, ‘Allahüekber’ meydan okuyucu haykırışları arasında toplandılar.

“Aynı gece AFP’ten (Agence France-Presse- G. A.) bana gönderilen haber özetlerinde, Suriye çapında 1 milyon ve sadece Hama’da 500,000 protesto eylemcisinden söz ediliyordu.

“Ne var ki Hama’daki göstericilerin sayısı 10,000’den fazla olamazdı.

“Hama’nın nüfusunun 370,000’den ibaret olduğu gözönüne alındığında bu ‘bilgi’ daha da saçma hale geliyordu.” (“The Hama Affair”/ “Hama olayı”, 4 Ağustos 2011) AFP’in bu haberi nereden edindiğini araştıran Piccinin, tekelci burjuva medyasının sistemli bir biçimde yararlandığı kaynağın SOHR (=Suriye İnsan Hakları Gözlemevi) adlı kuruluş olduğunu bulmuş. Merkezi Londra’da bulunan ve eskiden beri Baas’a karşı Müslüman Kardeşler’i savunmuş olan Rami Abdülrahman’ın yönettiği bu kuruluşun –tıpkı yurtdışında üslenmiş diğer Suriyeli muhalif grupların ezici çoğunluğu gibi ABD, Fransa, Britanya gibi ülkelerin istihbarat servisleriyle işbirliği hâlinde hareket ettiği biliniyor.

İran’da 2009 yılında yapılan seçimlerin ardından yapılan rejim-karşıtı gösterileri değerlendirdiğim yazımda şöyle demiştim:

“Şu soruyu sormak zorundayız: İran devrimci hareketinin ve İran işçi hareketinin bu son derece önemli sorunla yüzleşmesi, emperyalist-Siyonist kuşatmanın hedefi olan İran’ın bağımsızlığını savunması gerekmiyor mu? Her iki hareket de kendilerini dar ve güdük ekonomik ve siyasal taleplerle kısıtlamak yerine, ulusun yöneticiliği konumuna layık olduklarını göstermek ve haykırmak, İran halkının –Ahmedinecat kampı tarafından bir ölçüde dile getirilen ya da isterseniz kullanılan yurtsever duyarlılığını kendi kanallarına akıtmakla yükümlü değiller mi?” (“İran Seçimlerinin Ardından”, 28-30 Haziran 2009) Benzer bir soruyu ya da soruları Suriyeli rejim-karşıtı güçlere ve gösterileri yöneten ve örgütleyen güçlere de sorabiliriz ve sormalıyız. Onların, rejime karşı yükselttikleri taleplerin genel olarak haklı bir nitelik taşıdığını kabul edebiliriz. Peki ama onlar, Suriye işçi ve emekçilerinin düşmanlarının Beşar Esad kliğinden ve Baas partisi ve iktidarından ibaret olmadığını bilmiyorlar mı? Onlar, ABD ve İsrail’in ve onların bölgedeki ortaklarının ve yerli uşaklarının Suriye’yi izole etmek ve ekonomik yaptırımlarla bunaltmak, ülke içinde din, mezhep ve milliyet farklılıkları üzerinden bir iç savaş çıkarmak için uğraştıklarını ve belki de –koşulları oluştuğunda Suriye’yi işgal etmek için harekete geçebileceklerini bilmiyorlar mı? Onlar, Suriye’yi onyıllardır hedef tahtasına oturtmuş, onu parçalamayı stratejik bir hedef saymış ve bu ülkeyle üç kez (1948-49, 1967 ve 1973) doğrudan savaşmış olan İsrail’e ve onun arkasında duran ABD’ye karşı açık tutum almak, onların gerici plânlarını kınamak ve reddetmek zorunda değiller mi? Onlar ABD’nin, sallanmakta olan bölgesel hegemonyasını ve İsrail’in “güvenliği”ni onarmak ve pekiştirmek, Suriye’yi teslim almak ve ardından İran’ı izole etmek ve etkisizleştirmek ve bu amaçla İran-Suriye-Hizbullah-HAMAS cephesini parçalamak istediğini görmüyorlar mı? Onlar, daha öncesini bir yana bıraksak bile, 2001’den bu yana Afganistan, Irak, Filistin, Pakistan, Lübnan, Yemen, Somali ve Libya halklarının başına gelenlerin ne anlama geldiğini anlamıyorlar mı? Eğer onlar bütün bunları göremiyor ya da görmezden geliyor ve ne pahasına olursa olsun ve şeytanla dahi olsa işbirliği yaparak Baas rejimini yıkmak istiyorlarsa, bilerek ya da bilmeyerek Suriye halkının ve bölge halklarının ezici çoğunluğunun gerçek çıkar ve özlemlerinin karşısında yer alıyorlar demektir.

Burada belirtilmesi gereken bir başka husus da Baas rejiminin, despotik bir nitelik taşımasına ve önemli ölçüde çürümüş ve yozlaşmış olmasına rağmen hâlâ önemli bir kitle desteğine sahip olduğudur. Bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle (Ağustos’un ikinci haftası) nüfusun yarısının yaşadığı Şam ve Halep illerinde ciddiye alınabilecek bir muhalefet hareketi görülmemiştir. Ülkenin diğer bölgelerinde de hükümetin belli bir desteği vardır. Geniş kitleler demokratik reformlar yapılmasını kararlılıkla istemekle birlikte, radikal İslâmî grupların provokatif eylemlerine ve emperyalist güçlerin ülkede kaos çıkarma çabalarına karşı hükümeti savunmaktadırlar. “Hükümet-yanlısı” gösterilere katılımın, muhalefet-yanlısı gösterilerden daha/ çok daha büyük olmasının –tekelci burjuva medyasının atladığı ya da gözlerden sakladığı bir başka olgu nedeni de budur. Bunun nedenlerini anlamak pek de zor değil.

Her şeyden önce Suriye halkı, İsrail’in Filistin halkını kendi topraklarından sürmesini, farklı etnik gruplar ve mezheplerden Lübnan halkının yaşadığı iç savaşın yol açtığı trajediyi ve ABD ve ortaklarının Mart 2003’te Irak’ı işgal etmelerinin ardından bu ülkede kışkırttıkları Sünnî-Şiî çatışmasının yıkıcı sonuçlarını çok yakından gözlemlemiştir. (Halen Suriye’de, Irak cehenneminden kaçan 1 milyondan fazla insanın yanı sıra onyıllardır Suriye’ye sığınmış olan 500,000 dolayında Filistinli yaşamaktadır.) İkincisi, Suriye halkının en az yüzde 25’ini oluşturan Sünnî-olmayan azınlıklar (Alevîler, Ermeniler, Dürziler, İsmailîler) olası bir iç savaş ve böyle bir savaştan sonra kurulabilecek bir radikal İslâmî rejimi altında yaşam koşullarının çok daha kötü hale gelebileceğinden korkmaktadırlar. Suriye’nin, aşağıda kısmen değineceğim tarihsel deneyimi ve bazı gösterilerde, “Alevîler mezara, Hristiyanlar Beyrut’a” türünden gerici-mezhepçi sloganların atılması bu korkuları haklı çıkarır niteliktedir. Ayrıca onlar, yarısından çoğu binlerce yıldır yaşadıkları ülkelerindeki evlerini, işyerlerini, topraklarını terketmek zorunda kalan Irak Hristiyanlarının uğradıkları saldırıları ve içine düştükleri durumu yakından biliyor ve görüyorlar. Üçüncüsü, Suriye halkının büyük bir bölümü meşru protesto eylemlerinin içine sızarak çeşitli provokatif silâhlı saldırılar gerçekleştiren Selefî grupların tutumundan rahatsız oldukları gibi, Batılı emperyalistlerle işbirliği hâlindeki dağınık, başıboş ve ne idüğü belirsiz muhalefet gruplarını güven verici bulmamaktadırlar. Onlar Suriye’nin, Hafız Esad ve ekibinin iktidarı ele geçirdiği 1970’den önce onlarca askerî darbe yaşamış olduğunu, ama Baas rejiminin –tüm olumsuz özelliklerine rağmen bu tarihten sonra belli bir istikrar sağladığını da biliyorlar. Bu bağlamda Suriye’yi ABD-İsrail-Suudi Arabistan eksenine çekmek ve/ ya da bir kargaşa ve gerici iç savaş ortamına sürüklemek isteyenlerin ve onların borazanlarının sürekli olarak pompaladıkları bir başka çarpıtmayı düzeltmekte de yarar var. Bu bay ve bayanlar, Suriye nüfusunun yüzde 65-70’inin Sünnî Arap olduğu ve devlet aygıtının esas itibariyle, nüfusun yüzde 11-12’sini oluşturan Alevî azınlığın elinde olduğu olgusundan yola çıkarak, Baas iktidarının toplumsal desteğinin bu Alevî azınlıktan ve onlarla birlikte hareket etme eğiliminde olan diğer azınlıklardan ibaret olduğu sonucuna varıyorlar. Onlar; Şam ve Halep gibi iki önemli metropolün Sünnî burjuvazisinin Baas rejimiyle bir rapprochement içinde olduğunu, Sünnî işçi ve emekçilerin küçümsenmeyecek bir bölümünün, hâlihazırdaki çatışmada Baas rejimine karşı olumlu bir tarafsızlık tutumu içinde olduğunu, insanların siyasal tercihlerinin her zaman onların dinsel-mezhepsel kimlikleriyle örtüşmediğini ve belki Müslüman Kardeşler’in bir bölümünün de Suriye’yi yıkıma ve emperyalist-Siyonist müdahaleye açık hale getirecek kanlı bir savaşa sürüklenmesine karşı olduğunu gözardı ediyorlar.

Tam da burada, Baas rejimine karşı olan ve ABD ve AB emperyalistlerinin başka ülkelerin rejimlerini değiştirme-devirme “hakkı”nı peşin olarak kabul eden Joshua Landis’in bir gözlemini aktarmakta yarar var. Landis, Suriye’nin “eş-dost kapitalizminin” direktörleri olan Suriyeli işadamlarının muhafazakâr bir karakterde olduklarını, köylülere, aşiret insanlarına, dinsel fanatiklere itibar etmediklerini ve intihar etme eğiliminde hiç olmadıklarını belirttikten sonra şunları söylüyor:

“Şimdiye kadar bütün gördükleri, geçmişte değişimi başaramamış ve başarısız olmuş fazlasıyla yaşlı ve örgütsüz bir muhalefetle, sokak eylemlerini örgütleyen ve belgeleyen ve yüzlerini ve isimlerini kimsenin bilmediği Yerel Koordinasyon Komiteleri biçimini alan fazlasıyla genç bir muhalefet.” (“Should the US Hasten Assad’s Downfall Despite Syria’s Absence of Opposition Leaders?”/ “ABD, Suriye’de muhalefet liderlerinin yokluğuna rağmen Esad’ın yıkılmasını hızlandırmalı mı?”, Syria Comment, 5 Ağustos 2011)

Bununla birlikte; çatışmaların uzun bir süre devam etmesi, Suriye ordusunun sık sık yaptığı gibi göstericilere karşı ölçüsüz ve ayrımsız zor kullanması, yaptırımların ağırlaşarak etkili bir ambargoya dönüşmesi, Baas iktidarının, kitle tabanını genişletmesine yardımcı olacak demokratik reformlar yapmaması, ABD’nin baskısıyla Suriye’nin daha da fazla izole edilebilmesi ve ekonominin daha da kötüye gitmesi, halkın daha geniş kitlelerinin rejim-karşıtı gösterilere katılması ve ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Türkiye gibi ülkelerin Suriye’nin iç işlerine dolaylı ve hatta doğrudan müdahalelerinin büyümesi hâlinde ülkenin kanlı bir iç savaşa sürüklenmesi/ açık bir işgale hedef olması pekâlâ olanaklıdır. Böylesi bir gelişmenin tüm Ortadoğu’da çok daha ciddi sorun ve çatışmalara yol açacağı açıktır.

Bu bölümü kapatmadan önce, Suriye devletinin yabancı basının ülkeye girişini yasaklamasının, telefon ve internet bağlantılarını kısıtlaması ya da kesmesinin, olayların gelişimi hakkında objektif bilgi edinmeyi güçleştirdiğini ve spekülasyon ve yalan haberlerin yaygınlaşmasına elverişli bir ortam hazırladığını belirtmek gerekiyor. Burada ne denli etkili olduğu açık olan bu Suriye-karşıtı kampanya üzerine birkaç söz söylemek gerek. Bellekleri birkaç günlük ya da haftalık bir süreyi aşmayan ya da bu hale getirilmiş ve/ ya da konunun uzmanı olmayan insanların bir kafakarışıklığı yaşamalarını normal karşılayabiliriz. Ne var ki, Ortadoğu’yu ve özellikle son yıllarda bu bölgede yaşananları gören, izleyen ve bilen, askerî müdahale ve işgallere meşruiyet zemini hazırlamak için ne tür yalanlar söylendiğinin farkında olan ve az-çok objektif değerlendirme yapma yetisine sahip olduğu tahmin edilebilecek kişiler de herkesin gözleri önünde yaşanan olayları doğru bir biçimde anlamakta ve değerlendirmekte zorlanıyorlar; hatta aptalca ya da çocukça diyebileceğimiz sonuçlara varabiliyorlar. Bu ikincilerin bir bölümünün, bölgemizde daha çok kan, gözyaşı akmasından, daha çok insanın ölmesinden çıkarları olan ABD ve ortaklarının paralı ya da parasız uşakları olduğunu kabul edebiliriz. Ama ya diğerleri? Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Somali’de, Yemen’de, Libya’da yaşanan insanlık trajedisi ortadayken Amerikan militaristleri ve neo-faşistlerinin ve ortaklarının “insan hakları”, “demokrasi”, “reform” vb. gerekçeleriyle yaptıkları yaygaranın şakşakçılığına soyunan ya da bu yaygarada az da olsa inandırıcı bir yan bulanlar insanın sadece midesini bulandırıyorlar.

Yaşanan çatışmanın tarihsel arkaplânı

Olayların böylesine hızlı bir tempoyla tırmanmasında, 1960’ların ortalarından bu yana Müslüman Kardeşler örgütüyle Baas rejimi arasında uzun süreli bir “iç savaş”ın yaşanmış, deyim yerindeyse araya kan girmiş olması önemli bir rol oynamıştır. Yakın dönem Suriye tarihinin en önemli olgularından biri, hatta belki de en önemli olgusu olmuş olan bu “iç savaş” süreci ve onun Suriye toplumunun kollektif bilincinde ve bilinçaltında bıraktığı derin izler hesaba katılmadan bu ülkede yaşananlar anlaşılamaz. Şimdi konumuzu ilgilendirdiği ölçüde bu ülkenin yakın geçmişine kabaca bir göz atalım.

Esas olarak kırların ve ikincil olarak da kentlerin emekçi yığınlarına ve Alevî, Dürzi, İsmailî, Hristiyan azınlıklara dayanan ilerici ve anti-emperyalist bir hareket olarak doğan Baas, 1963’de bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Ordu ve devlet aygıtı içindeki önemli mevkileri ele geçirmesini izleyen süreç içinde Baas, Müslüman Kardeşler örgütüyle hemen hemen sürekli bir savaşım içinde olmuş, bu savaşım bazan son derece sert biçimler almıştı. 1940’larda kurulan ve laisizme ve Marksizme karşıtlığını her fırsatta dile getiren Müslüman Kardeşler örgütü ise esas olarak Hama ve Halep’in yarı-feodal Sünnî toprak ağalarına ve bu kentlerin Sünnî ticaret burjuvazisine ve onların izinden giden Sünnî küçük burjuva katmanlara ve din adamlarına dayanıyordu.

Baas iktidarı, görece daha ilerici bir konumda olduğu ilk yıllarında sınırlı bir toprak reformu yapmış, büyük sanayi işletmelerini ve dış ticareti ulusallaştırmış, bu da Baas ile Müslüman Kardeşler arasındaki çekişmenin sertleşmesine yol açmıştı. Daha o yıllarda Hama’da ve Halep’te gizlice örgütlenen Müslüman Kardeşler gizli hücreler oluşturmaya, silâh depolamaya, kadrolarına kent savaşı taktiklerini öğretmeye, Baas rejimiyle ilişkileri kötü olan ve bu rejimin kuyusunu kazmak isteyen komşu Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye başlamışlardı. Baas Partisi, iktidara geçişinin birinci yıldönümünde Müslüman Kardeşler’le arasındaki ilk ciddi çatışmayı yaşayacaktı. Nisan 1964’te Sünnî burjuva muhalefetinin merkezi olan Hama’da Müslüman Kardeşler’in “Ya İslâm ya Baas!” sloganıyla başlattığı ve iki gün süren küçük-ölçekli ayaklanmada 70 dolayında muhalif öldürülmüş, bunu protesto amacıyla bir dizi kentte Baas-karşıtı grevler ve gösteriler yapılmıştı. Tabitha Petran bu konuda şunları yazıyordu:

“Daha sonra nitelik değiştiren protesto hareketi, özgül ekonomik taleplerle greve giden küçük ve orta boy işadamlarına mühendislerin, avukatların, yargıçların, öğrencilerin, öğretmenlerin ve işçilerin de katılmasıyla bütün bellibaşlı kentlere yayıldı. Bu gruplar; kamusal özgürlüklerin yeniden yürürlüğe konması, siyasal mahpusların serbest bırakılması, olağanüstü hâlin sona erdirilmesi ve demokratik yaşamın derhal özgür seçimler yoluyla restore edilmesi çağrısında bulundular. 20 Nisan’a gelindiğinde bütün önemli kentler grevdeydi.” (Syria, Londra, Ernest Benn Limited, 1972, s. 176) Suriye’nin yaşadığı sorunlara bölge devletlerinin doğrudan ya da dolaylı müdahalesi “yasası” bu kriz döneminde de işlemiş ve Mısır ve Irak hükümetleri, kendilerini muhaliflere silâh ve para yardımında bulunmakla suçlayan Suriye’deki Baas rejimi aleyhine radyo yayınları yapmış ve onun devrilmesinden yana olduklarını açıkça dile getirmişlerdi. Ancak, merkezî bir önderlikten ve ciddi bir koordinasyondan yoksun olan gösteriler Baas’ın “işçi milisleri”ni seferber etmesi ve sert önlemler alması üzerine zorlukla bastırılabildi.

1967’de Suriye ordusunun yayın organı Ceyş el Şaab’da (=Halk Ordusu) yayımlanan bir makalede, feodalizm, kapitalizm ve sömürgeciliğin yanı sıra “dinin de tarihin müzesine konması” gerektiğinin yazılması, daha küçük-ölçekli yeni bir çatışmanın kıvılcımı oldu. Ülkenin en önde gelen din alimi sayılan Şeyh Hasan Habananka’nın, kendi önderliğinde yapılan 20,000 kişilik protesto yürüyüşünün ardından tutuklanması üzerine, Şam esnafı ve tüccarı kepenk kapama eylemi yaptı. Baas iktidarı yeniden “işçi milisleri”ni harekete geçirdi ve eylemi bastırdı. Ancak Haziran 1967’de Suriye, Mısır ve Ürdün’ün Altı Gün Savaşı’nda İsrail karşısında utanç verici bir yenilgi almaları, Baas içindeki daha sol bir çizgi izleyen Salah Cedid fraksiyonunun güç yitirmesine yol açtı. Meydana gelen iç iktidar kavgası, ülkeyi 2000 yılına kadar yönetecek olan Hafız Esad’ın Kasım 1970’de kansız bir darbeyle yönetimi ele geçirmesine yardımcı oldu. Esad, Baas rejimi ile Müslüman Kardeşler’in esas toplumsal desteğini oluşturan Sünnî kent burjuvazisi ve küçük burjuvazisi arasındaki ilişkileri düzeltmek ve böylece rejimin toplumsal tabanını genişletmek için arasında, tüketim mallarının ithalatına konan kontrollerin gevşetilmesi, küçük ve orta boy işletmelerin desteklenmesi gibi bazı önlemler aldı.

Suriye’nin yeni anayasasının ilan edildiği 31 Ocak 1973’de Hama yeniden ayağa kalktı; bu kez gerekçe yeni anayasada devlet başkanının Müslüman olması gerektiğinin yazılmamış olmasıydı. Dahası, Baas rejiminin ülkeyi İslâmî geleneklerinden uzaklaştırmak istediğini ileri süren ve anayasa referandumunun boykot edilmesi çağrısında bulunan Müslüman Kardeşler-yanlısı ulema, “laik ve ateist” olarak nitelediği anayasada devletin dininin “İslâm” olduğunun belirtilmesini dayattı. Esad’ın Meclis’in anayasada, devlet başkanının Müslüman olmasını öngören bir değişiklik yapmasını sağlamasına rağmen ulemanın çağrısı üzerine Hama, Halep ve Humus’ta yapılan gösterilerde çıkan çatışmalar sırasında 20 kişi öldü ve 60 kişi yaralandı. Hafız Esad kliği bir yandan direnişi şiddet kullanarak bastırırken bir yandan da ulemanın aylıklarını yükseltmek gibi önlemler aldı. Esad ayrıca, 6 Ekim 1973’de başlayan ve Arap devletlerinin görece başarılı sonuçlar aldığı Arap-İsrail savaşını, Baas rejiminin konumunu pekiştirmek için kullandı. Sünnî burjuvazisi ve din adamlarıyla ilişkilerini geliştirmek için bu savaşı, “İslâmın düşmanlarına karşı bir cihat” biçiminde betimleyen Esad, Bedir savaşına göndermede bulunarak bu savaşı “Bedir” kod adıyla niteledi ve başarısız Alevî subayları görevden alarak yerlerine Alevî-olmayan subaylar getirdi. Esad’ın 1974’de Suudi Kralı Faysal’ı ziyaret ettikten sonra Mekke’ye gidip hacı olması ve Alevî-olmayan İslâm alimlerinden ve bu arada Lübnanlı alim Musa Sadr’dan Alevîlerin gerçek Müslümanlar olduğuna ilişkin bir fetva alması da Müslüman Kardeşler’in etkisini azaltmaya yönelik siyasal önlemlerdi.

Ancak, 1977’den itibaren Baas rejimiyle Müslüman Kardeşler arasındaki ilişkiler yeniden gerilmeye başladı. Bunun görünürdeki gerekçesi Hafız Esad rejiminin 1976’da Lübnan iç savaşına Marunî Hristiyanlardan yana ve Filistinliler ve Lübnanlı Müslümanlara karşı askerî müdahalede bulunmasıydı. Müslüman Kardeşler, giderek yaygınlaşan rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma olaylarının ve parti ve devlet yetkililerinin ve onlarla yakın ilişki içinde olan yeni yetme Alevî burjuvalarının göze batan zenginliğinin yanı sıra gelir dağılımındaki artan eşitsizlik, enflasyon, konut bulma sıkıntısı gibi konuları Baas’ın konumunu zayıflatmak ve kendi saflarını genişletmek için kullanacaklardı. Bu dönemde Baas rejimi Müslüman Kardeşler’in çok daha plânlı, örgütlü ve sert direnişiyle karşılaşacak ve 1982 Hama kıyımıyla noktalanacak kanlı bir hesaplaşma yaşamak zorunda kalacaktı. 1978’de Müslüman Kardeşler’e bağlı savaş birimlerinin Baas yetkililerini, “güvenlik” görevlilerini, Alevî liderlerini, ama aynı zamanda siyasal bir konumu olmayan –çoğu Alevî tanınmış kişileri suikastler yoluyla öldürmeye başlamasına Baas rejimi, Rıfat Esad’ın ve Ali Haydar’ın yönettiği seçkin birliklerin terörüyle yanıt verdi. 1979’dan itibaren asiler Baas parti bürolarına, polis karakollarına ve hükümet binalarına, hatta Rus askerî ve sivil danışmanlara ve rejim-yanlısı ulemaya saldırmaya başladılar. 16 Haziran 1979’da Halep’teki Topçu Okuluna saldıran Müslüman Kardeşler militanları 83 askerî öğrenciyi öldürdüler. Rejim buna 300 kadar aktivistini tutukladığı Müslüman Kardeşler’i “Irak, İsrail, ABD ve Lübnan Marunîlerinin finanse ettiği gangsterler” biçiminde tanımladığı bir medya kampanyası başlatmak ve terörü arttırmak suretiyle yanıt verdi. Hafız Esad’ın kapsamlı bir biyografisini yazan Patrick Seale kitabında, 1979-81 döneminde Müslüman Kardeşler’e bağlı gerillaların sadece Halep’te, büyük çoğunluğu Baas üyesi ve Alevî olmak üzere 300’den fazla kişiyi öldürdüklerini, buna karşılık rejim kuvvetlerinin 2,000 dolayında Müslüman Kardeşler üyesini öldürdüğünü ve binlercesini tutukladığını belirtmektedir. (Bkz. Asad of Syria, s. 325)

Suikast eylemleriyle amaçlarına varamayacaklarını anlayan Müslüman Kardeşler 1980 Martında büyük-ölçekli kent ayaklanmaları başlatmaya karar verdiler. Tacirlerin dükkanlarını iki hafta süreyle kapatmaları biçiminde başlayan protesto eylemleri kısa süre içinde Hama, Humus, İdlib, Deyr el-Zor kentlerine yayıldı. Ancak bu ayaklanma, kendilerine yeni ödünler veren Esad rejimiyle olan ilişkilerini bir ölçüde düzeltmiş olan Sünnî tacirlerin ve esnafının büyük bölümünün desteğini alamadı. 200 kadar siyasal mahpusu serbest bırakmak, bazı başarısız valileri ve kamu ekonomik kurumları yöneticilerini görevden almak gibi ödünler vermek ve Müslüman Kardeşler içindeki farklılıklardan yararlanmaya çalışmakla birlikte rejimin ayaklanmaya karşı esas tepkisi onu zorla bastırmak oldu: 9 Mart’ta askerî birlikler, kışlalara ve Baas parti binalarına saldırıların yapıldığı Cisr el-Şugur’da yaptıkları kapsamlı bir operasyonda 200 kişiyi öldürdüler. Ardından sıra, 250 zırhlı araç ve 10,000 askerle kuşatılan Halep’e geldi. Kent ev ev arandı. Binlerce kişi tutuklandı ve yüzlercesi infaz edildi. Benzer bir operasyonun Hama’da da gerçekleştirilmesinin ardından Müslüman Kardeşler’in direnişi –bir süreliğine de olsa kırıldı.

26 Haziran 1980’de Müslüman Kardeşler Hafız Esad’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulundu. Rejim hemen bir gün sonra buna, Palmira (=Tadmur) cezaevinde tutuklu bulunan 500 kadar Müslüman Kardeşler üyesini hücrelerinde kurşuna dizmek suretiyle yanıt verdi. Katliam, Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad’ın yönettiği “Savunma Tugayları” tarafından gerçekleştirildi. 8 Temmuz’da ise Baas rejimi bu örgüte üyeliği ölümle cezalandırma kararı aldığını ve bir ay içinde teslim olacakları bu cezadan bağışık tutacağını açıkladı.

1980 sonbaharında Müslüman Kardeşler, Esad rejimine karşı (Ebu Dar Derneği, İslâmî Kurtuluş Partisi, Kuzey Çevresi gibi) diğer bazı daha küçük İslâmî örgütlerle bir araya gelerek “Suriye İslâmî Cephesi”ni kurdu. Ülke dışında kalan üç kişilik bir yüksek komuta kurulu tarafından yönetilen Cephe’nin programı; basın özgürlüğü, özgür seçimler, toplantı yapma özgürlüğü, bağımsız yargı, siyasal mahpusların serbest bırakılması, toprak reformu, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılması, siyasal parti ve sendika kurma özgürlüğü ve benzer talepler içeriyordu. Dahası Cephe Alevî halkına, Baas rejiminden desteğini çekmeleri ve Hafız Esad ve kardeşi Rıfat Esad’ın vesayetinden kurtulma çağrısı yaptı. Suriye İslâmî Cephesi’nin toplumun tüm hoşnutsuz öğelerine Baas rejimine karşı birleşme çağrısı yapması ve rejimin ordunun üst kademelerinde bile rejim-karşıtı öğelerin bulunduğunu gösteren veriler (1982 Ocağında hava kuvvetlerine bağlı bazı subayların darbe girişimi yaptığı yolunda söylentiler) iplerin iyice gerildiğini gösteriyordu. Kasım 1981’de Şam’da bir arabaya yerleştirilmiş olan patlayıcı maddelerin patlaması sonucunda 200’den fazla insan öldü ve yüzlerce insan yaralandı. Bu dönemin, hatta Baas ile Müslüman Kardeşler arasındaki uzun “iç savaş”ın doruğu ise 1982’de Hama’da meydana gelen çarpışmalar ve onu izleyen kıyım olacaktı.

1982’nin 2 Şubatını 3 Şubatına bağlayan gece başlarında Müslüman Kardeşler militanları, Hama içinde devriye gezen Üçüncü Zırhlı Tümene bağlı bir birliği pusuya düşürdüler ve ona ağır kayıplar verdirdiler. Bu, ayaklanma için bir kıvılcım işlevi gördü: Kentin camilerinden hoparlörlerle yapılan açıklamalarda halk Baas rejimine karşı cihada çağrıldı. Bunun üzerine Müslüman Kardeşler’e bağlı yüzlerce savaşçı resmi yetkililerin ve yerel parti liderlerinin evlerine, polis karakollarına ve diğer kamu binalarına saldırdılar. 3 Şubat sabahına kadar 70 kadar Baas yetkilisini öldüren asiler Hama’yı “kurtarılmış kent” ilân ettiler. Esad rejimi, 200,000 kişinin yaşadığı kenti ele geçiren asilere karşı yapılacak operasyon için 12,000 asker seferber etti. Kış koşullarında gerçekleşen ve hükümet kuvvetlerinin top, tank, silâhlı helikopter gibi ağır silâhlar da kullandığı çatışmalar üç hafta sürdü. Baas ile Müslüman Kardeşler arasındaki uzun “iç savaş”ın bu son evresinde kentin önemli bir bölümünün yanı sıra kentteki çok sayıda cami, kilise ve diğer tarihsel bina da yakılıp yıkıldı ya da zarar gördü. Patrick Seale ve Dilip Hiro gibi ciddi araştırmacılar, Hama’da ölenlerin sayısının, çoğu sivil olmak üzere 5,000 ile 10,000 arasında olduğunu, silâhlı asilerin elbombaları, mayınlar, keskin nişancı tüfekleriyle karşı koydukları hükümet kuvvetlerinin ise 1,000 dolayında kayıp verdiğini belirtiyorlar. (Bkz. Dilip Hiro, Islamic Fundamentalism, Londra, Paladin, 1988, s. 102) Estirdiği terör ve Sünnî burjuvazi ve dinadamlarıyla kurduğu ilişkiler sayesinde Baas rejimi, ayaklanmanın diğer kentlere yayılmasını önledi. Bu da Hama ayaklanmasının akibetini belirledi.

Bu olgular, gerek yerli ve gerekse yabancı burjuva basının üzerinde çokça spekülasyon yaptığı 1982 Hama kıyımının birdenbire ortaya çıkan bir olay olmadığı gibi, Suriye devletinin silâhsız sivillere karşı gerçekleştirdiği tek yanlı bir kıyım olmadığını da gösterir. Patrick Seale, Esad rejimine karşı savaşan Müslüman Kardeşler militanlarının güç ve olanaklarını şöyle betimliyordu:

“Gerillalar çetin düşmanlardı. Ellerinde yabancı kaynaklı bir parasal servet, sofistike iletişim araçları ve büyük bir silâh stoğu –en az 15,000 makinalı tüfek ele geçmişti bulunuyordu. Onlar acemi asker de sayılmazlardı. Yakalananların yaklaşık yarısı, başta Ürdün gelmek üzere Arap ülkelerinde eğitilmişlerdi. Esad, 1980’de Tito’nun cenaze töreninde (Ürdün Kralı) Hüseyin’le karşılaştığında onu öfkeli bir biçimde, ‘Suriye’de dökülmekte olan kanda’ parmağı olmakla suçlayacaktı. Hüseyin, beş yıl sonra, Esad’la arasının bir kez daha düzeldiği koşullarda bu suçlamayı kamu önünde kabul edecekti.” (Asad of Syria, s. 335-36)

Bundan böyle Müslüman Kardeşler uzun bir süre için etkili bir siyasal güç olmaktan çıkacaktı.

Suriye krizinin uluslararası bağlamı

CIA’nın 1953’te İran’da Musaddık hükümetini devirmek için bir askerî darbe tezgâhladığı genellikle bilinir; ancak bu örgütün meşru bir devlet başkanına karşı İLK denizaşırı operasyonunu Suriye’de gerçekleştirdiği pek bilinmez. 29 Mart 1949’da ABD uşağı General Hüsnü el-Zaim’in komuta ettiği birlikler, İsrail’le barış anlaşması imzalamayı, Washington’un Suriye Komünist Partisi’ni yasaklama ve Suudi Arabistan petrolünün Suriye üzerinden geçecek bir boru hattı ile Lübnan’ın Sayda liman kentine ulaştırılması taleplerini kabul etmeyen devlet başkanı Şükrü el-Kuvvetli yönetimini devirdiler. General Zaim bu taleplerin hepsini kabul edecek, ancak 137 gün iktidarda kaldıktan sonra bir başka askerî darbeyle görevinden alınacaktı. Jeografik konumunun, daha bu tarihten itibaren Suriye’nin başına bela olduğunu söylemek bir abartma olmayacaktır. Bağımsızlığına 1946’da kavuşan Suriye 1948’de Filistinlilerin topraklarından edilmesi/ kovulması ve İsrail’in kuruluşundan itibaren Siyonist devletin hedef aldığı bir ülke konumunda oldu. 1948’de, 1967’de ve 1973’te –diğer bazı Arap devletleriyle birlikte İsrail’e karşı savaşmış, topraklarının bir bölümünü Siyonist devlete kaptırmış, Filistin ve Lübnan direnişini ABD-İsrail eksenine karşı iyi-kötü desteklemiş olan Suriye, İran’ın 1979 “İslâm devrimi”yle ABD-İsrail yörüngesinden kopmasının ve onlar tarafından hedef alınmasının ardından bu ülkeyle stratejik denebilecek bir ilişki içine girdi. Aslına bakılacak olursa, Suriye’nin –ve İsrail’in diğer komşularının istikrarsızlaştırılması, zayıflatılması ve olanaklı olduğunda parçalanması, Siyonist stratejinin HER DÖNEMDE en temel direklerinden biri olagelmiştir. Hatta bu saptamanın İsrail’in kurulduğu 1948 yılı öncesi için bile geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Siyonist hareketin öndegelen liderlerinden biri olan Zeev Jabotinski, daha 1915 gibi erken bir tarihte yayımladığı bir makalede şöyle diyordu:

“Bize umut vadeden tek olasılık Suriye’nin bölünmesidir… Görevimiz, bu olasılığa hazırlanmaktır. Bunun dışında her şey, amaçsız bir zaman israfıdır.” (“Biz ve Türkiye”, Di Tribune, 30 Kasım 1915)

Michael Ben-Zohar’ın biyografik yapıtında aktardığına göre Siyonist hareketin önderlerinden ve İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion Suriye’yi çok eskiden beri gözüne kestirmişti. O aynen şunları söylemişti:

“Hedefimiz Lübnan’ı, Mavera-i Ürdün’ü ve Suriye’yi ezmektir. Müslüman rejimi yapay bir nitelik taşıyan ve çökertmemiz kolay olacak olan Lübnan zayıf noktadır. Orada bir Hristiyan devlet kuracak, Arap Lejyonu’nu (Ürdün ordusu- G. A.) yenecek ve Mavera-i Ürdün’ü etkisiz hale getireceğiz; o zaman Suriye bize kalacaktır.” (Michael Ben-Zohar, David Ben-Gurion, A Biography, Mayıs 1948)

İsrail Dışişleri Bakanlığının eski öndegelen analistlerinden Oded Yinon, Şubat 1982’de Kivunim (=Doğrultular) adlı dergide yayımlanan “1980’lerde İsrail İçin Bir Strateji” başlıklı yazısında Siyonist burjuvazinin yaklaşımını şöyle ifade ediyordu:

Lübnan’ın tümüyle dağılarak beş ayrı eyalete bölünmesi; Mısır, Suriye ve Irak da içinde olmak üzere tüm Arap dünyası için izlenmesi gereken bir örnek oluşturmaktadır; Arap yarımadası şimdiden bu yolu tutmuştur. Suriye’nin ve daha sonra Irak’ın askerî güçlerinin dağılması İsrail’in birincil kısa erimli hedefiyken, bu devletlerin dağılarak, Lübnan’da olduğu gibi etnik ya da dinsel bakımdan özgün bölgelere bölünmesi, onun Doğu cephesinde birincil uzun erimli hedefidir. Suriye, etnik ve dinsel yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan’da olduğu gibi bir dizi devlete bölünecektir; böylelikle sahil bölgesinde bir Alevî devleti, Halep bölgesinde bir Sünnî devleti, Şam’da kuzeydeki (yani Halep’teki- G. A.) komşusuna düşman bir başka Sünnî devleti olacak, Dürziler de, belki bizim Colan tepelerimizi da içerecek ve kesinlikle Havran ve Kuzey Ürdün’ü de içine alacak bir devlet kuracaklardır. Daha şimdiden erişim menzilimiz içinde olan bu durum, bölgede uzun erimli barış ve güvenliğin güvencesi olacaktır…” (italikler yazıyı İbraniceden İngilizceye çeviren anti-Siyonist Yahudi Profesör İsrail Şahak’a ait)

Neo-con ya da yeni muhafazakâr adı verilen neo-faşist kliğin, G. W. Bush’un devlet başkanlığının ilk yıllarında önemli görevler üstlenecek olan en öndegelen isimlerinden bazıları –David Wurmser, Douglas Feith ve Richard Perle– 8 Temmuz 1996’da dönemin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya sunulmak üzere bir rapor yayımlamışlardı. Onlar, “A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm” (=“Net Bir Kopuş: Ülkeyi Güvence Altına Almak İçin Yeni Bir Strateji”) adlı raporda, İsrail’in “toprak karşılığı barış” geleneksel formülünü bir yana bırakması ve daha saldırgan bir politika izlemesi gerektiğini ileri sürüyorlardu. Hizbullah’ı ve onun önderlik ettiği direnişi “Lübnan’daki saldırganlığın asıl sorumlusu” olarak niteleyen ve Bush kliğinin işbaşına gelmesinden yıllar önce Suriye’nin zayıf düşürülmesini ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesini öğütleyen bu raporda şöyle deniyordu:

“Suriye İsrail’e Lübnan topraklarında meydan okumaktadır. Amerika’nın da sempati duyacağı etkili bir yaklaşım; İsrail’in, Lübnan’daki saldırganlığın asıl sorumluları olan Hizbullah, Suriye ve İran’la hesaplaşarak kuzey sınırları boyunca stratejik inisiyatifi ele geçirmesi olacaktır. Bu,

“… Suriye topraklarının Lübnan’dan hareket eden İsrail-güdümlü kuvvetlerin saldırılarından bağışık olmadığını göstererek Suriye’nin davranışına aynen yanıt vermeyi,

“Lübnan’daki Suriye askerî hedeflerine vuruşlar yapmayı ve bunun yeterli olmadığı durumda Suriye’nin kendi içindeki seçilmiş hedeflere vuruşlar yapmayı içermelidir…

“İsrail; Türkiye ve Ürdün’le işbirliği içinde Suriye’yi zayıflatmak, kuşatmak ve geri püskürtmek suretiyle içinde bulunduğu stratejik ortamı biçimlendirebilir. Bu çaba, Suriye’nin bölgesel ihtiraslarını boşa çıkarmanın bir aracı olarak Irak’ta –zaten kendisi İsrail’in önemli bir hedefi olan– Saddam Hüseyin’i iktidardan düşürme üzerinde yoğunlaştırılabilir.”

ABD’deki en etkili Siyonist lobi kuruluşlarından JINSA’nün (Yahudi Ulusal Güvenlik İşleri Enstitüsü) 2 Mart 2005 tarih ve “Lübnan’da ve Suriye’de Önceliklerimiz” başlıklı strateji belgesinde şöyle deniyordu:

“Lübnan’da ve Suriye’de rejim değişikliği tabiî ki bizim amacımızdır. Bunu başarmanın üç yolu olduğunu çok önceden yazmıştık: Diktatör değişim yolunu seçer; mutsuz halkı onu devirir; dış güçler onu devredışı bırakır.”

Bu ortamda, özellikle Eylül 2001’den sonra daha saldırgan bir politika izleyen Yanki emperyalistlerinin Suriye’yi; İran, Irak ve Kuzey Kore’den oluştuğunu ileri sürdükleri “şer ekseni”nin dördüncü üyesi olarak nitelemeleri ve onu da “rejim değişikliği”ne tabi tutulacaklar arasına katmaları hiç de şaşırtıcı olmadı. Nitekim, G. W. Bush döneminin en etkili isimlerinden biri olan zamanın neo-con eğilimli dışişleri bakan yardımcısı John Bolton 2002’de Suriye’yi, “şer ekseninin dördüncü üyesi ilan ediyor, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a Irak’tan “sonra Suriye, İran ve Kuzey Kore’den gelen tehditlerle uğraşmak gerekeceğini” söylüyordu. Onu onaylayan ABD “Savunma” Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz Nisan 2003’de “Suriye’de bir değişim olması” gerektiğini söylüyordu. (Bkz. Tom Barry, “Neocons’ Iraq Strategy Now Focused on Syria”/ “Neo-conların Irak stratejisi şimdi de Suriye üzerinde odaklanıyor”, 10 Mart 2004) Bu arada ABD emperyalistleri ve onların güdümündeki tekelci medya, Irak saldırısı öncesinde yaptıklarını yineliyor ve Suriye’ye yönelik temelsiz suçlamalarını sıralıyorlardı: Biyolojik ve kimyasal kitle imha silâhları geliştirme, ABD’nin Irak’ı işgalini kınama, uluslararası terörizmi destekleme ve ABD-karşıtı ve İsrail-karşıtı gerilla kuvvetlerine yardım. ABD, Aralık 2003’de çıkardığı SALSRA (=Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act/ Suriye Hesap Verebilirlik ve Lübnan’ın Egemenliğini Restore Etme Yasası) adlı yasayla Suriye’ye saldırmanın hukuksal ve psikolojik altyapısını oluşturmaya işte bu koşullarda hazırlanmıştı. Suriye’nin; terörizmi desteklemesine, Lübnan’ı işgaline, kitle imha silâhları geliştirmesine, Irak’tan yasadışı yollardan petrol ithalatına ve Irak’a yasadışı yollardan silâh ve diğer askerî malzeme ihracatına “son vermesini” talep eden bu yasa, Suriye’deki hükümet-karşıtı gruplara malî destek sağlamaya, hükümet-karşıtı yayın yapan radyo ve TV kuruluşlarını desteklemeye, bu ülkeyle ticaret yapan yabancı şirketleri cezalandırmaya vb. olanak sağlıyordu.

NATO’nun eski komutanlarından emekli general Wesley Clark ise Mart 2007’de Amy Goodman’a verdiği mülakatta, ABD’nin Suriye’yi daha 2001 yılında, işgal edilecek ülkeler listesine yerleştirdiğini söylemişti. Clark 20 Eylül 2001’de eski arkadaşlarını görmek için Pentagon’a gittiğinde bir generalin kendisine “savunma” bakanlığının aralarında Suriye’nin de bulunduğu yedi ülkeyi işgal etmeyi plânladığını anlattığını aktarıyordu.[6]

Şu hususu da eklemeliyim: Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez monarşileri (“ABD’nin Arapları”) Suriye’yi istikrarsızlaştırmak, İran’dan uzaklaştırmak, Tahran-Şam-Beyrut eksenini zayıflatmak ve çökertmek ve Suriye’de ABD/İsrail-yanlısı bir pro-emperyalist rejim kurmak için uzun bir süredir yoğun çaba harcamış ve bu son krizde de işbirlikçi muhaliflerin bir bölümü için önemli bir lojistik destek üssü rolü oynamışlardır.

ABD’nin 2001’den bu yana Ortadoğu’da nüfuzunu ve hegemonyasını arttırma çabalarının en önemli nedenlerinden birinin İsrail’in “güvenliği” olduğu biliniyor. Eldeki veriler, asla gözardı edilemeyecek olan iç dinamikleri unutmaksızın, Suriye’yi hedef alan müdahalede İsrail’in sessiz ve derinden, ama son derece önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Buna rağmen pek çok çevrenin, hem bu çabaları görmezden gelmeyi yeğlediğini, hem de daha ileri giderek ısrarla Baas rejiminin devrilmesinin İsrail’in işine yaramayacağını ileri sürdüğünü görüyoruz. “Batı” tekelci medyasının köşe yazarlarından Arap gericiliğinin sözcülerine, Türk Ortadoğu “uzmanları”ndan Müslüman Kardeşler’e kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan pek çok kişi ağız birliği etmişçesine, İsrail’in Suriye’de statükonun sürmesinden, yani Baas rejiminin ayakta kalmasından yana olduğu söylencesini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Örneğin, 41 yıldır yurtdışında yaşayan ve uzun süre Müslüman Kardeşler örgütünün liderliğini yaptıktan sonra geçtiğimiz yıllarda bu görevi Muhammed Riyad Şakfa’ya bırakan Ali Sadrettin El Beyanuni, Cihan Haber Ajansı’na verdiği mülakatta şöyle diyordu:

“Fakat İsrail, Suriye yönetiminin yıkılmasından çok endişeli ve bu yönetimin devamını istiyor. Hizbullah ve İran’ın Suriye rejimi ile ilişkisi ve bağları var. Bu bağların iki tarafı da mevcut rejimi desteklemeye ittiğini düşünüyorum. İsrail’in bu konuyla bir ilişkisinin olduğunu düşünmüyorum.” (“İhvan Eski Lideri Beyanuni: Suriye Yönetimi, Özgürlük Talebine Direnemeyecek”, 3 Temmuz 2011) Böylesi saptamalar, Suriye’yi istikrarsızlaştırma ve hatta parçalamayı stratejik bir hedef olarak ele aldığı tartışma götürmeyen İsrail’in bu süreçte oynadığı çok önemli rolü gözlerden saklamaya ve Siyonist devleti masum göstermeye hizmet etmektedir. Bu süreçte ön plâna çıkan ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin –petrol, doğal gaz gibi önemli doğal kaynakları bulunmayan Suriye’nin zayıflatılması ya da birkaç devletçiğe bölünmesinden doğrudan çıkarları olduğu ve bundan özel bir yarar sağlayacakları ileri sürülemez; ama böylesi bir gelişmenin İsrail’in “güvenliği”ne çok önemli bir katkı sağlayacağı açıktır.

Zaten bu söylence, İsrail’in çıkarlarını savunduklarından kuşku duyulamayacak kişiler tarafından da yalanlanmaktadır. Örneğin, Mossad’ın eski başkanı Meir Dagan, geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı bir açıklamada, Esad’ın görevinden alınması hâlinde İsrail’in daha iyi bir konum kazanacağını söyledi. Dagan’a göre, Esad rejiminin yıkılması; Hizbullah’ın yardım almasının önüne geçecek ve İran’ın etkisini azaltırken Suudi Arabistan’ın etkisini arttıracaktı. (Bkz. Gil Ronen, “Ex-Mossad Chief: Assad’s Fall Would Benefit Israel”/ “Eski Mossad şefi: Esad’ın devrilmesi İsrail’e yarayacak”, Arutz Sheva News, 8 Mayıs 2011) 26 Temmuz’da, şimdiye kadar ilk kez Arap medyası temsilcileriyle biraraya gelen İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, Suriye devletinin “barış için ve insanca yaşamak için savaştıklarını söylediği” göstericilere saygılı olması gerektiğini söyledi ve 2,000’den fazla insanın öldürülmesinden sorumlu olduğunu ileri sürdüğü Beşar Esad’a koltuğunu bırakması çağrısı yaptı. (Bkz. ahramonline, “Shimon Peres calls on Syria’s Assad to step down”/ “Şimon Perez Suriye’nin Esadı’na istifa çağrısı yaptı”, 27 Temmuz 2011) Bu arada ABD’deki etkili Siyonist lobi kuruluşları da Esad rejimine karşı seslerini yükselttiler. Ağustos başında Hama’da meydana gelen çatışmaların ardından Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı, Amerikan Yahudi Komitesi ve ünlü ADL (=Anti-Defamation League/ Karalama-Karşıtı Liga) Şam’ı sert bir biçimde eleştirdiler ve BM “Güvenlik” Konseyi’nin Suriye’ye karşı ağır ve kapsamlı yaptırımlar için karar almasını isteyen açıklamalar yayınladılar. (Bkz. Gil Shefler, “Israel mum on Syria, US Jewish groups speak out”/ “İsrail Suriye konusunda sessiz; ama ABD’ndeki Yahudi grupları seslerini yükseltiyor”, Jerusalem Post, 5 Ağustos 2011)

Bütün bu söylediklerimden Baas rejiminin tutarlı bir anti-emperyalist/ anti-Siyonist çizgi izlediği sonucu çıkarılamayacağı açık olmalı. Gerek Hafız Esad döneminde (1970-2000) ve gerekse Beşar Esad döneminde (2000-2011) Baas rejiminin Filistin ve Lübnan direnişine verdiği destek ilkesel olmaktan çok pragmatik bir nitelik taşıyor, Suriye’nin özellikle Lübnan, ama aynı zamanda Filistin ulusal direniş hareketi üzerindeki hegemonya ve denetimini sürdürme hesabına dayanıyordu.

1976’da Lübnan iç savaşı; Batılı emperyalistler ve Siyonistlerin desteklediği ve ağırlıklı olarak egemen Hristiyan Marunî burjuvazinin çıkarlarını temsil eden gerici milis örgütlerine (Falanjistler, Kaplanlar, Marada Tugayı, Sedir Muhafızları) karşı savaşan ve yoksul Müslümanlara ve Dürzilere dayanan gruplarla FHKC, FDKC, FHKC-GK gibi Filistin direniş örgütlerinin oluşturduğu cephenin zaferine ilerlemekteydi. Suriye kuvvetleri işte tam bu sırada Lübnan’a müdahale etti. Haziran 1976’da onbinlerce askeri ve yüzlerce tankıyla Lübnan topraklarına giren Suriye’nin –ABD ve Suudi Arabistan tarafından da desteklenen ve binlerce asker ve sivilin ölümüyle sonuçlanan– bu müdahalesi, büyük olasılıkla bu ülkede ilerici ve anti-emperyalist bir iktidarın kurulmasını önledi. Bu müdahalenin doruk noktası, 30,000 kadar Filistinli mültecinin yaşadığı Tel el-Zaatar kampının Hristiyan milisleri tarafından kuşatılması sırasında meydana gelen çatışmalarda 3,000 dolayında Filistinlinin yaşamını yitirmesi oldu.

Suriye Baas rejimi, 1985-88 yılları arasında aralıklarla süren ve tarihe “Kamplar Savaşı” olarak geçen çatışmalarda da Filistin direniş güçlerine bir darbe indirecekti. Baas rejimi, El Fatah başta gelmek üzere Filistin direniş örgütleri ve onun El-Murabitun gibi bağlaşıkları ile Şiî Emel örgütü, Suriye-yanlısı Filistinli gruplar ve Lübnan ordusunun bazı birlikleri arasında meydana gelen bu savaşın da esas kışkırtıcısı ve sorumlusuydu. Suriye’nin toplar ve tanklar da vererek lojistik olarak desteklediği bu gruplarla onların Sabra, Şatila ve Burc el-Barajne kamplarında kuşatma altına aldığı Filistinli savaşçılar ve onların Lübnanlı bağlaşıkları arasında meydana gelen çatışmalarda en az 4,000 kişi öldü ve 7,000 kişi de yaralandı.

Hafız Esad’ın başında bulunduğu Baas rejimi, ABD’nin 1991’de, Kuveyt’i işgal etmiş olan Saddam Hüseyin Irakı’na karşı kurulan uluslararası koalisyona katıldı. Bunda Suriye Baas rejimi ile Irak Baas rejimi arasındaki köklü düşmanlık kadar, esas dayanağı olan Sovyetler Birliği’nin dağılmaya yüz tuttuğu koşullarda, başta Telaviv gelmek üzere komşuları ile ilişkileri gergin olan Şam’ın tam bir izolasyona sürüklenmeme kaygısı da rol oynamıştı.

İşçi sınıfını ve diğer kır ve kent yoksullarını sömüren ve ezen Suriye burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarını savunan Baas iktidarı, elbette kitlelerin bağımsız devrimci inisiyatifine olduğu gibi “Büyük Suriye”nin bir parçası olarak gördüğü Lübnan’da, Suriye işçi ve diğer sömürülen emekçileri için “kötü” bir örnek oluşturabilecek bir devrimci iktidarın kurulmasına da karşı olacaktı. Ancak bu olumsuz veriler, burjuva-milliyetçi Baas rejiminin işbirlikçi ve pro-emperyalist ya da pro-Siyonist bir nitelik taşıdığını da göstermez. Tam tersine, ABD ile İsrail ve onların bölgedeki bağlaşık ve uşakları, kendisiyle zaman zaman taktiksel ortaklıklar kursalar da, Suriye’de bağımsız bir ulusal burjuva iktidarının varlığından her zaman rahatsızlık duymuşlardır. Nitekim İsrail’in, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin desteğiyle gerçekleştirdiği 1982 Lübnan işgali sırası ve sonrasında Suriye, tutarsız bir biçimde de olsa yeniden direniş cephesinde yer aldı; Lübnan ve Filistin direnişine destek vermeyi sürdürdü ve zamanla bir stratejik ortaklık düzeyine yükselteceği İran’la olan çok yönlü ilişkilerini sürdürdü.

Sonuç

“Ortadoğu’nun deyim yerindeyse yüreğinde yer alan Suriye’deki gelişmelerin, asla sadece bu ülkenin bir iç sorunu olarak ele alınamayacağı ve asla sadece onu ilgilendirmekle kalmadığı ve kalamayacağı” saptamasından çıkarılması gereken bir başka vargı şudur: Suriye’nin istikrarsızlaş(tırıl)ması, bir iç savaşa sürüklenmesi ve mezhep ve etnisite temelinde parçalanmasının bölge çapında çok önemli etkileri olacağı tartışma götürmez. Bunlar arasında; ABD ile İsrail’in, ama aynı zamanda Suudi gericiliğinin kışkırtmaya çalıştığı Sünnî-Şiî saflaşmasının güç kazanmasını, İsrail’in Hizbullah’ı ezerek Lübnan üzerindeki nüfuz ve denetimini arttırma olanaklarının büyümesini, önemli bir destek üssünü yitirecek olan Filistin halkının kurtuluşu davasının daha da büyük engellerle karşı karşıya gelmesini, ABD ile İsrail’in İran’a saldırmak için daha elverişli bir konum elde edebilecek olmalarını, “Kürt sorunu”nun daha da alevlenmesini vb. sayabiliriz. “Suriye kalesi”nin yıkılmasının, ABD-İsrail için önemli bir taktiksel zafer olacağı bellidir; ancak gerçekleşmesi hâlinde bile bu, çoktandır çöküş sürecine girmiş olan Washington’daki savaş suçlularının stratejik konumunu düzeltmeye yetmez. Pakistan’dan Lübnan’a, Somali’den Libya’ya, Afganistan’dan Irak’a kadar uzanan savaş hattında, ardı ardına darbeler yiyen, belirgin bir savaş yorgunluğu yaşayan ve gerçek bir ekonomik krizle yüzyüze olan ABD’nin ve onun kuyruğunda sürüklenen AB’nin daha saldırgan bir politika izlemeleri, bir yandan emperyalist işgal ve müdahalelere karşı savaşan halkların öfke ve kararlılığını arttırırken, bir yandan da BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ve yeniden sömürgeleştirilme tehdidiyle karşı karşıya bulunan Afrika ve Asya ülkeleri ile neo-faşist savaş kampının üyeleri arasındaki çekişmeleri büyütecektir ve büyütmektedir de.

Yazının esas konusu bu olmamakla birlikte, ABD ve NATO’nun Suriye’nin istikrarsızlaştırılması çabalarının Türkiye’yi çok yakından ilgilendirdiği olgusuna birkaç sözcükle de olsa değinmek gerekiyor. Türk gericilerinin Washington-Brüksel-Telaviv ekseni adına Suriye’yi tehdit etme, istikrarsızlaştırma ve teslim alma yolundaki girişimleri, tek sözcükle “ateşle oynamak” ya da “bindiği dalı kesmek” olarak nitelendirilebilir. Onlar; gerici ve işbirlikçi Suriyeli muhaliflere ev sahipliği yapmak, Suriye-Türkiye sınırından asilere silâh ve askerî malzeme taşınmasına izin vermek, Suriye’yi hedef alan dezenformasyon ve karalama kampanyasına katılmak, Suriye sınırları içinde bir “tampon bölge” kurma düşüncesiyle oynamak ve Suriye yönetimini birçok kez kınamak ve suçlamak suretiyle taraflarını belli etmişlerdir. Böylesine uğursuz bir misyona soyunmaya kalkışan AKP hükümeti ve Türk askerî kliği eğer frene basmazlarsa hiç ama hiçbir şey kazanamayacakları gibi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da ol”abileceklerdir. Yani; böylesi bir süreçte emperyalist Batı’nın paralı askerleri gibi davranmakta direttiği ve Suriye’yle bir savaşa tutuştuğu takdirde Türkiye, son yıllarda Arap halkları katında elde etmiş bulunduğu çok sınırlı saygınlığı tümüyle yitirecek, kendi “Kürt sorunu”nun, hatta belki “Alevi sorunu”nun da daha fazla alevlenmesine tanık olacak, elde ettiği kısmî ve kırılgan ekonomik başarısının ve Ortadoğu ülkeleriyle ekonomik işbirliği olanaklarının hızla eridiğini görecek ve belki de sayıca kalabalık ama son derece kof ordusunun ağır darbeler yiyerek çöküşü olgusuyla bile karşı karşıya kalabilecektir.

Suriye işçileri ve sömürülen emekçilerinin demokratik ve sosyalist özlemlerinin gerçekleştirilmesinin, Baas rejiminin boğucu baskı ve boyunduruğunun kırılmasından geçtiği tartışma götürmez. Ancak onlar, bu hedeflerine ASLA, dünya halklarının baş düşmanı olan ABD ve İsrail’le ve onların bölgedeki ortak ve uşaklarıyla omuz omuza yürüyerek varamazlar. Dahası onlar, vahşi Baas rejiminin yerini ABD/İsrail-yanlısı bir başka gerici rejimin alması hâlinde, daha da geri bir konuma sürüklenebileceklerini görmezden gelemezler.

Suriye’nin köleleştirilmesini, sömürgeleştirilmesini ve parçalanmasını amaçlayan emperyalist-Siyonist plânlara en başta karşı çıkması gerekenler ve önemli ölçüde karşı da çıkanlar Suriye işçi sınıfı ve onun siyasal bakımdan ileri bölükleridir. Sınıfsal niteliği, militarist yapısı ve bürokratik alışkanlıkları Baas rejiminin, bu zor zamanlarda ulusun ezici çoğunluğunu çevresinde toplamasına ve ona önderlik etmesine yeterince olanak vermemektedir. Ortadoğu girdabındaki Suriye’nin yaşadığı kördüğümünü ancak, anti-emperyalizm, halk demokrasisi, gerçek barış ve bölge halklarının birliği bayraklarını yükseltecek olan işçi sınıfının devrimci öncüsünün yönetimindeki değişik milliyet, din ve mezheplerden Suriye işçi sınıfı ve diğer sömürülen emekçileri çözebilirler.

Türkiye ve bölge işçi sınıfı ve ezilen halklarının siyasal bakımdan ileri katmanları, Suriye halkının demokratik ve sosyalist talep ve özlemlerini yaşama geçirme yolundaki çabalarını sonuna kadar desteklerler. Ancak onlar, hâlihazırdaki kitle hareketinin ABD-İsrail-AB terör şebekesi, onların dümen suyunda giden işbirlikçi Arap rejimleri ve Türk gericiliği ve gerici Suriye muhalefeti tarafından rayından çıkarılması tehlikesine dikkat çeker ve bağımsız devrimci bir çizgi izlemediği ve net bir anti-emperyalist/ anti-Siyonist tutum benimsemediği takdirde kitle hareketinin objektif olarak karşı-devrimci bir nitelik kazanma riskinin bulunduğu ve hatta bunun bir ölçüde gerçekleşmekte olduğu olgusunun altını çizerler.

10-16 Ağustos 2011

 



[1] Iraklı mültecilerin beklenmeyen akını, genel olarak Suriye halkının –çok da iyi olmayan– yaşam koşullarının daha da kötüleşmesine katkıda bulundu. Middle East Institute (=Ortadoğu Enstitüsü) adlı kuruluşun 10 Aralık 2010 tarihli raporuna göre bu akın, ülkenin eğitim, sağlık altyapısını daha da zorladığı gibi, yiyecek fiyatlarının ve ev kiralarının büyük ölçüde yükselmesine yol açtı. (Aktaran Sara Flounders, “Events in Syria – Which side are you on?”/ “Suriye olayları – Kimden yanasınız?”, 5 Mayıs 2011)

[2] Gary C. Gambill, 2006’da kaleme aldığı “The Syrian Muslim Brotherhood”/ “Suriye Müslüman Kardeşleri” başlıklı yazısında bu örgütün siyasal evrimi hakkında şu bilgileri veriyor:

“Mayıs 2001’de demokrasi çağrısı yapan ve siyasal şiddeti reddeden bir Ulusal Şart yayımladı. 2002’de Londra’da, Beyanuni’nin başkanlığında yapılan ve Suriyeli muhalefet figürlerinin katıldığı bir toplantıda rejimi doğrudan bir biçimde eleştirmekten kesin bir biçimde kaçınırken reform çağrısında bulundu. O, 2004’de kadın haklarını onadı ve İslâmî yasanın seçilmiş temsilciler aracılığıyla aşamalı olarak getirilmesi için çaba harcayacağına söz verdi.” Ekim 2005’de Müslüman Kardeşler diğer muhalefet gruplarıyla birlikte, Suriye’de bir “liberal demokrasi”nin kurulması çağrısı yapan Şam Deklarasyonunu imzaladı. Beyanuni yanlıları, yurtdışında sürgün yaşamı sürdüren eski Baas rejimi liderleri de içinde olmak üzere bütün muhaliflerle işbirliği yapmaktan ve “Batılı hükümetlerle diyalog” kurmaktan yana olduklarını açıkladılar. Şubat 2006’da Beyanuni Brüksel’de, 1984-2005 yılları arasında başkan yardımcısı koltuğunda oturan, ancak daha sonra rejime karşı muhalefetin saflarında yer alan Abdülhalim Haddam’la görüştü. Hariri ailesinin, Cemaati İslâmîye’nin (Müslüman Kardeşler’in Lübnan kolu) ve onları yönlendiren güçlerin (ABD vb.) teşvikiyle yapılan bu görüşmelerin ardından Mart 2006’da Brüksel’de Müslüman Kardeşler’in, Abdülhalim Haddam ve çevresinin ve bazı önemsiz laik ve Kürt grupların katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda oluşturulan Ulusal Selamet Cephesi’nin bir sürgün hükümeti kurması plânlanmıştı. Ancak bu plânlar yaşama geçirilemedi; Irak, Filistin ve Lübnan direnişinin siyasal havayı değiştirmesi ve ABD-İsrail ekseninin konumunun zayıflaması, Müslüman Kardeşler’in Nisan 2009’da bu “cephe”den ayrılmasına yol açtı.

[3] Landis bu öyküyle ilgilenmesinin nedeninin, karısının kuzeni Yarbay Yasir Kaşur’un öldürülen 9 asker arasında olması olduğunu belirtiyor. Anlattığına göre Landis, 9 askerin yaşamını yitirdiği kamyonun arka tarafında oturan Yasir’in kaynı Albay Uday Ahmet’le konuşmuş. Albayın verdiği bilgiye göre iki askerî kamyon bir karayolu köprüsünü geçmekte olduğu sırada pusuya düşürülmüş ve 9 asker, yolun kenarındaki binaların tepelerinde mevzilenmiş silâhlı kişilerin kamyonları otomatik silâhlarla taraması sonucu öldürülmüştü. Olayın, askerlerin buyruklara karşı çıkması türünden bir olayla hiçbir ilgisi yoktu.

[4] Lübnan’da Mayıs-Eylül 2007’de Lübnan ordusuyla Irak’tan dönen Fatah el-İslâm adlı örgüte mensup silâhlı militanlar arasında meydana gelen çatışmalar, Suriye’deki gösterilerde şiddete başvuran silâhlı grupların niteliği hakkında bir fikir vermektedir. Kuzey Lübnan’daki Nahr el-Bared Filistin mülteci kampına yerleşen ve aralarında değişik ulus ve milliyetlerden radikal Sünnî militanların bulunduğu bu grubun üyeleri, oradaki Filistinlilerle evlenmiş ve Kuzey Lübnan’ın Sünnî nüfusu arasında belli bir çevre ve destek de edinmişlerdi. Lübnan ordusu, güçlü silâhlarla donanmış ve kent savaşında deneyimli bu militanları etkisiz kılmak için 3.5 ay süren ve ağır silâhların da kullanıldığı kanlı bir operasyon yürütmek zorunda kaldı. Çatışmalar sona erdiğinde 168’i Lübnan ordusu mensubu olmak üzere 400’den fazla insan yaşamını yitirmiş ve Nahr el-Bared kampı yerle bir olmuştu.

[5] Yasin Atlıoğlu bu konuda şunları yazmıştı:

“Bu medya çarpıtmalarının belki de en trajikomik olanı kurduğu internet sitesinde kendini Suriyeli lezbiyen bir kız (Amina Arraf) olarak tanıtan, Suriye’deki gösterileri desteklediği için Suriye istihbaratı tarafından kaçırıldığına herkesi inandıran ve internet üzerinden serbest bırakılması için kampanyalar başlattıran 40 yaşında yetişkin bir Amerikalının (Tom MacMaster) yaptıklarıydı… Suriye Ordusu’nda parçalanma olduğu iddialarının dile getirildiği en dikkat çekici olay Haziran ayı başında Cisr eş-Şugur kasabasında 120 güvenlik görevlisinin öldürülmesi oldu. Cisr eş-Şugur olayının ardından kendini Yarbay Hüseyin Harmuş olarak tanıtan bir kişi, internette yayınladığı bir videoda önceden hazırlanmış bir metni okuyup kimliğini gösteriyor ve ordudan ayrıldığını söylüyordu. Daha sonra Türkiye sınırı yakınında TIME dergisine konuşan Yarbay Harmuş, askerleriyle birlikte güvenliği sağlamak için Cisr eş-Şugur kasabasına gönderildiğini ve ordunun kasabayı bombalamaya başlamasından sonra 30 askeriyle birlikte firar ettiğini iddia ediyordu. Yarbay Harmuş, El-Cezire, El-Arabiya ve Visal TV gibi televizyon kanallarına Suriye Ordusu’nun sivil halka ateş açtığını ve kendisine bağlı askerlerin halkı korumak için ordu birlikleriyle savaştığını söylüyordu. Fakat aynı kişi bir süre sonra Hatay’daki kamplarda ortaya çıktı ve BBC muhabiriyle yaptığı bir görüşmede daha önce anlattıklarını uydurduğunu, aslında çatışmanın olduğu tarihten 4 gün sonra Cisr eş-Şugur kasabasına geldiğini ve tek başına firar ettiğini söyledi. Bu açıklamasına rağmen Yarbay Harmuş özellikle Şeyh Adnan Arur’un Suriye yönetimine karşı mezhep temelli saldırgan programlar yaptığı Visal TV’de Temmuz ayı boyunca sıkça görüldü.” (“Hama’da Neler Oluyor?”, Yasin Atlıoğlu, 7 Ağustos 2011)

[6] Wesley Clark, Amy Goodman’a verdiği mülakatta aynen şunları söylüyordu:

“1 Eylül (2001)’den 10 gün kadar sonra Savunma Bakanı Rumsfeld’i ve Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’i görmek için Pentagon’a gitmiştim. Eskiden genelkurmayda benimle birlikte çalışmış olan bazı kişilere merhaba demek için alt kata indiğimde generallerden biri beni odasına çağırdı. ‘Efendim, içeri gelip benimle bir saniye konuşmanız gerekiyor’ dedi. Ben, ‘Ama, sen çok meşgulsun’ dedim. ‘Hayır, hayır, meşgul değilim’ dedi. Daha sonra o, ‘Irak’a savaş açmaya karar verdik’ dedi. Bu, ya 20 Eylül’deydi ya da ona yakın bir günde. ‘Irak’la savaşacak mıyız? Peki neden?’ dedim. O, ‘Ben de bilmiyorum’ diye yanıt verdi. Sonra, ‘Yapacak başka bir şey bulamadıklarını tahmin ediyorum’ dedi. Bunun üzerine ben, ‘Peki, Saddam’la El Kaide arasında bir bağlantı olduğunu gösteren bazı yeni veriler mi buldular?’ dedim.

“O, ‘hayır, hayır’ dedi. ‘O konuda yeni bir şey yok. Onlar Irak’a savaş açmaya karar verdiler, o kadar’ dedi. Ve, ‘Sanırım bu daha çok teröristler konusunda ne yapacağımızı bilmememiz ve iyi bir ordumuz olduğu ve istediğimiz hükümeti devirebileceğimiz gibi bir şey’ dedi.

“Sonuçta birkaç hafta sonra yeniden onu görmeye gittim; o sırada artık Afganistan bombardımanı başlamıştı. ‘Hâlâ Irak’la savaşmayı düşünüyor muyuz?’ diye sordum. General, ‘Ooo, durum daha da kötü’ dedi. Masasının üzerine eğildi. Bir kağıt aldı. Ve, ‘Bunu daha bugün üst kattakilerden –yani Savunma Bakanlığı bürosundan– aldım’ dedi. Ve arkasından, ‘Bu, beş yıl içinde nasıl yedi ülkeyi halledeceğimizi betimleyen andıç; Irak’la başlayacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan’la devam edecek, en son İran’la işi bitireceğiz’ dedi.”

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar