Ana SayfaArşivSayı 19-20Anarko-Sendikalizm Üzerine Ayrımlar

Anarko-Sendikalizm Üzerine Ayrımlar

Serhat Gültekin

KESK’i oluşturan 20’yi aşkın sendika, farklı işkolu örgütlenmeleriyle, farklı sosyal-siyasal manzumeler sergileyerek, ama esaslı birleşik-politik bir güç oluşturamadan on yıllık sürecini tamamladı.

Solun kendine gelmeye, politika yapma olanaklarını araştırmaya başladığı 1984 sonrası, ilk mücadele durakları meslek odaları ve dernekler olmuştu. Örgütleriyle bağları kopan tek tek devrimcilerin ve solcuların, “düzenin hukuki ve siyasal boşluklarından yararlanma” söylemiyle ve Uluslararası Sözleşmeleri de arkalarına alarak başlattıkları meslek örgütlenmeleri, Kamu Çalışanları Sendikal Örgütlenmesiyle bağıtlanmıştı.

1980’li yılların sonlarında solun hemen tamamı az çok eşit politik olanaklara ve eşit örgütlü güçlere sahipti. Sendikal girişim, artık birer meslek sahibi olan, düzenli hayatlara kavuşan ‘iş-güç sahibi solcular‘ın 12 Eylül sonrası günlerde risksiz alanlarda politika yapma, kendini yeniden politikada ifade etme olanaklarını yarattı. Sendikal girişim, diğer yandan sol siyasal tarihte yeni bir dönemin başlangıcına da işaret ediyordu.

Yeni bir dönemde yeni mücadele olanaklarını gündeme getireceğine inanılan sendikal girişim, sanılanın aksine kısa bir süre içerisinde geleneksel sol-ideolojik kalıplarına dönerek, sendikal politika yapmak yerine, dogmacı alışkanlıkların tartışıldığı mekânlar haline geldi. Devrimci ve sol örgütlerin sosyal yapının diğer kesimlerinde doğal olarak (işçi sendikaları, mahalleler vb.) yer edinememesi, yine bu örgütlerin kendilerini bu alanda zahmetsizce ve yeni bir argüman geliştirmeden ifade edebiliyor olmaları (çünkü kurucuları ve ilk yöneticileri devrimci ve sol örgütlerin yakınında duran kişilerdi), “devrimciler örgütünün” kitlesi olarak kamu çalışanları sendikalarını ortaya çıkardı.

Konu, 1990-95 döneminin önemli tartışma başlıklarına bakıldığında daha anlaşılır olacaktır: Sendikal mücadelede meşruluk ve meşruiyet. (Bu çizgi, hem düzenli hayatların risksiz siyaset anlayışına hem de sol tarihin ıslah edilmesi projesine denk düşüyordu.) Kitle sendikacılığı mı, sınıf sendikacılığı mı? Sınıf ve kitle sendikacılığı mı? Memurların sosyal sınıfı nedir? Hizmet sektörü çalışanları işçi sınıfına dahil edilebilir mi?

Bu tartışmaları, tek tek iş kollarında gerekli düzenlemeler yapılması ve sendikal iç işleyişe ilişkin tüzüklerin hazırlanması izledi. Bundan sonra sıra konfederasyonun hukuki düzeyde kurulması ve örgütlendirilmesine gelmişti.

Bu dönemin en önemli kazanımı, kamu çalışanları sendikalarının meşru düzeyde (devlet katında da) tanınması olmuştur. Böylece sendikaların hukuki statüleri de oluşmuş ve biçimsel anlamda sendikal yapılar kurulmuştu.

Devrimci örgüt ve grupların devrimcilik yapma ve devrimci kalma kaygısıyla hareket ettikleri ve içinde yer aldıkları sendikal alanın ihtiyaçlarına uygun politik tarz sergileyemedikleri bu dönemde, sendika içindeki etkilerinin giderek azaldığı görülmüştür. Bu dönemde, “devrimciler” 1980 öncesinde olduğu gibi, politik bir tarz sergilemek yerine, politikayı ideolojik bir tarzda algılayarak, püriten devrimci tarzlarına geri dönmüşlerdir. Aynı süreç sendikaların genişlediği, üye kayıtlarında patlamaların yaşandığı bir dönem olarak değerlendirilebilir.

Dönemin Tartışmaları

1980 öncesinin “hızlı devrimcileri”, ’90 sonrasının “hızlı sendikacıları” oluvermiştir. Ama nasıl olurdu; küçük burjuva sınıfına (memurlara) dayanarak, “devrimci toplumsal muhalefet dinamiği” nasıl oluşturulurdu? Kapitalizm çağında devrimin temel dinamiği işçi sınıfı değil miydi? O halde memurların sınıfsal konumuna bir çeki düzen verilmeliydi. Zira post-Marksistler de teorik alanda sıkıştırıp duruyorlardı: Çalışan nüfus içinde hizmet sektörünün (üretken olmayan emek) giderek artması, işçi sınıfının (üretken emek) giderek azalması, olası işçi sınıfı iktidarını olanaksız kılıyordu.

Bu durumda yapılması gereken şey, bir yanılsamayı ortadan kaldırmaktı. Hizmet sektörünün ve memurların gerçekte işçi sınıfına dahil olduğu ispatlanmalıydı.

Dönemin solcu-sendikal teorisyenleri duruma müdahale etmekte gecikmediler. Onlara göre; “İşçi sınıfı içinde değerlendirilmesine rağmen artı-değer yaratmayan kesimler de bulunmaktadır. Örneğin hizmet sektöründe çalışan işçileri böyle değerlendirmemiz olanaklıdır (…) Örneğin, öğretmenleri ele alalım. Öğretmenler, artı değer üretimine doğrudan katılmamaktadırlar, çünkü işlenmemiş insanı bilgilendirir (…) Herhangi bir nesnenin üretim sürecine girmesinden sonra ortaya çıkan yeni ürüne nitelik kazandıran şeyin işçinin emeği olduğunu söylemek ve kabul etmek pek tartışma” götürmemelidir[1]. Sendikalar teorisyeni, üretim değerinin (metanın) işçi değil, onun ürettiği ürün olduğunu anlamaz, bir anda bütün üretim sistemini tersine çevirir, böylece de insanı meta, öğretmeni de işçiye dönüştürür.

Bu tartışmanın teorik yanına girmeden, sendikal-politik yanına ilişkin söylenecek tek söz; politik olarak öğretmenin işçi sınıfından kabul edilip edilmeyeceği değil, politik süreçte edindiği yer olarak anlaşılmak durumundadır. Bu bağlamda, gerisi boş laf kabul edilmelidir.

Dönemin diğer tartışma konularından, “Kitle sendikacılığı mı, sınıf sendikacılığı mı?” sorusu esas itibariyle sendikalizm tarihine ilişkin tartışmalardan birisi olarak karşımıza çıkıyor. Anarşizm kökenli sendikalizme[2] göre, işçi sınıfının öz örgütleri sendikalardır. Bunun dışındaki örgütler (siyasi partiler) sınıfa yabancı örgütlenmelerdir. İşçi sınıfının kurtuluşunu sağlayacak olan ise yine kendi öz örgütleri olan sendikalarla gerçekleşecektir. Otonom örgütler olarak sendikalar, sınıf mücadelesinin gerçekleştirileceği biricik örgütler olarak görülüyor.

Sınıf sendikacılığı, devrimci sendikacılık gibi konuların kamu çalışanları sendikalarında tartışılmasının diğer pratik nedeni ,“ciddi” bir devrimciler örgütünden yoksun olan devrimcilerin, kendi yaptıkları işi devrimci bir faaliyet tarzı olarak görmeleri ve bir anlamda, devrimcilerin örgütünün işlevlerini kendi pratik alanlarında yerine getirmek istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Yön Dergisi, yeni perspektifler olarak sunulan devrimci sendikal tarz tartışmalarında şunları söylüyor: “Devrimci sendikal kadrolar bu perspektifle toplumsal yaşamın her alanında eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesinin gelişmesi için çaba harcamalı ve bu sürecin örgütleyici önderleri olmalıdır.”[3] Tepeden tırnağa devrimci sendikacılık, sendikaları kaldıramayacağı yükün altına sokmakta hiçbir sakınca görmüyor: “Kamu çalışanları, toplumsal muhalefetin diğer kesimleriyle devrimci bir tarzda demokratik ilişkiler kurabilmenin olanaklarını taşımaktadır”[4]. “Ultra solculuk” esasında, sendikal politika tarzını bir tür devrimcilikle birleştirmektedir. Bu tutum, Lenin’in, “iktisadi savaşımın kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak yolundaki gösterişli sözler, korkunç derecede derin ve devrimci görünüş altında, sosyal-demokrat siyaseti, sendikal siyaset derecesine düşürme geleneksel eğilimini gizlemektedir”[5] sözlerini akla getiriyor. Çünkü, sendikalar, gerek örgütlenme tarzı, gerekse de mücadele yöntemleri ve olanakları anlamında devrimci-toplumsal dinamiği harekete geçirme olanaklarından yoksundur. Sendikalar açıkça ekonomik-demokratik mücadele verilen yerlerdir. “Sınıf sendikacılığı” ya da “devrimci sendikacılık”; sakatlanmış bilinçlerin kandırılmasından öte, kof radikalizmden başka bir şey olamaz. “Gerçek devrimciler, çok kez, ‘devrim’ sözcüğünü büyük harflerle yazmaya, ‘devrime’ neredeyse tanrısal bir erek gibi paye vermeye, kendilerinden geçmeye, en serinkanlı, en berrak biçimde düşünme yetilerini yitirmeye, hangi anda, hangi durum ve koşullarda ve hangi eylem alanında devrimci bir tarzda davranmak gerektiğini ve hangi anda, hangi durum ve koşullarda ve hangi eylem alanında reformist eyleme geçmesini bilmek gerektiğini tartmak ve gerçeklemek yetilerini yitirmeye başlayınca, hapı yutmuşlardır.”[6] Sendikalarda devrimci olarak çalışmak, devrimci laf cambazlığı yapmakla değil, kitlelerin istemlerini, çıkarlarını doğru bir biçimde anlayarak, onlara örgütlenmeyi ve bu hakları elde etmek için mücadele etmeyi öğreterek gerçekleştirilebilir. Kitlelerin siyasal harekete kazanılması ve yönlendirilmesi, tarihte özgün an ve durumlara hazırlanması da, ancak böyle gerçekleştirilebilir.

Burada “Kitlelerin ilk mücadele durağının ekonomik mücadele olacağı, ancak bundan sonra kitlelerin siyasal mücadeleye çekilebileceği”ni söylemek istemiyoruz. Lenin tarafından, “oportünist aşamalar teorisi”[7] olarak ifade edilen bu yaklaşım, “iktisadi savaşıma siyasal nitelik kazandırmak” gibi her anın devrimcileştirilmesini gerektiren püriten-devrimci bir anlayışa yol açacaktır ki, bu da anarko-sendikalizmin başka bir versiyonunu oluşturur.

Kamu sendikalarında uzunca bir süre tartışılan (hâlâ da tartışılan) konulardan bir diğeri, “çalışanların iş yeri yönetimlerine katılması, üretim sürecinde söz ve yetki hakkına sahip olması” biçimindeki, “öz yönetim veya birlikte yönetim” tartışmalarıdır.

Devletin, “Toptan Kalite Yönetimi” ve “Kalite Çemberleri” başlıklarıyla yerleştirmeye çalıştığı anlayış “Japon tipi yönetim modeli olarak bilinir. Bu modele göre, “tüm üretim sürecinin düzenlenmesinden ve üretimin artırılmasından, o işyerinde çalışanlar sorumludur”. İşin ilginç yanı model çeşitli sendikacılar ve yazarlar tarafından da paylaşılır. Bu sendikacılar bu modeli, bir tür üniversiteler özerkliği bağlamında anlar ve propagandasını da öyle yaparlar.

Sendika yönetimlerinin ve bağlı iş yeri örgütlenmelerinin, idari yönetime katılmaları çalışanlar lehine bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Sanki bütün problemler iş yeri yönetimlerinden kaynaklıymış, çalışanların yönetim sürecine katılmaları durumunda bu problemler giderilebilecekmiş gibi, sorunların minimalize edildiği bir yanılsama yaratılmak istenmektedir. Doğrusu oldukça iyi düşünülmüş, egemenler tarafından en iyi şekilde geliştirilmiş bir model.

Böylece çalışanların, ekonomik, yönetsel şikayetlerinin ve tepkilerinin önü alınabilecektir. Öyle ya, kararların alınmasında herkesin görüşü ve rızası alınmış, gruba itaat sonsuzlaştırılmış olacaktır. O halde karşı çıkılacak bir şey de olmayacaktır; “kendi düşen ağlamaz”.

Kapitalist sistemden kaynaklı sorunlar işyeri düzeyine indirgendiğinden,“mesleki alan örgütlenmelerine“, sendikalara da gerek kalmayacaktır. Tam da, son zamanlarda tartışılmaya başlanan, “Çağdaş Sendikacılık” gerçekleştirilmiş olacaktır. Sendikaların işlevleri, danışma-görüşme örgütlerinden öte bir şey olmayacaktır.

Bugün “Çağdaş Sendikacılık” olarak tartışılan konu 1960’larda “Birlikte Yönetim” olarak tartışılıyordu. Fransız Sendikacı Henri Krasucki; “Birlikte yönetim birileriyle beraber yönetmek anlamına gelir. Kiminle beraber? Tüm sorun bu” diyor. “Zaten biz onlarla beraber neyi yönetebiliriz? İşçilerin sömürülmesini mi? Kapitalin yoğunlaşmasını mı? (…) Dev bir kapitalist tekelin şurasında küçük bir parça sosyalizm, sonra başka bir yerde bir küçük parça daha ve her yer küçük parçacıklarla dolu. Kırıntı halinde sosyalizm, bir sosyalizm serpintisi! Ve şaşkınlıktan dillerini yutan kapitalistler de uslu uslu gidip lahana eksinler. Böyle edepsizlikleri tartışmaya çekiniyoruz. Ancak ne kadar inanılmaz olursa olsun bunlar birkaç saf beynin işi değil, örgütlerin eseri, ‘demokratik sosyalizm’i gerçekleştirme yolunu getirdiğini öne süren tüm bir propagandanın konusudur. Ve bazıları bu tür ‘niteliksel’ fantazileri adına, işçi sınıfını yönetmek için kendi kendilerini ‘devrimci’ ilan ediyorlar.”[8]

1980’den sonra yurtdışında yaşamak zorunda kalan solcuların Avrupa’dan ithal ettikleri bu tartışma, aslında sanıldığından daha da eski. 1907’de Lenin’in Lunaçarski ile girdiği polemik hatırlatılmaya değer: “Yoldaş Voyinov’un sosyalist devrimcilerin de bu konseye katılmalarıyla, ‘genel bir işçi konseyine’ yüce-hakem rolü oynatmayı amaçlayan tasarıların kesinlikle pratik zihniyetten yoksun olduklarını düşünüyorum. Bu, ‘geleceğin müziğini bugünün örgütlenme biçimleri ile karıştırmak demektir.”[9]

Bir anarko sendikalizm çeşitlenmesi gösteren kamu çalışanları sendikalarında her şey birbirine karıştırılmış durumdadır. Devrimciler örgütü (devrimci parti) için geçerli olan demokratik merkeziyetçilik ilkesinin, kitle örgütleri olan sendikalarda da geçerli kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Değişik istem ve amaçlar çerçevesinde bir araya gelen çalışanların oluşturduğu sendikalar, sanki “çelik çekirdek proletarya partisi”ymiş gibi merkeziyetçilik ilkesiyle yönetilmeye çalışılıyor. Uygulamada bugün itibariyle hiçbir geçerliliği olmayan bu ilke ve yönetim biçiminin, anarko sendikalist, “sınıfın öz örgütü, biricik örgütü sendikalar” anlayışından kaynaklı olduğu anlaşılıyor.”

Genel sendikal anlayış kapsamında, “devrimci sendikacılık” anlayışından kopmayan fakat, demokratik merkeziyetçilik konusunda doğru bir yaklaşım sergileyen Yüksel Işık’ın hakkının teslim edilmesi gerekiyor. Yüksel Işık, “Ultra Solculuk” kapsamında diğerlerinden ayrılmıyor, hatta, daha ileri gittiği bile söylenebilir; sendikalarda ulusal kotayı savunan[10] sendikaların asıl işlevinin ‘siyasi mücadele’ vermek olduğunu savunan[11] Işık da “geleceğin müziğini bugünün örgütlenme biçimleri ile karıştıran”lardan.

Siyaset İçre Siyaset*

Siyaset yapmakla bizzat yükümlü olan (sendikal) bir örgütte siyaset yapmak ne anlama gelir? Dikkat edilirse, sorumuz sendikaların siyaset yapması üzerine değildir. Sendikaların tartışmaya yer bırakmayacak denli siyasal yapılar olduğunu biliyoruz. Sorumuz, sendikalarda siyaset yapılması üzerindedir; siyaset içre siyaset.

Sendikalardaki öbeklerin sendikal siyaseti tamamen sendika içinde birbirlerine karşı kurmaları sendikal kitleyi böler, daha doğrusu bir tür mezhepçilik yaratır. Sendikal siyasetin tamamen, “İçeriye egemen ol! Gerisi nasılsa kolayca gelir” popülizmine ya da apolitizmine dayandırılması, sendikal varlığı tehlikeye düşürebilecek vahim bir tutumdur. Bu ereksel tutum gerçek sendikal siyasetin (ekonomik-demokratik) yürütülmesini de olanaksız kılar. KESK’in her iki yılda bir yaptığı genel kurullara bağlı olarak yaşadığı bölünmeler ve keşmekeşlik, bir tür siyaset içre siyaset üzerine kurgulanmış olan sendikacılık anlayışının kaçınılmaz sonucudur.

Siyaset içre siyaset yapmanın ikinci türü, sendikal kitleye karşı açık olmamak, politik tutum alırken sendikal iç konumun korunmasını, üyelerin çıkarlarının önüne koymaktır.

Genel olarak politika taktikseldir, an’ın gereklerine göre yürütülür. Örneğin devrimci örgütler, duruma göre, geri çekilme, reformlar için politika yapma vb. durumlarda kalabilirler. Bundan farklı olarak sendikal örgütler, her ne olursa olsun, üyelerinin zararına yol açan uygulamalara, yönetmeliklere taraf olamazlar. Bunun en tipik örneği, toptan kalite yönetimi ve norm kadro uygulamaları sırasında Eğitim Sen’de yaşamıştır. Daha önce tartıştığımız gibi, “birlikte yönetim” ilkesine yakın duran sendikacılarımız, birtakım torpil ve adam kaynağı gibi ayrıcalıkların önüne geçileceği düşüncesiyle (olsa gerek) norm kadro uygulamasına sesiz kalmış, ancak tabandan gelen baskı üzerine gecikmiş olarak harekete geçmek durumunda kalmışlardır. Her ne sebeple olursa olsun bu tutum, kitleyle yönetim arasında güvensizliğin gelişmesine sebep olacak söylentilerin doğmasına neden olmuştur. Bu anlamda da, sendikaların siyaset içre siyaset yapmasının pratik karşılığı, gerçek anlamı yoktur. Bu olsa olsa niyetin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğunu açıklar. Sendikal politikalar, açık somut ve anlaşılır olmak durumundadır.

Üçüncü tür siyaset içre siyaset tavrını sendikaların kendilerini politik parti yerine koyma eğilimi olarak belirleyebiliriz.

         KESK genel olarak solcu sendikacılık yapan bir örgüt olarak işlerlik göstermektedir. Bu tavrını “türban krizi”nin yaşandığı dönemde açıkça belli etmiştir. Böylece, sendika liderleri çalışan kitleyi sendikal alanda ilgilendirmeyen bir duruma taraf olarak katılmış ve bir tür avam “solculuk” yapmışlardır. Sendikalar taraflarına çekmesi gereken kitleyi bölmüş, din ya da Tanrının varlığı/yokluğu tartışmasına sendikalar da en cıvık haliyle-siyasal iktidarın laik dilini benimseyerek katılmıştır.

 

 



[1] Yüksel Işık, Sendikal Bürokrasi ve Çözüm Önerileri, Ankara 1999, Öteki Yay., s. 156-158.

[2] Anıl Çeçen, Sendikalizm, Ankara 1970, Şafak Matbaası, s. 26.

[3] N. Selim Günsel, “Kamu Çalışanları Hareketinde Yeni Bir Mücadele Programına Doğru”, Sınıf Hareketinde Yön Dergisi, Sayı 5, Kış 1996, s. 23.

[4] A.g.e., s. 22

[5] V.İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev.: Muzaffer Erdost, Ankara 1990, Sol Yayınları, s. 71.

[6] V.İ. Lenin, “Şu Anda ve Sosyalizmin Tam Zaferinden Sonra Altının Önemi”; Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Ankara 1979, Sol Yay. içinde, s. 26.

[7] Lenin, Ne Yapmalı?, s. 69.

[8] Henri Krasucki, Sendikalar ve Sınıf Savaşımı, Çev.: A. Kesim, İstanbul 1979, Sorun Yay., s.20-25.

[9] Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s. 265.

[10] Yüksel Işık, Sendikal Bürokrasi ve Çözüm Önerileri, a.g.e., s. 147-148.

[11] Bu konuda, Yüksel Işık’ın Eğitim ve Yaşam Dergisi’nin 13. Sayısında yayımlanan yazısına bakılabilir.

* Siyaset kavramının genel içeriğine ve tarihsel pratik geçmişine bakıldığında hem örgüt ve grupların kendi iç gelişim süreçlerinde birbirine karşı hem de hasmı oldukları iktidarlara karşı mücadele etmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Bunun olumlu, pratik ve teorik-pratik gelişmelere yol açtığı inkar edilemez bir gerçektir. Ancak kitlesel tarzda siyaset (sendikal siyaset bunun bir türüdür) yürüttüğünüz kitleye karşı açık ve anlaşılır olmak, (dolayımlara başvurmamak) gerektiği de bir kesinlik olarak anlaşılmalıdır. Teorik – politikaya ilişkin bu anlatımı karşılayacak bir kavram olmak bakımından “siyaset içre siyaset”i kullandık.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar