Ana SayfaArşivSayı 22Küreselleşme: Emperyalizmin En Yüksek Aşaması

Küreselleşme: Emperyalizmin En Yüksek Aşaması

Sınırlarımıza yığınak yapıyorlar. Her şeyimizi yağmalayacaklar. Kafalarını koparmak istiyorum. Ancak buna gücüm yetmiyor”[1]

Mahatair

(Malezya Devlet Başkanı)

 

Yılmaz Sezer

Tarihin epistemolojik kuruluşunda, bir üretim tarzından diğerine geçişte, ‘pratik-politika’nın hiçbir rolü yoktur. Bu cümle totolojiktir; konjonktürel olan ile epistemolojik olan yan yana durmaktadır. Epistemolojik tez, zorunluluğa işaret eder ve burada ‘pratik-politika’ya yer yoktur. Kölecilikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçişin epistemolojik düzlemde bir açıklaması vardır. Aynı şekilde kapitalizmden sosyalizme geçişin de epistemolojik bir izahı olmalıdır. Kapitalizm, kendisini sürekli yenileyen ve tekrarlayan bir yetenekte ve dolayısıyla yeniden üretim yoluyla varlığını sonsuza değin sürdürebiliyor ise, teorik olarak tarihin sonu gelmiş demektir. Bu durumda, sosyalizmden sözetmeye gerek olmayacaktır. Kapitalizmin, ancak politik bir müdahaleyle aşılabileceği savı, ‘teorik olmak’tan çok uzaktır. Bir başka deyişle, epistemolojik düzlemde kapitalizmden sosyalizme geçişin, yani kapitalizmin yıkılışının, sermaye birikim sürecinin doğal bir uzantısı, yani, kapitalizmin kendi özsel dinamiklerinin bir sonucu olması gerekir.

İşte bu nedenle, Luxemburg Marx’ı eleştiriyordu: Sermayenin genişlemesi kuramı, kapalı, kendisini sürekli tekrarlayan bir kapitalizm, Luxemburg’a göre yetersizdir. Luxemburg, kapitalizmin sonsuza değin sermaye birikim sürecini sağlayabileceğini varsaymanın sosyalizmin nesnel temellerini inkar etmek anlamına geleceğini ve sosyalizmi bir ütopyaya dönüştürüceğini söylüyordu. Sermaye Birikimi adlı çalışmasında, emperyalizmin, kapitalizmin içsel dinamiklerinin bir sonucu olduğunu yazıyordu. Onun bu görüşü şöyle anlatılır:

“Kapalı kapitalist bir ekonominin, kapitalist olmayan toplumsal formasyonlara açılmaksızın, ürettiği toplam artık değeri massedemeyeceği için çökeceğini iddia ediyordu. Emperyalizm, kapitalist uluslar arasında, kapitalist olmayan çevre olarak ne kalmışsa, onun için ve onu ortadan kaldırarak yapılan rekabetçi bir mücadeledir ve evrensel kapitalist ilişkilerin sallanmasına ve sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açacaktır”[2]

Luxemburg’un ‘kapitalizmin çöküşü kuramı’, hem Luxemburg hem de başkaları tarafından, politik düzlemde kapitalizmin kendiliğinden çöküşü olarak anlaşılacaktı. Luxemburg, Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları adlı kitabında, Leninist öncü parti kuramını eleştiriyordu. Ona göre, öncü parti kuramı işçilerin kendiliğinden yaratıcı girişimlerini engelliyor ve işçi sınıfını vesayet altına alıyordu. Luxemburg’da ‘kendiliğindenciliğe’ vurgu hep olageldi. Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar adlı çalışmasında, kitlelerin kendiliğinden hareketlerine sınırsız bir güven besliyordu.

Birbiriyle ilişkisiz iki ayrı düzey, epistemolojik ile ontolojik düzey, teori ile pratik diyalektiği (ilişkililiği) olarak ele alındığı ve öyle anlaşıldığı için sözkonusu Luxemburg’cu ‘teorik tez’ ontolojik dünyada ‘politikada kendiliğindencilik’ olarak kabul görecekti.

Lenin, Marx’ın doğrudan izleyicisidir; Luxemburg’un tersine, emperyalizmin politik analizine yöneliyor ve emperyalizm kuramını dünya kapitalist sisteminin siyasal bölünmüşlüğü ile ilişkilendiriyor ve kuram bütünüyle politik sonuçlar içeriyordu. Luxemburg ile Lenin arasındaki ayrım politikada ‘öncü rol’e ilişkindi. Lenin devrimci bir politiker olarak ‘kendiliğindenciliğe’ ve (devrimci olmayan) Kautsky’ci yaklaşıma savaş açıyordu. Lenin ile Kautsky arasındaki polemik, devrimci olan ile olmayanın politik bir kavgası olarak gelişiyordu.

Emperyalizm analizlerinin siyasi mücadelelerle yakın ilişkisi olduğu görülüyor. ‘Reel sosyalizm’in yıkıldığı, uluslararası sermaye hareketlerinin hızının olağanüstü arttığı ve dolayısıyla sermaye birikiminin daha önce görülmemiş bir biçimde yoğunlaşıp merkezileştiği, kapitalizmin ideolojik-politik hegemonyasının bütün dünyayı kapsadığı ve buna karşı devrimci ‘özne’nin[3] bulunmadığı bir dönemde, bir konjonktürde, ’emperyalizm’ üzerine söylenen şeylerin pratik bir önemi bulunmuyor. Söylenen her neyse, doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, düşünce alanının içinde kalıyor ve bu alana özgü tarihe kaydediliyor.

‘Emperyalizm nedir?’ ile ‘ne yapmalı?’ sorularının birbirinden ayrıldığı ve her birinin kendi düzlemlerinde bir şey ifade ettiği alanlar oluşturma imkanı var mıdır? Birinci soru epistemolojik alana, emperyalist kapitalist sürecin analizine; ikincisi ise, ideolojik-politik alana, konjonktüre ilişkindir. Emperyalizmin politik analizi, ‘ne yapmalı?’ sorusuna bir muhatap arar; bir ‘özne’ içerir ya da bir ‘özne’ye işaret eder ve pratik-politik düzeyin bir meselesi olarak varolur.

Epistemolojik tezlerin, pratik, yani ideolojik-politik olarak hiçbir değeri yoktur. Zorunluluğun, kaçınılmazlığın ‘pratik’ algısı çaresizlik, çözümsüzlük ve politikasızlıktır. Zorunluluğun bütün düzeylerde, epistemolojik ve ontolojik düzeylerde; tarihsel süreçte ve ‘tarihsel an’da olduğunu söylemek epistemolojik-felsefi bir vurgudur. Öte yandan konjonktürel bir gerçeklikte, ‘ideolojiler özneleri yaparlar’ tezine uygun olarak, belirli bir anda olumsallık olduğunu ileri sürmek ise ideolojik-felsefi-politiktir. İşte bu birbirinden ayrı iki maddi gerçekliği hesaba katmayan bir analiz birbirinden ayrı iki farklı düzeyi birbiriyle karıştırmış, birini diğerinin yerine geçirmiş olur.

Emperyalizm, pre-kapitalist toplumların kapitalistleşmesini sağlar ve dolayısıyla üretici güçleri geliştirir. Bu epistemolojik bir tezdir. Bu tezin belli bir konjonktürdeki ’emperyalist politikalar’ ile hiçbir ilgisi yoktur. Emperyalizm, pekala, belirli bir tarihsel kesitte ve yalnızca belli bir döneme ilişkin olarak, şu veya bu nedenle, en geri (ideolojik, politik ve ekonomik) yapılarla işbirliği içinde olabilir ve onların varlığını sürdürmelerine izin verebilir. Veya tersi de imkan dahilindedir. Bütün bunlar, politik bir düzlemde mutlak bir olumluluğu ya da bir olumsuzluğu ifade etmezler; olsa olsa politik güç ilişkilerinin bir konusunu oluştururlar.

I.

Marx’ın ’emperyalizm’ üzerine yaptığı çalışmalar, özellikle Hindistan ve İrlanda hakkında yazdıkları incelendiğinde, birbiriyle çelişen iki ayrı yaklaşımın olduğu görülüyor. Marx, İngiliz emperyalizmin Hindistan’da ilerici bir rol oynadığını söylüyor ve bu nedenle, onu olumluyor. Öte yandan, İngiltere’nin İrlanda’daki durumunu ise kıyasıya eleştiriyor ve karşı bir tutum alıyor. Ve dolayısıyla, pratik-politik düzlemde oluşan çelişkili ve son derece problemli bir durum ortaya çıkıyor.

Marx, İngiliz egemenliğini, Hindistan’da daha ileri, kapitalist bir toplum kuracağı için açık açık onaylıyor ve şunları yazıyor:

“İngiltere’nin, Hindistan’da bir toplumsal devrimi yaratırken, ancak en iğrenç çıkarlara göre hareket ettiği ve bunları kabul ettirmede aptalca davrandığı doğrudur. Ama sorun bu değildir. Sorun, insanoğlunun, Asya’nın toplumsal durumunda köklü bir devrim olmaksızın yazgısını tamamlayıp tamamlayamayacağıdır. Eğer tamamlayamayacaksa suçu ne olursa olsun, bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz aleti olmuştur”[4]

Marx, Hint toplumunun Asya tipi üretim tarzına sahip geri bir toplum olduğunu, İngilizlerin bu geri yapıyı dağıtacağını, onun yerine daha ileri bir üretim tarzını, kapitalist üretim tarzını geliştireceklerini söylüyor. Bu nedenle, Marx’a göre, İngiliz emperyalizmi, Hindistan’da kapitalizmin gelişmesini sağlayan ileri bir işlev görmektedir.

Marx, İngiliz emperyalizmine Hindistan’da ilerici rol biçerken, İrlanda’da bunun tam tersini yapıyor; İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun, İngiltere’nin toplumsal kurtuluşunun ilk koşulu olduğunu söylüyor:

“İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi koşullarının belli bir olgunluk derecesine eriştiği tek ülkedir. Dolayısıyla, Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı amaçlar. Çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı bağımsız yapmaktır. Öyleyse Enternasyonalin görevi İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkca İrlanda’dan yana olmaktır. Londra’daki merkez konseyin özel görevi İngiliz işçi sınıfında, İrlanda’nın ulusal kurtuluşu’nun, onlar için soyut adalet ya da insancıl duygular sorunu olmadığı ama kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğu bilincini yaratmaktır”[5]

Marx, İngiltere’de bir işçi devrimi bekliyor ve bu beklenti Marx’ın İrlanda’daki İngiliz emperyalizmine bakışının temelini oluşturuyor. Marx’a göre, İngiltere, kapitalizmin en ileri ve devrimin maddi koşullarının olgunlaştığı tek ülkedir. İrlanda’nın bağımsızlığı, İngiltere’deki devrimi çabuklaştıracaktır.

Marx’ın Hindistan ve İrlanda üzerine yazıları ve bu yazılarda ileri sürdüğü tezler, içinde bulunulan anı dillendirdiği için, belli bir pratik-politik tutumu ifade ediyor. Taban tabana zıt bu iki farklı yaklaşım, birbirini çeler gibi görünmektedir. Marx’ın İrlanda’daki İngiliz sömürgeciliğine karşı tutumu, İngiltere’de devrim beklentisi gibi temel bir politik kaygı ve beklentiden kaynaklanıyor. Oysa Hindistan’a ilişkin analizlerinde bu türden bir politik beklenti ya da kaygı görülmüyor.

Emperyalizm pre-kapitalist toplumların kapitalistleşmesini sağlar ve dolayısıyla üretici güçleri geliştirir. Bu epistemolojik bir tezdir. İşte Marx, politik kaygı ve beklentilerinin olmadığı bir ‘an’da, bu epistemolojik tezi yinelemekte ve böylece epistemolojik tez, pratiğin politik bir değeri haline gelmektedir. Üretici güçlerin gelişmesine pratik-politik bir değer atfeden ‘ilerlemecilik’ de buradan doğar. Oysa, emperyalizmin üretici güçleri geliştirmesi, pratik-politik düzeyin olumladığı ya da olumsuzladığı bir mesele değildir. Aksi halde, Hintli Marksiste Marx’ı tekrarlamanın dışında hiçbir seçenek kalmaz.  

Herhalde, Hintli devrimciler, Marx’ın Hindistan’daki İngiliz emperyalizmine biçtiği ilerici role ‘amin’ demek durumunda olmayacaklardır. Onlar, kendi ‘özne’likleri içinde, Marx’a rağmen Marksizmi savunacaklar, emperyalizme karşı direnecekler ve belki de ‘yenileceklerdir’. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan herhangi bir toplumun emperyalizmin ekonomik, politik ya da sosyal baskısına, sömürüsüne karşı direnmesi en saf haliyle ahlaki-politik bir tutumdur. Pratik-politik tutum, sömürüye ve baskıya razı olmayan, belli bir konjonktürel güç ilişkisinde yer alan politik gücün uygun konum alması ya da alabilmesi ile ilgilidir. Tek ölçü budur.

II.

Emperyalizm analizlerinin siyasi mücadelelerle ilişkilendirilmesi, emperyalizmin, ‘ne yapmalı?’ sorusuyla birlikte ele alınması anlamına geliyor. Hiç kuşku yok, bu aynı zamanda politik bir analizdir. Lenin’in, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı çalışması bunun tipik bir örneğidir. Lelio Basso, Lenin’in eseri ile ilgili olarak şunları yazıyor:

“Lenin bir süre tek kurtuluş yolunu Batı’daki bir devrimde görmeyi sürdürdüyse de, bu umutlar kısa sürede yıkılacaktı. Ama bu umutlar uçup giderken Lenin, devrim ateşini sömürge ve yarı-sömürge Doğu’da körüklemek için elinden geleni yaparak olağanüstü bir stratejik yetenek ve siyasal uyanıklık gösteriyordu. (…) 1916’da yazılan kitap, işçi sınıfını kapitalist iktidardan kesinlikle kurtarmak için, bütünüyle emperyalistler-arası çelişkiler ve emperyalist ülkelerdeki devrim zorunluluğu üzerinde duruyordu. Bununla birlikte dünyanın sömüren ülkeler ve sömürülen ülkeler olarak bölünmesi, kendinde örtük olarak sömürülen ülkelerin sömüren ülkelere karşı bir ayaklanma sonucunu taşıyor, öyle ki köylüler gibi sömürge halkları da, aynı düşmanla savaştıkları için, nesnel olarak metropoldeki devrimci işçi sınıfının bağlaşıkları durumuna geliyordu. Bu sonuç, örtük olarak Rosa Luxemburg ve Buharin’in çözümlemelerinde de vardı, ama bu sonuçtan devrimci eylem pratiğine yönelik tüm stratejik sonuçları yalnız Lenin çıkarabildi. Ve bu durum ona incelediğimiz kitaptaki emperyalizm çözümlemesinin kuramsal değerinden kuşkusuz daha yüksek, eşi benzeri olmayan bir tarihsel değer kazandırıyor.”[6]

Lenin, emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi tezini işliyor ve emperyalist ülkelerdeki devrim zorunluluğu üzerinde duruyordu. Gelişmiş emperyalist ülkelerde beklenen devrim gerçekleşmeyince, Lenin, bu kez sömürge ya da yarı-sömürge ülke halklarının ulusal devrimlerini, emperyalizmi gerileten, mevcut sosyalizmi koruyan ve çevreleyen bir şey olarak ele almaya başlıyor. Lenin’in tezleri, somut durumu ifade eden, konjonktürel güç ilişkilerine bağlı politik analizlerin sonuçları olarak gözüküyor.

Lenin, emperyalizmin kapitalizmin tekelci ve zorunlu bir aşaması olduğunu belirtiyor ve emperyalizmi şöyle tanımlıyor:

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın ulusalararası tröstler arasında paylaşılmasının başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[7]

Lenin’in emperyalizm kavramını, Kautsky’ninkinden ayıran, siyasal bölünmüşlüğe gösterdiği somut yaklaşımdır:

“Sermaye ihracı, Leninist formülasyonda, iktidarları her ülkenin devleti; tarafından temsil edilen farklı yönetici sınıflarca paylaşılmış bir dünya bağlamında gerçekleşir. Sermaye ihracı bu durumda, yönetici sınıflar arası olası çelişkileri ve devletlerin aracılık rollerini de işin işine katar. Bu olası çatışma, kapitalist devletler arasında (kapitalistler-arası rekabet) doğabileceği gibi, kapitalist bir devletle kapitalizm öncesi bir devlet ya da yönetici sınıf arasında da meydana gelebilir; (üretim tarzlarının eklemlenmesi ve ulusal sorun) Lenin kapitalistler arası rekabete özel bir önem vererek, emperyalist dönemdeki birikimin kapitalistler arası bir savaş eğilimini doğurduğuna ilişkin çok merkezi bir politik sonuca ulaşmıştır.”[8]

Kautsky ise, emperyalizmi; “İleri kapitalist ülkelerle geri kalmış ülkeler (tarımsal alanlar) arasındaki ilişkiler olarak tanımlamış ve açık bir şekilde de, ileri kapitalist ülkelerin yönetici sınıfları arasındaki çatışmanın emperyalist dönemde ortadan kalkma eğilimine girdiğini ileri sürmüştür.”

Lenin ile Kautsky arasındaki kavgadan birtakım teorik sonuçlar çıkarmak elbette mümkündür, ancak bu ikisi arasında süregelen kavga’nın teorik değil, bütünüyle politik bir kavga olduğunu belirtmek gerekiyor. Kavga, Birinci Emperyalist Savaş koşullarında, o dönemin politik atmosferinde doğuyor ve dönemin temel özelliği, ‘ne yapmalı?’ sorusuna aranan cevap, olaya damgasını vuruyor.

Lenin, emperyalistler arası rekabetin, savaşı kaçınılmaz kıldığını ve buradan devrimci politikalar üretilmesi gerektiğini ileri sürüyor ve emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesini öneriyor. Kautsky ise, savaşın zorunlu bir şey, yani emperyalist ekonominin zorunlu bir sonucu olmadığını, kapitalist ülkelerin izledikleri militarist bir politikanın sonucu olduğunu söylüyor. Savaşa karşı barışı, eğer savaş bir şekilde gerçekleşir ise ülkeyi, savunmanın proletaryanın çıkarlarına daha uygun düşeceğini ifade ediyor.

Lenin ile Kautsky arasındaki ayrım, devrimci olanla olmayanın ayrımıdır. Lenin devrimcidir, o nedenle, emperyalizmi kapitalizmin ‘son aşaması’ ve ‘can çekişen kapitalizm’ olarak görüyor. Devrimci, içinde bulunduğu konjonktürde ‘devrim’i inatla arayandır; her türlü imkanı seferber eden ve en küçük belirtiyi bile ciddiye alan ve onun üzerinde kafa yorandır. Lenin’de bunlar fazlasıyla var. Lenin, Emperyalizm adlı çalışmasında; Kautsky’yi eleştirirken, Kautsky’nin ‘barışcıl kapitalizm’ anlamına gelen düşsel ‘ultra emperyalizmi’ni ileri sürmesinin yığınları avutmak ve onları kapitalizm konusunda umutlandırmak olduğunu söylüyor. Oysa, aynı Lenin, bir yıl önce Buharin’in Emperyalizm adlı kitabına yazdığı ‘Önsöz’de, ultra emperyalizmin soyut olarak olanaklı olabileceğini yazıyor. Ancak, Lenin, o aşamaya varmadan emperyalist sistemin çökeceğini ve kapitalizmin sonunun geleceğini düşünüyor.

Oysa, Kautsky’nin, hiç değilse savaş koşullarında, bir devrim, bir iktidar arayışı yoktur. Savaşın militarist bir politikanın sonucu olduğu düşüncesi, Kautsky’yi, savaşın barış politikası ile önlenebilir bir şey olduğu sonucuna vardırıyor. Savaşa karşı barış politikası hem gerçekçi ve sonuç alıcı görünmüyor, hem de devrim koşullarında kitlelerin mücadele azmi ve duygusunu köreltiyor. Öte yandan, savaşta ülkenin savunulması gerektiği düşüncesi ise proletarya ile ülke burjuvazisi arasında politik bir bağlaşıklık yaratıyor.

Kautsky, “ultra emperyalizm gerçekleşebilir mi?” diye soruyor ve hemen cevap veriyor: “Bu soruyu yanıtlamamızı olanaklı kılacak yeterli öncüllere sahip değiliz.” Bu soru, bir emperyalist savaş döneminde soruluyor ve dolayısıyla oldukça soyut kalıyor. Kautsky savaşın ileri kapitalist ülkelerin izlediği militarist politikanın sonucu olduğunu ve kapitalizmin kendi çıkarına da uymadığını söylüyor:

“Silahlanma yarışı ve bunun sermaye piyasası üzerindeki istemleri artarak sürmeye devam ederse, savaştan sonra da durum daha iyi değil, daha kötü olacaktır. Böylelikle, emperyalizm kendi mezarını kazıyor. Kapitalizmi geliştirme aracı olmaktan, bir engel durumuna geçiyor. (…) Eğer emperyalizmin şimdiki politikası kapitalist üretim tarzının sürdürülmesi için zorunluysa, o zaman, anılan etkenler yönetici sınıflar üzerinde kalıcı bir izlenim bırakamaz ve onları, kendi emperyalist eğilimlerine farklı bir yön vermeye teşvik edemezler. Ama, bu ancak emperyalizm, her büyük kapitalist devletin bu tür öteki krallıklarla çatışarak kendi sömürge imparatorluğunu genişletme savaşımı, kapitalizmi genişletmenin çeşitli araçları arasından yalnızca birini temsil ediyorsa olasılıdır. Emperyalizmden, Marx’ın bir zamanlar kapitalizmden söz ettiği gibi söz edilebilir: Tekel rekabeti ve rekabet de tekeli üretiyor. Dev fabrikaların, dev bankaların ve milyarderlerin amansız rekabeti küçükleri yutan büyük mali güçler karteli düşüncesine yol açmıştır. Emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından da, onlar arasındaki en güçlünün bir federasyonu sonucu doğabilir ve bu, silahlanma yarışına son verecektir.”[9]

Ve hemen akabinde şu sonuca varıyor: “Bu yüzden, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin bir başka yeni evreyi, kartellerin politikasının dış politikaya aktarılmasını, bir ultra emperyalizm evresini yaşayabilmesi dışlanmış değildir.”[10]

Aslında, Kautsky zihin jimnastiği yapıyor. Onu bu yola iten neden, savaşa karşı almış olduğu merkezci politik tutumudur. Savaş öncesi, savaşa karşı barışı, savaşta da ülkeyi savunmak gerektiğini yazıyor:

“Kendi ülkesinin düşmanının kendi sınırlarını aşmasını önlemekte, böylece en amansız biçimiyle, düşman istilası biçiminde savaşın dehşet ve yıkımını önlemekte her ülkenin ve her ülke proletaryasının ivedi bir çıkarı vardır. Her ulusal devlet içinde, proletarya da kendi ulusal alanının bağımsızlık ve birliğini korumak için tüm enerjisini kullanmalıdır. Demokrasinin, proletaryanın savaşımı ve zaferi için zorunlu olan bu temelin elzem bir parçası budur.”[11]

Kautsky, ‘ultra emperyalizm’ savını buradan geliştiriyor. Bir tür çaresizliğin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Kautsky, devrimci politikayı bir kenara bırakıyor ve bundan sonra olabilecek gelişmeleri tahmin etmeye yöneliyor.

Savaşa karşı, ’emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi’ şeklinde devrimci bir politika öneren Lenin’i, uluslararası bir üne sahip Kautsky’nin bu tutumu öfkelendiriyor:

“Kautsky’nin teorisinin tek nesnel, yani gerçek toplumsal önemi şudur: en gerici amaçla, kapitalizm içinde sürekli barışın olanaklı olduğu umudunu uyandırarak, dikkatleri günün keskin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından çevirip, gelecekteki düşsel bir ultra-emperyalizmin yalan umutlarına doğru yönelterek yığınları avutmak.”[12]

Kautsky’nin tutumu, umut kırıcı ve dağıtıcıdır. Lenin, somut durumdan ‘devrimcilik’ çıkarmaya çalışırken; Kautsky, somut duruma boyun eğen bir politik yaklaşım sergiliyor. Lenin, Buharin’in kitabına yazdığı ‘Önsöz’den sonra, ultra emperyalizmin soyut olarak olanaklı olduğunu hiçbir zaman dilegetirmiyor. Kautsky’nin ‘soyut düzey’de de önünü kesmeye çalışıyor:

“Kautsky’nin bayağılık akan küçük burjuva fantezilerine göre değil de kapitalist sistemin gerçeklerine göre hangi biçime bürünürse bürünsün, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, inter-emperyalist ya da ultra-emperyalist ittifakları, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin mütarekeleri olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak biri ötekini koşullandırır (…) Kautsky, emperyalist barış dönemleriyle emperyalist savaş dönemleri arasındaki diri bağlantıyı göstermek yerine, işçilere ölü bir soyutlama sunmakta, onların ölü liderleriyle uzlaşmalarını istemektedir”[13]

Lenin ile Kautsky arasındaki ‘ultra emperyalizm’ tartışmaları pratik-politik düzeyde sürmektedir. Bir başka deyişle, Kautsky’nin kahince ileri sürdüğü ‘ultra emperyalizm’, ne Kautsky, ne de Lenin tarafından teorik olarak ele alınıp incelenmiş ve tartışılmış değildir.

İlginç bir gelişme yaşanıyor; İkinci Emperyalist Savaş’tan sonra, ’emperyalizm’ sözcüğü, yoksul, zayıf ülkelerin güçlü ülkeler tarafından sömürülmesi ve baskı altında tutulması anlamında kullanılmaya başlıyor. Kautsky’nin adı anılmaksızın, hatta çoğu zaman, Lenin referans gösterilmek suretiyle bir tür ‘ultra emperyalizm’ savı yineleniyor.

Kautsky, emperyalizmi ileri endüstriyel ülkeler ile geri kalmış tarım ülkeleri arasındaki ilişkiler olarak tanımlıyor ve ileri kapitalist ülke yöneticileri arasındaki çatışmaların emperyalist dönemde zaman içinde ortadan kalkacağını belirtiyor.[14] İşte İkinci Emperyalist Savaş’ın sonundan itibaren Kautsky’nin bu temel tezleri, emperyalizm literatürünü oluşturmaya başlıyor: Merkezinde Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu emperyalist ülkeler azgelişmiş ülkeleri sömürüyor, ekonomilerini bağımlılaştırıyor ve baskı altında tutuyor. Ultra emperyalizm, tekeller arasındaki rekabetin tekellerin birleşmesine yol açacağı savına dayanıyor ve böylece kapitalizm, serbest rekabet döneminden tekelci kapitalizme, tekelci kapitalizmden tekelci emperyalizme uzanan bir gelişimi izliyor.

III.

Boratav, ‘küreselleşme’yi emperyalizmin yeni ‘adı’ olarak niteliyor ve emperyalizm olgusunun olduğu gibi sürdüğünü, ancak niteliksel sayılabilecek bazı dönüşümlere uğradığını ifade ediyor ve bunları üç grupta topluyor:

“Birinci yenilik, bazı kuruluş ve örgütlenmelerin (IMF, Dünya Bankası, OECD, G7 gibi) kapitalist dünya sisteminin tümünü kapsayacak üstyapılar biçiminde roller üstlenmiş olmasıdır. İkinci yenilik, üçüncü dünya ülkeleri üzerinde icra edilen etkilerin yönüne ilişkindir. Ana hedef ulusal ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olmuştur. Üçüncü dünya devletlerinin pek çoğu ekonomik ve sosyal politikalar alanlarında artık tam anlamıyla hükümran sayılamazlar. Üçüncü yenilik, geleneksel iktisadın ‘uluslararası faktör hareketleri’ diye adlandırdığı olgu ile ilgilidir. Sermaye hareketlerindeki hızlı gelişme ve serbestleşme ise, sadece metropol sermayesi için değil, çevre ülkelerin burjuvaları için de yeni olanaklar getirmektedir. Özellikle kısa vadeli ve spekülatif sermaye hareketlerinin olağanüstü boyutlarda arttığı bir dönemde, çevre ile metropoller arasındaki emek hareketleri giderek engellenmektedir.”[15]

Boratav bu üç grupta topladığı niteliksel değişimlerin ekonomik, politik ve ideolojik sonuçlarının olduğunu söylüyor. Sermaye uluslarasılaşırken, emek ulusal ölçeğe sıkışmış bir halde varolabiliyor. Sermayenin artan hareketliliği karşısında, emekçiler, sermayenin geride bıraktıklarıyla yetinmek zorunda kalıyorlar. Doğal olarak, bu, emek maliyetlerinin bastırılması anlamına geliyor.

Sermaye yapısı gereği akışkandır; kendiliğinden merkezileşme ve uluslararasılaşma eğilimi içindedir. Öte yandan, politik karar ve düzenlemelerle sermaye üzerindeki kısıtlamalar ortadan kaldırıldıkça geleneksel ulusal sermaye adım adım uluslararasılaşır ve kozmopolitleşir. İçinde bulunduğumuz konjonktür, ulusal sermaye-uluslararası sermaye ayrımının ortadan kalktığı ve bu ayrımın politik olarak önemini yitirdiği bir dönemdir. Boratav’ın bu saptaması yerindedir. Ancak, Boratav, bir ulusal devletin varlığının korunmasında nesnel çıkarları olan başlıca toplumsal gücün emekçiler olduğunu söylüyor ve ulus-devletin sahipliğini emekçi kesimlere yüklüyor. Öte yandan, Boratav’ın deyişiyle, küreselleşmeyen, emekçi sınıflar dışında ulusal sınırlar içinde kalan kırsal ve kentsel küçük burjuvaziden oluşan bir koalisyonun, ideoloji düzleminde, kaçınılmaz olarak köktendinciliği ve faşizan milliyetçiliği içereceğidir.[16]

Başında ABD’nin bulunduğu IMF, Dünya Bankası, vb. uluslararası kurum ve kuruluşlar dünya kapitalist sisteminin üstyapısal kurumları olma rolünü üstlenmeye başlamışlardır. Bu, dünya kapitalist sisteminin merkezileşme eğilimi içinde olduğu ve daha merkezden yönetilmeye başlandığı anlamına geliyor. Burada, Kautsky’yi ve onun ultra-emperyalizmini bir kere daha anmak gerekiyor.

Boratav’ın analizi, ulusal ekonomi/ulus devlet ile uluslararasılaşan sermaye arasındaki ilişkinin bir karşıtlık ilişkisi oluşturduğu varsayımına dayanıyor. Devlet ve ekonomi arasındaki ilişkinin liberal açıklamasına tepki olarak doğuyor. Liberal eleştirinin özü şudur: Devlet, yapısı itibarıyla, üretimin ve pazarın rasyonel yönetimini sağlayamaz. Bu nedenle ekonomiden elini çekmeli ve küçülmelidir. Öte yandan, pazar ve sermaye birikimi küreselleşmiştir. Bu durumda, sermayenin politik ve idari yönetimi mekan bağımlı devletin kontrol ettiği ulusal sınırlar içinde gerçekleşemez.

Boratav, bu liberal söylemin ana hedefinin ulusal ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olduğunu söylüyor. Ve buna bağlı olarak da uluslararasılaşan ve kozmopolitleşen ‘ulusal sermaye’yi bir kenara koyarak, ulusal devletin korunmasında nesnel çıkarı olan başlıca toplumsal gücün emekçiler olduğunu belirtiyor.

Sermaye birikim sürecinde sorun yaşandığı ve kar hadleri düştüğünde krizler ortaya çıkıyor. Kapitalizmin krizleri, ‘özel mülkiyet’ ve ‘piyasa’nın yeniden düzenlenmesini ve yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılıyor.[17] Bu, toplumsal iktidar mücadeleleriyle ilişkili politik bir meseledir. Kapitalist devlet, kapitalizmin krizlerinde ‘özel mülkiyeti’ ve ‘piyasa’yı yeniden yapılandırıyor ve bunu yaparken kendi yapısı ve işlevi itibarıyla da yeniden yapılanıyor:

“Kapitalist ekonominin gerek ortaya çıkışı ve gerekse sürekliliği toplumsal iktidar mücadelelerinden bağımsız değildir. Pazarın toplumdaki temel örgütleyici yapı haline gelişi ancak, gerekli ilişkilerin iktidar mücadeleleri yoluyla kurumsallaştırılması ve garanti edilmesi ile mümkün olur. Dengeli ve etkin pazar ilişkilerinin ortaya çıkması, neo-liberallerin iddia ettiği gibi devlet müdahalesinin yokluğunda değil, bizatihi devlet müdahalesi ile gerçekleşir. (…) Devlet aynı zamanda sermaye içi ve sermaye ve emek arasındaki çatışmaları düzenlemek gibi daha doğrudan politik işlevler de üstlenir.”[18]

Liberal söylemin tersine, ekonominin düzensizleştirilmesi ve özelleştirme, tıpkı kamulaştırma ve ekonominin düzenlemesi gibi devletin ekonomiye müdahalesi oluyor. Kapitalist devletin ekonomiye müdahalesinin türleri arasında seçim yapmak ya da birini diğerine tercih etmek, kapitalizmin krizlerinin nasıl aşılacağı ile ilgilidir ve kapitalizmin içinden konuşmak anlamına geliyor.

Liberal söylemin eleştirisi şöyledir: Pazar ve sermaye birikiminin küreselleştiği bir konjonktürde, bunların politik ve idari yönetimi ulus-devletin kontrol ettiği alanlar içinde gerçekleşemez. O halde, ulus-devlet, küreselleşmenin gereklerine uygun bir biçimde politik ve idari bakımdan yeniden yapılanmalıdır. İşte bu liberal söyleme karşı geliştirilen ve Boratav’ın dilegetirdiği halkçı-ulusalcı tez, ulusal ekonomi/ulus devlet ile uluslarasılaşan sermaye arasında bir karşıtlık ilişkisi olduğu varsayımına dayanıyor.

Hirst ve Thompson, son yıllardaki değişmelerin önemli kurumsal ve işlevsel sonuçlar doğurabileceğini ifade ediyor ve ulus-devletin yönetim kapasitelerinde ciddi bir biçimde azalma olmasına rağmen, esas kurum olma niteliklerini yitirmediklerini, uluslararası koşulların gereklerine uygun bir ulus-devlet olarak yeniden yapılandıklarını belirtiyor:

“Hem ulusal hem uluslararası düzeyde ulus-devletler ekonomik yönetişimde önemli rol oynayacaklardır. Yeni uluslararası pazar yönetişimi biçimleri ve diğer ekonomik süreçler, başlıca ulusal yönetimleri gerektirmektedirler. Devletler artık daha az ‘egemen’ varlıklar olarak işleyeceklerdir, uluslararası ‘idare’ye de daha çok katılacaklardır. Ulus-devletin esas işlevi, ulus-üstü ve ulus-altı yönetişim mekanizmalarının sorumluluklarını tanımlamak ve meşrulaştırmak olacaktır. Devletin sınırlar üzerindeki özel kontrolü uluslararası pazarlar ve yeni medyalar nedeniyle azalmış olsa da, sınır kontrolünün büyük bir kısmının sağlanmasında, kitlelerin denetiminde temel rol hala devlete aittir. İnsanlar, paradan, mallardan ve fikirlerden daha az hareketlidirler: Bir bakıma ‘ulusallaşmış’lıklarını korurlar.”[19]

Burada önemli olan husus şudur: Sermaye, uluslararasılaşırken; doğal olarak bir politik aygıt olan devleti, uluslararasılaşma sürecine uygun bir biçimde yeniden yapılandırıyor. Bu durumda, işlevi ve rolü itibarıyla, ‘uluslararasılaşan bir devlet’ten, hiç değilse, devletin uluslararasılaşan bir eğiliminden sözetme olanağı vardır.

Boratav, küreselleşme ideolojisinin güçlü bir hegemonya oluşturduğunu ve mevcut sol akımların buna karşı tutum almakta zorlandıklarını ifade ediyor:

“Güncel sorunlara işlevsel yanıtlar arayan ve bulamayan ‘sol’ akımlar küreselleşmeyi önce kaçınılmaz, karşı durulamaz bir süreç olarak; adım adım da ‘hayırlı’ bir dönüşüm olarak görmeye başlıyor ve hızla ideolojik teslimiyete sürükleniyorlar.”[20]

Zorunluluk ve kaçınılmazlığın pratik algısı, pratik uzantısı teslimiyet oluyor. Boratav’ın söylediğinin tersine bir de direnenler var; onlar, dünyanın değişmediğinde, dünyanın halen Marx ve Lenin’in tanımladığı biçimiyle sürdüğünde ısrarlılar; ve aynı argümanları tekrarlayarak, ‘küreselleşme’nin günümüzde salt bir ideoloji olduğunu, dolayısıyla bir zorunluluktan, kaçınılmazlıktan sözedilemeyeceğini ileri sürüyor ve ona karşı direniyorlar. Birinciler, teslimiyetçidir; saf değiştiriyor ve zamanla karşı tarafa geçiyorlar. İkinciler, öyle ya da böyle inatla direniyorlar.

Devrimcilik, ‘devlete karşı’ konum almaya göre tanımlanıyor. Devletin sınıfsallığını ve sınıfsal olarak örgütlenmiş politik bir aygıt olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda, kapitalist ulus-devlet bir yandan uluslararası sermayenin ‘küreselleşme’ ideolojisine uygun olarak, egemenlik alanlarını ekonomik, sosyal ve politik bakımdan yeniden yapılandırıyor; öte yandan buna uygun bir biçimde kendisi de yeniden yapılanıyor. Süreç, emperyalizmin ikinci, ‘tekelci’ dönemine uygun olarak gelişiyor. Anti-emperyalist mücadelenin, aynı zamanda iç mücadele olduğu biliniyor. Bu ayrımın daha silikleştiği, iç mücadelenin doğrudan anti-emperyalist mücadele olduğu bir sürece doğru hızla gidiliyor.

Küreselleşmeye karşı direnenlerin bir bölümü ulus-devleti savunuyor ve bunu ‘stratejik’ bir mesele olarak görüyor. Diğerleri, devrimciler ise, bir politik aygıt olan devleti bütünüyle karşılarına alıyor. Keynesçi refah devleti ile küreselci devlet arasında tercih yapmanın kapitalizm içinden konuşmak anlamına geldiğini ifade ediyorlar. Ulus-devleti savunanlar, Keynesçi refah devletini öne çıkarıyorlar. Oysa, her ikisi de, Keynesyen ya da küreselci devlet, kapitalizme özgü dinamiklere dayanıyor. Kapitalizmin bugün ulaşmış olduğu noktada ‘Keynesyen devlet’in hiçbir şansı bulunmuyor.

Devrimcilerin yanında yer alarak, ‘küreselleşme’nin, daha doğru adıyla ‘tekelci emperyalizm’in kaçınılmaz ve zorunlu olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunun çok kolay olmadığı açıktır; her şeyden evvel küreselleşme tamamlanmış bir süreci değil, bir eğilimi ifade ediyor. Bu nedenle, daha çok teorik düşünmek gerekiyor. Serbest rekabetten tekelci rekabete ve oradan da üretimin uluslararasılaşmasıyla birlikte, tekel birleşmelerine giden kapitalist bir gelişim çizgisi sözkonusu oluyor. ‘Küreselleşme’nin kaçılmazlığı ve zorunluluğu epistemolojik olarak anlaşılmalıdır. Kapitalizmin serbest rekabet döneminde, kapitalist üretim tarzından sosyalizme geçilebilseydi, bu mümkündür, emperyalizm için bir zorunluluktan sözetme olanağı kalmayacaktı. Aynı şekilde, emperyalizmin birinci dönemi sosyalizm ile aşılabilseydi ve ‘reel sosyalizm’ çökmeseydi; ikinci dönemi, ‘küreselleşme’yi, doğru adıyla ‘tekelci emperyalizm’i tartışmak ve onun zorunlu olduğunu söylemek durumunda olmayacaktık. Lenin’i taklit ederek, ‘küreselleşme’yi emperyalizmin en yüksek ve belki de ‘son’ aşaması olarak tanımlamak mümkün hale geliyor.

 

 


[1] Aktaran: İbrahim Karagül, Yeni Şafak Gazetesi, 22 Nisan 2001

[2] Norman Geras, “Luxemburg”, Çev.: Uygur Kocabaşoğlu, Tom Bottomore (der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s. 374

[3]Devrimci özne kendi haliyle her zaman vardır. Burada kastedilen, belli bir konjonktürel güç ilişkisinde güç, yani, konjonktürün öznesi olamamaktır.

[4]Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliği”, Marx-Engels, Sömürgecilik Üzerine, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Ankara 1997, s. 40.

Marx bir başka yazısında şunları söylüyor: “İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır: biri yıkıcı, öteki yenileyici, eski Asyatik toplumun ortadan kaldırılması, ve Asya’da batı toplumunun maddi temellerinin atılması.” (Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliği’nin gelecekteki Sonuçları”, Marx-Engels, a.g.e., s. 87). Aynı yazının devamında şunları yazıyor: “İngiliz burjuvazisi, Hindistan’da, ne halk yığınını özgürleştirmeye ne de toplumsal koşullarını maddi olarak iyileştirmeye zorlanacak, çünkü bu, yalnızca üretici güçlerin gelişmesine değil, halkın bunlara sahip olmasına da bağlıdır. Ama her ikisinin de gerçekleşmesinin maddi koşullarını yaratmaktan geri duramayacaktır.” (A.g.e., s. 91)

[5]Marx, “S. Meyer ve A. Vogt’a 9 Nisan 1870 tarihli mektup”, Marx-Engels, a.g.e., s.359.

Marx, bir başka yerde de İrlanda ile ilgili olarak şunları yazıyor: “Eğer İngiltere, toprakbeyliği’nin ve Avrupa kapitalizminin bulwark’ı (kalesi) ise, resmi İngiltere’ye ağır bir darbe indirilecek tek yer İrlanda’dır. İlkin, İrlanda, Ingiliz toprakbeyliğinin bulwark’ıdır. O İrlanda’da yenilirse, İngiltere’de de yenilecektir. İrlanda’daki ekonomik savaşım tamamıyla toprak mülkiyeti üzerine yoğunlaştığı için, bu savaşım aynı zamanda ulusal nitelikte olduğu için ve halk burada İngiltere’dekinden daha devrimci ve daha öfkeli olduğu için, bu yüz kez daha kolaydır. İrlanda’da toprakbeyliği, yalnız İngiliz ordusu tarafından korunmaktadır. Iki ülke arasındaki zoraki birleşme sona erdiği an, İrlanda’da, hemen, eski biçimlerde de olsa, bir sosyal devrim patlak verecektir. Ingiliz toprakbeyliği yalnızca büyük bir zenginlik kaynağını değil, ama ayrıca İngiltere’nin İrlanda üzerindeki egemenliğini temsil eden en büyük manevi gücünü kaybedecektir. Öte yandan, Ingiliz proletaryası, kendi toprakbeylerinin İrlanda’daki gücünü koruyarak, onları, bizzat İngiltere’de yenilmez duruma getirmektedir. Ikinci olarak, Ingiliz burjuvazisi yoksul İrlandalıların zorunlu göçü ile İngiltere’deki işçi sınıfını baskı altında tutmak için yalnızca İrlandalıların yoksulluğunu sömürmekle kalmamış, proletaryayı da iki düşman kampa bölmüştür. Kelt işçisinin devrimci ateşi, sağlam ama yavaş Anglo-Sakson işçisinin yapısına uymamaktadır. Tersine, İngiltere’de bütün büyük sanayi merkezlerinde İrlanda proletaryası ile Ingiliz proletaryası arasında derin bir karşıtlık vardır. Ortalama Ingiliz işçisi, İrlandalı işçiden, ücretleri ve yaşam standardını düşüren bir rakip olarak, nefret etmektedir. İngiltere’deki proletarya arasındaki bu uyuşmazlık, burjuvazi tarafından yapay olarak beslenmekte ve desteklenmektedir. Bu bölünmenin, gücünü korumanın gerçek sırrı olduğunu bilmektedir”. (Marx, “Gizli Not”, Marx-Engels, a.g.e. , s. 287-288)

[6]Lelio Basso, “Emperyalizm Kuramı ve Lenin”, Çeviren: Kenan Somer, Marksizm ve Gelecek, Sayı 2, 1994, s. 117

[7]Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çeviren: Cemal Süreya, Sol Yayınları, Onuncu Baskı, Ankara 1998, s. 101

[8] John Weeks, “Emperyalizm ve Dünya Pazarı”, Çev.: Şahin Kahveci, Tom Bottomore (der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul 1993, s.191-2

[9]Karl Kautsky, “Emperyalizm”, Seçilmiş Politik Yazılar, Derleyen: Hatrick Goode, Çeviren: Celal A. Kanat, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 97

[10]Kautsky, a.g.e., s. 97

[11] A.g.e., s. 103

[12]Lenin, a.g.e., s. 133

[13] A.g.e., s. 134-135

[14]İkinci Emperyalist Savaş’tan itibaren ellibeş yıldır, emperyalist devletler arasındaki rekabetin şu veya bu nedenle, bir emperyalistler arası yeni bir savaşa dönüşmediği gerçeğini bir olgu olarak saptamak gerekiyor.

[15]Korkut Boratav, “Emperyalizm mi, Küreselleşme mi?”, E. Ahmet Tonak ve diğerleri, Küreselleşme, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2000, s. 20-22

[16]Boratav’ın da temsil ettiği aydınlanmacı solculuğun dinci ve milliyetçi ideolojileri reddetmekten başka kitleler nezdinde yapabileceği hiçbir şey yoktur. Çünkü onlara göre, ideolojiler tarihseldir; ideolojiler tarihin ilerlemeci mantığı içinde iş görürler ve dolayısıyla bir ortaçağ kurumu olan dinin ve onun ideolojisinin politik bakımdan hiçbir ilerletici yanı yoktur. Devrimcilik esasen pratik bir iştir. Devrimcinin içinde bulunduğu toplumdan başka bir toplumu yoktur. Devrimci politik gerçeğini tanımak ve yeniden oluşturmak zorundadır. Teorik-politika bakımından tarih-dışı ideolojilerin taşıyıcılık dışında hiçbir işlevi yoktur. Tarih-dışı ideolojiler tarihsel olarak ne taşıyorlarsa ona göre biçimlenir ve rol alırlar. Aynı ideolojilerin taşıdığı yükleri değiştirmek devrimcilerin işi olmalıdır. Aydınlanmacı solculuğun da anlayacağı dilde söylersek; en ‘geri’ ideolojilerin en ‘ileri’ işlevler gördüğü; en ‘geri’ ideolojilerle en ‘ileri’ politikaların taşındığı ve birleştiği tarihsel momentler vardır.

[17] ‘Üretim yapıları nasıl örgütlenmelidir ve bu yapıların temel güdüleyici ilkeleri neler olmalıdır?’ sorusu, temeldir. Kapitalizmin ideologlarına göre bu sorunun cevabı bellidir: Üretim yapıları ‘özel mülkiyet’ ve ‘piyasa’ esasına göre örgütlenmelidir. Özel mülkiyeti güdüleyen ‘özel çıkar’, piyasayı güdüleyen ise ‘rekabet’tir. Kapitalizm savunucuları, ‘özel çıkar’ın insanın doğasından geldiğini ve insana içkin olduğunu söyleyerek, kapitalizmi insani varoluşun bir gereği, zorunluluğu sayarlar. Marx, insanın toplumsal olarak belirlendiğini söylüyor. Kapitalistin kar güdüsü, onun insani doğası değil, toplumsal olarak belirlenmiş özelliği oluyor. ‘Özel çıkar’ın güdülemediği üretim yapılarının olabilirliği imkanlı hale geliyor. Elbette, ne geçmişte ne de bugün bu tür bir örnek yoktur. Ancak, Marx’ın bu tezi ezilenlerin teorik tutamağıdır; bunun dışında, ezilenler için başkaca bir ‘iktidar ideolojisi’ bulunmuyor.

[18]Şerife Geniş, “Küreselleşme ve Devlet”, Mürekkep, Sayı: 15, s. 60

[19]Paul Hirst-Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Çeviren: Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi Yay., Ankara 1998, s. 204

[20]Boratav, a.g.e., s. 25

Yazarın Diğer Yazıları

1 Yorum

Yoruma kapalı.

Aynı kategoriden yazılar