Ana SayfaArşivSayı 49Ulusal Sorun, Bir Polemik ve Düşündürdükleri

Ulusal Sorun, Bir Polemik ve Düşündürdükleri

Erdem Bulduruç

Partizan Dergisinin Mayıs-Haziran 2008 tarihli 65. sayısında yayımlanan “Ezen Ulus Milliyetçiliğinin Panzehiri Ezilen Ulus Milliyetçiliği Değildir” başlıklı yazı, gene bu yazıya cevaben Teori ve Politika’nın 46. sayısında Serhat Yıldırım imzası ile yayımlanan “Ulusal Sorun ve Partizan’ın Kaypakkayacılığı” ve son olarak Teori ve Politika’ya cevaben Partizan’ın 67. sayısında yayımlanan ve tartışmayı noktaladığı düşünülen yazı… Fakat öyle görünüyor ki tartışma burada da noktalanmış olmayacak. Her iki polemik yazısında da, eksik kalan, detaylandırılmaya muhtaç ve üzerinde düşünülmesi gereken noktalar olduğunu belirtmem gerekir. İşte bu yazı böyle bir ihtiyacın gereği olarak şekillendi.

Her iki dergi yazarının da konuya ilişkin polemiklerinin çıkış nedenini, anladığım kadarıyla özetleyeyim. Serhat Yıldırım, Partizan yazarının İbrahim Kaypakkaya’yı doğru okumadığını, Kaypakkaya’nın düşüncelerine sadık kalmadığını, Ulusların Kendi Kaderini Tayini İlkesini kayıtsız koşulsuz savunmadığını ve kısacası Partizan’ın Kaypakkaya’dan uzaklaştığını kendinden gayet emin bir havada dillendiriyor.

Partizan ise cevap yazısında Teori ve Politika yazarının bilgi eksikliğinden söz ediyor. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ile Ulusların Kendi Kaderini Tayini (UKKT) konusundaki ayrıma dikkat çekiyor. Tartışmanın buraya kadar gelen aşamasında kuşkusuz Partizan yazarının söylediklerinde haklılık payı var. UKKTH ve bu hakkın uygulanması konusunda bir ayrım yapıldığı, öteden beri bilinen bir olgudur. Bu ayrım, Partizan yazarının aktardığı gibi, Kaypakkaya tarafından da yapılmıştır. Fakat kökleri çok eskilere dayanır. Gerek Polonya hususunda Rosa Luxemburg ile bir polemiğinde Kautsky, gerekse de “Programımızda Ulusal Sorun” başlıklı yazısında Lenin, bu her iki ifade arasındaki farklılığı anlatmaya çalışmışlardır. Sözü sahiplerine bırakalım, Kautsky ve Lenin’e dönelim…

Lenin şöyle diyor: “Enternasyonalin 1896 Londra Kongresinin Kararında Polonya’nın bağımsızlığı sorununda üç görüş dile getiriliyor. Bu görüşlerden bir tanesi Kautsky tarafından dile getiriliyor (…) Bu görüşe göre Enternasyonal, o günün koşulları içinde, Polonya’nın bağımsızlığını salık veremezdi. Ama Polonyalı sosyalistler, diyordu Kautsky, bu istemi dile getirmek hakkına tamamen sahiptirler. Ulusal baskının olduğu yerde ortaya çıkan ulusal kurtuluş görevlerinden yan çizmek, sosyalistler bakımından hiç kuşkusuz yanlış olurdu.[1]

Lenin bir başka yerde şöyle diyor:

“Parti programımızda, başka şeylerin yanı sıra “devletin bir parçasını oluşturan bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması”nı güvence altına alacak demokratik bir anayasaya sahip bir cumhuriyet talebi öne sürdük. Pek çokları programımızdaki bu talebi yeterince açık bulmadılar ve 33. sayıda, Ermeni Sosyal Demokratların Manifestosu üzerine konuşmada, bu noktanın anlamını şöyle açıkladık. Sosyal Demokratlar, ulusun kendi kaderini tayin hakkını şiddetle ya da haksız yoldan etkileme yönündeki her girişime karşı daima savaşacaktır. Ancak kendi kaderini tayin özgürlüğünü koşulsuz tanımamız, hiçbir şekilde kendi kaderini tayin yönündeki her talebi destekleyeceğimiz anlamına gelmemektedir. Proletaryanın partisi olarak, Sosyal Demokrat Parti her bir ulus içindeki halklardan ya da uluslardan ziyade proletaryanın kendi kaderini tayinini ilerletmeyi olumlu ve temel bir görev olarak sayar. Bütün ulusların proletaryasının en yakın birliği için daima ve koşulsuz bir biçimde çalışmalıyız ve yeni bir sınıf devletinin kuruluşuna ya da bir devletin tam siyasi birliğinin yerine daha gevşek federal bir birliğin oluşumuna götürecek talepleri ileri götürmemiz ve aktif bir şekilde desteklememiz ancak belirli istisnai durumlarda söz konusu olabilir.[2]

“Ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkı, özellikle siyasal bağımsızlık hakları, kendilerini ezen uluslardan siyasal ayrılma hakkı anlamına geliyor.[3]

“Lenin kendi kaderini tayin hakkını mutlak bir ilke olarak savunmadı. Hiçbir demokratik talebin mutlak olmadığını öne sürdü; demokratik bir talep, soyut olarak değil, dünya ölçeğinde düşünülmelidir. “Her demokratik talep (kendi kaderini tayin dahil) sınıf bilinçli işçiler için sosyalizmin daha yüksek çıkarlarına tabidir.” Şunu da öne sürdü: “Avrupa’daki birçok büyük ve çok küçük ulusun çıkarları, küçük ulusların kurtuluş hareketlerinin çıkarlarından daha yüksekte durur.” Milliyetçilik ve ayrılmayı kendi programlarının bir parçası olarak benimsedikleri için Polonya Sosyal Demokratları’nı azarladı.[4]

Örneklerde de görüldüğü üzere, sorun, Teori ve Politika yazarının ifadelendirdiği gibi Partizan‘ın Kaypakkaya’yı yanlış yorumlamasından ve Partizan yazarının konuya ilişkin şahsi görüşlerinden kaynaklanmıyor. Partizan yazarı öğrendiğini, sorunun nasıl ortaya koyulduğunu aktarmış. Partizan yazarı Kaypakkaya’dan, o da Lenin’den öğrenmiş. Hal böyle iken Serhat Yıldırım’ın aslına sadık kalmamak suçlaması pek yerine oturmuyor. Tartışma, Partizan yazarının, kendisine dönük eleştirileri, Serhat Yıldırım’ın bir ifadeyi dillendirmemesinden ya da bilmemesinden kaynaklı (UKKTH ve UKKT arasındaki ayrım) sorununun ortaya konulmasına dayanarak savuşturmasıyla kapanmıyor. Tersine, tartışma, tam da bitti denilen yerde tekrar açılıyor.

Sorun, Kaypakkaya’yı doğru okumak ya da UKKTH ve UKKT arasındaki ayrımı bilmek, bu ayrımı bir amentü gibi tekrarlamak değil, buradaki ifadenin güncel politikaya nasıl uyarlanacağı ve Türkiye ve Kürdistan özgülünde ulusal sorunun yakıcılığı konusunda ne gibi düşüncelere sahip olduğumuzdur. Tartışmaları ancak, Kaypakkaya’nın ya da Lenin’in doktriner tarzda ele alınması değil, yüzünü politik durumun seyrine dönen bir anlayış boyutlandırabilir. Elbette Partizan yazarı çekincelerini ifade ederken de politik bir söyleme sahipti. Burada politikadan konuşulmadığını iddia etmiyorum. Fakat UKKTH ve UKKT ile bu durumun hangi koşulda gerçekleşeceği her hareketin durduğu zeminden tartışmaya açıktır. Yani UKKTH ile UKKT arasında ayrım yapmaması Serhat Yıldırım’ın görüşlerinin toplamda yanlış olduğu anlamına gelmez. Ya da örneğin, Kaypakkaya’yı kendisine rehber edinen, Kaypakkaya geleneğinden iki hareketin bu konuda farklı görüş belirtmeleri muhtemeldir. Hiç kimse bunun böyle olmayacağını iddia edemez.

Kaldı ki kurucu Marksistler (Marx ve Engels) ve Lenin arasında da bu konuda hayli görüş farklılıkları mevcuttur. Sözü, Monthly Review dergisi yazarlarından Horace B. Davis’e bırakırsak…

“Lenin, Marx ve Engels’in 1848’de oynadıkları gerici rol nedeniyle Çeklerin mahkum edilmeleri gerektiği şeklindeki yargılarını onayladı, ancak genelde Güney Slavları ve daha sonraki dönemde Çekler hakkında olumsuz yargılara varmaktan kaçındı. (…) Lenin, ne Engels’in Cezayir konusunda aldığı ilk tavrın ne de Engels ve Marx’ın 1847 Meksika Savaşı sırasında aldıkları tavrın savunmasını yaptı. Birincisini hiçbir zaman tartışmadı; ikincisi ile ilgili olarak, Marx ve Engels için söyleyebildiği en iyi şey, görüşlerini değiştirmiş oldukları idi.[5]

Lenin’in tutumunu bir an bir yana koyarsak, Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda sorununda gösterdikleri tutum ile Çekler ve Güney Slavlar’ın sorununa bakışları da tamamen farklılık içerir. Marx ve Engels, İrlanda ve Polonya örneğinde kendi kaderlerini belirleme hakkına destek verirken “Güney Slavları”nın benzeri taleplerinin karşısında olmuşlardır.[6]

Görüldüğü üzere, tartıştığımız temel konuda gerek Marx ve Engels ile Lenin arasında, gerekse de Marx ve Engels’in, ele aldıkları uluslara göre değişen görüşleri mevcut. Ulusal sorunla ilgili görüş farklılıklarının bunlarla da sınırlı olmadığını söyleyelim. Lenin’e karşı Rosa Luxemburg ve izleyicilerinin, kendi yazgısını belirlemeyi işçi sınıfının kendi yazgısını belirlemesi anlamında yorumladıklarını; gene Buharin ve Pyatakov çevresindeki bir grubun savaş sırasında ulusların kendi yazgısını belirleme düşüncesine karşı kampanya açtığını biliyoruz. Gene tüm haklılığına rağmen, açıklamalarının inandırıcı bulunmaması ya da benzeri sebeplerle 1919 SBKP Kongresi’nin bu konuda Lenin’i çiğneyip geçtiğini biliyoruz. Yine aynı konuda “Avusturya Marksizmi”nin temsilcilerinden, Amilcar Cabral gibi ulusal kurtuluş önderlerine varana değin farklı görüşlerin savunulduğu biliniyor.

Diğer tartışmalar burada söz konusu edilmeyecek, fakat tartışmayı, Marx ve Engels’in bağımsız devlet kurma hakkına yönelik olarak, neden ulusuna göre bir ayrım yaptıklarını, Polonya ve İrlanda’nın bağımsız devlet kurma hakkını hararetle savunurken aynı şeyi neden Çekler, Slavlar, Meksikalılar, Kuzey Afrikalı Bedeviler için istemediğini, ve Marx ve Engels’deki “Tarihsel olan uluslar” ve “Tarihsel olmayan uluslar” kavramlarının nereden kaynaklandığını Efraim Nimni’nin açıklamaları ışığında görerek sürdürelim.

Nimni’ye göre bunun üç temel nedeni var: “Evrim teorisi, üretici güçlerin iktisadi belirlenmesi ve örosentrik (Avrupa merkezci) eğilim.”

“Evrim teorisi, toplumsal dönüşümün, tarihi gelişimin evrensel yasaları altında kavranabileceğini gösterir. Tarih, evrensel ve hiyerarşik olarak tanımlı aşamalar aracılığıyla ilerleyen bir değişimler dizisidir. Bu teori pek çok varyasyonu olmasına karşılık, geniş anlamda Marksist geleneği oluşturan ekollerin çoğunluğu tarafından kabul görür.

“Üretici güçlerin iktisadi belirlenmesi ikinci parametreyi oluşturur. Bu teori, ekonomik indirgemeciliğin bir biçimidir, çünkü toplumsal arenadaki tüm anlamlı değişimlerin iktisadi sınıf ilişkileri alanında gerçekleştiğini belirtmektedir. Marx’ın bizzat kendisi altyapı ile üstyapı arasına metaforik (mecazi) bir ayrım koyarak bu teoriyi açıklamıştır. (…)

“Üçüncü parametre, somut durum tahlillerinde ortaya çıkan örosantrik yaklaşım, kesin olarak konuşmak gerekirse yukarıdaki iki parametreden türemiştir. Bu parametre ayrı bir analitik kategori olmamasının yanı sıra, ekonomik indirgemeciliğe ve evrim teorisine gönderme yapılmaksızın anlaşılamaz.

“Bununla birlikte, ulusal görüngülerin Marksist çözümlemesi, Avrupa dışı dünyaya uygulandığında ortaya çıkan önemli metodolojik sonuçlardan dolayı onu ayrı ele almak gerekir. Marksist gelenek; toplumsal kurtuluşun evrensel teorisini kurduğunu söylemesine karşılık, Batı kültürü dışında kurulan toplumsal formasyonları kavramaya çalışırken kullandığı etnosantrik (etnik merkezli) metodoloji yüzünden paradoksal bir konuma düşmektedir.

“Örosantrizm, bu durumda, ampirik olarak gözlenen Avrupai gelişim kategorilerinin evrenselleştirildiği bir gelişme modeline karşılık gelmektedir: Farklı toplumların dönüşümleri, “Sınai olarak gelişkin olan ülke daha az gelişmiş olanına, kendi geleceğinin bir imajını sunar…” (Marx) biçiminde ifade edilen Batılı gelişim rasyonali çerçevesinde anlaşılmaktadır.[7]

Nimni’nin bu görüşleri üstünden ha deyince atlanılamayacak cinsten. Tartışmalara yeni bir boyut kattığı şüphesiz. Sorunu, Nimni’nin eğildiği yerlerden şöyle toparlayabiliriz sanıyorum. Kurucu Marksistler sorunu belirli bir iktisadi gelişim evresi içinde tanımladılar. Onlar için Modern Ulus burjuvazinin yükselme dönemine denk düşen tarihsel bir olgu idi. Hal böyle iken Marx ve Engels bütün milliyetçi hareketleri bu ekonomik indirgemeciliğin bir türevi olarak, bu tarihsel süreçteki yeri üzerinden açıkladılar. Ulusal Devletin kurulmasını ya da sağlamlaşmasını sağlayamadığı ölçüde ise var olan milliyetçi hareketlerin bir öneminden bahsetmek onlar için söz konusu olmadı.

Nimni’ye göre, ekonominin daha aşağı bir aşamadan daha yukarıya doğru gelişirken gerçekleşen artan merkezileşmesi, Marx ve Engels’in ulusal sorun çözümlemesinin özünü teşkil eder. Nimni bu durumu burjuvazinin ulusal devletinin oluşmasındaki yapısal ihtiyacın abartılması olarak görüyor ve ekliyor: Bu durum aynı zamanda bu abartmaya paralel olarak ulusal toplulukların oluşumundaki kültürel ve etnik faktörlerin de azımsanmasıdır. Marx ve Engels için, devletleşemeyen, bağımsız ekonomik birimler oluşturamayan ulusal toplulukların varlığının bir anlamı kalmıyor. Nimni, Engels’in bu ulusları “etnografik anıtlar[8] olarak nitelediğini aktarıyor. Bu ulusal topluluklar ilerici rolü oynayamadıkları için ister istemez geri çekici bir rol üstlenecekler ve varlıklarını sürdürmek için feodal kalıntılar biçiminde kalmaları durumu oluşacak, dahası diğer gerici güçlerle de ittifak yapma potansiyeline sahipler. O halde burjuvazinin birleştirici rolünü yerine getirebilmesi için kültürel ve siyasal olarak yok olmalıdırlar.[9]

Engels Kuzey Afrikalı Bedeviler için şunları söylüyor: “Bedeviler’in mücadelesi umutsuz bir mücadeleydi ve Bugeaud gibi sert askerlerin savaş tarzının şiddetle suçlanması gerekse de, Cezayir’in fethi uygarlığın ilerlemesi için önemli ve yararlı bir olgudur… ve çöl Bedevilerinin özgürlüğünün yok olmasına üzülsek bile, yine bu Bedevilerin başlıca geçim aracı birbirini talan etmek olan bir soyguncular ulusu olduğunu unutmamalıyız.”

İşte, tarihsel olmayan uluslar kavramı da burada belirginleşiyor. Belirli bir dönemde devletini kuramamış halklar bir daha bunu asla başaramayacaklar. Bu görüş kaynağını Hegel’de buluyor. “Hegel’e göre bir ulus sadece istikrarlı bir devlet oluşturabildiği oranda “tarihsel misyonu”nu yerine getirebilecektir. Bu yüzden Hegel’in bir devlete sahip olmadıkları için “uygarlaşmamış halklar”ın tarihi olmadığını söylemesi bir tesadüf değildir.”[10]

Görülüyor ki, ulusal sorunun ekonomik indirgemeci bir anlayışla ele alınması problemlidir. Bu bağlamda, Marksizmin kurucularının görüşleri tartışılabilmeli ve sorunun özgüllüklerinin ayırdına varmak için kaba biattan öteye geçilebilmelidir. Bu arada, sorunun Marx’da ve Lenin’de dile gelişi yorum farklarından öte bir muhteva taşıyor. Örneğin Marx, İrlanda sorununda, İngiliz proletaryasının geleceğinin İrlanda ulusunun özgürlüğüne bağlı olduğunu söylerken; bağımlı ve ezilen İrlanda ulusunun, İngiliz proletaryasının yaşam koşullarını ve çalışma ücretlerini daha aşağıya çekeceğinden kaygılanıyordu. Yani İrlanda proletaryasının ezilme durumu, İngiliz proletaryasının durumunu güçleştiriyordu. Marx’da kalkış noktası iktisadi idi. Lenin ise soruna daha politik bir yerden yaklaştı. Lenin’e göre, baskı uygulayan ülkedeki işçi hareketinin, baskı altındaki ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıması, baskı altında tutulan ulusun, ezen ulus proletaryasına yönelik düşmanlığını ortadan kaldırmaya ve ezilen ulusu, ezen ulusun proletaryasına yönelik kuşkularından arındırmaya hizmet edecek ve gelecekte verilmesi muhtemel olan birlikte mücadelenin şimdiden örülmesi için bir ön adım niteliği taşıyacaktı.

Gerçi Komünist Parti Manifestosu’nda konuyla ilgili politik ifadeler bulmak mümkün: “…proletarya her şeyden önce siyasal üstünlüğünü kurmalı, ulusun yönetici sınıfı haline gelmelidir, proletaryanın kendisi sözcüğün burjuva anlamında olmasa da şimdilik ulusaldır.” Fakat kalkış noktası ve öz aynı olmakla birlikte Lenin’de politik göndermelerin daha yoğun olduğunu söylemek mümkün.

Stalin’in ulus olmak için koyduğu (ortak dil, toprak, ekonomik yaşam ve psişik oluşum gibi) koşulları Michael Löwy, “Stalin teorisine Lenin’de hiçbir zaman bulunmayan dogmatik, sınırlayıcı ve katı bir özellik vermiştir” şeklinde değerlendirir. Löwy ulusun Stalin tarafından yapılan tanımı için “gerçek bir ideolojik Prokrustes yatağıdır” der. “Ekonomik olarak bağımsız iki prensliğe ayrılan” Gürcistan’da “ortak ekonomik yaşam olmadığı için Stalin’e göre 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Gürcüler bir ulus değildi. Bu ölçüte göre, gelenek birliğinden önce Almanya’nın da bir ulus olmadığını belirtmeye gerek yoktur… Lenin’in hiçbir yazısında böylesine katı ve keyfi bir ulus tanımıyla karşılaşmayız.”[11]

Gene mevcut literatürde ulusal sorun noktasında en ileride olan Marksistin döneminde Lenin olduğunu belirtmekle birlikte, Luxemburg’un, “Ulusal Sorun Üzerine Makaleler” başlıklı henüz yayımlanmamış derlemede yer alan, “Kendi yazgısını belirleme hak değil, güç sorunu olarak çözülecektir” ifadesi kanımca özel önem taşımaktadır. Tam da Marx ve Engels’in tarihsel olmayan ulusların ulusal devleti kurma gücü olmadığı için onları yok sayması gibi!

Ayrıca belirtmek gerekir ki, “Ulusal sorunun çeşitli yönlerine ilişkin Marksistler arasında çıkan bazı tartışmalar tarih tarafından çözümlenmiştir. Çok uluslu Avusturya-Macaristan devleti I. Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli ulus devletlerine bölünmüştür. Engels’e göre “temelde tutucu bir ulus” olan Basklar, bugün İspanya’daki devrimci mücadelenin en önünde yürüyorlar. Luxemburg’un küçük-burjuva ütopyacılığı olarak nitelendirdiği Polonya’nın yeniden birleşmesi hayali 1918’de bir gerçek olmuştur. “Ulusal canlılıktan” yoksun olduğu için (Engels), yok olacağı düşünülen “tarihsiz” Çek ulusu, Slovak ulusuyla gönüllü federasyon oluşturacak bir devlet kurmuştur.[12]

***

Esas konumuz olan dergi yazılarına tekrar dönecek olursak; Teori ve Politika yazarının, Partizan’daki yazıyı Kaypakkaya’dan uzaklaşmakla eleştirmesi kanımca yöntemsel olarak yanlıştır. Serhat Yıldırım, konunun programatik kısmından ziyade politik kısmına eğilmeliydi.

Bence, komünistler arasında tartışılması gereken asıl önemli husus, Lenin’in ifadelendirdiği şekliyle, ulusal sorun noktasındaki demokratik talebin, sınıf bilinçli işçilerin yüksek çıkarlarına tabi olmasına ilişkin görüştür. Burada tartışmanın açıkça Lenin’den başlatılması gerektiğini belirtiyorum. Bunun nedeni, Lenin’in sorunu ele alışta en ilerideki Marksist olmasıdır.

Partizan yazarı, 40 yıllık bir geleneğin mensubu olarak, kendisini Kaypakkaya’yı doğru anlamamakla itham eden S. Yıldırım’a alındı mı bilinmez, ama Partizan yazarının, “Serhat Yıldırım’ın kaygısı anlamsız, üstüne vazife olmayan bir kaygıdır! O, ezilen ulus milliyetçiliği karşısındaki boynu büküklüğüne çare aramalıdır önce” sözlerine S. Yıldırım’ın alınma hakkı vardır.

Partizan‘ın yazısında konuya bakışı özetler nitelikte şöyle bir ifade var: “Ayrı bir devlet kurma hakkı mı var göremediğimiz? Ayrı bir devlet kurmanın Kürt halkının çıkarına olup olmayacağına karar verebilmek için; ilkin, ayrı bir devlet kurmanın şartlarının oluşması gerekmez mi? Bunun için en azından bu yönde bir irade gerekmiyor mu?”[13]

Hak kavramını ezilen ulusun ortaya atmasını beklemek hatanın dile gelişi. Partizan yazarı sanırım şöyle demeliydi: Ayrı bir devlet kurma iradesi ve girişimi mi var göremediğimiz. Şayet sorunu böyle anlıyor ise bugünkü konjonktürde haklılıkları yok değil. Evet, devrimci ulusal hareket, bir dönemdir, özellikle Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra ulusal sınırlar içinde çözüm üretmek gerektiğini dile getirir olmuştur. Bu görüş elbette komünistler tarafından eleştirilmelidir.

Gene yukarıdaki pasajda soruların birbirinin yanıtı olduğunu ve bir sorunun diğer bir soruyu geçersiz kıldığını belirtmem gerek. Partizan yazarına göre, ayrı bir devlet kurmanın şartları yoksa, bu hakkın olup olmadığının ne önemi var? Partizan yazarı UKKTH’nin ezilen ulusun iradesi ile şekilleneceğini söylüyor ve böyle diyerek tüm külliyatı yerle bir ediyor. Marksistler tarafından dillerden düşmeyen UKKTH unutuldu mu? Politik özne tayin hakkını bilir ve hakkını uygulamak için mücadele eder.

Partizan yazarı şartların neden oluşmadığını açıklamak durumundadır. Yalnızca irade ile mi oluşuyor şartlar? Marx tarihsel olmayan ulusları tarif ederken, “Tarihsel olmayan” uluslar ya köylü oldukları için, ya kendi devletlerini kuramadıkları için, ya nüfusun kozmopolit olduğu yerlerde yaşadıkları için, ya da iç pazarı kuramayacak kadar küçük olduklarından bir burjuvazi geliştiremezler diyordu. Acaba Kürt ulusu da tarihsel olmayan bir ulus mu? Cevabı tarih vereli çok oluyor. Türkiye’nin güneyinde bir Kürt devleti var.

Son sözü Löwy’ye bırakalım: “Gerçekten de, ulusal sorunla ilgili olarak bugün bir aşırı-solculuktan söz etmek oldukça zordur. Ancak devrimci solun bazı kesimlerinde, işçi sınıfının birliği ve enternasyonalizm adına ulusal özgürlük hareketlerine soyut bir karşı çıkma biçiminde, Luxemburg’un tezlerinin uzak yankılarını bulmak mümkündür.”[14]

 
 


[1] Lenin, Ulusal Siyaset ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, Çev.: Kenan Somer, Ankara 1998, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 86

[2] Lenin, “Programımızda Ulusal Sorun”, Çev.: Sinem Özer, Conatus, Sayı: 7

[3] Lenin, Ulusal Siyaset ve Proleter Enternasyonalizm Sorunları, Çev.: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.117

[4] Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul 1994, Belge Yayınları, s.197

[5] A.g.e., s.193

[6] Ephraim Nimni, “Marx, Engels ve Ulusal Sorun”, Çev.: Candan Badem, Dünya Solu, Sayı: 7, Bahar-Yaz ’91, s. 33-56

[7] A.g.e., s. 33-34

[8] A.g.e., s. 43

[9] A.g.e., s. 43

[10] A.g.e., s. 43

[11] Michael Löwy, “Marksizm ve Ulusal Sorun”, Çev.: Ali Nadir Yücel, Dünyadan Yansıma, Haziran 1992, Sayı: 3, s. 93

[12] A.g.e., s. 97

[13] Partizan, Sayı: 67 s. 60

[14] Michael Löwy, “Marksizm ve Ulusal Sorun”, s. 98

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar