Ana SayfaArşivSayı 26Bir Kopuş: ‘Temsil’den ‘Öncü’ye

Bir Kopuş: ‘Temsil’den ‘Öncü’ye

Erhan Demircioğlu

Bu yazıda, toplumsal olan ile siyasal olan arasındaki kurucu ilişkinin çeşitli biçimlerde inşa edildiği üç farklı siyaset teorisinin karşılaştırmalı analizini yapmayı deneyeceğiz: İlk olarak temsil ilişkisi merkezli liberal demokratik siyaset teorisi, ikinci olarak öncü ilişkisi merkezli Marksist siyaset teorisi ve son olarak hegemonya ilişkisi merkezli post-Marksist siyaset teorisi.

1. Temsil düşüncesi

Liberal demokratik siyaset teorisine göre temsil ilişkisi, toplumsal olan ile temsil edilen ve siyasal olan ile temsil eden arasındaki kavramsal örtüştürmelere dayanır. Temsil ilişkisinin mükemmelliyetinin ölçütü, temsil etme yetkisi kendisine verilmiş bulunan siyasal kişi, kurum veya aygıtların temsil ettikleri toplumsal grup veya katmanların iradesini olabildiğince saydam ve harici eklemelerden arındırılmış bir şekilde kendinde soğurmayı başarabilmesidir. Hakiki bir temsil ilişkisi, temsilin nesnesinden öznesine doğru tek yönlü bir süreç ve pürüzsüz bir yansıtma işlemi olarak kurgulanır. Bu tip bir yansıtma işlemine dönük asli beklenti, irade aktarımında, herhangi bir içerik kaybı ya da niyet ihlalinin gerçekleşmemesidir. Çeşitli yönleriyle birer “vekalet, benzerlik, çoğaltma, tekrar, ikame ve kopyalama”[1] ilişkisi olarak temsil ilişkisi, siyasal düzeyin haritasını sunan güçler arası ilişkilerin toplumsal düzeyde yaşanan anlaşma veya gerilimlerin cisimleşmesi olduğunu varsayar.

Görülebileceği üzere temsil ilişkisi, siyasal olan’ın toplumsal olan’dan ayrı, özgül bir varoluş ve işleyişe sahip olduğu fikrini kendi mantığı çerçevesinde sakıncalı bulur. Siyasal moment, kamusal müzakerelerle oluşmuş bulunan kararlar konfigürasyonuna potansiyel bir tehdit unsuru içerdiği endişesiyle toplumsal düzeyin alt güdümlü bir uzamına indirgenir. Böylelikle siyasal olan’ın toplumsal olan’a tecavüzünü ortadan kaldırma maksadıyla yapılan bu indirgeme işlemi siyasalın reddi anlamına gelir. Siyasetin alanı, prosedürel olarak belirlenmiş taleplerin mekanik bir yüksek sesle ifadesinden öteye geçmez. Bu bakımdan temsil düşüncesi, karakteristik varsayım ve vargıları itibariyle siyasal karşıtı (anti-politik) bir düşüncedir.

Sayyid, temsil düşüncesi için siyasal öncesi[2] (pre-political) nitelendirmesini kullanmaktadır. Fakat bu nitelendirme, siyasal olmayan (belki de sadece toplumsal olan) bir evreden siyasal olan bir evreye tarihsel bir geçişin gerçekleştiği ve temsil düşüncesinin hükmünü yitirmiş bir siyasal olmayan devirde geçerli iken artık zaman aşımına uğramış olduğu imasını barındırır. Yani bir zamanlar gerekli ve sahici olan temsil, yeni zamanlarda anlamsız ve hatta zararlı bir nostaljidir. Foucault da benzer bir dönemleştirme yapar. Halbuki temsil düşüncesinin siyasal olan’a uyumsuzluğu kronolojik bir sorundan öte, bu ikisinin birbirini dışlayan mekanizmalarla iş görmesine dönüktür.

2. Marx’ın temsil anlayışı

Marx’ın siyasal teorisi, sistematik doygunluğa erişmemiş bir halde ortalıkta olmakta birlikte, temel doğrultusu bakımından temsil düşüncesinin kuramsal çeperini kıramamıştır. Komünist Manifesto’da, proletarya ile komünist parti arasında kurulması uygun olan ilişkileri şu şekilde sıralanır:

Komünistlerin bir bütün olarak proleterler karşısındaki tavrı nedir? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. Tüm proletaryanın çıkarları dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir. Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiçbir sekter ilke getirmezler.[3]

Bu satırların kaleme alındığı dönemde yeniden bir diriliş yaşamakta olan kitlesel ama politik karakteri zayıf hareketler (örneğin, Çartistler) ile oldukça dar, gizli örgütlenme prensiplerine göre işleyen “komplocu” yapıların varlığı öne çıkmaktaydı. Marx, açıkça ve kesin olarak kendi siyasal konumunu ikinci tür yapıların “devrim simyacılıkları”ndan[4] ayırma ihtiyacı hissediyordu. İlk türden hareketlerin reformist ve yer yer uzlaşmaya yatkın konum alışları acil bir sorun teşkil etse dahi, asıl olarak “gerçek güçler”le bağ kurabilme kapasitelerine değer veren Marx, onlara “komplocu” yapılanmalara tanımadığı ölçekte hoşgörüyle yaklaşma eğilimindeydi.

Marx’ın “komplocu” yapılara karşı sergilediği dostane sayılamayacak tutum, kendisinin politik öznelerin tarihsel rollerine ilişkin temel varsayımlarıyla uygunluk halindeydi. Marx’a göre ideal bir komünist partinin belirleyici kriteri, işçi sınıfıyla doğrudan ve organik bir ilişki tesis edebilmekti. Komünist parti, politik taktiklerini sürekli olarak işçi sınıfı hareketinin değişen temposuna göre saptamalı ve bu temponun üstünde bir performans (maceracılık) sergilemeye kalkışmamalıdır. Öyleyse komünist parti, kendine özgü aciliyet ve gerekler hiyerarşisine göre yönünü belirleyen ayrı bir varoluşa sahip olmaktan çok, işçi sınıfı hareketinin alt bileşeni konumundaydı. Marx’ın “tüm proletaryanın çıkarları dışında ayrı çıkarlara sahip olmama” ve “kendine özgü hiçbir sekter ilke getirmeme” gibi maddeleri sıralarken kastettiği, tam da böyle bir tabiyet durumunun politik uygunluğuydu.

Marx’a göre komünist parti, işçi sınıfının gündelik ekonomik mücadelelerinin ve halihazırdaki politik bilincinin temsilcisi olmalıydı. Komünist partinin politik hareket kapasitesine ciddi sınırlar getiren Marx, Molyneux’un gösterdiği gibi belirli bir “iyimser evrimcilik”in[5] verdiği iç huzuruyla yazıyordu. Marx, Birinci Enternasyonal’in en saygıdeğer ve tanınan önderi konumundayken, görece geç bir tarihte şunları söylüyordu: “… İşçilerin yalıtık ekonomik hareketlerinden, her yerde siyasal bir hareket yani kendi çıkarlarını genel bir biçimde, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olma biçiminde gerçekleştirmeyi amaçlayan bir sınıf hareketi serpilip gelişir.”[6] Marx için komünist parti, işçi sınıfının süregiden mücadelelerinde kendini belirli bir düzenlilikle otomatik olarak açımlayan bir sınıf bilinci özünün nihai gerçekleşmesi anlamına geliyordu. İşçi sınıfının Marx tarafından kendisine atfedilmiş politik bilinci, ekonomik mücadelelerin türevi olarak mevcudiyete kavuşacaktı. Miliband’ın da saptamış olduğu gibi Marx işçi sınıfının kendini özgürleştirme (self-emancipation) kapasitesine duyduğu genel bir inançtan güç alıyordu. Ve bu yüzdendir ki, “sınıf, her zaman önde; parti ise bir miktar geride durmalıydı”.[7]

Sonuç olarak Marx’ın politik örgüte atfettiği yükümlülük iki tür temsilcilik arasında salınım yapar: Bunlardan ilki, sınıfın verili dağılımının yansıtılması olarak temsilcilik. Bu anlayış, sınıfın sosyal varoluşu dışında bir siyasi alan tanımlanmasına izin vermeyecek kadar ontolojinin içine gömülüdür. İkincisi ise, sınıfın genel tarihsel çıkarlarının pasif propagandası olarak temsilcilik. Bu anlayış ise ontolojinin tamamen dışına sıçrayarak, siyasal momenti aynı biçimde ıskalar. Her iki anlayış da siyasi olan’ın kurucu karakterine yabancı bir düşünsel zeminde temellenir.

3. Lenin’in kopuşu

Komünist parti ile işçi sınıfı arasındaki ilişkinin kavranması bağlamında Marx’tan Lenin’e geçiş, kuvvetli teorik ve politik yankılar uyandıran bir kopuş olarak yaşandı. 1902 Mart’ında yayınlanan “Ne Yapmalı?” adlı kitap, Liebman’ın sözleriyle, “çağımızın politik tarihinde bir evreye damgasını vuracak”[8] nitelikteydi. Marksist siyaset teorisi açısından temsil sorunsalından öncü sorunsalına doğru gerçekleşen sıçrama, tüm siyasal ufkun sınırlarını yarattığı sarsıntılarla yeniden saptayan bu eserde simgeleşti.

Lenin’in yapıtı, kendi aralarında net bağlantılar bulunan iç içe geçmiş birtakım ayrımlar üzerinde şekillenmişti: Devrimciler örgütü-işçiler örgütü, siyasal mücadele-ekonomik mücadele, bilinçlilik-kendiliğindenlik… Lenin’e göre, yapılmış olan ayrımların ikinci tarafında yer alan unsurlardan dereceli bir başkalaşımla ilk unsurların türeyebileceği fikri, Marksizm’in vulgar bir tarzda ediniminden kaynaklanıyordu. Lenin, ayrımın nesnelerini oluşturan unsurların birbirlerinden farklı ve özgül toplumsal ontolojilere sahip olduğu ve aralarındaki ilişkinin bir yansıma ya da dışavurum ilişkisinden çok daha karmaşık ve belirsiz bir varoluş gösterdiği düşüncesindeydi. Kutuplar arasındaki parçalı çizgili ve geçirgen sınırlar, önceden belirlenmiş ve istikrarlı olmaktan çok, değişken bir hal arz etmekteydiler.

Lenin, ayrımların kutuplarının arasındaki ilişkilerin geçirgenliğini, siyasi mücadele ile ekonomik mücadelenin arasındaki sınırların belirsizliğine verdiği örnekle açıklığa kavuşturur. Lenin, yüzyılın başlarında “sosyal demokrat” hareket içindeki asli rakipleri olan ekonomistlerin dahi bir “siyasi mücadele” anlayışından yoksun olmadıklarını belirtir. Ona göre, “ekonomistler siyaseti tümüyle reddetmezler”[9]; tüm yaptıkları “durmadan siyasetin sosyal demokrat anlayışından trade-unioncu (sendikalist) anlayışına doğru sapmaktır”. Lenin, iki tür siyasetin varlığına (‘politik-politik’, ‘ekonomik-politik’) işaret etmekle bir bütün olarak siyasi mücadele ve ekonomik mücadele arasındaki ayrımı görelileştirir. Diğer bir deyişle Lenin, ayrımların kategorik farklılıklar temelinde değil de, niceliksel ve ilişkisel bir tarzda kurulduğunu söylemeye meylederek, popüler bir Derrida kavramlaştırmasıyla kutupsal yalıtılmışlıkları “yapıbozum”a uğratır.

Bunun yanında Lenin, kurduğu ayrımların kutuplarının arasındaki karşılıklı ilişkinin değişkenliğine ise “bilinçlilik” ile “kendiliğindenlik” arasındaki sınırlarla ilgili verdiği bir örnekle değinir:

…kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır. Yetmişlerde ve altmışlarda (ve hatta 19. yüzyılın ilk yarısında) Rusya’da grevler olmuş ve bunlara makinelerin kendiliğinden tahribi eşlik etmiştir. Bu başkaldırmalarla karşılaştırıldığında doksanların (kendiliğinden) grevleri bu dönemde işçi sınıfı hareketinin yaptığı ilerlemeyi belirtmesi ölçüsünde, ‘bilinçli’ diye bile tanımlanabilirdi. Bu da göstermektedir ki, ‘kendiliğinden unsur’, özünde, tohum halindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir.[10]

Lenin’in bu sözleri, kendiliğindenlik durumundan bilinçlilik durumuna doğru zorunlu bir ilerleme varsayımına dayandığı yönünde bir eleştiriye açık olsa dahi, aslında anlatılmak istenen husus fazlasıyla açıktır: Kendiliğindenlik ile bilinçlilik arasındaki ilişki tarih-aşırı bir düzlemde incelenecek felsefi/metafizik bir karşıtlık değildir. Her yeni dönemde yeniden değerlendirilmesi gerekir.

Lenin, yapmış olduğu ayrımları oluşturan kutuplar arasındaki ilişkinin ebedi bir sınır ihlali şeklinde cereyan ettiğini düşünmesine karşın aynı zamanda kutuplardan birinin diğerini tamamıyla hiçbir zaman işgal edemeyeceğini de belirtir. Kutuplardan birinin denklemdeki göreli ağırlığının artması, diğerinin varoluşunu gereksiz kılmaz. Tam tersine ona duyulan ihtiyacın yakıcılığını daha hissedilir hale getirir. “Yığınların kendiliğinden kabarışı, ne kadar büyük ve hareket de ne kadar yaygın olursa, sosyal demokrasinin teorik, siyasal ve örgütsel çalışması için daha yüksek bir bilinç göstermesi gereği de o ölçüde artar.”[11] Böylelikle Lenin, daha önce eleştiriye açık bir konumda bulunduğunu belirttiğimiz kendiliğindenlik durumundan bilinçlilik durumuna doğru zorunlu bir ilerleme varsayımıyla kendi argümantasyonu arasındaki farkı daha belirgin kılar. Kendiliğindenlik ve bilinçlilik arasındaki ayrımın her yeni dönemde bir önceki döneme özsel bir atıfta bulunmadan yeniden tarif edilmesi gerekir. Kendiliğindenlik hep tikel bir dönemin kendiliğindenliğidir.

Peki kendiliğindenlik ile bilinçlilik arasındaki ilişkisel sınırın her tikel dönemde baştan çizilmesini gerektiren esas ölçüt(ler) var mıdır? Lenin’i izleyerek iki ölçütten söz edebiliriz: Bunlardan ilki kapsamlılığa ilişkindir. İşçi sınıfı kendiliğindenliği, Lenin’in iddiasına göre, tüm sınıf ilişkilerinin tezahür ettiği her türden düzlemin bütünsel kavrayışına varacak bir perspektife sahip olamaz. Bu tip bir kendiliğindenlik, ancak çalışma mekanlarının koşullarının dış çeperini belirlediği parçalı bir perspektif meydana getirebilir. Oysa ki devrimci bilinçlilik, kendini bu köreltici sınırlandırmalardan kurtarabilir ve ulus çapında bir duyarlılığa yaslanabilir. İkinci ölçüt ise kurulu düzenle ve devletle yaşanan antagonizmanın niteliğine ilişkindir. Lenin’e göre kendiliğinden hareket, salt kendi olanaklarına dayanarak ancak sendikal bir mücadelenin fitilini ateşleyebilir. Sendikal mücadele, kimi uğraklarda reformcu ya da devrimci biçimlerde tezahür edebilir, fakat hiçbir zaman iktidarı fethetme/yıkma türünde bir politik yönelime sahip olamaz. Oysa ki devrimci bilinç, çeşitli türden toplumsal unsuru iktidara karşı verilen mücadelenin araçları haline getirerek politik düzeye taşımaya çalışır.[12]

Kendiliğindenci hareketlerle kendiliğinden hareketler arasında çok mühim bir ayrım bulunur. Kendiliğindencilik, bir politik öznenin kendiliğinden hareketlerle kurduğu/kurabileceği özel bir ilişki tarzıdır. Bu bakımdan politik bir öznenin eyleyiş tarzı olarak kendiliğindencilik, “iktidara oynama” konusunda kendiliğinden hareketlerin gösterdiği zaaftan azadedir. Kendiliğindenci hareketlerin kendiliğinden hareketlerle paylaştığı temel nitelik dar-kapsamlılıktır. Lenin’in dönemin Çarlık Rusyası’nda faaliyet gösteren “ekonomistler”i, “iktisadi savaşımın hatırı için siyasal görevleri dar sınırlara hapsetmek”le eleştirmesi çizdiğimiz çerçeveye tekabül eden bir örnektir.

Ekonomistler, proletaryanın savaşımıyla sıkı organik bağ içinde elle tutulur sonuçlar vaad eden somut istemleri dillendirmeyi politik savaşımlarının merkezi etkinliği olarak saptadıkları için temsil sorunsalının dışına çıkamayan bir görüntü sergilemekteydiler. “İktisadi savaşımın kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak” stratejisi, Lenin tarafından çok ağır bir dille doktriner olmakla itham edildi. Lenin’e göre devrimci bir parti, siyasal ufkunu işçi sınıfının konjonktürel etkinliğine göre belirlemeyen bir örgüt olmalıdır. Böyle bir parti, işçi sınıfının içinde eriyip kaybolmamak için onunla esas olarak dışsal bir ilişki kurmayı gözetmelidir. Dışsal bir ilişki, çünkü söz konusu ilişki, belirli işlev ve amaçlarla donatılmış devrimciler örgütü ile ayrı sosyo-politik varoluşa sahip yapı arasındaki ilişkidir. Öyleyse devrimciler örgütü ile işçiler örgütü arasındaki ayrım, kendiliğinden hareketle kurulan iki tür ilişki tarzının -dışsal/organik- örgütsel/politik karşılığı olarak karşımıza çıkmaktadır.[13]

Öncü partinin kitlelerle kurduğu ilişki tarzının adı olarak dışsallık, Lenin’in her zaman siyasal ajitasyonu işçilerin çektiği sıkıntıların en ince ayrıntılarına kadar bilinmesine dayandırma çabası ve aynı zamanda kuru genel ilkeleri ifade etmekle kendilerini sınırlayanlara yönelttiği şiddetli taarruzlar düşünüldüğünde merkezi önemini yitiriyor gibi görünür. Fakat Lenin’in bu uyarıları ve öncü partinin kitlelere dışsallığı düşüncesi arasında bir çelişki yoktur. Leninist bir öncü parti, kendini aşkın bir öznenin keyfiliği ile kitlelerin gündelik yaşam akışının arasında bir konuma yerleştirmeye çalışır. Ayrım şuradadır: Ezilen toplumsal katmanların kendi sorunlarıyla kurdukları ilişki ile öncü partinin o sorunlarla kurduğu ilişki farklı olmalıdır. Leninist öncü parti, toplumsal sorunları bütünleştirici bir bağlamla kendi siyasi söylemine eklemler, çeşitli türden toplumsal rahatsızlıkları olumsal bir hiyerarşiler zincirinin halkaları haline getirerek düzenler ve onları siyasal mücadelenin dilinin gerektirdiği kalıplara tercüme ederek erk ilişkilerinin cereyan ettiği düzleme özgül bir vektör olarak taşır.

Lenin ile birlikte Marksizme bir huzursuzluk dadanmıştır. Lenin’in bize sunduğu genel toplumsal haritada yer edinmiş çeşitli türden parametrelere tanınan özgül ontolojiler ve bu parametreler arasındaki ilişkilere hakim olan daimi belirsizlik hali, pratik-politik Marksist özneleri devamlı olarak “somut durum”un içine atar. Konjonktürel hareketlilik tüm düzeyleri ve onları tanımlayan düzeyler arası ilişkileri yeniden tanımlayarak basılan zemini var ile yok arasında bir niteliğe büründürür. Karşı karşıya bırakıldığımız bu çok boyutlu matrisin nihai bir çözüme kavuşturulamazlığı ve olsa olsa sonsuz bir şifreleme/şifre çözme faaliyetinin yürütülebileceği fikrine Lenin hiç de uzak değildir.

Temsil sorunsalından öncü sorunsalına geçiş, pratik-politik Marksizm’in tarihsel seyri içindeki ideolojik ve olumsal bir vurgu değişikliğine değil; bir bütün olarak toplumsal olan ile siyasal olan arasındaki mütekabiliyet esasını gözeterek inşa edilen siyaset teorilerinden radikal bir kopuşa işaret eder. Öncü sorunsalı, siyasal olan’ın toplumsal “taban”la zorunlu olduğu varsayılan bağlarını kopararak siyasal momentin anlamsızlaştırılmasına karşı durur. Bu bakımdan öncü sorunsalı, siyasal momentten önce varolduğu varsayılan ve sabitlenmiş bir kararlılık gösteren kökleşmiş toplumsal “çıkarlar” anlayışını reddeder. May’ın eleştirel bir gözlem olarak sunduğu fikir Lenin’in katkısını özetler aslında: “İşçi çıkarının, bir öncü tarafından işçilerin deneyimine dışsal olarak tanımlanması Leninizmin mirasıdır.”[14] Söz konusu çıkarlar siyasal süreçler aracılığıyla ve toplumsal olan’a dışsal mekanizmalarla kurulur. Böylelikle öncü sorunsalı, siyasal pratiğin üzerinde işleyebileceği boşluklar yaratarak toplumsal mekanın belirlenmiş bağlam-aşırı işlevler aracılığıyla tanımlanması projesi ile uyumsuz bir yönelime sapar.

4. Post-Marksizmin eleştirisi

Post-Marksizmin öncü sorunsalı ile paylaştığı asli ortak zemin, birinde açık diğerinde daha üstü kapalı ifadelerle de olsa, temsil eleştirisidir. Laclau ve Mouffe, hegemonya kavramının şeceresinin izini sürdükleri çalışmalarında bu kavramın “Leninizmle birlikte, emperyalizm çağında sınıf mücadelesinin cereyan ettiği olumsal ‘somut durumlar’ın gerektirdiği yeni politik muhasebe biçimi içinde bir köşe taşı olduğuna”[15] işaret etmekteydiler. Lenin’in siyasalı indirgenemez bir çoğulluklar matrisinin ortasına çekme hamlesi, aslında post-Marksizmin bulunduğu haliyle temsil sorunsalı ile teorik irtibatı kesme düşüncesiyle önemli paralellikler içermektedir.

Buna karşın Laclau ve Mouffe, Leninist öncü politika anlayışını “otoritaryen bir pratik olduğu” gerekçesiyle reddederler. Onlara göre öncü politika, hegemonik yeniden-düzenlemenin diğer bir olası eklemlenme biçimi olan demokratik pratiklerin baskılanması zemininde kendini var eder. Leninizmle birlikte, iddiaları odur ki, “sosyalist politik pratik içinde her zamankinden daha öncücü ve anti demokratik bir anlayışın ortaya çıkışının, tam da kitle mücadelesinin demokratik boyutunun genişlemekte olduğu momente rastlaması”[16] şeklinde tezahür eden bir paradoks gündeme gelmiştir. Bu garip paradoks, Marksizmin işçi sınıfına epistemolojik gerekçelerle tanınan ontolojik bir ayrıcalıktan kopuşamamasından doğmaktadır. Böylelikle kitleler ile sınıflar arasında ortaya çıkan yapısal yarılma, işçi sınıfının kitle hareketine ve onun da ötesinde ikinci bir ikamecilik hamlesiyle işçi sınıfının öncüsü olarak Bolşevik Parti’nin tüm muhalefet katmanlarına a priori merkeziliği ile neticelenmiştir. Öncü ile kitleler arasındaki ilişkilerin “ağırlıkla dışsal ve manipülatif bir karaktere sahip olması”[17] bu yüzdendir. Laclau ve Mouffe’a göre dışsallık, öncünün kimliğinin mücadelenin çeşitli momentlerinde üstlenilmek zorunda kalınılan hegemonik görevlerden (ulusun birliği, sınıfsal ittifaklar vs.) etkilenmemesi anlamına gelmektedir. Öncü parti, sınıfın nihai ve evrensel çıkarlarının en tam formunun cisimleşmesi olarak kavrandığından, sınıf-dışı politik muhalefet unsurlarıyla etkileşimle ortaya çıkan “olumsallık mantığı” potansiyelleri daha en başından baskıcı bir “zorunluluk mantığı” duvarına çarparak engellenmektedir. Böylelikle Laclau ve Mouffe’a göre Leninizmle birlikte beliren politik kavrayış, iki kutbu eşdeğer olmayan sahte bir düalizm ekseninde salınım yapar haldedir: Tarih-aşırı misyonlar üstlenmiş bir öncünün tutarlı kimliğini herhangi bir melezleşme tehdidine karşı sürekli koruyarak gerçekleştirdiği geçici görevler zinciri olarak politika.

Laclau ve Mouffe, öncü parti ile kitleler arasındaki ilişkiyi iki düzeyde analiz eder: Bunlardan ilki öncü partinin işçi sınıfı dışı toplumsal muhalefet odakları ile ilişkileri ve ikincisi öncü partinin işçi sınıfıyla ilişkisi.

Laclau ve Mouffe’un Leninist öncü partinin işçi sınıfı dışı toplumsal muhalefet dinamikleriyle ancak onların “temsilcileri” vasıtasıyla irtibat kurma pratiği olarak “dışsallık” eleştirilerinde yüksek bir haklılık payı bulunmaktadır. Gerçekten de Çarlık Rusyası örneğinde Bolşevik Parti’nin köylüleri devrimci mücadelenin bir bileşeni olarak değerlendirmek için Sosyal Devrimciler’in mevcudiyetine bel bağlaması gerçeği, siyasi alana konulan “bilimselci” sınırlamalar olarak yorumlanabilir. M. Kayaoğlu’nun Teori ve Politika’nın geçen sayısındaki yazısı bu konuyu ele alıyordu.[18] Siyasi etkileşimin ancak sınıfların doğal “temsilcileri” arasında kurulması düşüncesi aşkın ilkelerin siyasi pratiğe tecavüzü olarak reddedilebilir. Fakat aynı zamanda doğal temsilciler aracılığıyla da olsa farklı türden çelişkilerin birbirine eklemlendirilme ihtiyacı “olumsallık mantığı”nın doğuşunu müjdeler. Böylelikle politik ifadeler literal anlamlarını yitirip simgeselleşerek genel bir popüler muhalefetin “boş gösterenler”i halini alma imkanına kavuşmaktadır.

Bunun yanında Laclau ve Mouffe’a göre, Leninist öncü partinin işçi sınıfının kendisiyle kurduğu ilişki ise “pedagojiktir”. Leninist parti sınıfa önbelirlenmiş bir “sınıf bilinci”ni taşımakla mükellef bir eğitmen gibi çalışır. Bu aşamada, “zorunluluk mantığı” yürürlüktedir.

Bu yüzden Laclau ve Mouffe, öncü politika anlayışı ile temsil anlayışı arasında kategorik bir ayrım görmez. Onlara göre, Leninizm “partiyi, sınıfın –elbette et ve kemikten oluşan sınıfın değil, onun ‘tarihsel çıkarları’nın oluşturduğu özün– temsilcisi”[19] olarak ele almıştır. Böylelikle “otoritaryen pratik, temsil etme ilişkisinin temel politik mekanizma haline gelmesini sağlamıştır.”[20]

Aslına bakılırsa Laclau ve Mouffe’un dillendirdiği bir sınıf özünün taşıyıcılığı olarak temsilcilik düşüncesi, Lenin’e değil de daha çok Komünist Manifesto’nun yazarı Marx’a yakındır. Marx’a göre komünistler, “işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler”.[21] Bu tür pasajlar, arızi olarak Lenin’de de bulunabilir. Fakat Lenin için karakteristik olan, politik öznenin “temsilcilik” görevi ile bağdaşmayan bir yükümlülüğü sırtlanması fikridir.

Her şeyden önce Lenin, “sınıf özü”nden yapılacak tümdengelimlerle verili bir konjonktürün politik gereklerinin saptanamayacağı konusunda çok açıktır. İşçi sınıfının bilincinin yaratılması, tüm toplumsal katmanların davranışsal yönelim ve tepkilerinin her an yeniden tespit edilmesi dolayımıyla olabilir ancak; yoksa işçi sınıfına kendi propagandasını yaparak değil. Aslında Lenin, “siyasal bilinç” ve “sınıf bilinci” arasındaki gerilimin ikincisinin aleyhine olarak çözülmesi yolunda dev adımlar atar. Bu açıdan Leninizmdeki sınıfçı vurgular, hiç de Laclau ve Mouffe’un işaret ettiği gibi “sınıf hegemonyası”nın gerekliliğinden sökün eden “politik otoritaryenizm” tehlikesini reel bir tehdit olarak içeren boyutlara varmaz.

Bu bakımdan “ikamecilik”, korkulacak bir hayalet olmaktan çıkar. Miliband’ın da belirttiği gibi “devrimler sadece bir parça ‘ikamecilik’ barındırmazlar; aynı zamanda fiilen buna muhtaçtırlar.”[22] Devrimler, “çoğunluk tarafından değil, göreli olarak küçük azınlıklar tarafından yapılırlar.”[23] “İkameciliğin” (öncülük) reddedilmesinin ve büyük çoğunluklara içkin bir iradenin kendi sesini doğuracağı düşüncesinin (temsilcilik) ne kadar “ölümcül” sonuçlar doğurabileceğine örnek olarak Miliband, Luxemburg’u gösterir. Alman Komünist Partisi’nin 1918 Aralık’ında yayınladığı bir deklarasyonda şunlar yazılıdır: “Spartaküs Birliği, Almanya’nın proleter kitlelerinin büyük çoğunluğunun sorgulanmaz iradesinin açık bildirisi olmadan iktidarı asla zaptetmeyecektir. İktidar sadece Spartaküs Birliği’nin ilkeleri, amaçları ve taktikleri işçi kitleleri tarafından bilinçli şekilde onaylandığı vakit ele geçirilecektir.”[24] Alman işçi sınıfı hiçbir zaman hep bir ağızdan iktidara yürümedi (yürüyemezdi). Luxemburg ve yoldaşlarının hazin sonu da bilinmektedir. Siyasi bir hareket için öncülük, kaçınılmazdır.

Post-Marksist hegemonya kuramı, temsil nosyonuyla değil öncülük nosyonuyla uyumlu bir yapıdadır. Herhangi bir siyasal hareket, sınırsız sayıda toplumsal virtüelden bazılarını seçip aktif hale getirerek konjonktürel gerçeğe geçici bir düzenlilik verir. Her siyasal hareketin kendi etki gücü ölçüsünde yapabildiği bu fiili yapılandırma işleminin kendisi öncülük; bu işlem esnasında başvurulan anlamlandırma mekanizmaları ise hegemonik pratikleri oluşturmaktadır.

Öyleyse öncülük ile Leninist öncülük arasında bir ayrım kurmak gerekmektedir. Öncülük, sadece Marksist partilerin özel bir tür pratiğine verilen isim olarak değil, siyaset kuramının temel kavramı olarak kurgulanmalıdır. Her siyasal hareket, toplumsal olan’ı kurma kapasitesi ölçüsünde öncü bir misyona sahiptir. Önderlik edenlerle önderlik edilenler arasındaki ayrım, siyasi olan’ın mevcudiyeti için zorunludur. Öncülük başlığı altında Leninist öncü partiler bulunduğu gibi, aynı zamanda kendiliğindenci hareketler de bulunur. Kendiliğindenci hareketlerin siyasetin alanını daraltma eğilimleri ya da kitlelerle içsel bir ilişki kurma niyetleri, onların varlıkları itibarıyla kitlelere dışsal bir gerçeklik olmasını değiştirmez. Leninist öncü ile kendiliğindenci hareketler arasındaki temel fark, edindikleri işlevin niteliğine ilişkin değil (siyasi kuruculuk); bu işlevin bilincinde olup olmamaktan türemektedir. Bu işlevin bilincinde olmak, politikanın aşkın ufkunu genişletmek bakımından çok önemli bir farklılıktır. Fakat çizdiğimiz çerçeve bakımından asli değildir.

Post-Marksizm kendi politik teorileştirmesine uygun bir kavramsal gereç olarak öncülüğü değil, temsili seçmiştir. Tam manasıyla saydam bir temsilin imkansızlığı ve temsil edenin temsil edilenin kimliğindeki orijinal boşluğu doldurduğu düşüncesi, inceltilmiş ya da “kısmi” bir temsil nosyonunun muhafazasıyla sonuçlanmıştır: “Kusursuz temsil düşüncesi, mantıksal bir imkansızlık içerir- ama bu demek değildir ki, temsil bütün bütüne imkansızdır.”[25] Böylelikle bu yeni şekliyle temsilin önceki metafizik arşimet noktalarını keşfetme ve kendini azami bir biçimde sabit zeminlerin yansısı işleviyle sınırlama cenderesinden çıkarak, kurucu misyonunun farkına vardığı iddia edilir.

Toplumsal ve politik olan arasındaki örtüşmezliğin öncülük nosyonuna içkinliği bağlamında düşünürsek, post-Marksist, politik teorileştirmenin neden bu dışsallığı barındırmayan temsil nosyonunda karar kılmıştır? Açıktır ki, öncülük nosyonu temsil nosyonuna nazaran çok daha az çabayla “inceltilebilir”. Muhtemel cevaplardan biri, öncülük nosyonunun taşıdığı ağır ideolojik yükün, post-Marksist siyasetin liberal siyasal söylemle zamanla perçinlenen evliliğine engel teşkil etmesi olabilir:

Mouffe’un son çalışmaları, toplumsal egemenlik ve bağımlılık ilişkilerine ve iktidar pratiklerine son vermeyi hedefleyen bir toplumsal projenin değil de, bu ilişki ve pratiklerin çoğulcu bir demokratik çerçevenin zeminini oluşturduğu, dolayısıyla toplumsal antagonizmaların varlığının ve sürmesinin temel dayanağı olduğu bir ‘radikal demokrasi’nin temellendirilmesine yönelmektedir. ‘Siyasetin zorunluluğu’ ve ‘antagonizmasız bir dünyanın imkansızlığı’ öncüllerinden hareketle, bu koşullar altında çoğulcu demokratik düzenin nasıl kurulabileceği ya da korunabileceği sorusu ortaya atılmaktadır.[26]

 
 


[1] Pauline Marie Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, Çev.: Tuncay Birkan, Ankara 1998, Ark Yayınları, s. 156-157.

[2] S. Sayyid, “Çoğulculuk ve Sivil Toplum, Demokrasi ve İslamcılık”, Çev.: Nigar Bulut-Tuğsuz, Tezkire 24, Ocak/Şubat 2002, s. 88.

[3] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev.: Muzaffer Erdost, 3. Baskı, Ankara 1993, Sol Yayınları, s. 123.

[4] Marx, şu şekilde bir analoji kuruyor: Simyacılıkla kimya bilimi arasındaki ayrımın benzeri komplocu hareketler ve Marksist hareketler arasında da mevcuttur. Nasıl ki simyacılık, kimya bilimi öncesi maddenin iç yapısının üzerine genel bir bilgisizlikten beslenen karmaşık önyargıların bir demeti ise; aynı şekilde komplocu hareketler de genel olarak toplumsal mekanizmalar özel olarak da devrim koşullarının bilgisizliğinden beslenen eskimiş bir politik-pratiğe tekabül eder.

[5] John Molyneux, Marksizm ve Parti, Çev.: Yavuz Alogan, İatanbul 1991, Belge Yayınları, s. 33.

[6] Marx, “Bolte’ye Mektup / 23 Kasım 1871”; Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 2, Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1996, . 56.

[7] Ralph Miliband, Marxism and Politics, 1977, Oxford University Press, s. 120.

[8] Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm-1, Çev.: Osman Akınhay, İstanbul 1990, Belge Yayınları, s. 21.

[9] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev.: Muzaffer Erdost, Ankara 1992, Sol Yayınları, s. 60.

[10] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 35.

[11] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 57.

[12] Norman Geras’ın bilinç ve kendiliğindenlik arasındaki farkların bu şekilde katı bir biçimde sıralanmasına dönük itirazı yerindedir. Geras, bu ayrımların “kapitalist toplumların tarihinin uzun dönemleri boyunca geçerli olmasına” karşın, “işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin saf sendikalizmin ötesine geçebileceğini” söylerken haklıdır. (Norman Geras, “Lenin, Trotskiy ve Parti”, Çev.: Nesrin Tura, Sınıf Bilinci 14, Ocak 1994, s. 73) Aynı zamanda Molyneux da Geras’ın itirazına katılır: “Tarih, işçilerin kendiliğinden ayaklanmalarının sendikalizmden ve sendika politikalarından çok daha yükseklere ulaştığını gösteren pek çok örnekle doludur: Çartistler, Fransa’da 1848 devrimi, Paris Komünü, 1905’te ve Şubat 1917’de Rus işçileri, 1956’da Macar devrimi vs.” (John Molyneux, a.g.e., s. 60-61.) Geras’ın kendisinin de belirttiği gibi Lenin’in bu tarihsel örnekleri çubuk bükme sanatının gereklerine uygun olarak “atlamış” olması, olumsuz teorik çıkarımlara zemin hazırlamıştır. Fakat aynı zamanda yayınlandıktan yüz yıl sonra günümüz Marksizminin bile hala mirasını yediği bu keskin bıçak darbelerinin yarattığı eser, etkililiğini biraz da bu tek yanlılığa borçludur.

[13] Devrimci sendikalizm, kendiliğinden işçi hareketiyle kurulabilecek çok özel bir ilişki tarzını yaşama geçirmesi bakımından kayda değer bir görünüm arz eder. Çünkü devrimci sendikalizm, iki ayrı tür ilişkiyi tek bir ilişki haline sokarak özgün bir karışım elde etmeyi başarmıştır. Kendiliğinden işçi hareketiyle devrimci sendikalizm arasında aynı anda hem dışsal hem de organik bir ilişki mevcuttur. Organiktir, çünkü önsel bir ontolojik ayrıcalıkla tanımlanmış işçi sınıfının doğrudan içinde teneffüs eder, onunla ortak bir “habitus”u paylaşmaya stratejik bir değer biçer. Ama aynı zamanda dışsaldır, çünkü kendini “somut hedefler”in bunaltıcı cenderesinin dışına atar ve Sorel nezdinde kendine “genel grev miti” nosyonuyla işçi sınıfının dağılan bilincini yeniden-düzenlemek gibi ayrıksı bir politik misyon atfeder.

[14] Todd May, Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi, Çev.: Rahmi G. Öğdül, 1. Baskı, İstanbul 2000, Ayrıntı Yayınları, s. 35.

[15] E. Laclau – C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam-Doğan Şahiner, İstanbul 1992, Birikim Yayınları, s. 14.

[16] A.g.e., s. 72.

[17] A.g.e., s. 73.

[18] Metin Kayaoğlu, “Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde”, Teori ve Politika 24-25, Güz 2001-Kış 2002.

[19] E. Laclau-C. Mouffe, a.g.e., s. 76.

[20] A.g.e., s. 76.

[21] Karl Marx-Friedrich Engels, a.g.e., s. 123.

[22] Ralph Miliband, a.g.e., s. 131.

[23] A.g.e., s. 130.

[24] A.g.e., s. 130.

[25] Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, Çev.: Ertuğrul Başer, 1. Baskı, İstanbul 2000, Birikim Yayınları, s. 154.

[26] Necmi Erdoğan, “Metinlerarasılık, Hegemonya ve Siyasi Alan”, Toplum ve Bilim 63, Bahar 1994, s. 51.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar