Ana SayfaArşivSayı 41Bugünün Eylemi İçin Mahirlerin Deneyimi

Bugünün Eylemi İçin Mahirlerin Deneyimi

Hakan Öztürk

Geçmiş deneyimizi irdelemekteki amacımız gelecek eylemimizi en doğru temeller üzerine kurmaktır. Bu temelleri geçmiştekinden çok farklı koşullar içinde kurmak zorundaysak bunun gereğini yerine getirerek geçmiş deneyimin ve bugünün orijinalitesini yakalamak yükümlülüğündeyiz demektir. İşimiz yalnızca virgülüne dokunmadan geleneği sürdürmek değil, onu daha etkin hale getirmektir. Mahirlere felsefe öğretmenlerinin söylediği gibi, “pilav tekrar pirinç olmaz”. Mahir Çayan’ göre;

Diyalektiğin en elemanter iki unsuru olan, zaman ve mekan kavramları dikkate alınmazsa, Marx ve Engels’e göre Lenin’in, Lenin ve Stalin’e göre Mao Tse Tung’un ve Mao’ya göre de emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin muzaffer proleter devrimcilerinin revizyonistliklerinden bahsetmek mümkündür. [1]

Mahir yazılarında döne döne “teorinin lafızlarına kölece bağlanmamak” gerektiğinden bahseder. Ona göre, “hareketin hareket halindeki doktrinidir Marksizm”. Mahir Çayan ortaya koyduğu politika ve pratikleri yalnızca yararlılık ölçütleriyle değil teorik zorunlulukla açıklamak eğiliminde olduğu için kuramsal hareket alanını geniş tutmaya çalışmıştır daima. Mahir, kendisini Sovyetler Birliği ve Çin’in geliştirdiği uluslararası akımlardan ayırarak, onların takipçisi durumunda olanların ülkede ele almaya meyletmediği sorunları da ele alarak, daha ileri bir mecra yaratmak istiyordu. O, uluslararası ve ülke içi doktrinlerin bir kısmıyla çatışmış ama onların düşünsel, deneyimsel birikimini topyekun reddetme tavrı içine asla girmemiş, bilakis onlardan yararlanmıştı.

İşte biz bu hava içinde, biraz da bu havanın etkisinde kalarak doğru çizgiyi, ayaklarımız bu bataklıkta olduğu için ağır ağır yürüyerek bulduk. Aynı yavaşlıkla da pratiğe geçtik. (Teoriyi devrim yapmak için okuduk, öğrendik. Ancak bu ulema olduk anlamında yorumlanmamalıdır. Biz sosyalizmin öğrencileriyiz. Ve bu öğrencilik hayatımız boyunca devam edecektir.)[2]

Eylem bilgiyi bilinç haline getirir. Mahirlerin yaptığı tam anlamıyla buydu. Onlar eylemle, Marksist olmayı hiç ayrı koymadılar. Devrimcilikle Marksizm arasında bir mütekabiliyet arayışları vardı. Hakka değil güce dayalı kadim siyasal kültürü yerle bir ederken, buhranı şuura çıkarma çabası içindeydiler.

Mahirleri yalnızca büyük kahramanlar olarak anlatmaya kalkışmak iyi niyetli ama çok yaygınlık kazanmış bir hatalı eğilimdir. Onlar sadece efsane değil, aynı zamanda fikri önderlerimizdir.

Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahimlerin teorik katkıları onların pratiği içine sinmiştir.

Özgüven ve özgüç

Dünyayı değiştirmenin ve dengeleri bozabilmenin imkanını ortaya koyabilmek için kendine ve işçi sınıfına güvenmek gerekiyor. Anlatıldığında ilk elden son derece yerinde gözüken mücadele için girişken tutum ve kendine güven, hep bu denli hayırlı ele alınıyor değildir. Mahir, RSDİP’in II. Enternasyonel’den esinlenen “Menşevik hizbi”nin yaklaşımını şöyle ele alıyordu:

Bu hizip, bu teoriye sıkı sarılarak “Rus proletaryasının objektif şartları olgunlaşmamıştır”, “bu nedenle Rus proletaryasının, Çarlık Rusya’sının politik konjonktüründe öncü bir rol oynamasına maddeten imkan yoktur”, “Rusya’da proleter bir ihtilalci olanak yoktur” mihveri etrafında, Lenin’i kitlelerden kopuk, “komplocu bir Blanquist”, “küçük burjuva maceraperesti” diye suçlayarak, Marksizm adına, Leninist çizgiyi en sert biçimde eleştirmiştir. [3]

Görüldüğü gibi devrimci mücadele için irade kullanma eğilimindeki Lenin bile mahkum ediliyor, Rus proletaryasının devrimci bir rol oynayabileceğine ihtimal verilmiyordu. II. Enternasyonal’in (bu) “takipçilik ideolojisi”[4] devrimin öznesi olduğu kabul edilen işçi sınıfını bile yalnızca seyretmekten, takip etmekten ya da desteklemekten ibaretti. Sınıflar mücadelesine devrimci bir dahil oluşu yoktu. Anlaşılıyor ki Mahir Çayan kendisini, özgücüne sınıflar mücadelesine etki etme yönünde güvenemeyenlerden ve işçi sınıfına güvenmeyenlerden ayırıyordu. Mahir, “Milli Cephe” politikası geliştirmeye çalışanlara karşı, “Bu harekette Türkiye işçi sınıfının rolü artçı, “destekçi” bir roldür[5] diyenleri ve işçi sınıfını küçük burjuvazinin peşine takmayı savunanları eleştiriyordu. Mahir konuyu şöyle irdeliyor:

Aslında bütün bunların temelinde, kendine ve işçi sınıfına güvenemeyen pasifist bir küçük burjuva düşüncesi yatmaktadır. Bir ülkede halk savaşı vermek, devrim yapmak, her şeyden önce, kendine ve özgücüne güvenmekle mümkün olur. [6]

Zafere giden yolda, küçük burjuvazinin devrimci iktidarı zorunlu bir durak olsa bile, proleter devrimcilerinin görevi, işçi sınıfını, ihtimaller üzerine kurulmuş bir politikaya dayanarak, küçük burjuvazinin peşine takmak değil, tam tersine, onu bilinçlendirerek, örgütleyerek bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir. “Sen kendini hele bir işine ver, gerisi gelir. [7]

İşte Mahir devrimcilerin görevinin işçi sınıfını kendiliğindenci bir sürece bırakmak değil bilinçlendirmek ve örgütlemek olduğunu; kendine ve işçi sınıfına güvenmek gerektiğini çok açık bir tarzda belirtmektedir.

Bu, “Kendi programından ve kendi dayandığı güçlerden kuvvet alarak adım atma tavrı”dır.[8]

Başka güçlere bel bağlamamak

Mahirlerin döneminde kendi gücünden başka güçlere bel bağlamanın somut ifadesi ilerici bir askeri darbe beklemekti. THKP-C’nin kendi gücüne güvenme yaklaşımını ön plana çıkarmaktaki en önemli nedenlerden biri buydu. THKP-C, “Benim davranışımı nasıl görürsünüz diye yukarılara değil aşağılara bakması”[9] tutumuyla kendisini diğer cuntacı anlayışlardan ayırıyordu. Mahir gerçekliği şöyle belirliyordu:

Ülkemizdeki küçük-burjuva radikalizminin güçlülüğü ve devlet üzerindeki etkinliği “sosyalist cephe”de şu veya bu biçimde ve görünüm altında pasifizm ve de küçük-burjuva radikalizmine bel bağlama umudunu yaratmıştır.[10]

Mahir’in en temel olarak devrim anlayışı zaten onu darbeci bir eğilime tabi olmaktan uzak tutuyordu. Mahir Çayan’a göre devrim ve iktidarı ele geçirmek;

Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilal sürecini öngörmektedir. Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir.[11]

THKP-C, var olan eylemsizliği ve kuyrukçuluğu lanetlemek üzere; kendi özgücünü hakim sınıfların boy hedefi olacak kadar zorlayan mücadelesiyle, herhangi bir cuntaya tenezzül etmeyeceğini ve pabuç bırakmayacağını dosta düşmana kanıtlamıştır. Mahir bu tutumu yazılarında da şöyle ifade eder:

Artık Türk Ordusu, oligarşinin halkımıza karşı yürüttüğü baskı politikasının açık ve doğrudan bir aleti olmuştur…[12]

…oligarşi, tasfiyeler ve yeniden düzenlemelerle orduyu iç savaş ordusu haline getirerek, doğrudan vurucu gücü haline getirmektedir. [13]

Görüldüğü gibi mevcut orduda zaten “ilerici” bir vasıf görmemektedir. Bundan da öte, “Sosyal devrimin emperyalist dönemde tek yolu vardır, o da “şiddet yoluyla bürokratik ve askeri makineyi” parçalamaktır”[14] diyen Mahir, mevcut ordunun “kullanılması” konusundaki tavrını ise şöyle ortaya koyuyordu:

Egemen sınıfların militarize gücü olan mekanizmayı kullanarak yapılan hareketleri de Halk Savaşı olarak ilan etmeyiz.[15]

Mahir’in cuntacılığı reddeden tavrı sonradan değil, daha Dev-Genç döneminde ortaya konulabilmiş durumdadır. Münir Ramazan Aktolga yaşanan bir tartışmayı şöyle aktarıyor:

O toplantıda hiçbir şekilde bizim cuntaya alet olamayacağımızı çok açık bir dille söyleyerek buna karşı çıktım. Toplantıda beni bir tek destekleyen Mahir oldu.[16]

70’lerde sol bir yönüyle temel olarak “asgari sosyalist programı” hayata geçirebilir yönüyle bakılan askeri darbe ihtimaline alınan tavır açısından şekilleniyordu. TİP son dönemleri itibarıyla SBKP takipçiliği pozisyonuna çekiliyor ve benzer bir konumda yer alan TKP ile birlikte darbeye uzak bir konum alıyordu. MDD içinde yer alan PDA ise ÇKP çizgisine yönelmesiyle birlikte darbe konusunu gündeminin gerilerine düşürüyordu. Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı ise daha çok bir tabiyet ilişkisi içerisinde bir sol darbe beklentisi içerisindedir. Bütün bu tabloda çok önemli bir fikir edinmemizi sağlayan gelişme ise hiç kimsenin öngörememiş olduğu 15-16 Haziran (1970) işçi direnişiydi. O güne kadarki bütün kurgular bozuluyordu. Yok denilen, güçsüz denilen, öncü olamaz denilen işçi sınıfı bütün ihtişamıyla sosyalistlerin karşısına çıkıyordu. Asker-sivil bürokrasi ve hakim sınıflar için ise durum tam bir kabustu. İmtiyazsız, sınıfsız ve zümresiz bir toplumdan bahsedilirken işçi sınıfı karşılarına çıkıvermişti. Hem de polis ve asker barikatlarını aşarak yürüyordu. Burjuva partilerinin partizanı olmakla yetinen sınıf, haklarına sahip çıkıyordu bu kez. Böyle bir kitle desteğini arkalarına alabilme ihtimalini gören sosyalistler bunun “tehlike”sini iliklerinde hissederek akıllarını başlarına toplama pozisyonuna geldiler. İşçi direnişini gören THKP-C ise kendine güvenini arttırıyordu. THKP-C tartışmaların başından beri Kemalist darbe ihtimalinin bütünüyle ötesinde kalmamakla birlikte ayrı kurguluyordu kendisini.

Türkiye sosyalist hareketinin kaderini bir biçimde “sosyalist” büyük devletlerin politikalarına veya -sıfatı ne olursa olsun- içerideki bir “büyük güç”e bağımlı kılmaktan başka bir yol bulamayan, Türkiye’nin o tarihe kadarki sosyalist geleneğinden kendi özgücünü geliştirme ve ona güvenme ruhu körelmiş veya köreltilmiş düşünüş ve tavır mirasından kopuş anlamında yeni bir hareket olmalıydı. [17]

Bunu THKP-C yaratmaya çalıştı. Darbeyle başlayacak dönemle birlikte aslında sosyalist hareket ciddi bir var olma sorunu yaşayacak durumdaydı. THKP-C ortaya çıkacak ters yönde gelişmeler karşısında devrimcilerin kendi etkilerini sürdürebileceği bir yöntem geliştirmeye çalışıyordu. Aksi takdirde sol tamamen sahneden çekilecek gibi gözüküyordu. Bu nedenle inisiyatifi elden kaybetmeden, gerçekleşme ihtimalindeki darbenin hem niteliğini ortaya çıkarmak üzere, hem de anti-emperyalist bir çizgiye çekmek üzere eylemler yapmayı tasarlıyorlardı. Mahir Çayan kendi örgütsel özgücünü şu düzeyde ele alıyordu:

İçinde bulunduğumuz evre proletaryanın kendisi için sınıf durumunda olmadığı ve proleter sosyalist bir partinin bulunmadığı bir evredir. Bu aşamada. Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede anti-emperyalist etkin azınlık ne denli önemli ise, anti-emperyalist gençlik de o denli önemlidir.[18]

Görüldüğü gibi Mahir Çayan özgücüne en az “etkin azınlık” dediği Kemalistler kadar güvenmekte, ona denk tutmaktaydı. Bu özgücüne güvenen tavır THKP-C’yi, büyük devlerin ya da içerideki büyük güç olan cuntanın destekçiliği pozisyonundan ayrıştırmaktaydı.

Toplumun bütün kesimlerini sarsmaya başlayan bu devrimci kasırga, genç militanlara devrim arenasında sadece kendilerinin kaldığını gösterdi.[19]

Toplumsal gerilimin en yükseğe çıktığı koşullarda arenada sadece genç militanlar kalmıştı. Darbe gerçekleşip de Mihri Belli ve PDA’nın umut bağladığı sol kesimin darbede etkili olamadığı anlaşılınca konu bir nevi kapanmış oldu. Ancak buna rağmen THKP-C deyim yerindeyse müttefik saydıklarını terk etmemişti. Çünkü o Kemalistlere anti-emperyalist bir kategori olarak bakıyor ve durumu sadece darbe sürecinde belirleyici olmaları açısından ele almıyordu. O nedenle darbe destekçisi konumunda kalan diğerlerine oranla, 12 Mart sonrası koşullarına rağmen Kemalistlere önem atfediyor ve durumu şöyle ifade ediyordu:

Bu sorunun bu şekilde tespit edilmesi, 72’nin Türkiye’sinde gerilla savaşını sürdüren Partimizin (içinde bulunduğumuz devrimci öncü savaşı aşamasında) ittifaklar politikası açısından son derece önemlidir. Küçük-burjuva aydın çevrelerde asgari müşterek içinde olacağımız kimlerdir? Bu sorunun cevabı, Kemalizmin doğru tanımlanmasında yatmaktadır.[20]

Mahirler zaten darbeye bel bağlamamış olmanın rahatlığı içerisindeydiler. Onlar zaten bir darbeyi kendilerinden yukarıda bir güç olarak kabul etmiyorlardı. O nedenle hayal kırıklıkları da fazla değildi. Bu konuyla ilgili ontolojik bir meseleleri vardı zaten. İşin özü de buradan kaynaklanıyordu. THKP-C Kemalistler gibi devlet araçlarını kullanarak devleti ele geçirmek çizgisinde değildi. Bunun doğal sonucu olarak da kendini ortaya koymaktan ve başka güçlere bel bağlamamaktan söz ediyordu. Buradan hareketle THKP-C 12 Mart 1971 sonrasında cuntadan bağımsız bir güç olabilmek üzere, sıkıyönetim ve tevkifatların gerçekleşmesinin ardından silahlı mücadeleye başladı.

Bugün de kendinden başka güçlere bel bağlama ya da sadece o güçleri destekleyerek görevini yerine getirdiğini düşünme eğilimi yaygındır. Kimisi demokrasi için Avrupa Birliği’ne; kimisi hala 28 Şubat’a, Kemalizme ve Türk milliyetçiliğine bel bağlamaktadır. Kimisi ise Kürt Hareketi’ni “destekliyor” olmayı yeterli görmektedir. Kendi potansiyelini harekete geçirmeden sonuç alabileceğini düşünmek yanlış bir yönelimdir. Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz.

En geniş cephe

Sadece kendi özgücüne güvenerek devrimci mücadele yürütmek siyasette yeterli değildir. Çünkü siyaset sadece ilerde faaliyet yürütmek istenen alanlara ve seviyeye doğru büyüyecek olma beklentisiyle yapılamaz. Devrimci faaliyet hem uzun vade içerisinde ilmek ilmek örülerek, biriktirilerek yapılan; hem de konjonktürde yani şimdiki zamanda yapılan bir iştir. “Marksistler için tek şey önemlidir; konjonktürün, yani belirli bir toplumda, tarihin belirli bir anında, sınıflar ve güçler ilişkisinin kendileri için elverişli olup olmamasıdır.”[21] Kan ter içinde bir mücadele yürütülürken; kurulu düzenin karşısına çıkabilecek bütün sınıfsal ve örgütsel güçleri proletaryanın öncülüğünde aynı safa dizmek gerçekleştirilmesi gereken en temel görevlerden biridir. Mahir konunun diyalektik bütünlüğünü şöyle anıyor:

Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına “mümkün olan en geniş cepheyi kurmak politikası” hakim olmalıdır).[22]

Bugün THKP-C akımının içinden gelen çevreler için devrimci siyaset yapma tarzı 1970’lerin anlayışının fersah fersah gerisindedir. THKP-C geleneğinin rafine özellikleri büsbütün unutulmuş geriye sadece kahramanca mücadele etmiş olması yönü kalmıştır. Kurulu düzene karşı ülke sathında siyaset yürütme tarzı gitmiş; kendi örgütlerinin küçücük menfaatlerini her şeyin üstüne çıkaran alışkanlıklar ön plana çıkmıştır. Hakim sınıflar dışındaki bütün toplumun iyiliği adına politika yapma, onun adına konuşma niteliği fiilen kaybedilmiş; örgütlerin güç biriktirme yönelimi sınırlı sayıdaki insanın kendi yağıyla kavrulması döngüsü haline gelmiştir. Sonuçta buğday olmayınca değirmen kendi taşını öğütmeye başlamaktadır.

Cezaevinde tüneli ilk kazmaya başlayan THKO’lulardır ama o tünelden 2 THKO’lu, 3 THKP-C’li özgürlüğüne kavuşmuştur. Daha sonra Denizleri kurtarmak için iki örgütün özneleri birlikte mücadele etmiş ve birlikte ölmüştür. “THKP-C ile THKO birbirine “rakip” iki ayrı hareketti. Ama ortak düşmana karşı savaşta ortak davranabilme erdemini gösterebildiler.”[23] Aslında her iki örgütün birbirine karşı tutumu o kadar kardeşçeydi ki, fiili durumların ötesinde, birliğin sağlanması yönünde düşünceler de hep gündemdeydi. Hatta Şaban İba’nın aktarımlarına göre, “Parti Cephe’nin adı değiştirilip Parti Ordu olacak, Deniz Gezmiş kurtarılacak ve birlik kararı her iki örgütün elemanlarına duyurulacaktı.”[24]

Mahir şu sözleriyle ittifakın sadece ezilen-sömürülen sınıflar arasında değil; aynı zamanda örgütler arasında da olması gerektiğini tüm açıklığıyla anlatmaktadır:

Ancak … sosyalist olanlar, emperyalizme karşı mücadelede hem kendi saflarında hem de bütün anti-emperyalist sınıf, zümre ve örgütler arasında birleştirici ve yönlendirici olabilirler.[25]

Mahir birleştirilmesi ve yönlendirilmesi gereken bütün kategorileri saymış bulunuyor. Geleneğin devamcılarının çoğu için bugün bu yaklaşım büyük ihtimalle kendilerine çok uzak görünüyor olacaktır ama gerçek budur. “Yığınların gözünde sovyetlerin manevi otoritesi, Bolşevik Partisi’nin manevi otoritesinden daha üstündü.”[26] Örneğin Dev-Genç, içinde farklı politik güçlerin bulunduğu ve bunun doğal kabul edildiği bir koalisyondu. Dev-Genç denilen yapı, bu gelenekten gelen bir devrimci örgütün kendisine bağlı, homojen gençlik kolu gibi tasarlanıyor şimdi. Dev-Genç’i yeniden kurma niyetinde olan hiçbir çevre, bir ikincisiyle dahi görüşme gereği bile duymamakta. Ertuğrul Kürkçü bize bu konuda şu bilgiyi aktarıyor: “TGDF içinde birçok fraksiyonları ve fikir ayrılıklarını ihtiva eden gruplaşmalar bulunuyordu.” [27]

Öncülük: Bir sınav

Mahir; en geniş cephe, demokratik muhalefet ve demokratik ordunun en solunda yer alarak siyasi muhalefeti yönlendirmek gerektiğini anlatıyordu. Bu, ittifak ilişkileri demektir. Ancak bugün bunu böyle anlayan eğilimler azınlıktadır. Cepheler durup dururken herhangi bir politik yapıya güç katmaz; ancak cephe büyük bir mücadele ortaya koyabilirse, bu mücadelede yaratıcı emek gösterenlere karşılığını verebilir. “Halk savaşında önderlik bir pazarlık veya tekel konusu değildir.” [28] Öncülüğü kazanmak bir sınavdır. Bu sınava çok çalışanlar başarılı olabileceklerdir. Mahir’e göre;

Eğer proletarya partisi kurulmuş ise, devrimci çalışma o partiyi proleter siyasi kitle partisi haline getirmek; çeşitli mesleki örgütler aracılığıyla kitlelerle organik bağlarını sıklaştırmak, proletaryanın ve emekçi halkın sınıf bilincini yükseltmek, demokratik muhalefetin en solunda yürüyerek, hakim sınıfları yoğun politik propaganda ile teşhir etmektir.[29]

İttifaklar ilişkisi içinde devrimci mücadelenin lokomotifi olmayı kimin hak ettiği tartışmasının ise doğrudan bir şekilde sonuçlandırılamayacağı görüşündeki Mahir Çayan, “milli demokratik devrimin öncüsünün proletarya olduğunu, ancak bu öncülüğün apriori, durağan bir biçimde değil, hareket içinde elde edebileceğini…”[30] ifade etmektedir. Bu aslına bakılırsa politik örgütler için de geçerli olabilecek işleyiştir. Bir cephe ilişkisinde hangi çizginin bir ağırlık merkezi oluşturabileceği mücadele içinde belli olacaktır. O nedenle bir cephede, bir politik örgütün bütün görüşlerinin otomatik olarak benimseneceği söylenemez ve böyle bir garanti verilemez. Mahir öncülük etme konusundaki yaklaşımını şöyle açmaktadır:

Bir köylü savaşı olan halk savaşında hegemonya proleter devrimcilerinde de olabilir, küçük burjuva devrimcilerinde de. Yani halk savaşında önderlik, pazarlık konusu değildir. Bu, güçler dengesine, tarafların örgütlenme derecesine vs.’ye bağlıdır. Kim kitleler ile daha iyi organik bağlar kurarsa, kim milli kurtuluş savaşında kahramanca ve tutarlı dövüşerek kitlelere kendini kabul ettirirse halk savaşında önder o olur. Ancak işçi sınıfının, daha doğrusu işçi sınıfının öncü müfrezesinin hegemonyasında kazanılmamış olan halk savaşlarının başarıları sınırlıdır.[31]

THKP-C kendine güvenmektedir ve kendi çabasının ürünü olan bir öncülüğün sonuç verici olacağının farkındadır. O nedenle diğer güçlerle tartılmaya açıktır:

Her sınıf kendi iktidarı için mücadele edeceğinden Kemalistlerin anti-Amerikan Milli Cephenin kendi önderliklerinde kurulmasına çalışmaları ve II. Kurtuluş savaşımızı sevk ve idare etmek istemeleri çok doğaldır. Bu nedenle Kemalistler, Marksist saflarda kendi lehlerine bir eğilim yaratmak isteyeceklerdir elbette.[32]

Bütün bu süreçte Mahir Çayan kendisi için önemli olan tutumun ne olduğunu söyle anlatıyordu:

Bu kaçınılmaz olguda önemli olan, birlik isteğiyle yola çıkmak ve karşılıklı saygı çerçevesi içinde bu görüş ayrılıklarının temeline inerek, bilimsel sosyalizmin devrimci ilkeleri üzerinde var olan bu farklılıkları gidererek, birliği sağlamaktır.[33]

Düşman içimizde

Türkiye’de sorunları ele alışın çok yaygın bir yöntemi var. Buna göre, eğer ortada bir sorun varsa bu sorunun kesinlikle dışarıdan, çok ötelerden bir özne tarafından oluşturulduğu kabul ediliyor. Eğer Kürtler hakkını arıyorsa dışarıdan kışkırtılmışlardır; işçi eylem yapıyorsa bu dışarıdan gelen provokatörlerin işidir; enflasyon canavarı denilen yaratık her şeyi pahalılaştırmaktadır. Oysaki Kürtleri bilfiil devlet ezmektedir; işçiler patron tarafından işten atıldığı için eylem yapmaktadır; enflasyon ise vurguncuların bilinen taktiğidir. Sorunlar mevcut düzenin yapısından kaynaklanmaktadır. Sorunlar hem içerideki hem de dışarıdaki yapının ortak etkisiyle oluşur. O nedenle sorunu dışarlıklı kılmak açıklamayı yarım bırakmaktır çoğu kez. Bu değerlendirmenin izinden gidecek olursak Mahir Çayan’ın şu tespitlerinin kritik öneme sahip olduğu anlaşılabilir.

Ülkemizdeki revizyonist ve pasifistler, emperyalizmin II. yeniden paylaşım savaşından sonra istismar metodlarında yaptığı değişikliği yani ekonomik, politik, ideolojik ve askeri gizli işgal esprisini gözden kaçırarak, emperyalizmin eski sömürü metodunun ağırlıklı olduğu dönemlerdeki geri-bıraktırılmış ülkelerin devrimcilerinin yaptığı gibi, emperyalizmi dışsal bir olgu kabul edip, onunla hakim sınıfları kalın çizgilerle ayırmaktadırlar.[34]

Emperyalizmin III. bunalım döneminde ise, bizim gibi ülkelerde, toplumsal süreç feodal süreç değildir. Emperyalizm de, sadece dışsal bir olgu değildir. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülkenin ta en ücra köşelerine kadar uzanması, emperyalizmi aynı zamanda içsel bir olgu haline getirmiştir.[35]

Burada Mahir Çayan Türkiye’nin toplumsal yapısını doğru olarak değerlendirmekte ve sadece bir emperyalizm meselesi olarak görmediği kapitalizmin artık içsel bir olgu haline geldiğini saptamaktadır. Yani sorun aynı zamanda kompleks bir biçimde içimizdedir. “Emperyalizm içsel bir olgu haline geldiği için bu oligarşi[36] içindedir”[37] artık. Savunma’da, “Parça (Türkiye) bütün ile (emperyalist kamp) genel olarak bir özdeşlik içindedir”[38] denmekle durum daha da net bir şekilde ifade ediliyordu.

Bu saptamalar önemli bir gelişmeye imkan veriyordu. “Emperyalizmle mücadeleyi kendi kapitalizmiyle mücadele olarak gördü THKP-C.”[39] En önemli savaş alanı ilan edilmiş oluyordu bu sayede ve düşman aynı zamanda oligarşiydi. Mahir Çayan tabloyu şöyle belirginleştiriyor:

Ülkemizdeki baş çelişki oligarşi ile halkımız arasındadır. Oligarşi içinde bizzat emperyalizm yer aldığı için devrimci savaş sadece sınıfsal planda yürümeyecektir. Savaş, sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir. Şüphesiz oligarşik devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp, Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer almasına kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır.[40]

Bu değerlendirme, THKP-C’nin, Savunma’da da geçen “Halkımız 52 yıl sonra tekrar 1919’ları yaşamaktadır[41] yaklaşımını tartışmaya mahal vermeyecek düzeyde aşan içerikle donanmış durumdadır. Artık sözü edilen mesele sadece dışarıdan gelen bir işgal meselesi değildir. İşgalin gerçekleştiriliş tarzının değiştiği ve sınıfsal yanın ağır basacağı açıkça ifade edilmektedir.

Devrim kesintisiz olacaktır

THKP-C teorisinde, emperyalizmin içsel bir olgu olduğunun saptanması, Türkiye kapitalizmini daha net olarak ele alabilme imkanı veriyordu. Mevcut kapitalizmin içindeki hakim sınıflar oligarşi olarak somutlanmış ve olgunlaşmış bir kapitalizm tablosu ortaya konmuştu. Bu genel panorama şöyle açıklanıyordu:

Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim kavramı, kavram olarak MDD’den pek farklı değildir. Ancak daha geniş bir muhtevayı ve niteliği belirtmektedir. Emperyalizmin III. bunalım döneminin emperyalist işgal biçimini belirtmesi açısından bu kavram daha tutarlıdır. Milli Demokratik Devrim kavramı, genellikle, emperyalizmin eski istismar metotlarının temel olduğu dönemi karakterize etmektedir.[42]

Emperyalizmin III. bunalım döneminde ise, bizim gibi ülkelerde, toplumsal süreç feodal süreç değildir. Emperyalizm de, sadece dışsal bir olgu değildir. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülkenin ta en ücra köşelerine kadar uzanması, emperyalizmi aynı zamanda içsel bir olgu haline getirmiştir.

Bu bakımdan ülkemizdeki yerli hakim sınıflarla, Amerikan emperyalizmini kalın çizgilerle ayırmak fiilen imkansızdır.[43]

Burada anti-oligarşik devrim kavramının MDD’den “bir ölçüde farklı” ve “daha tutarlı” olduğundan; “sürecin feodal süreç olmadığından” söz edilmektedir. Tezler kapitalizme ve içerdeki sınıflara vurgu yapar yönde geliştirilmiştir. “İki milyon civarında imalat sanayisinde çalışan, dört milyona yakın proletaryanın bulunduğu ve nüfusunun %70’i köylülerden oluşan, tarımda, feodal ilişkilerin yanında kapitalist ilişkilerin uç verdiği bir ülkede…”[44] artık proletaryaya yönelik çalışma daha fazla arttırılabilirdi. “Çayan grubunun İstanbul’daki taraftarları, 15-16 Haziran 1970 işçi mücadelesinden sonra bir ‘Marmara-Trakya Komitesi’ kurulmasına ve işçiler arasında çalışma yapılmasına önderlik etmişlerdi.”[45]

Kesintisiz devrim kurgusunda, anti-oligarşik devrim çözümlemesiyle içerideki çelişkiye yoğunlaşan Mahir Çayan proletaryanın önemini, devrim savaşının tek bir süreç içinde gerçekleşeceğini; her şartta yapılan devrimin sosyalizme gideceğini bütünsel bir şekilde söyle izah etmektedir.

Görüldüğü gibi, Leninist kesintisiz devrimin özü, emperyalist dönemde, burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkenin sosyalistlerinin, karakterleriyle, hedefleriyle ve ittifaklarıyla tamamen birbirinden farklı iki devrimin savaşını tek bir süreç içinde vermesine dayanmaktadır. Bir başka deyişle, emperyalist dönemde, bütün bu ülkelerde bu devrimi zafere götürecek tek güç proletaryadır. Yani demokratik devrimin önderi sadece proletarya olabilir. Ve de emperyalist dönemde burjuva demokratik devrimi yapan bir ülke şartları ne olursa olsun, sosyalizme gider.[46]

Lenin’in deyişiyle “Demokratik devrimi gözde büyütüp, gönüllerde yüceltmeden” hem demokratik devrim için hem de sosyalist devrim için mücadele edilmelidir.[47]

Mahir Çayan, derinden derine, toplumdaki sosyal olayların gelişiminin düz bir çizgi izlemediğini, trendler çizerek aktığını ve sosyalizme geçişin zorunlu duraklarının bulunduğunu söylemektedir ama gerçekleşecek devrimi burjuvaziden gasp etmeye kesinkes kararlıdır. Kesintisiz devrimde, MDD bahsinde ağırlıklı olarak geçen ara aşama neredeyse yok gibidir. Kesintisiz devrim milli burjuvazinin bulaştığı bir aşamayı içermeyen niteliktedir. Emperyalizmin içsel bir olgu olduğu, dört milyon proletaryadan ve anti-oligarşik devrimden bahsedildiği koşullarda artık aşama yoktur.

Necmi Demir, 71’deki şövalye ruhun azaldığını söyleyip Mahir’i yererek; “Kesintisiz Devrim 2 ve 3’ün kaleme alındığı 72’de tam bir “hesaplılık” var” der. Evet, hesap gasp etmektir.

Kitle çizgisi

THKP-C; TİP, Dev-Genç, 6. Filo eylemi, 15-16 Haziran işçi direnişi gibi kocaman bir realiteyi arkasında barındıran bir hareketti. THKP-C hiç de kısa sürede silahlı eylemlere başvurmuş bundan başka niteliği olmayan bir çıkış değildi. “THKP-C ile ilgili varılabilecek en yanıltıcı yargılardan biri, onu büründüğü görünümlerden biriyle, salt ‘askeri’ bir aparat, bir ‘gerilla örgütü’ olarak görmek olur.”[48] Hatta THKP-C, paradoksal olarak merkezi otoritenin aslında kof olduğunu anlatabilmek üzere silahlı eylem yaparken kendisinden çok üstün askeri güçler karşısında yenilmesinden sonra kitleler ondan yana çıktılar. Bu THKP-C’nin silahlı bir örgüt olmasının çok ilerisindeki bir niteliğini anlatıyor.

…THKP-C, gerçekte Türkiye’de herhangi bir politik grubun olabileceğinden kat kat daha fazla bir temas şebekesine ve ideolojik etkileşim ağına sahipti. Onun ‘askeri’ yenilgisinin ‘moral ve politik’ bir kazanıma dönüşmesini sağlayan bu yaygın ve bu durumda bir avantaja dönüşecek gevşek kitlesel ilişkiler ağının maddesi oldu.[49]

THKP-C’nin onu kendisinden sonraki ardıllarından ayıran en önemli özelliği budur. THKP-C geniş ve yaygın bir alanda yürütülen toplumsal mücadele pratiğinden çıktı. Gizli, bilinmeyen bir gerilla hareketi olarak değil kendini düzen dışı ve karşıtı bir örgütlenmeye dönüştürmesiyle oluştu.[50]

Ertuğrul Kürkçü durumu şöyle açıklıyordu:

Bana sorarsanız, Kızıl Tugaylar’la THKP-C’nin farkı, bir yerden bakınca yok, bir yerden bakınca da çok önemli bir fark var: O da THKP-C’nin Dev-Genç’e, işçi komitelerine, köylü komitelerine sahip olarak çalışması, kendi etrafında aydınlardan sanatçılardan bir destek hattı oluşturmuş olması, öğretmeninden mühendisine kadar bütün beyaz yakalı çalışanlarla arasında bir rezonans olması ve onların örgütlenmelerinde kısmen yardımcı olması…[51]

THKP-C’nin, benzer girişimlerde bulunanlara oranla çok büyük bir avantajı vardı. İşçi, köylü, ordu, gençlik ve daha birçok alanda çalışmaları ve ilişkileri vardı. Bütün bu alanları kazanmak üzere THKP-C kitle çizgisine önem veren bir tarz geliştirmişti. Mahir Çayan durumu net olarak şöyle ifade ediyordu: “Kitle çizgisi, Marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist hareketi her çeşit küçük burjuva hareketinden ayıran bir settir, kitle çizgisi.” [52]

Fakat bu şekilde savaş örgütünün ilkelerine göre kurulmuş olan bir partinin, savaş örgütü olabilmesi için, geniş proleter kitlelerini mücadele içinde kucaklaması şarttır. İlk etapta, işçilerin çoğunlukta olması gerekmiyordu. Önemli olan sınıfsal köken durumu ne olursa olsun, örgütün profesyonel devrimcilerden oluşmasıdır. Fakat ikinci etapta, işçilerin mutlak bir çoğunluğu teşkil etmesi şarttır. 1902’de partinin dar tutulmuş bir azınlık örgütü olması gerektiğini söyleyen Lenin, 1905’de parti örgütü içinde “yüz binlerce işçinin” yer alması gerektiğini söylemektedir. “Üçüncü Kongre’de, Parti Komitelerinde her iki aydına karşılık sekiz işçi bulunması gerektiği arzusunu ifade etmiştim. Artık bunun da modası geçti. Şimdi, Parti örgütlerinde, Sosyal Demokrasi’ye bağlı her aydına karşılık, birkaç yüz Sosyal Demokrat işçi bulunması arzu edilir.” (Aktaran; Cliff, Rosa Luxemburg, s. 58.)[53]

Mahir Çayan, önem verdiği buradaki bölümde, proleter kitlelerinden oluşan örgütün ne kadar kritik olduğuna dikkat çekmeye çalışıyordu. Burada kitleler mantığının da ötesinde ikinci bir konu öne çıkmaktadır: Proletarya partisinin kurulduğu ilk etapta sınıfsal kökenin önemli olmadığı ancak daha ikinci etaptan başlamak üzere işçilerin çoğunluğu teşkil etmesi gerektiği. Bu önermelerden kesinkes şu sonucu çıkarmalıyız. İkinci etaba geçildiği ya da geçilmesi gerektiği durumda hala birinci etaba özgü mantıkla hareket edemeyiz. Birinci etaptaki mantık yalnızca birinci etapta geçerlidir, yani yalnızca birinci etapta üyelerin işçi olup olmaması fark etmez ama daha sonra bu bir sorundur.

Bu, sosyalistlerin temsil etmeyi hedefledikleri sınıfsal kategoriyle ilgili bir meseledir. Sosyalistlerin bir proletarya partisi olarak işçi sınıfını temsil etme yaklaşımı, üzerinde çok yüksek bir emek sarf edilerek yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Sosyalistler temsil edilmek istenenle, temsil eden mekanizmanın ayrılığını bilerek hareket ederler. Mahir Çayan bunu şöyle ifade ediyor:

Milli demokratik devrim mücadelemizin bu evresinde proleter devrimcileri olarak bizlerin ana görevi işçi sınıfına sosyalist bilinç götürmek ve işçi kitlelerini öz örgütlerine kavuşturmaktır. Gücümüzün az olduğu (buraya dikkat; kendi gücümüzün az olduğu, bazı ittifaklarda temsil etmek iddiasında olduğumuz sınıfın değil!..) bu evrede, bu görevin neden ana görev olduğu öyle Marksist teorinin girift bir meselesi değildir. Marksizmden birazcık nasibini almış bir kişi bile, hemen anlayacaktır ki, bu evrede, işçi sınıfı arasında yerimizi sağlamlaştırmak ‘asli sorunumuz’ olmalıdır.[54]

Mahir Çayan’ın bu yaklaşımından elde edilmesi gereken yöntem ve o yöntemin kavram birimleri şunlardır: Devrimciler olarak kendimiz, temsil etmek iddiasında olduğumuz sınıf ve sosyalist bilinç götürülerek öz örgütün yaratılması. Burada sosyalist bilinç götürmek, gücümüzü zorlayan meşakkatli bir görevdir. Sosyalistler bu görevi yerine getirmeden, işçi sınıfını, bilinçli ve öz örgütüne kavuşmuş kabul etmemelidir. Bunu yerine getirdikleri ölçüde, temsil etmek üzere yerlerini sağlamlaştırabileceklerdir. Yoksa bu vasfı taşıdıkları kabul edilemez.

Sömürge bir ülkenin devrimcisi olmamak

Lenin de Marx, Engels gibi sömürge bir ülkenin devrimcisi olmadığı için bu ülkelerin sorunlarına gereği gibi eğilememiştir. I. Milli Kurtuluş Savaşı’mızın zafere ulaşması doğu halklarının halk savaşı çığırını açmıştır. Bundan sonra sömürge ve yarı sömürge sosyalistleri milli devrim sorunları üzerine etraflı bir şekilde eğilmişlerdir.[55]

THKP-C Savunması’nda ulusal sorun konusu, Türkiye’nin ulusal kurtuluşu sorunu olarak ele alınıyor olsa da; öne sürülen yaklaşımın durumun genel anlamda değerlendirilmesi olarak dikkate alınması mümkündür.

Savunma’da Marksizmin üç büyük kuramcısına ilişkin, “sömürge ülkelerin sorunlarına gereği gibi eğilememişlerdir” değerlendirmesi yapılıyor. Bu durum bu kuramcıların teorik alandaki eksikliklerinden kaynaklanmıyor elbette ki. Öyleyse neden kaynaklandığı söyleniyor? Bunu sarih bir şekilde saptayalım: Sömürge bir ülkenin devrimcisi olmamalarından. Demek ki, sömürge bir ülkenin devrimcisi olmak ve olmamak fark yaratır. Bununla birlikte sömürge ülkelerin sorunlarına “gereği gibi eğilememiş olmak” konumundan çıkıp, milli devrim sorunlarına “etraflı bir şekilde eğilmek” gerekmektedir.

Bir ulusun ulusal kurtuluş sorununa gereği gibi, etraflı bir şekilde eğilecek olanlar; sömürge bir ülkenin devrimcisi olmayanlar değil sömürge ve yarı sömürge sosyalistleridir. Temel olarak ulusal sorun konularında söz, yetki ve karar hakkı da sömürge ve yarı sömürge uluslarının ve sosyalistlerinindir. Değil soruna eğilme konusu, sömürge bir ülkenin devrimcisi olmayanların, sömürge bir ülkenin adına karar hakkı da yoktur. Lenin ezen ulusun bir devrimcisi olmasının bilinciyle sorunu şu çarpıcı örnekle anlatıyor:

Biz, Rus sosyal-demokratları, merkezi parlamentoda, Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte oyumuzu ayrılmaya karşı mı kullanacağız, yoksa -‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını’ ihlal etmemek için- ayrılmadan yana mı oy kullanacağız? (Novaya Raboçaya Gazeta, No. 71.)

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Bay Semkovski neyin tartışıldığını bile anlamamaktadır! Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan bölgenin parlamentosunda (diyetinde, referandumla vb.) çözüme bağlanmasını gerektirir.[56]

Savunma’da ulusal sorun konusu Cezayir ele alınarak söyle irdeleniyor:

Cezayir için en iyi çözüm yolunu sosyalist Fransa’nın bir eyaleti olmasında gören Cezayirli sosyalist aydın da, O’nun partisi de devrimci değildir. Bilimsel sosyalizmden habersiz Cezayirli bir milli kurtuluşçu, bu aydından da, O’nun partisinden de ilericidir, devrimcidir.[57]

Çözümü, Cezayir’i Fransa’nın bir eyaleti olabilmesinde gören Cezayirlinin durumu bir sorundur; ama bizim bugün asıl sorunumuz, ‘bu coğrafyanın Cezayir’i’ adına ne yapılması gerektiğini belirlemek isteyen Fransız sosyalisti konumuna düşmemektir.

Mahir Çayan, ulusal sorun konusunu şu çözümlemeyle ele alıyor:

Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki; “Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır” diyen görüşler yanlıştır.[58]

Burada ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip çıkmasının ötesinde, tartışmaya mahal vermemek üzere misak-ı milli’nin esas kabul edilmemesi gerektiğini bilhassa belirtiyor. Ancak gözlemlenecek olursa, Mahir bu tahlillerini, ayrılma hakkını da kullanabilecek olan ayrı bir ulusal özneye dikkatini yönelten bir konumdan hareket ederek yapıyor. Kendi kaderini tayin hakkını savunduğu bir ayrı ulus hakkında konuştuğunun bilincindedir Mahir Çayan. Biz bir başka ulusun kendi kaderini tayin hakkını savunuyor konumda isek bunu yapabiliriz ancak o ulusu temsil ediyor ve onun hakkında karar alıyor konumda olamayız.

Marx, başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağını söylüyordu. Buradan şunu çıkarsamalıyız; ezen bir ulus da çeşitli baskı koşullarında bulunuyor olabilir. Ancak buradan hareketle baskı görenlerin başkalarına baskı yapmayacağını söyleyemeyiz. Bu, kendileri de baskı görüyorken, kadınlara baskı uygulayan erkekler örneğindeki gibi mümkündür. Bugün Türkiye’nin Kürt halkına karşı konumu budur.

Baskı görenler de baskı uygulayabilir.

Gençlik: Nedensiz asi değil

(Gençlik) toplumun en az bozulmuş tabakasını oluşturur. Doğaldır ki bu nitelikleriyle gençlik emperyalizmin karşısında bağımsızlıktan yanadır.[59]

Mahir Çayan, böyle ifade ediyor gençliğe bakışını. Onda her konuyu ele alırken gördüğümüz politik-pratik yönelimi bir belirleyici temelin üzerine oturtma eğilimini gençlik konusunda da görüyoruz. “THKP-C söz konusu siyasal mücadele anlayışını pragmatik gerekçelere değil, bir zorunluluğa, Marksist ilkelere göre tespit edildiğini söylediği bir zorunluluğa dayandırır.”[60] Mahir, gençliği emperyalizmin karşısında bir özne olarak ele alırken bunu gençliğin bir özelliğine dayandırıyor. O da gençliğin henüz bozulmamışlığıdır. Mahir’in ilk önermesinden yola çıkarak konuyu şöyle yorumlayabiliriz:

Gençlik devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçiren bir dinamit fitilidir. Gençlik doğası gereği atılgandır, coşkuludur, yüreklidir. Doğaldır ki gençlik kapitalizm karşısında büyük bir tehlike haline gelebilir ve toplumun en az bozulmuş tabakasını oluşturur. Gençlik daha henüz bir önceki kuşaklar gibi sistem tarafından bozulup, yeniden biçimlendirilerek, sistemim işleyişine en uygun hale getirilememiştir. Genç insanlar denemek, anlamak ve üretken bir şekilde öğrenmek arayışındadır. Kapitalizm gençliğin sisteme dair henüz tam bir yargı oluşturmamış olmasından korkar. Onun en korktuğu şey gençliğin sisteme, anlamaya çalışan, yabancı bakışıdır. Bu, bilime özgü türden bir bakıştır. Gençlik bu bakışıyla her an “kral çıplak” diyebilir.

Her genç kuşakta sisteme adapte operasyonu bir nevi tekrar eder. Her genç kuşağın sınıflar mücadelesinde yerini alma süresinde sistemle gençlik arasındaki bu gerilim yeni çarpışma olarak tezahür edebilir. Sistem kronolojik olarak her raundu kazanmak için çabalar ve kazanmak zorundadır. Bütün burjuva akımlar paternalist bir alışkanlıkla gençliği daima kendi denetimi altında tutmak ister. Sistem eğer ipleri elinden kaçırırsa mevcut kapitalizme karşı en reaksiyoner tavrı alan bir kategoriyle karşı karşıya kalabilir.

Gençlik daha bir kere bile yenilmemiş kısa bir tarihin insanıdır, onun için umutludur. Eğer yeni ve umutlarının karşılığı olabilecek devrimci bir ufuk görebilirse onu almaya açıktır ve atılgan davranır. Yüreklidir, çünkü denemeye eğilimlidir.

Mahir Çayan’ların kuşağı, sosyalizm mücadelesinde büyük sorumluluklar almış ve yeni mecralar açmış gençler olarak kendilerinden önceki kuşaktan hem beslenmiş hem de bu kuşakla çelişkiler yaşamışlardır. Mahir, yaşanan bu çelişkileri zaman zaman dile getirmiştir:

‘Biz eskileriz, biz biliriz’ safsatadan başka bir şey değildir.”[61]

Bu ilişkiler sosyalist ilişkiler değildir. Bunlar devrimci olmayan anormal ilişkilerdir; feodal ilişkilerdir.[62]

Sosyalistler arası ilişkiler, askeri kışla ilişkileri değildir. Her geçen yıl kıdemin arttığını zanneden ve başkalarından itaat bekleyen kişinin kafası sosyalist değil, olsa olsa dar asker kafasıdır.[63]

Turan Feyizoğlu, Mahir adlı kitabında, Ertuğrul Kürkçü’nün; Proleter Devrimci Kurultayı’nda, ihtiyar genç ayrımı yaparak, ihtiyarlara çattığını ve ihtiyarların gençliğin rolünü inkar etme eğilimi olduğunu söylediğini aktarıyor.

Bütün bunlar bize gösteriyor ki Dev-Genç döneminin gençliği eski kuşakla gerontokratik bir çelişki yaşamıştır. Ancak gençlik kendisinin eseri olan yeni ve güçlü bir mücadele ortaya koyarak kendisinden önceki kuşağın deneyimi altında ezilmekten kurtulmuştur.

Ümit ve imkan

“Halk bir defa, tek ümidin kendi ellerinde olduğunu hissetsin, yüzyılların ezilmişliğini çıplak elleriyle çeker alır!”[64] diyordu Savunma’ya başlarken THKP-C. Neyin ümidinin bir kere dahi hissedilmesi yeterliydi? Kurtulabilme ümidinin. Kurtulabilmenin mümkün olduğunun. Karl Liebknecht’ten esinlenen “Gerçekçi ol imkansızı iste” parolasının da derdi aynıydı. Gerçek koşullardan yola çıkarak imkansız gibi gözükeni istemek. İmkansız gibi gözükenin imkanlı yani mümkün olduğunu hissetmek.

Şu anda bizlerin görevi, düzen değişikliğinin şu veya bu biçimde gerekliliğine inanan kitlelere böyle bir değişikliğin mümkün olabileceğinin güvencini yaratmaktır.[65]

Merkezi devlet otoritesinin baskısı altında ezilmiş, bunalmış Anadolu insanı, kaderci bir düşüncenin rijid kalıpları içinde, “böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesi ile politik pasiflik içindedir. (Emperyalizmin III. bunalım döneminde, geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşi ile halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri arasında kurulmuş olan suni denge, ülkemizin tarihi, sosyal özelliklerinden dolayı, çok daha fazladır.)[66]

Osmanlı feodal bünyenin ayırt edici özelliklerinden (katı merkeziyetçiliği, güçlü devlet aygıtı ve zayıf oto-dinamizmi) dolayı, Anadolu insanının kafasında devlet mefhumu karşı konulmaz, yıkılmaz bir kavram olarak yerleşmiştir.[67]

Mahir, “Böyle gelmiş, böyle gider” düşüncesini, karşı konulmaz devlet mefhumunu ve düzene karşı tepkilerin nötralize edilişini suni denge kavramıyla değerlendirmişti. Emekçi halktaki bu eğilimin, halkla oligarşi arasında bir denge yarattığını anlatıyordu. Oysaki sömürüyü sürdürmeyi sağlayan bu dengeyi bozmak gerekirdi ve bozabilmek “mümkün”dü.

Mahir, proletarya ve müttefiklerinin düzenin dengesini bozabileceği ve dünyayı değiştirebileceği fikrinin bir temsilcisiydi. Dengenin bozulabileceğinin mümkün olduğunu savunan ve bozmayı deneyen tutumuyla tam bir devrimciydi. Bugün dengenin ve dünyanın değiştirilebilme ümidine ilişkin yaklaşım müthiş bir kriz yaşarken bu ümidin geçmişteki taşıyıcılarının kıymeti çok daha fazla anlaşılıyor. Nice engebe ve dolambaçtan sonra insanlık hala aynı sorun alanının içinden “Başka bir dünya mümkün” tutumunu korumaya çalışıyor.

Ülkeyi ve dünyayı değiştirmenin mümkün olması üzerine bu temel kurgunun kolay edinilebilir bir özellik olduğu sanılabilir ancak öyle değildir. Mahir bu konudaki yöntemi söyle anlatıyor:

Marksizmin evrensel gerçeklerini inkar edenler hariç, ‘sapmalar’ soyut formülasyonlarda belli olamaz. Her çeşit sapma Marksizm-Leninizmin evrensel gerçeklerini soyut formüller halinde bol bol kullanır. Ancak mesele soyuttan somuta indirgendiğinde iş değişmiş, Marksist soyutlamalar artık yerini revizyonizmin somutlaştırmalarına terk etmiştir. Bu nedenle kimin doğru kimin eğri yolda olduğunu ortaya çıkartmanın tek yolu Leninizmin evrensel ilkeleri ışığında somutun tartışılmasıdır.[68]

Bu yöntemden hareketle, “küreselleşmenin” kaçınılamaz (kaçınılması mümkün olmayan) ve bu nedenle karşı bir politik mücadele yürütülmesi değil; adapte olunması gereken bir süreç olduğu değerlendirmesini yapan sol çevreler yakın zamana kadar çok etkiliydi. Oysaki emperyalizmden bambaşka ve “daha yumuşak” bir tarihsel aşama yoktu karşımızda. Buna rağmen, bu yanlış değerlendirmeyi yapan çevreler emperyalizmin yeni ataklarına karşı mücadeleyi pek mümkün ve gerekli görmüyordu. Demek ki Mahirlerden 30 sene sonra devrimciliğin dünyayı değiştirmek ve dengeleri bozmak yönündeki bu mütevazı prensibi önemli ölçüde yıpratılmış olabiliyordu.

Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini mümkün görerek ‘Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı’ diye açıklamak revizyonizmin ta kendisidir. Bu, emperyalizmin ‘her şeye kadir’ olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerinin zaferine inanmamaktır![69]

Bu açıklamasında da Mahir emperyalizmin her şeye kadir olduğunu, karşı politik faaliyet yürütülemez olduğunu kabul edenlere çatıyor ve emperyalizme karşı devrimci mücadelenin yürütülebileceğinin mümkün olduğunu savunuyordu.

Elbette ki Mahir bu meseleyi “doktora tezi olarak bu konuyu seçmiş toy bir üniversite asistanı[70] olarak ele almadı. Onu ve THKP-C’yi farklı kılan dünyayı değiştirmenin mümkün olduğu yönünde kalkışmada bulunmasıydı. Mahirlerin dönemi de, zaten her türlü devrimci sonucun kendiliğinden elde edilebildiği, irade gerektirmeyen bir dönem değildi. Aksine o zaman da devrimci faaliyet için irade kullanmak ve emek vermek kritik önemi haizdi. Bunu Ertuğrul Kürkçü şöyle anlatıyor:

Dev-Genç kitlesel bir öğrenci hareketi haline geldi, ama onun kitlesel bir öğrenci hareketi haline gelmesi, dışardan bakanlara “çılgın” olduklarını düşündürebilecek hareketlerde bulunan, orada burada ses çıkarmaya, her fırsatta ajitasyon yapmaya çalışan, bunların sonucunu ilk elde alamayan; karşılarındakilerden “ahmak” muamelesi görmeye gücenmeyen insanların bir kaç yıl boyunca sabırla, inançla süren çabalarının sonucunda oldu.[71]

Görüldüğü gibi ortaya konulan irade ve emek otomatik sonuç veren nitelikte değildir. İlke ısrarına ve mücadelenin daimiliğine ihtiyaç vardır. Çıra is vere vere yanmaktadır. Mahir, otomatiklik arayanları eleştirerek konuyu şu tarzda ele alıyor:

…ekonomik seviyedeki gelişme, üretim güçlerinin gelişme düzeyi, politik ve sosyal dönüşümleri kendiliğinden, otomatik olarak sağlar şeklinde özetlenebilecek bu düşünce, “Marksist”leri pasif bir kaderciliğin rehaveti içerisinde yıllar boyu uyutmuştur.[72]

Mahirlerle aynı soyun insanı olan Ritsos da meseleyi şöyle bağlamaktadır:

İşte bak, kardeşim, sonunda öğrendik konuşmayı

tatlı tatlı ve yalın konuşmayı.

Anlaşabiliyoruz şimdi fazlası da gereksiz.

Ve yarın diyorum, daha da yalın olacağız

tüm yüreklerde, tüm dudaklarda aynı ağırlığı edinen sözleri bulacağız.

Adıyla anılacak her şey,

Ve ötekiler gülümseyip

“böyle şeyleri biz de yüzlerce yazabiliriz” diyecekler.

Bizim de istediğimiz bu işte.[73]

Ritsos da tıpkı Mahir gibi, insanlığı, “böyle şeyleri biz de yüzlerce yazabiliriz” diyebilmeye davet ediyor. Onlara şiir yazabilmeniz mümkün tabii ki diyor. O da Mahir gibi, insanlığı, yapabileceği şeyler konusunda cesaretlendiriyor.

(15.11.2006)

 



[1] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, Gökkuşağı Yay., İstanbul 1996, s. 221.

[2] A.g.e., s. 278.

[3] A.g.e., s. 78.

[4] A.g.e., s. 78.

[5] A.g.e., s. 98.

[6] A.g.e., s. 84.

[7] A.g.e., s. 85.

[8] Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Post Express Dergisi, No. 60, 10 Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.

[9] A.g.e., s. 17

[10] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e.,, s. 339.

[11] A.g.e., s. 283.

[12] A.g.e., s. 325.

[13] A.g.e., s. 325.

[14] A.g.e., s. 253.

[15] A.g.e., s. 137.

[16] Turan Feyizoğlu, Mahir, Su Yayınları, İstanbul 1999, s. 230.

[17] Ömer Laçiner, “THKP-C: Bir Mecranın Başlangıcı”, Toplum ve Bilim, No. 78, Güz 1998, s. 13.

[18] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 5.

[19] A.g.e., s. 200.

[20] A.g.e., s. 317.

[21] A.g.e., s. 59.

[22] A.g.e., s. 84.

[23] Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve Türkiye Solu, El Yayınevi, İstanbul 2002, s. 231.

[24] Turan Feyizoğlu, Mahir, a.g.e., s. 501.

[25] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 107.

[26] A.g.e., s. 51.

[27] Turan Feyizoğlu, Mahir, a.g.e., s. 259.

[28] THKP-C Savunma, 68’liler Birliği Vakfı Yay., İstanbul 2001, s. 141.

[29] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 272.

[30] A.g.e., s. 13.

[31] A.g.e., s. 129.

[32] A.g.e., s. 68.

[33] A.g.e., s. 179.

[34] A.g.e., s. 336.

[35] A.g.e., s. 335.

[36] Oligarşi: İşbirlikçi tekelci burjuvazi, toprak burjuvazisi ve feodal kalıntılar.

[37] A.g.e., s. 303

[38] THKP-C Savunma, 68’liler Birliği Vakfı Yay., İstanbul 2001, s. 16.

[39] Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Post Express Dergisi, No. 60, 10 Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.

[40] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 336.

[41] THKP-C Savunma, a.g.e., s. 111.

[42] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 334.

[43] A.g.e., s. 335.

[44] A.g.e., s. 83.

[45] THKP-C: Doğuşu ve İlk Eylemleri, Kaynak Yay., İstanbul 1987, s. 21.

[46] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 258.

[47] A.g.e., s. 154.

[48] “THKP-C”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt: 7, İletişim Yayınları, İstanbul 1988, s. 2198.

[49] A.g.e., s. 2199.

[50] Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve Türkiye Solu, El Yayınevi, İstanbul 2002, s. 230.

[51] Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, Post Express Dergisi, No. 60, 10 Nisan-10 Mayıs 2006, s. 17.

[52] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 108.

[53] A.g.e., s. 262.

[54] A.g.e., s. 95.

[55] THKP-C Savunma, 68’liler Birliği Vakfı Yay., İstanbul 2001, s. 143.

[56] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., Ankara 1998, s. 112.

[57] THKP-C Savunma, a.g.e., s. 128.

[58] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 196.

[59] A.g.e., s. 6.

[60] Ömer Laçiner, “1971 Öncesi Dönem ve THKP-C Hareketinin Eleştirel Analizi”, Birikim Dergisi, No. 22, s. 7.

[61] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 187.

[62] A.g.e., s. 186.

[63] A.g.e., s. 187.

[64] THKP-C Savunma, a.g.e., s. 32.

[65] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 330.

[66] A.g.e., s. 328.

[67] A.g.e., s. 327.

[68] A.g.e., s. 104.

[69] A.g.e., s. 123.

[70] A.g.e., s. 205.

[71] Ertuğrul Kürkçü, “5 Miras”, a.g.e., s. 14.

[72] Mahir Çayan, Teorik Yazılar, a.g.e., s. 86.

[73] Yannis Ritsos

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar