Ana SayfaArşivSayı 4Süreklilik ve Kopuş / Marx, Lenin, Althusser

Süreklilik ve Kopuş / Marx, Lenin, Althusser

“Tarihin hayalgücü bizimkinden geniştir.”

K. Marx

Orhan Gökdemir

“Unutuşun tekniği yoktur, hâlâ rasgele, doğal süreçlere bağlıyız, beyinsel lezyonlar, unutkanlık ya da ne bileyim, yolculuk, alkol, uykuya kaçış, canına kıyma gibi doğaçlamalara.” Eco, bir talihsizlik sonucu “Tapınakçılar”ın “plan”ını öğrenen kahramanı Belbo’ya bunları söyletiyor. Evet, unutuşun bir tekniği yoktur; başka bir deyişle insan unuturken veya hatırlarken seçme özgürlüğüne sahip değildir. Unutmak ve hatırlamak doğal süreçlere bağlıdır…

Bu bir anlamda Marx’ın “İnsan, tarihini kendi yapar, ama önceden hazır bulduğu koşullar içinde” deyişinin özüdür. “İnsan” unuturken de, tarihini yaparken de, boş kağıt üzerine yazı yazarkenki gibi özgür değildir. Doğal ve toplumsal süreçte, süreklilik aslidir ve “kopuş” ancak uzun dönemde kendini açığa vurur.*

            Tarihte, özellikle tilmizler arasında, kendi peygamberlerinin ana rahmine düştüğü anda diğerlerinden farklı olduğuna inananlar olmuştur. Ancak peygamberin sihrinin dağıldığı veya zayıfladığı zamanlarda, hain bir göz onun da diğerleri gibi konuştuğunu, hatta hemen hemen aynı şeyleri söylediğini fark eder. Kopuş, ancak peygamberlerin birbirine benzediğini fark etmekle mümkündür.

            Her düşünür -siz bunu her peygamber olarak anlayabilirsiniz- bir yere kadar, içinde geliştiği ortamın-sosyal, kültürel- ürünü ve sürdürücüsüdür. Hiçbir peygamber dini reddederek peygamber olmayı düşünmez, her peygamber dine bir yenilik getirdiği iddiasındadır, ama sonuç olarak bu iddia onu dinden çıkarmaz. Dinsellik, ortak birleştirici paydadır.

            Her peygamber, başlangıçta büyük ölçüde eski peygamberin ya da eski dinin bir mirasçısıdır. Kopuş iddiası ancak iktidarın yeni gelen tarafından ele geçirilmesinden sonra ortaya çıkar.*

            Her yeni düşünürün de bu yüzden bir “şeytan ayeti”ne sahip olması bizi şaşırtmamalıdır.

            Sovyet sisteminin ani çöküşünün ardından, aslında onun kapitalist dünya sistemi ile önemli bir farkının olmadığının, hatta ABD kontrolündeki sistemin önemli dayanaklarından birinin Sovyet sistemi olduğunun fark edilmesi, sürekliliği bir kez daha öne çıkarmıştır. Sihir dağıldığında ABD ile SSCB’nin sembiyotik (ortakyaşar) olduğu fark edilmiştir. Yeni devlet, bir kopuş değil, bir sürdürücü olmuştur.

            Ancak, solun belleği hâlâ bu tarihle doludur ve sol şimdi “unutamama” sıkıntısı çekmektedir. 1989 yılı itibariyle eski dengelerini yitiren sol düşünsel serüvenin, yeni dengeleri algılayamaması ve kendine yeni bir yol çizememesinin ardındaki etkenlerden biri budur. Bu yüzden ertelenen çelişkilerin yoğunluğu artmakta ve bir sıkışma yaşanmaktadır. Şimdi, çatışma kaçınılmazdır ve kaçınılmaz olan bu çatışma, şiddetli bir hesaplaşmanın da işaretlerini vermektedir.

            Marx’ta bir şiddet vardır, ve şimdi bu şiddeti öne çıkarmanın tam zamanıdır. Şiddeti öne çıkarma ihtiyacı ise sürekliliğe yapılan vurgunun topyekün bir restorasyona dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Artık, Marx’ın taşıyıcısı olduğu kültürü reddetmeden, onu devrimcileştirmek mümkün değildir.

            Bir miktar filozof, bir miktar sosyolog, ama mutlaka yüzde elli iktisatçı olan Marx’ın daha fazla kabul edilebilir, ama daha az devrimci olması bizi şaşırtmamalıdır.

            Bundan böyle, yeni bir peygambere ihtiyaç yoktur; çünkü dini reddetmenin koşulları oluşmuştur. Bir mesih beklentisi içinde, dünyevileşmiş dinin kutsal kitabının ezberlenmiş formülleri ile bu gidişin önünde durmak ise artık mümkün değildir.

Althusser

Bir: Althusser bir peygamber midir? Yaşamının son yıllarından önce, felsefi yaşamını delirerek tamamladıktan sonra bir peygamber olmaya olmasa bile, bir peygamber ilan edilmeye oldukça uygun bir kişisel tarih bıraktığı biliniyor. Peygamberdir; Marx’ın “Fransız-Alman Yıllıkları”nda somutlaşan çabasını bir çırpıda sonuçlandırmış ve Fransa’da da felsefe çiçeğinin açabileceğini göstermiştir. Althusser, felsefeyle politikayı birbirinin yerine ikame ederek hem bu tarihsel sorunu çözmüş, hem de aynı zamanda “annesinin arzusunu” gerçekleştirmiştir.[1]

            “Gelecek Uzun Sürer” adı verilen, uzun ve eğlendirici yapıtından sonra, bu konuyu artık eski ciddiliği içinde tartışamayacağımızı biliyorum ve ciddiyette ısrar etmenin ancak durumun daha komikleşmesiyle sonuçlanacağını buraya not düşerek “uyarı” görevimi de yerine getiriyorum.

            Eğer bu karmaşa içinde bize yol gösterecek “bir tek Althusser” kaldıysa kendimiz için endişelenmeye başlamanın tam zamanıdır. Marx’ı okumadan Marx üzerine yazdığını büyük bir cüretle yazabilen bu adamın cüretini neden kendimizden esirgeyelim. “Bu birleşim (felsefe, son tahlilde kuram alanında sınıf kavgasıdır önermesini kastediyor) felsefeye ilişkin, dolayısıyla kendi etkinliğim üzerine, artarda verdiğim tanımlarda gözlenip izlenebiliyordu, ama yalnızca düşüncenin arı ortamında. ‚çünkü politika diye ne yapıyordum ben o zaman? Politikayı arı düşünce düzeyinde ele alıyordum.”[2] Bu kadar açık yazabiliyor. Burada sözü edilen önermenin felsefede bir meşruiyet arayanlar için uygun bir argüman sağladığını bilerek, bunda bir vahiy aranmaması gerektiği önceden kaydedilmişti: cüretkârca olduğunu kastetmiyorum ama açıktır: “Felsefede politikayı gören Althusser, burada kendi felsefi tutumunun sınırlarını aşmak istemektedir. Böylece seyredici tavrını müdahaleci tavra dönüştürme becerisini de göstermektedir. Oysa politika son durak değildir. Felsefede takılı kalan Althusser, felsefeyi politik ilan eder ve kendisi yer değiştireceğine, felsefeye yer değiştirmiş olur.”[3] Althusser’in bizim konumuza değgin yanı bu kadardır; daha fazlası zorlamadır ve zorlama sadece ona değil, herkese söylemediklerini de söyletebilir.

            Althusser’i tartışırken atlanılmaması gereken şey de işte bu “pratik” yönüdür. Aksi halde, onun “sol liberalizm”in elinde bir soğuk savaş silahı olarak nasıl kullanıldığını açıklayamayız. Türkiye’deki tarihini oldukça açıklayıcı buluyorum; Marx ve Lenin iki kez devlet zoruyla topyekün kapatılmaya teşebbüs edildiğinde, Yeni Freudcular’ın yanında Althusser’in de açıldığını ve bunların Marksizm’in panzehiri olarak kullanılmaya çalışıldığını hatırlayalım. Althusser tehlikesizdir; felsefesi de…

Sorabilmek ve Yanıtlayabilmek

İki: “1989 muhtemelen geçmişin üzerine kapanan bir kapıdır. Belki şimdi hakiki belirsizlik alanına ulaştık.”[4] Ben, “bize” bu satırların yazarını Althusser’den daha fazla önemsemeyi öneriyorum. “Lenin ve Felsefe”de “Leninistlerin” bulduğu olumlamayı aşarak, yeni bir tartışmayı başlatmakta yarar var. Gerçi Althusser’in Lenin’i, kürsülü filozoflara haddini bildirmiştir ama bu, onu, “geçmişin üzerine kapanan kapının” ardında kalmaktan kurtaramamıştır. 1989, Lenin’in de üzerine kapanmıştır.

            SBKP deneyi, sosyalistlerin seçtiği iktidar yollarından birinin başarısız olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda onun üzerinde durduğu bakış açısının başarısızlığıdır.

            Bizleri, yeniden işin daha başında sorulması gereken sorulara geri götüren gelişmelerden biri budur. Sovyetler Birliği ve Leninizm, kaçınılmaz bir çöküşün girdabına girdiğinde, hepimiz bu soruların sorulmadığını ve yanıtlarının verilmediğini fark ettik. Evet bir tek Althusser sordu; bunu açıklamak için ise teorinin dolambaçlı yollarını katetmeye hiç gerek yoktur. Althusser’in sihri, dışarıda herkes kavga ederken, üniversitesinin kavgadan gürültüden uzak güvenliğinde “derin düşüncelere” dalmış olmasındandır.

            “Marksist teorinin temeli nedir? Bilim mi yoksa felsefe mi? Marksizm özünde bir felsefe midir, yoksa Marksizm özünde bir bilim midir, peki o zaman felsefesi, diyalektik maddecilik neyin nesi? Ya da tarihi maddecilikle diyalektik maddecilik arasındaki klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayırımı nasıl düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi? Ya da, diyalektik maddecilikte diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki nedir; basit bir yöntem mi? Yoksa bütün olarak bir felsefe mi?”[5] İşte size “arı düşünce” alanında sorulmuş bir dizi soru.

            Aslında onun bu soruların bir kısmına doğru yanıtlar bulduğunu da biliyoruz. “Lenin ve Felsefe”de şöyle deniyor: “Feuerbach Üzerine Tezler’de tüm ‘yorumcu’ felsefeyle kopmanın zorunlu olarak felsefe dilinde yapılmış açıklamasıyla ilan edilen şey, aslında yeni bir felsefeden tamamen değişik bir şeydi; yeni bir bilimdi ilk ve henüz zayıf temellerini Marx’ın Alman İdeolojisi’nde sergileyeceği tarih bilimi. Şu halde, XI. Tezin ilanını izleyen felsefi boşluk, bir bilimin doluluğudur, hiçbir zaman bitiremediği Kapital’in sonuncu müsveddelerine kadar Marx’ın uğruna tüm hayatını harcadığı, eşsiz bir bilimin temelini atan, uzun ve çetin bir çalışmanın doluluğudur.”[6]

            Gelebileceği açıklığın bu olduğunu biliyorum. Hepimizin bu yolu izleyerek gelebileceği açıklık budur. Bu açıklıktan sonra da Kapital’de büyük M ile bir mantık aranması, Marksizmde bir felsefe bulunması mümkündür ve yapılmıştır. Bunlar “dünyayı değişikliğe uğratmaz”, ancak “disiplin”imizin hacmini genişletebilir.

            Althusser’in soruları önemlidir, ancak verdiği cevaplar önemsenmemelidir. Felsefi veya politik bir tavır alış nedeniyle değil; Ona bunları sormasını sağlayan “kişisel tarih”i, cevaplamasını da olanaksız kıldığı için.

            Bütün bunlardan sonra felsefe, bizim tarafta ancak talihsiz bir “kaza”nın sonucunda varlığını sürdürebilir; üstelik söz konusu olan “Anti-Dühring’in felsefi bölümlerinin yazılmasını zorunlu kılan beklenmedik ‘kaza’* da değildir. Bu konuda yazılanlara bakıldığında, kaza süsü verilmiş olduğu görülecektir.

Siyasal İktisat

Üç: Yalnız felsefe değil, bir bilim olarak “siyasal iktisat”ın da böyle bir kazanın ürünü olduğunu eklemek gerek. Gramsci kesinlikle haklıdır; eğer Kapital’de bir iktisat teorisi varsa ve burada iktisat disiplinine bir katkı bulunabiliyorsa, onun burjuvazinin kitabı olması kaçınılmazdır. Burada ve başka kayıtlarda açık bir biçimde yapılan felsefe ve iktisat reddiyesi, çok kısa bir süre içinde hızla restorasyona uğramış ve her ikisi de hiçbir şey olmamışcasına yollarına devam etmeyi denemiştir. Felsefeye göre, daha modern bir görünüm sergileyen bu bilim, sınıfsal tavrını çok erken ve açık bir biçimde göstermiş ve bilim denilen şeyin iki yüzlü bir kara çalma, mevcut üretim düzenini mazur gösterme işlevi nedeniyle kötürüm olmuş bir totolojiler topluluğu olduğu çabuk anlaşılmıştır.

            Onun üstünde durduğu “toprak, emek, sermaye”-“rant, ücret, kâr, faiz” formülleriyle Marx’ın alay etmesi boşuna değildir; hâlâ ciddiye alınacak bir yanı yoktur.

            Elbette burada da büyük B ile bir bilim bulunabilir; bulunmuştur. Şimdi “ekonometri” adı altında, matematik formüller görünümü altında daha soyut bir hal alması ve nesnesinden büsbütün uzaklaşması da gösteriyor ki bu bilimin işlevi açıklamak değil, gizlemek, anlaşılma imkanlarını büsbütün ortadan kaldırmaktır.

            Emek, toprak, sermaye… Hakkını teslim edelim; bu evreni ve tarihini iktisadın bu kurgusundan daha iyi ne anlatabilir? Toprak ve sermaye mülk edinilerek emek, daha doğrusu ücretli emek doğa karşısında çırılçıplak bırakılmıştır. Doğa, insanın onu dönüştürmek için kullandığı üretim araçları ile birlikte mülk edinilerek, insanın doğayla ilişkisi özel mülkiyetin aracılığına tâbi kılınmıştır. Doğa, proletaryanın kullanımına kapatılmıştır. Bu yüzden o, toprak ve sermaye ile bir “anlaşma” yapmaya zorunludur. Böylece o, hem özgür emekçi olarak var edilir hem de bu özgürlüğü onun kendisini yalnızca ücretli emekçi olarak üretmesini olanaklı kılar. O doğayla ancak özel mülkiyet aracılığıyla ilişkiye geçebilir ve artık ilişkiye geçtiği şey doğa değil, özel mülkiyettir.

            Üretim araçları ve doğa, insanın onu dönüştürme sürecine birer üretici ve dolayısıyla pay sahibi olarak girer ve üretilen şeyden kendi payını ister. Rant ve kâr, insanın doğayla girdiği bu özel ilişkinin, mülkiyetin ürünüdür. Bu özel ilişki aracılığıyla sermayedar ve toprak sahibi kendilerini egemen sınıf olarak var edebilir.

            …özel mülkiyet dolayısıyla ortaya çıkan bu konumlanış, üretimde ikili bir yapı yaratır. Mülk edinilmiş doğa ve üretim araçları, mülkiyetsiz özgür emekçiyle buluşabilmek için bir dolaşım alanına muhtaçtır. …özel mülkiyet varsayımı altında bu üç üretim faktörünün ilişkisi, “özgür ve eşit” bir biçimde ancak dolaşım alanında kurulur.

            “Emek-değer teorisi” de dahil, klasik iktisadın; sonraki evrimi göz önünde bulundurulursa bütün iktisadın geveleyip durduğu şey budur. Emek-değer teorisinin de buraya dahil edilmesi, ona bütün iktisadi formüller arasında özel bir önem verilmesi nedeniyledir. Oysa bu formül bir kez kabul edildikten sonra, değerin emekten mi, topraktan mı, yoksa sermayeden mi doğduğunun ne bir önemi vardır, ne de buradaki sorunu ve soruyu değiştirecek gücü. Burada asıl tartışılması gereken bu formülün varsayımıdır. Varsayılan mülkiyettir ve emeğin diğerlerinden ayrı bir şey olarak düşünülmesi de bu varsayımdan dolayı mümkün olabilmektedir. Emek-değer teorisinin, Kapital’deki önemli buluşlardan -en önemlisi?- biri olduğu iddiası, işte iktisadın bu bakışından doğmaktadır.

            Kapital’de bir ekonomi teorisi var mı? Şimdi, isteyenin bunu bulmakta zorlanmayacağını biliyoruz. “Marksist iktisat” bu kolaycılıktan çıkmıştır ve pratik bir yararlılık gösterememiş olmasına rağmen, saflarımızdaki güçlü yerini hâlâ korumaktadır.

Lenin

Dört: Lenin bir peygamber midir? Bunu şöyle de sorabiliriz; Lenin dinden kopuşu mu temsil etmektedir?

            Bu sorunun cevabının birinci maddedeki kadar kolay verilemeyeceğini biliyorum. Ancak Lenin, Marx’ın ölümünden sonra ortaya çıkan bu felsefi iktisadi yorumun bir sürdürücüsü ve uygulayıcısıdır; bu kesin. Felsefe Defterleri’nde, bu “okul” içinde oldukça ortodoks bir çizgi tuttuğu görülüyor. Ancak bir profesör veya bir araştırıcı değildir ve gerektiğinde teorisi ile yaptıkları arasında baş gösteren ayrılıkları çok pratik gerekçelerle bertaraf etmeyi becerebiliyor. Kendisini tutarlılığa davet edenlere ise büyük bir rahatlıkla Goethe’nin sözünü hatırlatıyor: “Teori gridir; yaşamın ağacı ise sonsuz renklerle bezenmiştir!”

            Lenin, dinde sürekliliği ama pratikte bir kopuşu temsil etmektedir. Lenin, devrimcidir, bu yanıyla çağdaşlarından ayrılabiliyor. Lenin, tarihçi Carr’ın dediği gibi, yazdıklarıyla değil, yaptıklarıyla önemlidir; teorisinin öngörmediği bir coğrafyada, teoriye rağmen hareket etmeyi göze alabiliyor.

            Evet, 1989 Lenin’in de üzerine kapanmıştır; ama yazdıklarının üzerine değil. 1989 asıl onun yaptıklarını yerle bir etmiştir. Açıkça söylemekte yarar var; dağılan Sovyetler Birliği, Gorbaçov’un olduğu kadar, onundur da. Bu cüretkar deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

            Ancak Lenin’in “teorik olarak” hâlâ ayakta olduğunu da teslim etmek gerek. Temsil ettiği çizgi ayaktadır.

            Bu önerme bizim işimizi kolaylaştırma-maktadır; bu da açık. Çünkü bu bizi Lenin’e ayakta kalan teorisinden değil, yenildiği yerden sahip çıkma durumuyla karşı karşıya getirmektedir. Sovyetler yıkılmıştır ve Lenin başarısız olmuştur, ancak Sovyetlere de, devrimci Lenin’e de sahip çıkmak bir zorunluluktur.

Kopuş ve Dil

Beş: Felsefeden her kopma denemesinin, bir felsefe engeline takılması kaçınılmazdır. Her kopuşta bir “dil” sorunu vardır. İki önemli örneği hatırlayalım; fizikte, yüzyılımızın başındaki sıçrama en ciddi sorunlardan birine kendi kavramlarını oluşturma noktasında karşılaşmıştır. Yeni teori uzun süre Newtonyen terimlerle ifade edilmeye çalışılmış bu yüzden de ifade edilememiştir. Yeni fizikte dilin, ancak şiirde olduğu gibi kullanabileceği yönündeki önerme bu sıkıntının bir dışavurumudur.*

            İkincisi “11.Tez” ile ilgili; evet Althusser’in dediği gibi, bu bilimsel bir kopuşun aşırı felsefi bir vurguyla ifade edilmesidir. Marx’ın kopuşu, felsefeden bir kopuştur… Bir kopuş; ancak kendini “felsefi bir şekilde” ifade edebilen bir kopuş.

            Ancak sırf bu nedenle, nasıl yeni fizikte bir “şiir” bulunamazsa, Marksizmde de bir felsefe bulunamaz. Eski hiyerarşi ve konumlanış yıkılmadan dilde bir arınma mümkün değildir.

            Kapital’de bulunan iktisat teorisinin de aynı yanılsamadan veya cahil bilgiçlikten kaynaklandığını buraya not etmek gerek. Ekonominin belirleyiciliği, teorik bir önerme değil, pratik bir saptamadır; kapitalizmde ekonomi eninde sonunda “üstyapıları” belirler.

            Ancak Kapital’de bir iktisat teorisi yoktur; Kapital, kapitalizmin tarihidir. Bu toplumun tarihi, ancak iktisadi terimlerle ve iktisadi bir dille yazılabilir. Üretim, dolaşım, fabrika, mübadele, emek, sermaye, rant, kar vb. terimleri kullanmadan bu tarihi oluşturmak mümkün değildir.

            Marx, teorik bir kopuştur, ancak bu teorik kopuş, kopuşun teorisine sahip değildir. Ayıklamak, hesaplaşmak ve sahiplenmek gerek.

 

 

 



* “Tarih, her biri, kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan gereçleri, sermayeleri, üretici güçleri işleten farklı kuşakların artarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan kendisine aktarılmış olan faaliyet tarzını, ama kökten değiş­miş çevre koşulları içinde sürdürür, ve öte yandan, kökten değişik bir faaliyete kendisini vererek, eski koşulları değişti­rir…” (Alman İdeolojisi, s.66)

* “Şeytan ayetleri”, bu yüzden şeytanın işi değildir, ama sürekliliği ele vermesi anlamında şeytanidir. Eski dinin putlarına yapılan gönderme, yeniye duyulacak şiddeti engellemiştir; ama yeniden duyulacak kuşkuyu da mümkün kılmıştır. Şeytan ayetleri, gerçekte varolan süreklilik ile sahte kopuş iddiası arasındaki gerilimi anlamanın “püf noktası”dır.

[1] Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Çev.: İsmet Birkan, Can Yay., İstanbul 1996 , s. 181 vd.

[2] Louis Althusser, a.g.e., s.182.

[3] Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa – Ölen Bir İdeoloji Üzerine İncelemeler, Ataol Yay., İstanbul 1994, s.174.

[4] Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür, Çev.: Mustafa Özel, İz Yay., İstanbul 1993, s.27.

[5] L. Althusser, Lenin ve Felsefe, Çev.: Bülent Aksoy, Erol Tulpar, Murat Belge, İletişim Yay., İstanbul1989, s.61.

[6] L. Althusser, a.g.e., s.64.

* Althusser, Lenin ve Felsefe’de Engels’in felsefi yazılarını bir kaza olarak niteliyor.

* “Söz atomlardan açılınca, dil ancak, şiirde olduğu gibi kullanılabilir. Şair de, olguların tasvirinden çok, imgelerin yaratılmasıyla ilgilidir.” (Niels Bohr)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar