Ana SayfaArşivSayı 35-36‘Sanayi Öncesi’ Kalabalık

‘Sanayi Öncesi’ Kalabalık

‘Sanayi Öncesi’ Kalabalık*

 

George Rudé

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Burada asıl ilgilendiğim konu halk hareketlerinin bir toplumdan diğerine geçildiğinde değişen dokusu veya ‘yüzü’dür. ‘Yüz’ kelimesiyle kalabalıkların sadece fiziksel görünümünü veya sadece onların davranış şekillerini kastetmiyorum. Bunlara ek olarak bahsi geçen sorunlarla, giriştikleri eylem tarzlarıyla, liderleri ve güdüleriyle, ve toplumsal bileşimleriyle ilgileniyorum. Benim iddiam, tüm toplumsal biçimler açısından aynı şekilde uygun olan bir şablondan ziyade ‘kalabalık’ veya halk hareketinin tarihsel bir fenomen olarak çalışılması gerektiğidir. Bu yüzden, eski zamanlarda ortaya çıkan halk hareketleri tür itibariyle Ortaçağ’dakilerden farklı olma eğilimindeydi; ve bunlar daha sonra kendilerini ‘sanayi öncesi’ toplumda veya sanayi toplumunda ortaya çıkanlardan ayrıştıran farklı özelliklere kavuşma eğilimi sergiledi.

‘Sanayi öncesi’ terimiyle geniş anlamda, bir toplumun kendisini hızlı sanayileşmenin getirdiği değişimlere uyarladığı, sonuna ulaşıldığında ise toplumun radikal olarak dönüşmüş olduğu (on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’de olduğu gibi) ve bu anlamda yeni bir toplumun –bir ‘sanayi’ toplumunun– ete kemiğe bürünmeye başladığından bahsedebileceğimiz bir dönemi kastediyorum. Bu ‘sanayi öncesi’ veya geçiş dönemi (şayet ortaya çıkarsa) doğal olarak farklı ülkeler ve kıtalarda farklı zamanlarda ortaya çıkar. En doğrudan ilgilendiğim İngiltere ve Fransa’da bu dönemi kabaca on sekizinci yüzyılın başlarından 1840’lara (veya muhtemelen Fransa’da daha sonrasına) kadar yayabiliriz. Çok kısa bir süre sonra Orta Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’da da başladı; Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da ise 1900’lere kadar ortaya çıkmadı; Afrika ve Asya’da ve Latin Amerika’da içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar beklemek gerekti; ve ayrıca Asya’da, Afrika’da ve Pasifik’te sürecin hala başlamadığı ülkeler var (Avustralya’nın ‘aborijin’ bölgelerini anmaya bile gerek yok).

Yani, –antik, ortaçağ ‘sanayi öncesi’ veya sanayi toplumlarından hangisi olursa olsun– bu toplumların her birinde halk hareketleri kendi ayırt edici ve özel karakterlerine sahip olmuştur; ve her bir durumda tarihçinin görevi, her şeyi kapsayan hazır cevaplarla yetinmeyip bunları ayrı ayrı belirlemektir. Örneğin on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa ve İngiltere’de ‘sanayi öncesi’ toplumlarda ortaya çıkan hareketler ele alındığında söz konusu ayırt edici özellikler nelerdir?

Geniş anlamda konuşursak bunları aşağıda yer alan altı başlık altında sınıflandırmak uygundur:

Birincisi, kargaşa türüdür. İlk başlarda hakim olan unsur yiyecek ayaklanmalarıdır ve bunlar şehirlerle karşılaştırıldığında köylerde ve pazar kasabalarında daha sık ortaya çıkar; bu esnada endüstriyel anlaşmazlıklar oldukça sık ortaya çıkmakla birlikte yalnızca ikincil bir rol oynar. Ulusal veya dayanıklı sendikaların olmadığı, ekmeğin işçinin bütçesinin yarısı veya biraz daha fazlasına geldiği ve işçinin ekmeğin fiyatıyla alacağı paradan daha çok ilgilendiği bir zamanda bu yeterince anlaşılırdır. Ancak sanayileşmenin ve işçi sınıfı örgütlülüğünün gelişmesi ile birlikte roller tersine dönmüştür: grev üste çıkmaya ve yiyecek isyanları arka plana çekilmeye başlar. Benzer bir şekilde, kent ayaklanmalarında davetsiz bir şekilde ortaya çıkan politik sorunlar başlangıç dönemlerinde görece önemsiz bir rol oynar; ancak (İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi) on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek daha fazla önem kazanır. Bu büyük oranda, İngiltere’deki erken Radikalizm ve 1789 Fransız Devrimi’ne ve her iki ülkede de yarım yüzyıl sonra işçi sınıfı hareketi ve sosyalist fikirlerin ortaya çıkmasına bağlıdır.

İkincisi, eylem biçimleridir. Bunlardaki hakim unsur ‘doğrudan eylem’ türüdür: şehirlerde, evlerin ‘yıkılması’ ve o an için hain kabul edilen kişinin resminin veya büstünün yakılmasıdır; kırsal bölgelerde kundaklama (ve özellikle İngiltere’de 1830’lar ve 1840’larda) makine kırma ve –Fransızların taxation populaire olarak adlandırdığı– ayaklanma yoluyla fiyat denetimi istemektir. Kısacası, cana değil mala dönük şiddet (bu konu hakkında daha sonra yorum yapacağım). Ayrıca devrimin seyri sırasında (1789’dan sonra Paris’te olduğu gibi giderek daha örgütlü ve gelişmiş bir hal halan) silahlı ayaklanmalar da olmuştur. Aynı esnada daha ‘modern’ veya ‘endüstriyel’ eylem biçimleri de elbette yok değildi; Parlamentoya dilekçeler, yürüyüşler ve öyle ya da böyle barışçıl karakterde modern tipteki endüstriyel anlaşmazlıklar. Ancak, hakim olan protesto biçimi mülke yönelik şiddetli saldırıdır.

Üçüncüsü, ‘kendiliğindenlik’ ve örgütsüzlüktür; ve bu yüzden, sık görülen bir özellik de bir kargaşanın görece küçük bir başlangıçtan (örneğin ev kadınlarının bir fırının önünde toplanması) toptan bir ayaklanmaya ve mülke saldırıya dönüşmesidir. Bu ‘kendiliğindenlik’ Fransız Devrimi’nin halk patlamalarında görüldüğü gibi son derece gelişmiş bir hareket için bile geçerlidir; ama elbette sonraki aşamalarına oranla başlangıcı için. Ve genel olarak ifade edersek, sendikalar ve politik partiler geliştikçe (elbette hiçbir zaman sonuna ulaşmayan) bu ‘kendiliğindenlik’ öğesi geri çekilmeye başlar.

Dördüncüsü liderliktir: bu, sonuncuyla yakından ilişkili bir noktadır. ‘Sanayi öncesi’ halk hareketlerinin tipik lideri, elbette daha karmaşık belirtileriyle birlikte (şehir ayaklanmaları, devrimler ve isyanlar) kalabalığın ‘içinden’ değil de kalabalığın ‘dışından’ gelir. Tipik ayaklanmacı veya isyancı bir zanaatkar, bir işçi veya bir köylü iken o, küçük bir soylu, bir avukat, bir gazeteci veya bir hükümet memuru olabilir. Doğrudan konuşmak gerekirse üç tip lider olabilir: kalabalığın, adına isyan ettiği veya ayaklandığı şef lider; ayaklanmacılara sloganları aktaran veya kimin evinin ‘yıkılacağını’ söyleyen –bir tür astsubay– ara lider; ve liderliği tümüyle lokal ve tümüyle geçici olan, ayaklanmacılar arasında en rahat konuşabilen veya en militan olandır. Bu üçünden yalnızca sonuncusu ‘kalabalık’ın içinden çıkar. Beyaz bir ata binen, bir kılıç taşıyan veya bir boru çalan isimsiz bir figür olabilir; on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki sayısız Rebecca’lar, Ned Ludd’lar ve Kaptan Swing’ler gibi ya da 1730’larda Londra’da İrlandalı-karşıtı ayaklanmacıları yöneten Berber Tom gibi bir takma adı olabilir; veya Londra’nın Gordon Ayaklanmaları’nın yerel liderleri ya da Paris’teki Fransız Devrimi’nin erken dönemindeki kargaşaların gerçek veya iddia edilen birçok lideri gibi kendi özel adıyla bilinebilir. Ama ister isimsiz olsun ister olmasın otoritesi tümüyle geçicidir ve onu öne iten ayaklanmadan sonra kalabalığın karanlığına geri döner. Burada iki noktayı daha vurgulamakta yarar var. Bunlardan biri, adına kalabalığın ayaklandığı veya isyan ettiği şef liderin, liderlik tam olarak kelimesi kelimesine üzerine kalmış olan gönülsüz bir lider olabileceğidir. Örneğin Fransa’nın XVI. Louis’i (kendinden önceki diğer Fransız kralları gibi) adına chateux [şato] yakan köylülerin eylemlerinden ötürü, Luther’in 1525’deki isyankar Alman köylülerinin yaptıkları için üstlendiğinden daha fazla kişisel sorumluluk üstlenmedi. Diğer nokta ise, 1830’larda hem İngiltere hem de Fransa’da işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ile birlikte geçici ve isimsiz (veya hemen hemen isimsiz) yerel liderin daha kalıcı ve daha yetenekli bir halef yaratma eğilimine girmesidir. Yani 1830’lar itibariyle, kalabalığın içinden artık arada bir gerçekleşen, düzensiz ve isimsiz değil daimi ve açıkça beyan edilen liderler olarak adamların ortaya çıktığını görmeye başlarız. Bu tür adamlardan biri de 1834’te Dorchester işçilerinin lideri olan, bir işçi militan ve politik Radikal olarak Avustralya’ya taşınan ve üç yıl sonra benzer düşüncelerle vatanına geri dönen George Loveless’dir.

Beşincisi, ‘sanayi öncesi’ kalabalığın bileşimidir. Bu, halk kargaşasının belki de diğer hepsinden fazla ihmal edilen yanıdır ve bu ihmal muhtemelen sosyologlar için tarihçiler için olduğundan daha fazla geçerlidir. Burada açıklığa kavuşturmak istediğim temel nokta, geçiş niteliğindeki bu ‘sanayi öncesi’ dönemin tipik protestocu kalabalığının tek bir sınıfla veya büyük oranda tek bir sınıfla sınırlı olmadığıdır. Durum her zaman böyle olmamıştır. Sanırım tipik ortaçağ kalabalığı şehirlerdeki zanaatkarlar ve kırsal bölgelerdeki köylülerden oluşuyordu; ve sanayi toplumunda sanayi işçileri –en azından yakın bir tarihe kadar– şehir ayaklanmalarında belki de hakim bir rol oynadı. Ancak ‘sanayi öncesi’ toplumda bileşim dikkat çekici bir biçimde –ve hiç şüphesiz açık bir şekilde– karmaydı. Bununla toplumun tüm sınıflarının aşağı yukarı eşit oranlarda temsil edildiğini iddia etmiyorum. Üst ve ‘orta’ sınıfların üyeleri ayaklanmalara ve sokak gösterilerine katılımlarından ötürü özel olarak dikkat çekmemiştir: elbette burada dikkate değer bir istisna gençlerdir; on sekizinci yüzyılda ve hatta İngiltere’de on dokuzuncu yüzyıldaki kargaşalarda hepsi birlikte önemli bir rol oynamış olmakla birlikte özellikle öğrencilerdir. Bu nedenle yalnızca (on sekizinci yüzyılda adlandırıldıkları şekliyle) ‘alt tabakadan insanlar’ ile ilişkili olarak ‘karma’dır: yani kırsal alandaki sayfiye sakinleri, küçük mülk sahipleri, kırsal zanaatçılar, dokumacılar, çiftlik işçileri ve madenciler; ve şehirlerdeki küçük esnaflar ve küçük satıcılar, usta zanaatçılar ve (vasıflı veya vasıfsız) ücretli işçiler; kısacası, Fransız Devrimi sırasında sans-culottes [sankülot] adını almış olanlar. Esasen külot pantolon yerine uzun pantolon giyenler anlamına gelen sans-culottes, sadece tek bir sınıfı değil bir sınıflar alaşımını ifade eder: ucuz ve bol ekmek kaynağında çıkarı olan hem küçük işverenler hem de işçiler.

Altıncısı, kargaşanın Motifleri veya ideolojisi ya da bazı sosyologların tüm kolektif davranış biçimlerinin altında yatan ‘genelleştirilmiş fikirler’ olarak adlandırdığı şeydir. Bu, tarihçilerin özellikle başa çıkmak için yeterince iyi olmayabilecekleri her türden soruyu ortaya çıkardığı için en zor ve en anlaşılmaz sorudur; bu tam da görsel sorgulama kaynaklarının tümü ona çok nadiren tatmin edici cevaplar sunduğu için böyledir. On dokuzuncu yüzyıl tarihçisi için –kitlesel gözlem ve sosyal psikoloji öncesi zamanlarda– insanların aç oldukları ve o veya bu politik lider veya partinin onlara yeni bir dünya görüşü veya politik reform anlayışı verdiği için ayaklandıklarını veya isyan ettiklerini söylemek son derece uygundu. Ancak günümüz tarihçisinin daha derine sonda atması beklenir ve bu türden kolay genellemelerle kurtulamaz. Tarihçi, Tocqueville veya Marx’ı (ve muhtemelen Freud ve Durckheim’ı) okuduktan sonra insan motivasyonlarının son derece karmaşık olduğunu genellikle gözden kaçırmaz. Bu karmaşıklık elbette antik ve ortaçağ toplumu için olduğu kadar ‘sanayi öncesi’ ve sanayi toplumu için de geçerlidir. Ancak belirli kolektif davranış tipleri için aynı motiflerin her zaman ve her yerde eşit derecede hakim olduğu anlamına gelmez –kalabalık psikolojisinin ‘baba’sı Gustave Le Bon (altmış yıl önce yazıyordu) gibi saygıdeğer bir figür bu şekilde düşünmüş olsa bile. Örneğin (Sağ veya Sol) ‘politik’ motivasyonun bazı aşamalarda halk kargaşasında diğerlerinden daha önemli bir rol oynadığı açıktır. İleride göreceğimiz gibi, Fransa ve İngiltere’de bu, ‘sanayi öncesi’ dönemin ikinci kısmında, her ne kadar bir bütün olarak dönemin ayırt edici özelliği olmasa da dikkat çekici bir rol oynamıştır.

‘Sanayi öncesi’ kalabalığın ayırt edici özelliği olduğuna inandığım şey, onun eski köy toplumunun veya kent zanaatçılarının geleneksel yöntemlerine bağlılığı ve hükümetler, kapitalistler, mısır tüccarları, spekülatif toprak sahipleri veya şehir yetkililerinin ‘ilerleme’ adı altında teşvik ettikleri değişiklik türlerine karşı şiddetli tepkileridir. Yani ‘adil ücret’ ve ‘adil fiyat’ ve hatta (dönemin ilerleyen kısımlarında) oy kullanma hakkı gibi ‘kaybedilmiş’ hakların ‘geri kazanılması’ için taleplerin sabit ve kesintisiz bir biçimde dile getirildiğini görüyoruz. Bu elbette tüm resmin sadece bir kısmı (ama oldukça önemli bir kısmı). Bu geniş soruna daha sonra tekrar döneceğim.

Bu durumda şu ana kadar ‘sanayi öncesi’ kalabalığın ayırt edici özellikleri (en azından Batı Avrupa’da ortaya çıktığı şekliyle): (1) kırsal yiyecek ayaklanmalarının hakimiyeti; (2) ‘doğrudan eylem’e başvurmak ve mülke dönük şiddet; (3) ‘kendiliğindenlik’; (4) kalabalığın ‘dışındaki’ liderlik; (5) şehirlerdeki küçük esnaf ve zanaatkarlara ve köylerdeki dokumacılar, madenciler ve işçilere vurguyla birlikte karma bileşim; ve (6) kaybedilmiş hakların geri kazanılması için duyduğu kaygı. Bu özelliklerin, ‘sanayi öncesi’ halk hareketlerini hem daha önce hem de daha sonraki dönemlerde meydana gelen halk hareketlerinden genellikle ayırt etmeleri anlamında da ‘ayırt edici’ olduklarını öne sürüyorum. Ancak, ‘sanayi öncesi’ çağın tüm hareketlerinin bu kalıba veya ‘model’e uyduğunda kesinlikle ısrar etmiyorum; ne de kendimi daha sonraki zamanlarda meydana gelen birçok halk kargaşasının bunlarla ortak özelliklere sahip olduğu açık gerçeğine körleştiriyorum. Bu tür istisnalarla yeterince sık karşılaşılsaydı, elbette ortaya attığım tüm iddialar geçerliliğini yitirirdi. Öyle olduğunu düşünmüyorum; ama bu soruna daha sonra geri döneceğim.

Bunu yapmadan önce bu ‘ortak özellikler’in kesin olanları üzerinde biraz daha kapsamlı olarak tartışmak istiyorum ve elbette yine örneklerimi esas olarak İngiltere ve Fransa tarihinden alacağım.

Önce, kargaşa tiplerine ve kalabalıkların davranışlarına geri dönelim. Halk kargaşalarının en yaygın tipinin yiyecek ayaklanmaları olduğunu söyledim ve bunun neden böyle olduğunu açıklamaya çalıştım. Ancak tüm dönemin hem İngiltere hem de Fransa’da kesintisiz bir yiyecek ayaklanmaları dizisiyle damgalandığını düşünmek yanlış olur. Durum, açık gerekçelerle böyle değildir. Yiyecek ayaklanmaları genellikle, kabul edileceği üzere fiyatları normalin çok çok üstüne fırlatan kötü hasat ve yiyecek sıkıntısı dönemlerinin hemen ardından ortaya çıkmıştır ve kıtlığın kendisinin değil kıtlık korkusunun doğrudan sonucu oldukları söylenebilir. (Örneğin Fransa’da, 1709’daki büyük kıtlık yılı, halk kargaşası açısından dikkat çekici değildir.) Bu tür isyanların en karakteristik şekli, pazar yerlerinin, yiyecek ambarlarının, un değirmenlerinin ve fırınların şiddet yoluyla istila edilmesi şekline bürünen ve bu eylemler sırasında kalabalığın veya onun ‘yerel’ liderinin fırıncı, değirmenci veya çiftçinin ürettiği un veya ekmeğin fiyatını ‘adil’ veya geleneksel bir fiyata çekmesinde ısrar ettiği halkın fiyatları ayarlama (veya taxation populaire) eylemleri halini almasıdır. Bu tür hareketler İngiltere’de 1660’da Parlamento ilk mısır yasasını geçirdikten sonra, Fransa’da ise on sekizinci yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Her iki ülkede de, fakirlik yılları 1760’dan sonra yarım yüzyıl önce olandan daha sıktır; ve bu tür ayakalanmaların ‘zirve’ye ulaştığı yıllar Fransa’da 1768, 1775, 1789 ve 1790’lar, İngiltere’de ise 1766, 1795 ve 1800’dür. Her iki ülkede de, Fransız Devrimi bir eşik işlevi gördü; bu tür kargaşalara politik bir içerik kazandırma eğilimi doğurdu; bu, daha önce olmayan (ya da çok nadiren olan) bir şeydi. Bu durumda en klasik, en özgün ve politik olmayan ifadeleri için 1766’da İngiltere ve 1775’te Fransa’da gerçekleşen büyük mısır ayaklanmalarına bakmalıyız. Fransa’daki isyan, küçük tüketicilerin yarım düzine vilayette ve Paris’te pazar yerleri, değirmenler ve fırınları istila ettiği geniş bir kırsal ayaklanma şekline bürünmüş ve pazar yerinin dedikodu ve kasabaların ‘telgraf kuşları’ ağının herhangi bir örgütlü komplodan çok daha büyük gücü sayesinde ayaklanmaların giderek artan bir şekilde yayıldığı tüm alan dahilinde dikkat çekici bir şekilde benzer özellikler sergilemiştir. Bu tür hareketler Fransız Devrimi sayesinde yeniden hayata dönmüş ve 1850’lerin başlarına kadar birkaç devrim boyunca varlıklarını sürdürmüştür. İngiltere’de ise ancak Napolyon Savaşları’na kadar varlıklarını koruyabilmişlerdir. Orada, halkın ayaklanma yoluyla son büyük fiyat ayarlama patlaması 1816’da Doğu Anglia’da meydana gelmiştir; bunun ardından sadece ülkenin uzak kısımlarında varlıklarını sürdürmüş (Cornwall’da 1830’lara kadar) ve makine kırıcılığı, kundaklama ve daha sonraları kırsal sendikalara önayak olmuşlardır.

İngiltere’de (Fransa’dan daha yoğun bir şekilde), yaygın olarak görülen diğer ayaklanma tipi ise kabaca aynı döneme yayılan sınır duvarlarına ve paralı yolların ve köprülerin kapılarına saldırılardır. Buna rağmen, (olayların merkezi olan Cornwall kadar uzak olan) Batı Galler’de bu türden en büyük belirti olan Rebecca İsyanları, 1840’ların başları gibi geç bir zamanda, İngiltere, İskoçya ve Güney Galler’in endüstriyel bölgelerinde People’s Charter’ın* çoktan geniş bir destek kazanmaya başladığı bir zamanda meydana geldi.

‘Sanayi öncesi’ dönemde en tipik şekliyle makinelere saldırma veya değirmen ya da kömür ocağı sahiplerinin evlerinin ya da mülklerinin yıkılması olarak ortaya çıkan endüstriyel anlaşmazlıklar da mevcuttu. Bu genel olarak ‘Luddizm’ olarak adlandırıldı; ancak Dr. Hobsbawm’ın ve diğerlerinin de belirttiği gibi ‘Luddizm’in iki yönü vardı: (her ne kadar 1812’de Yorkshire ve Lancashire’deki Luddite isyanlarının hakim amacı kesinlikle bu yönde olsa da) amacı her zaman makinelerin gelişimini önlemek değildi; o aynı zamanda işveren üzerinde ücretleri arttırma veya çalışma koşullarını iyileştirme yönünde baskı oluşturmak için geleneksel bir yöntemdi; Sanayi Devrimini önceleyen yıllarda madenciler ve dokumacıların makine kırma eylemlerindeki fikir genel olarak buydu ve 1811 – 1812 Luddite patlamasında Midlands dahilindeki ‘tekstil fabrikaları’nın bulunduğu kontluklarda kasnak örgücüleri için de aynı durum geçerliydi. 1816, 1822 ve hepsinden önemlisi 1830’da, esasen bir ücret anlaşmazlığı olan durumu çözümlemek için Doğu Anglia ve Güney İngiltere kır işçileri tarafından da aynı yöntem benimsenmişti. 1830’da emekçiler, bir dizi kontlukta ekin yığınlarını yaktı, para gasp etti, ücret ayaklanmalarına kalkıştı ve en karakteristiği de harman makinelerini tahrip etti. Davalarının adaletinden o kadar emindiler ki makinelerini kırmak suretiyle çiftçileri kendilerine ödeme yapmaya mecbur ettiler. Berkshire’da orta boyutlu bir harman makinesini kırmanın olağan ücreti 2 Pound idi; ve ayaklanmacılardan Kintbury ‘çetesi’nin kasası olan Francis Norris adlı duvarcı askerler tarafından tutuklandığında cebinde 100 Pound ve birkaç makbuz bulunmuştu.

Yani, ister yiyecek ayaklanması ister endüstriyel anlaşmazlık olsun bu kargaşaların çoğundaki ortak özellik mülkiyete karşı gösterilen şiddettir. Ve bu, Fransız Devrimi öncesinde, sırasında ve sonrasında ve hatta 1830’larda bir işçi sınıfı hareketinin doğuşu ve sosyalist fikirlerin ortaya çıkışından sonra kısa bir süre devam etmiştir. Peki bu şiddet neden? Bireyler ele alındığında belki de şiddet davranışının, şimdi olduğu gibi o zamanlar da gerilimden kurtuluş veya doğuştan gelen saldırgan içgüdüleri kanalize etmenin bir yolu olduğu iddia edilebilir. Ancak, bireye ilişkin bu tür açıklamaların faydaları ne olursa olsun burada kolektif davranışlarla ilgileniyoruz ve kalabalığı uyaran dürtülerin onu oluşturan bireyleri harekete geçiren dürtülerle aynı olduğunu veya kalabalığın davranışının basitçe bireyin davranışı ile aynı olduğunu iddia edemeyiz. Eski moda bir tarihçi her ikisini de tanımlama ve kalabalığın şiddetini onu oluşturan kötü bireylerin doğal şiddetine isnat etme eğilimindedir. Benzer bir şekilde, bu türden tüm kolektif belirtilerden dehşete düştüğü ve Fransız Devrimi’ne dair bilgisini Taine’den edindiği son derece açık olan Gustave Le Bon gibi eski moda bir kalabalık psikoloğu, Bastille’i ele geçiren ve Tuileries’u fetheden kalabalığın, söz konusu tüm etmenleri ortak bir vahşilik düzeyine indirgeyen bir ‘kolektif zihniyet’ sergilediklerine inanıyordu.

Ancak tarihçi, durumun politik ve toplumsal yönlerini görmezden gelemez. Özellikle on sekizinci yüzyılın kalabalığının önünde duran örnek söz konusu yönde bozulmayı kaçınılmaz kılar. Bu, mahkumların vahşice dövüldüğü ve işkence edildiği, halka açık idamların gerçekleştirildiği bir çağdı: Londra’da, ‘Kırk Beş’ten sonra idam edilen Jakobit asilerinin kurutulmuş başları 1770’lerin başlarında hala Temple Bar’dan aşağı doğru sırıtarak bakıyordu; ve Paris’te erkekler, ayini yöneten papazların cesaret verici büyüleri eşliğinde Hükümet Konağı’nın önündeki çarkın üzerinde parçalanırdı. ‘Eşitler komplosu’ olarak adlandırılan eylemin kurucusu olan Babeuf, Bastille’in düşüşünden sonra, kalabalığın bir avuç kurbanı linç eyleminden ötürü büyük bir acı yaşadı ancak onların vahşiliğini toplumsal olarak kendilerinden üstün olanlardan öğrendikleri derslere bağladı. Bunun yanı sıra, bu kalabalıkları oluşturanların sendikalarda örgütlenmesine izin verilmediği ve neredeyse hiç istisnasız oy hakkından mahrum bırakıldığı bir zamanda şiddete (artık linç gibi daha ileri şekillerinden bahsetmiyorum) karşı pratik ve etkili bir alternatif var mıydı? Teorik olarak elbette Parlamento’ya dilekçe vermek veya barışçıl yürüyüşler yapmak gibi alternatifler mevcuttu. Bu bazen büyük şehirlerde yapıldı; ancak kargaşanın büyük bir kısmının meydana geldiği köylerde veya yeni sanayi şehirlerinin varoşlarında çok da faydalı değildi. Bu durumda, güçlük veya anlaşmazlık zamanlarında açık ve en etkili eylem şekli (yiyecek isyanlarında olduğu gibi) kanunu ellerinize almak veya işverenlere en can yakıcı yerden, yani evinden, değirmeninden, madeninden veya makinelerinden vurmaktı. ‘Fiziksel kuvvet’ ile ‘ahlaki kuvvet’in göreceli faydaları üzerine büyük tartışmanın, birçok işçinin oy hakkını kazanmada şiddetin dışında gerçekleştirilebilir bir alternatif bulma olasılığını ilk kez gördüğü Çartizm zamanında gerçekleşmesi de muhtemelen bir rastlantı değildir.

Ancak, şiddetin kesin bir şekilde kişilere değil mülke uygulandığına dikkat çekmek önemlidir. Bu, Fransız Devrimi’nin en şiddetli dönemlerinde dahi bazı önemli istisnalar dışında böyleydi. Örneğin 1789 yılında, Bastille’i fetheden kalabalık valiyi, bir belediye memurunu ve yarım düzine İsveçli muhafızı katletti; ve takip eden aylarda Paris’te (bir fırıncı da dahil) dört kişi linç edildi, Versailles’da iki Muhafız silahla öldürüldü ve yazın châteaux’a yapılan köylü saldırılarında üç ya da dört kişinin öldürüldüğü bildirildi. Hepsini toplasanız, devrimin başlangıç yılında kalabalığın kurbanlarının sayısı yirmiye bile ulaşmıyordu. Bu durum, kalabalığın düşmanlarının çok daha büyük vahşetiyle zıtlık içindeydi. 1789 Nisan’ındaki Réveillon isyanlarında askerler tarafından ‘birkaç yüz’ (tam rakam bilinmemektedir) kişi öldürüldü ve olaydan sonra da üç kişi asıldı. Bastille kuşatmasında, 150 saldırgan öldü veya yaralandı. Başkentte bunu takip eden kargaşa sonucunda beş kişi asıldı; ve iki yıl sonra, Paris’teki Champ de Mars’daki büyük gösteride kalabalık 50 kişi karşılığında iki kurban aldı. 1830 ila 1840’ların İngiltere’sindeki (Galler ve İskoçya da dahildir) kentsel ve kırsal isyan örneklerinde ölüm bedeli çok daha tek taraflıydı. İngiltere’de 1736’daki Edinburgh Porteous İsyanları ile Londra’daki Nisan 1848’deki Çartist gösteriler arasında meydana gelen yirmi küsur büyük ayaklanma ve kargaşaya ilişkin (hiç şüphesiz) eksik ve kusurlu kayıtlarımdan hareketle aşağıdaki duruma ulaştım: kalabalık en fazla bir düzine insan öldürmüşken mahkemeler 118 kişiyi asmış ve 630 kişi askerlerce vurularak öldürülmüştür. Bugün, sopalar ve baretlerle silahlanmış Japon öğrencilerin polis üzerinde polisin onlar üzerinde yol açtığından çok daha ağır bir tahribata yol açtığı söyleniyor; ama açıktır ki bu, on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa’daki benzer olaylarda görülen durumlardan çok uzaktır. Kısacası, kalabalığın ‘kana susamışlık’ına ilişkin tüm söylenenler büyük oranda bir efsaneye ve Fransız Devrimci Terörü’nün birkaç seçilmiş dönemine dayanmaktadır; ama bu ölmeyen bir efsanedir.

Ölmeyen bir diğer şey ise, ayak takımı veya canaille (sefiller) olarak veya bir ‘avam’, ‘yabancılar’, boş gezenler veya basitçe ‘yağmaya her zaman hazır olan tehlikeli bölgelerin sakinleri’ olarak kalabalığın efsanesidir. Tarihçilerin bu efsaneyi ebedileştirmeye yardımcı olmuş olması muhtemelen hiç de şaşırtıcı değildir. Bir taraftan, ‘avam’ı (veya mobile vulgus) tarihsel sahnedeki pis ve tehlikeli işgalciler olarak reddeden kendi önyargılarının ihtiyacını karşılamalıydılar. Diğer taraftan, kalabalığa ilişkin kendi düşüncelerini, ‘alt tabakalar’ı özellikle şiddet içeren protesto eylemlerine giriştiklerinde suç çeteleri, ayyaşlar ve çapulcu ‘yabancılar’ olarak gören çağdaş gözlemcilerin büyük çoğunluğu tarafından sunulanlardan türetme gibi daha saygın bir gerekçeleri vardı. Hiç şüphesiz makul tarihsel gerekçelerden ötürü bu resim on dokuzuncu yüzyılın başlarında daha az korkunç ve tek taraflı hale gelme eğilimindeydi; ama 1830’da bile İngiltere’nin güneyinde ekin yığınlarını yakan veya harman makinelerini kıran ‘Swing’ işçileri Merkeze (rahip hakim tarafından) gönderilen raporlarda hala ‘kaçakçı ve geyik hırsızı’, ‘işçi kılığına girmiş yabancılar’ (bazen yeşil tek atlı arabalarla dolaştıkları bildirilmiştir), ‘en aşağılık karaktere sahip kişiler’ veya ‘farklı karakterlerde insanlar’ olarak bildiriliyordu. Bu ayaklanmacıların, onların davalarıyla ilgili bugüne kadar varlığını korumuş çok sayıdaki kayda göre, özellikle neredeyse hiç şüphe götürmez bir karakterdeki saygın işçiler ve kırsal zanaatkarlar olduğu ortaya çıktığı için bu sıfatlar genellikle hedefin çok uzağına düştü: en azından Avustralya’ya nakledilen 480 kişi ile ilgili kayıtlardan ortaya çıkan resim bu yöndedir. Ve benzer bir şekilde Bastille ve Tuileries’u fetheden Parisliler’in, her ne kadar tarihçi Taine tarafından boğaz kesenler, serseriler, haydutlar ve yabancılar olarak tanımlanmış olsalar da, artık Paris varoşlarının genellikle sabit meskenli ve yerleşik meslekli tipik zanaatkarları, küçük işverenleri ve işçileri oldukları yaygın olarak kabul edilmektedir.

‘Ayak takımı olarak kalabalık’ tezinin biraz daha rafine bir türü de, M Louis Chevalier tarafından 1830’lar ila 1840’lar Paris’indeki ‘endüstriyel ve tehlikeli sınıflar’ üzerine kitabında ortaya konulandır. Hem edebi hem de demografik bir kaynaklar zenginliği eşliğinde M. Chevalier, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Paris’i, harabelerin ve aşırı kalabalığın ve bunlarla birlikte suç, intihar, şiddet ve fahişeliğin gelişimi itibariyle korkutucu bir yer olarak resmeder. Bu dönüşümün ana eyleyicileri vilayetlerden başkente toplanan ve neredeyse kelimenin tam anlamıyla eski yerleşmiş nüfusla ücret savaşına girişen ‘göçmenler’ veya ‘köksüzler’dir. ‘Endüstriyel’ ve ‘tehlikeli’ sınıflar birbirinin aynı hale gelir; ve yazar, –hiçbir zaman özel olarak belirtmese de– bu ‘tehlikeli’ ve aşırı kalabalık bölgelerin sadece sefalet ve suç değil ayrıca ayaklanma ve isyan yuvası da olduğu sonucuna ulaşır. Eğer durum böyle idiyse, dönemin ayaklanmacıları ve isyancıları arasında ve özellikle 1830 ve 1848 devrimlerinde yoğun bir suçlular ve yoksullar grubu görülmesi beklenir. Ancak, Pinkley, Tilly, Gossez ve diğerleri tarafından yapılan konuyla ilgili çalışmalar bu tür göstergeler içermemektedir; ve belirli mesleklerde meydana gelen değişiklikler için her türlü toleransın gösterildiği 1830 ila 1840’ların Parisli kalabalığı, dikkat çekecek derecede 1789 ila 1793’teki kalabalığa benzer şekilde kurulmuş gibi görünmektedir.

Bu elbette kaba bir genelleştirmedir; ve kargaşanın doğası ne olursa olsun kalabalığın büyük oranda özdeş kaldığı veya bir on yıldan diğerine geçildiğinde değişim göstermediği iddia edilmemektedir. Örneğin Paris’te, Bastille ve Tuileries’e yapılan saldırı türünden politik ve paramiliter müdahalelerde zanaatkarların oranı, kadınların ve vasıfsız işçilerin çok daha dikkat çekici bir şekilde temsil edildiği yiyecek ayaklanmalarında olandan çok daha yüksekti. Ve sonrasında artık hiçbir şeyin aynı olmadığı Fransız Devrimi, yalnızca ayaklanmaya politik bir boyut kazandırmasından ötürü değil (ve bu Sol’un ayaklanmalarının yanı sıra Sağ’ın ayaklanmaları için de geçerlidir), politik veya yarı politik eyleme daha geniş bir toplumsal güçler yelpazesini çekmiş olması nedeniyle de bir dönüm noktasıdır. Bu politik sorunlar 1780’lere kadar olan dönemdeki ayaklanmalar zamanında da tümüyle yok değildir. Londra ve Paris gibi büyük şehirlerdeki kent ayaklanması her zaman politik imalar taşıma eğiliminde olmuştur; ve Londra’da on sekizinci yüzyıl başlarındaki Anne saltanatı ayaklanmalarından önce bile Şehir Konseyi, eski ayrıcalığı halkçı terimlerle destekleme arzusunu gizlemekte tereddüt etmeyen Paris Parlamentosu’nun Fransa’yı eğitmekte gördüğü işlevle hemen hemen aynı şekilde kalabalığın politik eğitmeni olarak işlev görmeye başlamıştı. Paris’te büyük değişim, kalabalığın Sol’a keskin ve kati bir dönüş sergilediği ve halk hareketinin sadece eski aristokratik müttefiklerinden değil büyük ölçüde yeni kurulan burjuva müttefiklerinden de kopması anlamında dikkate değer düzeyde bir özgürlük kazandığı Devrim’le geldi. Londra’da bu, iki aşamada gerçekleşti: 1760’larda kalabalık kendisini Şehir Radikalleri’ne ve John Wilkes adlı kişiye bağladı; Fransa’daki devrimin ardından da kendi liderlerini ve örgütlerini çıkartmaya başladı. Ve tüm bu süreç her iki ülkede de 1830’larda işçi sınıfı hareketleri ve sosyalist fikirlerin ortaya çıkışıyla inanılmaz ölçüde hızlandı.

Bu durumda, en karmaşık soruna geri dönmüş oluyoruz: ideoloji ve motivasyon. Soru: İnsanlar neden ayaklandı veya isyan etti? Daha önce de söylediğim gibi bu basit bir soru olmakla birlikte basit bir cevabı yoktur. Burada yapmayı umabileceğim en iyi şey bunları sınıflandırmakta geçerli olabilecek belirli motifleri ve girimleri göstermektir. Ama nasıl? kısa vadeli ve uzun vadeli motifler olarak mı? ‘ekonomik’ ve ‘politik’ olarak mı? açık veya gizli olarak mı? ‘ileriye dönük’ veya ‘geriye dönük’ olarak mı? ‘ilerici’ veya ‘gerici’ olarak mı? Bir sınıflandırma türünün esas olarak diğerinden daha uygun olduğu iddia edilemeyeceği için bu büyük oranda bir tercih sorunudur. Kendi adıma, ‘yerel’ (doğrudan yaşanan) motiflerle başka bir çevreden ‘türetilen’ veya ödünç alınan ya da benimsenen motifler arasında geniş bir ayrım yapmayı tercih ediyorum. Gördüğüm kadarıyla, ‘yerel’ motifler ikiye ayrılıyor: ücretler ve fiyatlar, ortak alan sınırları, yol geçiş paraları ve toprak gibi ayaklanmacıların günlük ekmeğine ilişkin acil sorunlarla ilgili olanlar; ve yiyecek ayaklanmalarında, yol geçiş parası ayaklanmalarında ve ücret hareketlerinde bu tür açık motiflerin hiçbir suretle özel bir rol olmamakla birlikte hakim bir rol oynadığını kabul ediyorum. Ancak hem bu tip ayaklanmalarda hem de diğerlerinde, kısmen gizli kalmış olmalarından ötürü hiç de daha az önemli olmayan altta yatan belirli fikirler ve geleneksel veya ‘genelleşmiş’ inançlar da bulunmaktadır. Bu, fakirleri zenginlerle onların camlarını kırarak, mülklerini yakarak ve çitlerini tahrip ederek hesaplaşmaya teşvik eden kaba bir toplumsal adalette ‘eşitleme’ içgüdüsü veya inancıdır; hem 1830 ila 1840’ların İngiltere’sindeki kırsal ayaklanmalarda hem de 1760 ila 1780’lerin Londra ayaklanmalarında buna dair örnekler görmekteyiz. Ayrıca İngiltere’deki ‘orta’ sınıflar ve yoksullar arasında, kendilerini sefilliğe katlanmak zorunda olan Fransız veya İspanyol cahil yabancılardan ayıran ‘İngiliz’in doğum hakkı’na ve bazı temel özgürlüklere sahip olma hakkına (İyi Kral Alfred gününde olduğu gibi!) güçlü bir inanç duyulmaktaydı; ve bu özgürlüklerin tehdit ediliyor olduğu korkusu, elverişli durumlarda ayaklanmaya dönük güçlü bir uyarıcı işlevi görüyor gibi görünmektedir. Yine Fransa ve Rusya gibi mutlak monarşi ülkelerinde Kral veya Çar sık sık Halkının Koruyucusu kisvesine bürünürdü; ve bu inanç Kral adına 1664 ve 1775’de ekmek için, 1789 Ağustos’unda ise feodal vergilere karşı ayaklanan Fansız köylüler arasında da hiç şüphesiz ki güçlüydü. Yine daha önce belirttiğim gibi, hem İngiliz hem de Fransız işçiler ve küçük tüketiciler arasında yeni moda arz ve talep nosyonlarıyla kirlenmemiş bir ‘adil fiyat’ ve ‘adil ücret’ prensibine güçlü bir bağlılık vardı. Ve bu, kalabalıkların makineleri kırmasında ve ayaklanma yoluyla fiyat denetimi sağlamasında etkili olan tuhaf ısrarı açıklamakta çok işe yarayabilir.

Diğer taraftan, gördüğümüz gibi politik motifler ve inançlar Fransız Devrimi’nden sonra giderek artan bir önem kazandı; ve bunlar, en azından ilk elde dış kaynaklardan türetilmişti; Şehir Konseyi veya Parlamento’dan, Radikal gazetecilerden ve politikacılardan veya liberal aristokratlardan ya da devrimci burjuvaziden. Bunlardan biri de 1760’larda Londra kalabalıkları tarafından benimsenen ‘özgürlük’ nosyonu ve sloganıydı; ve Rousseau’nun 1789 Parlamentosu ve devrimci gazeteciler ve hatipler vasıtasıyla Parisli sankülotlara aktardığı İnsan Hakları ve Halk Egemenliği fikirleri de bunlar arasında yer alıyordu. Sonrasında ise, Babeuf, Owen ve Marx’tan da benzer bir şekilde sosyalist fikirler türetildi.

Ancak, esas olarak dışarıdan türetilmiş olmakla birlikte bu tür fikirlere, onları sanki bunun için yaratılmışlar gibi kendi toplumsal ve politik ihtiyaçlarına göre uyarlayan küçük ustalar, zanaatçılar ve ücretli işçiler tarafından asimile edilmeleri sırasında belirli bir bükülme verildi. Bu özellikle, ‘eşitlik’, ‘özgürlük’ ve ‘egemenlik’ fikrine Jakoben öğretmenleri tarafından kabul edilemez olan anlamlar yükleyen Parisli sankülotlar örneğinde dikkat çekicidir.

Ve daha önce sadece değindiğim şeyi daha net bir şekilde formüle etmemiz gerekirse: on sekizinci yüzyıl kalabalığının ideolojisinde son derece önemli bir rol oynayan hakim geleneksel ve ‘yerel’ inançların Fransız Devrimi’nden ve 1830 ila 1840 işçi sınıfı hareketlerinden doğan yeni politik fikirlerin rekabetine maruz kalması veya bunlar tarafından gölgede bırakılması bu ‘sanayi öncesi’ dönemin bir özelliğidir.

Bu yüzden, benim bir tür deneme kabilinden ‘model’ime rağmen kalabalığın yüzü, sıkı bir şekilde sabit olmaktan ziyade, toplum ‘sanayi öncesi’ evresinden sanayi evresine ilerledikçe sürekli olarak değişmekteydi; ve kesinlikle bu ikisi arasında kati bir kopma noktası yoktu. Bu durumda önceki toplum tipinden sonraki toplum tipine dönüşüme damgasını vuran belirli algılanabilir geçiş noktalarına sahibiz. Bunun örnekleri, Fransa’daki 1848 devriminde ve İngiltere’deki Çartizm’de bulunabilir. 1848 devriminin Şubat aşamasında, eski ‘sanayi öncesi’ biçimlerin belirtilerini görüyoruz: eski devrimin sloganlarının, örgütlerinin ve fikirlerinin sık sık tekrar edildiği burjuvazi ile sankülotlar arasındaki (1879’u anımsatan) ilk sınıflar ittifakında, yiyecek ayaklanmalarında, sanayi ‘Luddizm’inde. Diğer taraftan, sermaye ile emek arasındaki silahlı çarpışmada (özellikle Haziran isyanında), işçi kulüplerinde ve sosyalist fikirlerde ve demiryolu işçileri ve mühendisler gibi yeni tip işçilerin ortaya çıkışında yeni sanayi toplumuna giderek yaklaşıldığı görülmektedir. Çartizm’in de benzer bir çifte yüzü vardı. Bir tarafta People’s Charter’ın altı maddesi 1780’de Westminister’de çıkartılana benzer bir programa geri dönüyor; Fergus O’Connor’ın endüstriyel hastalıklara karşı tedavi olarak Toprak Planı’na ve 1842’de Stanffordshire’daki eski tip ‘ev yıkma’ ayaklanmalarına ‘sanayi öncesi’ bir toplumun gelenekleri damgasını vuruyordu. Diğer taraftan, Çartist politik örgütlenme, madencilerin ve tekstil işçilerinin endüstriyel hedefleri ve 1842 ‘Plug Plot’ ayaklanmalarındaki Manchester’lı ‘göstericiler’ yeniydi ve ‘ileriye bakıyor’du.

Yine okurlar, modern sanayi toplumumuzda ‘sanayi öncesi’ tipte birçok ayaklanma olayı meydana geldiğini düşünebilir. Örneğin 1914’te Londra’daki Alman fırınları, tıpkı 1780’de Gordon ayaklanmacılarının Romalı Katoliklerin ve onların saygın sempatizanlarının mülklerine saldırması gibi saldırıya uğradı. Batı Avustralya’daki Kalgoorlie’de 1930’lardaki grevci madenciler Durham kömür ocaklarındaki atalarının yüz yıl önce yaptığı gibi maden ocağına giriş makinelerini parçaladı. 1918 Japon pirinç ayaklanmalarına on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa ve İngiltere’de görülen yiyecek ayaklanmalarındaki doğrudan eylem ve halkın fiyat denetimi eylemleri türünden eylemler eşlik etti. Dr. Hobsbawm, yirminci yüzyıldaki ‘Primitive Rebels’ [İlkel İsyancılar] üzerine kitabında halkın arkaik ve kesinlikle ‘endüstriyel’ olmayan protesto biçimlerine dair çok sayıda örnek sunar. 1936’da Meksikalı Cristeros hareketi, Devrimci Savaşlar ve Napolyon Savaşları zamanında İspanya, İtalya ve Tyrol’daki 1793 Vendée köylülerini ve ‘Kral ve Kilise’ hareketlerini anımsatır şekilde İsa Kralı selamladı, radikal burjuvaziyi lanetledi. Ve Amerika’nın kuzey şehirlerinde 1964’den beri patlamakta olan Zenci [Negro] isyanlarına ne demeli? En azından veçheleri itibariyle bunun ‘sanayi öncesi’ ayaklanmadan farklı bir niteliğe sahip olduğu kesin değil mi? Ben cevabın evet olduğunu düşünüyorum. Ama bu neden böyle olmalı ve neden Japon pirinç ayaklanmacıları Japonya’nın ‘sanayi’ aşamasına geçtiğinin kabul edildiği bir dönemde davrandıkları gibi davranmak zorunda olsunlar? Sonuç çıkartmayı okurlarıma bırakıyorum.

 

 


* Alındığı kaynak: George Rudé, Paris and London in the Eighteenth Century: Studies in Popular Protest, New York 1971, The Viking Press

* Çartistlerin 1838’de parlamentoya sundukları bir dilekçe. Dilekçede 21 yaşın üzerindeki erkeklere oy hakkı, gizli oy, parlamento adaylarında aranan belli bir mülke sahip olma koşulunun kaldırılması gibi kimi talepler bulunuyordu. (ç.n.)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar