Ana SayfaArşivSayı 56-57Devlet İçi Çatışma ve Restorasyon

Devlet İçi Çatışma ve Restorasyon

Deniz Cumhur Başaraner

29 Temmuz 2011’de generallerin istifası ile önemli bir noktaya ulaştığı ifade edilebilecek süreç, bir rejim değişikliğine mi tekabül ediyor? Türkiye devletinin temel bir gerici/vurucu kanadının “sivil” bir kanat tarafından geriletilmesi devletin pozisyonunda/niteliğinde “politik olarak ileri” şeklinde addedilebilecek sonuçlara mı yol açtı? AKP’nin hükümet olduğu dönemde bir örneğini izleyegeldiğimiz çatışma, çatışmanın taraflarından bağımsız olarak pozitif yan ürünler mi ortaya çıkardı? Bu sorulara verilecek yanıt, devrimci mücadelenin karakterine, yol ve yöntemlerine bakışla doğrudan ilintilidir.

İdeolojik Kemalizm ve kurumsal Kemalizm

“Türkiye’de, Cumhuriyet öncesinden başlayan ve ekonomik/politik egemen kesimleri genel olarak ikiye bölen bir çatışma süregelmektedir. Çatışmanın her iki tarafı da devlet katındadır.”[1] Son süreçte AKP ile ordunun gözler önündeki mücadelesi de bunun güncel örneği olarak değerlendirilmelidir. Her ne kadar bu iki kesim farklı ideolojik kökenlere sahip olsalar ve aralarındaki çatışma gerçek bir çatışma olsa da, bu hiçbir momentte “aynı devlet gemisinde” olduklarını unutturacak ölçüye ulaşmadı. Taraflar, devletin bekası konusunda ortak tutum sergileyebilmeyi her zaman kotardılar:

“Devlet aygıtının niteliği anlamında Türkiye Cumhuriyeti ‘kurumsal Kemalizm’ olarak ifade edilebilir. Artık bir tarihsel olgu olarak görülebiliyor; kurumsal Kemalizme ne DP muhalefet etmiştir, ne de AP ve ANAP… Onların muhalefeti, deyim uygunsa ‘ideolojik Kemalizm’edir ve bu, devlette egemenlik mücadelesi verdikleri öteki tarafın ideolojisidir.”[2]

AKP ve ordu şeklinde ifade edilebilecek kanatların her ikisi de modernisttir, “muasır medeniyetler seviyesine erişme” hedefine bağlıdır, Batıcıdır. Ülke içinde devletin tam egemenliğini sağlayıp bölgede etki alanını geliştirmeye odaklanmıştır. Ezilenlerin tehditkâr herhangi bir hareketine karşı yekdiğerini tercih edecek düzeyde sistemin merkezindedir.

Her iki kanadın koordineli davranışı, ülkesel etki alanını geliştirmeye çabalarken, bölge ve dünyadaki güç ilişkilerini daima hesaba katan, “dengesizlik yapmayan” hareket tarzını korumada da sürmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, İkinci Dünya Savaşından bu yana, Batı bloku ve onun lideri ABD’yle ilişkilerini yapısal niteliğine zarar vermeden sürdüregelmiştir. Mirasçısı olduğu kanat kadar AKP de bu yapısal sürecin dışında yer almadığını göstermiştir. Libya ve Suriye’de son aylarda ortaya çıkan gelişmelerle ilgili tutum bunun göstergeleri olarak sayılabilir. Libya’ya müdahale hususunda, doğrudan Kaddafi’nin yanında yer almamakla birlikte, AKP hükümeti, başlarda NATO müdahalesine karşı çıkıyordu. İlk inisiyatif çabasını, çözüm formülleriyle desteklemeye de çalıştı, ancak alınan kararın dışında kalamazdı. AKP hükümeti, bizzat başbakanın ağzından, Libya’da müdahaleye Davos’taki “one minute” havasında karşı çıkmaya yeltenirken ve daha söz ağzındayken, kıvrak bir manevrayla emperyalist müdahalenin içinde rol kapmaya hevesle yöneldi. İki devletli kanadın arasında ABD’yle ilişkilenme konusunda elbette birtakım farklılıklar olacaktı, ancak bu farklılıkların yapısal nitelikte olduğu sanılmamalıdır.

Bu ilişkilenme tarzını, tüm kararların tek bir merkezden (ABD) alındığı ve eksiksiz bir şekilde uygulandığı, “sorunsuz” mekanik bir sistemmiş gibi düşünmek, TC devletinin kendi siyasal sınırları ve bölgesindeki konumu ve yönelimlerini anlamak açısından isabetsizdir. Kurumsal Kemalizm, her iki kanadıyla, ABD ile pazarlık yapabileceği, tavizler koparabileceği durumları değerlendirmeye çalışabilecek kapasitededir. Kürt Hareketi, ABD ile pazarlık konularının başında gelmektedir. Sömürgeciliğini çok net bir şekilde ortaya koyduğu Kıbrıs gündeminde TC’nin, AKP hükümeti eliyle de izlemeye başladığı tutumu, özgül marjına bağlı olarak AB’de mevzi kazanma çabası olarak değerlendirilmelidir.

İçeride de her iki kanadın, ezilenlerle “gerektiği gibi” uğraşmakta aynı kurumsal tavrı koruduğu izlenebilir. Konu, sisteme en açık ve büyük yegâne tehdit konumundaki Kürtler olduğunda bu en açık şekliyle ortaya çıkmaktadır. Devletin Kürdistan’daki temsilcisi AKP’dir. Her bir kanat, bir diğerinin Kürt Hareketine ve Kürtlere karşı tutumunu da istismar edebiliyor ama her iki kanat, bu önemli başlığa ait temel hiçbir konuda sorun çıkarmadan hareket etmeyi sürdürüyor.

Kürt Hareketinin, egemen klikler arasındaki mücadeleyi göz önünde bulundurarak, kendi yolunu açacak çatlaklar aradığını gözleyebiliyoruz. Söz konusu arayış, bu düzeye gelmiş bir hareket açısından meşrudur. 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumunda, devletin iki kanadı bir mücadeleye girmiş ve Kürt Hareketi, boykot tavrıyla gündeme dahil olmuştur; bu, Kürt Hareketinin başka güçlere bel bağlamadan kendi yolunda ilerlediğinin güçlü bir kanıtı olmakla birlikte, egemen kliklerin, kendi aralarında mücadele etseler dahi ezilenlerin işine yarayacak bir çatlak oluşmasına izin verecek konumlar almadıklarını gösteren önemli bir örnektir.

Çatışma ve restorasyon süreci

Agâh Akyazıcı, devletin yeni döneme göre yeniden düzenlenmesi sürecini restorasyon terimiyle ifade ediyor:

“ ‘Kürt açılımı’ ya da ‘demokratik açılım’ olarak adlandırılan süreç, aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin restorasyon hamlesinin bir ifadesidir… Temel önermemiz, Türkiye Devleti’nin bir restorasyon sürecinden geçtiğidir. Restorasyondan kastımız, ‘kurucu temel’in, ana bileşenlerinin korunması kaydıyla, politikanın güçler dağılımındaki farklılaşmalarla yıpranan yönlerinin aslına ‘sadık’ kalınarak yeniden düzenlenmesidir. Bu düzenleme, tüm yeniden düzenlemeler gibi kurucu temelde biçim değişikliklerine neden olabilir. Burada bir değişim olduğu açıktır, ancak bu değişimde ‘reform’ olarak ele alınacak bir yan görülmemektedir.”[3]

Kürt Hareketinin devrimci ilerleyişi ve mücadelesini farklı kanallardan yürütmede gösterdiği sebat, devleti sürekli olarak yeni önlem ve müdahalelere itiyor. Bunların eskisinden farklı şekillere bürünmesi dönemin önemli başlıkları olarak öne çıkıyor. Bunda Kürt Hareketinin basıncı temel rol oynuyor. Devlet, askeri olarak yok edemediği Kürt Hareketini, askeri yolları bırakmaksızın, çeşitli esnemeler göstererek ve farklı yöntemleri devreye sokarak yok etmeye çalışmaktadır. TC devletinde bir ilk olarak Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’in açılması, devletin Öcalan’la öteden beri yaptığı görüşmeleri kamuoyuna açıklaması, bu zorunlu esnemelerin örnekleridir.

Dönemin devlete meyleden hakim liberal bakış açısına göre, parlamentonun ve “şiddetsiz güç olarak siyasetin temsilcisi” AKP, ideolojik Kemalistlere karşı hamleleriyle “derin devlet”in kirli unsurlarını temizliyor, “siyasetin tek arenası olması gereken parlamento”yu güçlendiriyordu. İlk başlarda bu çerçeve bağlamında, Kürtlerin ezilme durumunu ve Kürt Hareketinin (parlamenter) siyasal haklarını dahil ederek yapılan ayrımlar pozitif bir etki yapıyordu. Ancak restorasyonun ilerleyişiyle bu ayrımlar, Kürt Hareketi içinde oluşturulmaya çalışılan şahin-güvercin ikiliğiyle de karakterize olabilecek gerici tutumun arkaplanını oluşturmaya başladı. Bu bakış açısına göre, BDP, bileşeni ya da ilişkili olduğu “derin Kürt Hareketi (PKK)” ile, aynen AKP’nin yaptığı gibi hesaplaşmalıydı.

Kürt Hareketinin bütün alanlardaki temsilcileriyle bu süreçte sağlam durması, ezilenler cephesinin omurgasını tayin eden çok önemli bir faktördür.

AKP döneminde, TRT Şeş ve “Ergenekon operasyonu” benzeri “radikal” uygulamaların yanı sıra başka birçok yumuşama dikkati çekiyordu. Belirli başlıklarda hükümet düzeyinde gözlenen yumuşamalara, hükümetin inisiyatifine uygun olarak dönemin modası haline gelen, ‘cüretkâr’ ve ‘yıpratıcı’ “Kemalizm, askeri vesayet, darbecilik” tartışmaları eşlik ediyordu.

Kürtler açısından AKP’nin İslami bakış açısı, Türk ulusalcılığına göre daha kapsayıcı olacak şekilde işlevlenmekte, AKP bu sayede Kürtlerle ilişkiye geçebilen bir söylem ortaya koyabilmektedir. Türk ulusalcılarının aksine, Kürt sözcüğünün AKP’yi o kadar da rahatsız etmediği görülüyor. Sünnilik bağlamında, devletin dini ile mesafeli kalabalıklar bakımından, AKP hükümeti devletliye dahil olma olanağı sağlamış ve bu kalabalıkların elitist Kemalistlere karşı verdiği oylarla AKP üçüncü dönemine taşınmıştır.

Bu gelişmeleri, küçük çaplı da olsa, tarihsel olarak ezilenlerin bir önceki durumlarına ilişkin söylemsel veya bazı örneklerde uygulamaya geçen iyileşmeler olarak gerçekleşseler dahi, ortaya çıkış şekilleri, devletin güçlü inisiyatifi altında ezilenler aleyhine işlemeleri ve nicelikleri açısından, restorasyon sürecinin alt başlıkları olarak gerici reformlar veya gerici düzenlemeler şeklinde değerlendirmek uygundur.

Restorasyon süreci, önceden planlanmış, bir yerlerden düğmeye basılmasıyla başlatılan ve kontrollü bir şekilde adım adım ilerleyen bir uygulama olarak görülmemelidir. Süreci, Kürt Hareketinin mücadelesi, devlet içi çatışma ve düzenleme, devletin kendi sınırları içindeki ve bölgesel etkinliğini artırma çabası şeklinde başlıklandırılabilecek parametrelerin bir arada yer aldığı karmaşık, çok değişkenli bir denklem olarak ifade etmek uygundur. Süreç, bu parametrelerin geldiği aşamalarla ve dış faktörlerin etkisinin seyriyle belirlenecektir. Öte yandan, restorasyon terimi, devletin her iki kanadının da gerici olduğunu vurgulamak açısından işlevli ve uygundur.

Devlet kanalında Kürtçe yayın yapılmaya başlanması tarihsel bir olaydır ve Kürt Hareketinin bir başarısı olarak değerlendirilmelidir. Bu ilk tespit yapıldıktan sonra, hemen karşımıza çıkan çıplak gerçek, TRT Şeş’in doğrudan Kürt Hareketini dağıtmak amacıyla işlerlik kazanmasıdır. Nitekim kendi televizyon yayınına sahip olan, ve tabanını teşkil eden ezilen Kürtleri, anadilde eğitim ve demokratik özerklik çizgisinde mücadeleye adapte etmekte önemli bir mesafe kaydeden Kürt Hareketi gerçekliği düşünüldüğünde, TRT Şeş projesinin, zamanının geçerek aşıldığı ve başarı kazanamadığı öne sürülebilir. Mücadele, Kürtler için “bireysel haklar-kolektif haklar” ikiliğiyle ifade edilebilecek düzeye taşınmıştır.

Şükrü Elekdağ’ın eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile yaptığı röportajda konuyla ilgili görüşler yer alıyor. İlker Başbuğ, başbakanın “Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur PKK sorunu vardır” ifadesine katılıyor ve “etnik farklılıkların olduğu ülkelerde liberal demokrasinin en uygun siyasal sistem olduğunu düşün(düğünü)” ifade ediyor. Bu liberal demokrasinin, TC vatandaşı olma esaslı bir ulusalcılık olduğunu belirtiyor ve “bireyin kültürel özelliklerinin önünde engel olmaması” gerektiğini vurguluyor, ancak kolektif hak talebinin siyasal hak talebi olduğunu ve bunun liberal demokrasi dışında olduğunu ekliyor.[4]

Dışişleri Bakanı Davutoğlu da yeni dönemi, “zamanın ruhunu ve dinamiğini yakalamak” şeklinde ifade ettiği restorasyon terimi ile tanımlıyor ve son 150 yılda 4 restorasyon olduğunu savunuyor:

“1- Tanzimat Fermanı dönemi, 2- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, 3- 1940’ların ikinci yarısında “Dörtlü Takrir” girişimiyle demokrasiye geçiş, 4- AK Parti iktidarıyla başlayan yeni dönem.”[5]

Ardından son restorasyonun siyaseten gerekli koşullarını sıralıyor: 1- İktidarın sürekliliği, 2- Siyasi iradenin varlığı, 3- Asker-sivil ilişkilerinin yeniden tanımlanması.[6]

Davutoğlu, her ne kadar Tanzimat Fermanı döneminin “ ‘Kadim değerler’i savunanlar ile ‘Modernite’ yanlıları arasında bugüne kadar süregelen ayrışmanın tohumlarını attı(ğını)” ifade etse de, tüm restorasyon dönemlerinin “iktidarın sürekliliği” ortak paydasıyla doğru zamanlarda ortaya çıktığını isabetli bir şekilde ifade ediyor.[7]

Dışişleri Bakanının ifade ettiği son iki restorasyon döneminin ve “siyasi iradenin varlığı” ve “asker-sivil ilişkilerinin yeniden tanımlanması” koşullarının, İlker Başbuğ’un ifade ettiği “liberal demokrasi”yle aynı yere düştüğü söylenebilir.

***

Akyazıcı’nın dediği gibi, “Restorasyonun itici faktörlerinden biri, belirli bir sosyo-ekonomik güç haline gelen, ancak politik kurumlarda gücü oranında temsil edilmediğini gören bir kesimin iktidardan pay talep etmesidir.”[8] Davutoğlu, 28 Şubat’ı, “ ‘Kadim değerler’ ve ‘Modernite’ şeklindeki iki toplumsal blok veya cephe arasında Tanzimat ile başlayan ayrışmanın derin uçurumlarının belki de ilk kez kapatılması şansının yakalandığı bir tarihi fırsatın dinamitlenmesi” olarak “zamanın ruhunu okuyamayan”, “anakronik” bir süreç olarak tanımlıyor.[9] Elbette bu denklemde, AKP sorunu giderecek özne olarak beliriyor.

Genel ifadeler kullanmadan söylenirse, gerek milletvekili kadrosunun sunduğu yelpaze, gerek söylemi, gerekse yöneliminden anlaşıldığı üzere “Milli Görüş gömleğini çıkarmış” olan AKP, “Kadim değerler” kitlesini liberalize ederek “merkez”e daha yakın hale getiriyor. Kemalistler, moral kazanan bu kitlenin merkeze yaklaşmasını dehşete kapılarak izliyor. Ancak serinkanlı bir görüş açısından endişe edecek bir şey yok! Ortaya çıkan sonuç, tepki taşısa da esasen devletli olan bu kitlenin devletine daha gönüllü bir şekilde sarılması oluyor. “Milli Görüş”ün ‘uygunsuz’ yanlarını budayan AKP, Kemalistlerin laikliğinin sınırlarını zorlayan ve yer yer aşan uygulamaları hayata geçiriyor, ancak Meclise başörtülü milletvekili sokmayı şimdiki konjonktürde denemeyecek kadar da sınırlarını biliyor.

AKP, merkez sağın ve ılımlı İslamın neredeyse tüm desteğini alırken, devletli niteliğinin doğal bir sonucu olmasının yanında, yer yer kullandığı Türkçü vurguların da katkılarıyla MHP’nin kitlesine ortak olmuştur. Paradoksal olarak, karşıt bir pozisyonda, Kürtlerde karşılık bulan İslam dolayımlı söylemiyle, BDP karşısında bölgede etkili olan tek düzen partisi de AKP’dir. Bu iki “karşıt” görünen ucun birleştirici faktörü, AKP’nin devletli niteliğidir. Buna karşılık Kürt Hareketi, ‘sivil Cumalar’ ve onu takip eden ‘sivil teravihler’ yoluyla, AKP’nin etkin kılmaya çalıştığı “devlet dini”ne karşı “Kürtlerin dini”ni öne çıkarmaya çalışmaktadır.

***

Devlet içi çatışma, kadrolaşma faaliyetleri, referandum ve anayasa değişikliği tartışmaları, polis ve orduyla ilgili yetki alanı mücadelesi vb. başlıklarda izlenebiliyor. “Ergenekon operasyonu” ve ardından diğer davalarla süren yargılamalar, çatışma ve restorasyonun bir arada yürüdüğü bir süreçtir. Bu gelişmeler sayesinde, restorasyonun, devlet içi çatışmayı dışlaması gereken bir nitelik olmadığı görülmektedir. Kaldı ki, “TSK’nın şimdiki hakim eğilimi(nin) bu operasyona onay ver(diği)” görülüyor, “(o)perasyonun bir ‘soğuk barış’ ortamında yapıldığı anlaşılıyor. Bir taraf, rızasını aldığı öteki tarafın birtakım uzamış, yozlaşmış, teamül dışına çıkmış, ele güne karşı savunamayacağı saçaklarını buduyor. TSK’da temsil olunan öteki taraf, bu işlemi doğal olarak huzursuz bir tevekkülle izliyor ve kendine çekidüzen verme ihtiyacı duyuyor.”[10]

Kurumsal Kemalizmin ihtiyaçlarını gidermek için AKP’nin yürütücülüğünde gerçekleştirilen “Ergenekon operasyonu”, tarafların çatıştığı ve aynı anda uzlaşma içinde çeşitli düzenlemeler yaptığı bir özellik taşımakla birlikte, çok kısmi de olsa bazı kirli savaş unsurlarının, gerici devlet görevlilerinin tutuklanmasıyla sonuçlandığından ileriye doğru atılmış veya ilerici bir adım olarak değerlendirilemez mi? Metin Kayaoğlu bunu uygun şekilde yanıtlıyor:

“Ergenekon operasyonuna, “hükümet” tarafından “iktidar”a karşı yürütülüyor olsaydı gerçekten, yani devlet kurumu dışından ve oraya yürüyen bir tazyikten bahsedebilecek olsaydık, burjuva anlamda bile “demokratik” bir yön atfedilebilirdi. Fakat tanımı gereği, devletin kendisi tarafından yürütülen bir işlemin demokratik olmasa bile bu yönde potansiyeller barındırması ihtimali bulunmuyor.”[11] Çatışmanın, her zaman görülebilecek birtakım basit yan çıktılarına kategorik politik bir anlam yüklemek, çatışmanın taraflarına ezilenler karşısında kategorik farklı nitelikler atfetmek anlamına gelecektir.

Sürecin devrimcilik açısından anlamı

Kürt Hareketinin, gerek referandum ve son üç seçimde ortaya çıkan politik-coğrafi harita, gerek silahlı mücadeleyi yürüttüğü alan, gerekse kitlesel bağının gücü ve kitlesinin harekete geçme dinamizmi açısından bir Kürdistan hareketi olduğu görülmektedir.

Halihazırda Kürt Hareketi, Batı’da da her açıdan en gelişkin devrimci örgüttür. Ancak kendi ölçütleri açısından Türkiye’de etkisi dramatik olarak düşük ve kısmidir. Son seçimlerde Türkiye tarafında seçilen milletvekillerinin kimliği ve Çatı partisi (Kongre) çalışmaları, hareketin Türkiye’de etki kazanma çabaları olarak değerlendirilmelidir.

Kürdistan devrimcileri açısından süreç, devletin kendilerini her yolla etkisiz hale getirme çabası olarak işlemeye devam ediyor. Hareket, AKP hükümetiyle ortaya çıkan yeni söyleme baştan beri aldanmamış ve yeni manevralar geliştirmiştir.

***

AKP’nin, Türkiye solu üzerindeki –en berrak haliyle referandumdaki “hayırcılar”da görülen– temel etkisi, İslam karşıtlığının güçlenmesi ve laikçi “modernist” blokun arkasında yer alınmasıdır. İki devlet kanadına eşit mesafede olunmaması, gericiliğin bir türünde olumlu özellikler bulunması anlamına geliyor.

Ekseriyetle sol, Müslüman kitlelerden uzak durma refleksini diri tutuyor. Elbette söz konusu refleks açısından, Türk-Sünni kitlelerin de devletini koruma refleksini diri tutması gözardı edilemez bir faktördür. Ancak sol, Kemalizmi İslamdan daha ilerici görmekte direterek, kendini ideolojik Kemalistlerin etkin olduğu alanla sınırlamayı baştan kabul ediyor. Alevilerin dinamizmini kaybetmesi, solun tabanındaki erimeyi en üst düzeye çıkarıyor. Kitle beğenmemekle karakterize olan elitistliğin yeni devrimci kanallar yaratma potansiyeli yoktur. ‘Geri ideolojiye sahip Müslümanlara’ medeniyet öğretmek, kuyruğuna takınılan Kemalistlerin işidir.

Nitekim AKP, Türk-Sünnilerin barbar yönlerini törpüleme işlemini gerçekleştiriyor. Tam aksi yönde, Müslüman kitlelerin medeniyet projesinden uzak olması yeğdir. Ezenlerin İslamına karşı ezilenlerin İslamının ortaya konuluşu, tarihsel örnekleri bizim tarihimize dahil edilerek gerçekleştirilmelidir. Bu sunum, söz konusu kitlelerle buluştuğu oranda, bu kitlelerin gerici yönleriyle içeriden savaşmayı dayatacaktır.

***

AKP döneminde, dışarıda etkinliği artırma hedefini önüne koyan devlet, ülke içindeki sorunları hallederken bazı eski “takıntılarından” da kurtulmaya çalışmaktadır. Bu, Kürt Hareketi ayrı tutulmak kaydıyla, “marjinalize edilen” devrimcilerin gücünü artırmayacağı, tam tersine azaltacağı öngörüsüyle çeşitli söylem değişiklikleri, alınan tutumlardaki esnemeler ve yumuşamalar olarak gerçekleşmektedir.

AKP’nin yarattığı ‘değişim’, olumlu ilgi bakımından Türkiye solu içindeki doğrudan karşılığını referandumdaki “evetçiler” olarak gösterse de manzara bundan farklıdır: “Bir anlamda, ortamın liberalleşmesi, öteden beri ‘liberal sol’ olarak görülenlerin gelişmesini değil, solun daha geniş bölüklerinin –‘liberal’ denilenlerden ayrılığı koruyarak– liberalize olmasına yol açıyor. Bu, giderek, birbirini besleyen bir mekanizmaya dönüşüyor ve devlet de liberalize olan sol ile ‘eski tarzda’ uğraşmıyor.”[12]

Devlet, hapishanelerde ve polis uygulamalarında şiddet yüzünü göstermeyi ihmal etmese de durumun yaklaşık son onyıldan önceki düzeyde olmadığı açıktır. Devlet, tutuklama silsilelerini devreye soksa da “faili meçhul” ve tezgâh işkencesi politikasını artık devrede tutmuyor. Bu gelişmelerin işaret ettiği Batıdakilere benzer liberal demokrasi bizim açımızdan ne ifade ediyor?

Öncekine göre fiziksel bakımdan daha rahat olan koşullar, devrimcilerin ilerlemesini değil, aksine gevşemesi ve dağılmasını tetikliyor ve giderek, demokratik koşulların sınırlarını aşan faaliyetler, demokratik faaliyetler bolluğunda kayboluyor: “Bir devletin, şiddet araçlarını günlük uygulamadan dramatik ölçüde geri çekmesi ve genellikle bir tehdit olarak kullanması, bir ‘iyileştirme’ anlamına gelmez; bu, bilakis, devletin kendi ezilenleri üzerinde artık güçlü bir hakimiyet kurduğu anlamına gelir.”[13] Söz konusu değişimler, mücadelenin ilerlemesini sağlayacak veya ilerlemesiyle ulaşılan bir ara durağa tekabül etmediği oranda egemenlerin egemenliklerini pekiştirmesinin bir aracı haline geliyor. Liberal demokrasinin tesisi, devrimciliğin bitirilmesiyle kol kola giden bir süreçtir ve düşmanlıkta, devletin faşizm gibi diktatoryal biçimlerinden kategorik farkı bulunmamaktadır. Kadim Marksist ifadeyle, liberal demokrasi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir.

Bu bağlamda, AKP’nin 12 Eylül paşaları için sorgulama sürecini açmaya çalışması veya Erdoğan’ın idam edilen devrimcileri anmasının hiçbir olumlu yanı bulunmuyor. Bizim yargılayamadığımız halk düşmanlarını, başka halk düşmanlarının kendi ilerleyişine payanda yapmak için kullanması ancak hâlâ 1980’lerde yaşayan demokratlar için umut vaat edici ve rahatlatıcı olabilir; bizim için kahredicidir.

Benzer şekilde, Türkiye devrimci hareketi açısından, ne 12 Eylül darbesi dönemi ne de baskının şimdiye göre çok daha yüksek düzeyde olduğu 90’lı yıllar, içinde bulunduğumuz dönemden daha kötü sayılabilir. Devrimci bir bakış açısı, devrimciliğin sürdürülmesi sorununa odaklanmalıdır. Devrimciliğin varlık-yokluk eşiğine geldiği demokratik bir dönemin tercih edilebilirliğinden söz edilemez. 12 Eylülcüler ne kadar gericiyse, AKP de o kadar gericidir; ne eksik ne fazla!

***

Restorasyon, bir açıdan, istikrar sözcüğüyle de ifade edilebilir. İdeolojik çekişmelerle zaman kaybetmeyi aşmış, yüzünü ileriye çevirmiş, icraata odaklanan, “artık aklıyla hareket eden” güçlü Türkiye söylemi, devletine bağlı geniş kalabalıkların giderek ideo-politik atmosferini oluşturmaktadır. Devrimcilik açısından zehirli olan bu istikrar atmosferine ve genel olarak “(r)estorasyona karşı ‘devrimci fitne’ için kanallar aranmalıdır”.[14]

 

 



[1] Melik Kara, “Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın”, Teori ve Politika 54, s. 11

[2] Metin Kayaoğlu, “Ergenekon: ‘Devlet-İslam-Kürt’ Versus ‘Devlet-Türk-Kürt’”, Teori ve Politika 49, s. 30-31

[3] Agâh Akyazıcı, “Rejimin Restorasyonu ve Kürt Devriminin Seyri”, Teori ve Politika 50, s. 189

[5] Erdal Şafak, “4 Restorasyon (1)”, Sabah, 07.08.2011

[6] Erdal Şafak, “Restorasyon (3): 2023 Yolculuğu”, Sabah, 10.08.2011

[7] Erdal Şafak, “4 Restorasyon (1)”, Sabah, 07.08.2011

[8] Agâh Akyazıcı, a.g.y., s. 195

[9] Erdal Şafak, “Kayıp Yıllar: Restorasyon (2)”, Sabah, 09.08.2011

[10] Kayaoğlu, “Ergenekon …”, a.g.e., s. 23-24

[11] A.g.e., s. 23-24

[12] Melik Kara, “Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın”, Teori ve Politika 54, s. 14

[13] Aycan Epikman, “Politik Marksizmin Olanakları Bitiyor mu?”, Teori ve Politika 55, s. 137

[14] Agâh Akyazıcı, a.g.e., s. 198

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar