Ana SayfaArşivSayı 19-20Üretim İlişkilerinin Zorunlu Sonucu: Sınıf

Üretim İlişkilerinin Zorunlu Sonucu: Sınıf

Çetin Konuk

Dünya tarihi, özü itibarıyla insanlığın uygarlaşma tarihidir. Maymundan insana evrimleşme tarihinde emek belirleyici rol oynamıştır. Bu tarih emek ve sınıf kavramları dışlanarak tanımlanamaz. Bu tarihin ilk öncülü ya da ilk eylemi insanların maddi yaşamlarını sağlayan zorunlu ihtiyaçlarının üretilmesidir.

Emek bir eylem olmakla birlikte ilişki olma özelliğini taşır. Hem insanla doğa arasında, hem de insanla insan arasında süren bir ilişki. İnsan, doğayı kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirmek amacıyla değiştirmekte, kendisi de bizzat bu süreçte değişikliğe uğramaktadır. İnsan, ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla doğayla girdiği ilişkide, ihtiyaçlarının sürekli yenilenmesiyle yüz yüze kalır. Bundan dolayı üretim güçleri, pratrik insan enerjisinin sonucudurlar. Daha önceki faaliyetin ürünü olan üretim gücü nesneleşmiş emeği içerir; bunlar iş araçları, makinalar, üretim deneyimleri, iş alışkanlıkları ve üretim metodlarıdır. Üretimin en hareketli unsuru olan ve sürekli değişikliğe uğrayan, gelişen üretim güçleridir.

“Toplumsal oluşum birçok üretim biçiminin üstüste binmesi ile oluşur, bunlardan biri egemen rolü elinde tutar; dolayısıyla burada ‘saf’ üretim biçiminkinden daha çok sınıf vardır. Sınıf sayısındaki bu artış; bunların ayrımlanma ölçütlerindeki herhangi bir değişiklik sonucu değil, ancak tüm anlamı ile a) bu oluşumda var olan üretim biçimlerinin, b) bu üretim tarzlarının bileşimlerinin büründüğü somut biçimlerin sonucudur. Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekiyor: her ne kadar ‘saf’ bir üretim biçimindeki sınıfların incelenmesinde bunların üretim ilişkilerinin salt ekonomik düzey ile olan ilişkileri ile yetinilmişse de bunları sonuç olarak almamak gerekir.”[1]

İnsanın insanla ilişkisi ise kendi ihtiyaçlarını karşılamada diğer insanlarla ister istemez girdiği ilk ilişki (basit meta değişimi) biçiminden başlayarak, sınıflı toplumlarda “çalışan” ve “çalıştıran” olarak insanın aynı üretim sürecinde karşılıklı olarak girdiği ilişkilere doğru gelişmiştir.

“İnsanlar toplumsal üretimlerinde son derece gerekli ve kendi iradelerinden bağımsız olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri maddi üretici güçlerin belirli gelişme aşamalarına tekabül eder. Üretim ilişkilerinin bütünü toplumun ekonomik yapısını meydana getirir.”[2]

Emek, insanın ve toplumların oluşumunda maddi yaşamın üretilmesinde belitleyici olan bir faaliyettir. İnsanları diğer canlılardan ayıran bilinçli faaliyet olarak emek, insanlara özgüdür.

Marksistler, bir toplumu (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, komünist) bir bütün olarak sosyo-ekonomik formasyon (toplumsal ekonomik oluşum -örgütlenme) kavramı ile ifade ederler. Bu toplumsal oluşum, temel ve üstyapı olarak iki bölümde irdelenir. Bir bütün olarak, toplumsal ilişkiler kavramı, her iki düzeyi de içermekle birlikte, temel olan “sosyo-ekonomik formasyon” düzeyidir; dar anlamda toplumsal ilişkiler (yapı) ise, üretim tarzı tarafından belirlenen tüm ilişkileri (üretim ilişkileriyle birlikte) kapsar.

Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkisidir, ve üretim ilişkisi de bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal ilişki -dar anlamında- bireylerin belli maddi ilişkilerini kucaklar ve bunun içine siyasal ilişkiler ile ideolojik ilişkiler de dahil edilirse, sözcüğün geniş anlamına ulaşılır. “Tüm” maddi ilişkiler, bu ikinci biçimdeki durumu karşılar.*

“Her üretim biçimi, sadece diğer yüzü olan mülk edinmenin ve mülkiyetin tarihsel bir biçimi demektir. Ve sonuç olarak işbölümünün farklı statülerden, işbirliklerinden, düzenlerden veya durumlardan geçerek, ilkel topluluktan sınıflara kadar gittikçe daha geniş ve gittikçe daha az ‘doğal’ toplumsal grupların dağılması ve kurulmasının kuralıdır.”[3]

Marksizmin bir toplumsal oluşumda, ekonomik ve politik yapılardan bağımsız ya da görece bağımsız bir toplumsal yapı (“sivil toplum”) ya da örgütlenme anlayışını yıkmış olması, toplumların evriminde, üretim ilişkilerinden ve devletten uzak ve gerektiğinde onlara karşı bağımsız hareket edebilecek bir insan topluluğunun varsayılması dönemini kapamıştır. Bu da kavramsal düzeyde, aile-sivil toplum-devlet üçlüsünün aşılması olarak sınıf kavramıyla belirginleşir.

Marx-Engels, kendilerine kadar gelen ve o güne kadar toplumsal tahlillerde kullanılan genel kategorileri ve kavramları, sınıfların oluşumu ve gelişimine bağlayarak yeni bir dönem başlatmışlardır. Böylece tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak gerçek yerine oturtulmuştur. Artık belirsiz, genel ve soyut idea olarak bir aile, ya da sivil toplum (genel olarak toplum) ve devlet (politik ilişkiler) kavrayışı yıkılmıştır. Aile tek bir tip değildir, onun belli bir toplumda belli bir sınıfsal özü ve buna uygun bir biçimlenişi vardır. Sınıfsal çıkarların ve çelişkilerin ortadan kalktığı ya da önemli ölçüde kaynaştığı bir alan olarak sivil toplum ile, bu kaynaşmanın en üst boyutu olan devlet kavrayışı tümüyle yıkılmıştır. Özellikle devleti “bireysel irade ile genel iradenin” “tam ve mükemmel kaynaşması” olarak ele alan Hegelci anlayış, yani devletin sınıf karşıtlıklarının ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin giderildiği alan olarak alınması aşılmıştır.

Sınıfsal açıdan, en gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalist toplumu Kapital’de ayrıntılı olarak tahlil eden Marx, bir toplumun temelini ve onun belirleyiciliğini (genel olarak) net biçimde sergilemiştir. Bu yapıtında Marx, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer ilişkileri ifade ederken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:

“Ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi, doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu etkileyen, yöneten ile yönetilen ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”[4]

Üretici ile üretime sahip çıkanların aynı üretim alanında karşı karşıya gelmeleri ile birlikte toplumsal bir nitelik kazanan emek, tüm üreticileri nesnel çıkarları etrafında birleştiren bir özellik kazanır.

“Marksist kuram, bireylerin ya da toplumsal grupların eylemlerinin gerisinde, kendileri bilincinde olsun ya da olmasın ortak sınıf çıkarlarının bulunduğunu varsayar. İnsanlar belli bir yönde hareket ederlerken ya da hareket etme kapasitelerini genişletirlerken, nesnel çıkarlardan yola çıkarlar”[5] diyen Öngen, devamla, sınıfın nesnel çıkarlarının, sınıfların hem üretim süreci içindeki konumlarının, hem de pratik faaliyetlerinin maddi temeli olduğunu söylüyor.

Toplumsal üretim sisteminde tuttukları farklı alanlar nedeniyle burjuva ve işçi sınıfının, sınıf olma süreçleri ve zamanları birbirinden kopuk değildir, fakat farklılıklar taşır. Toplumsal olarak her sınıf karşıtıyla birlikte var olur, her yeni sınıf kendisine bağlı olan sınıfı toplumsal olarak yaratır. Ekonomik bir kategori olarak sınıf, üretimi gerçekleştirenler ve ürüne el koyanlar olarak, toplumsal üretim sisteminde ayrı yer tutan insanlar topluluğu olarak, bağlantısız bir yığın oluşturur. İdeolojik olarak sınıf, iki karşı sınıfın çatışmasından kaynaklanan savaşın içinde iktidar olma mücadelesi veren yığınların kendilerini iktidar olarak gerçekleştirme çabalarına dayanır.

Marksizme göre sınıf savaşımının zorunlu sonucu sınıfsız toplumdur. Engels’in şu sözleri birçok tartışmanın ana kaynağı olmuştur: “Tarih hiçbir şey yapmaz, ‘engin zenginliğe sahip değildir’ o, ‘savaşımlara girişmez’! Tesine, bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan;hiç kuşkunuz olmasın, insanın kendi ereklerini gerçekleştirmek için kullanan –sanki kendi başına bir kişiymiş gibi– tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.”[6] Hümanistinden post-Marksistine kadar birçok kişi ‘insanın tarihi yaptığı ama bunu belirli koşullar altında gerçekleştirdiği’ sözlerinden de destek alarak, bilimle politika arasında ilişki kuran bir teorik sistem üzerinden hareket etti.

“Genel olarak Marksistler sınıf kavramı üzerinde sınıfın üretim sürecindeki yeri ve rolü üzerinde anlaşmışlardır”[7] diyen Beneton, şimdiye kadar yapılagelen tartışmaların altını çizmektedir. Yazıda, sınıfları yalnızca ekonomik kategoriler değil, aynı zamanda siyasal ve ideolojik süreçler içinde hareket eden toplumsal yapılar olarak inceleyeceğiz.

Toplumsal bir kategori olarak sınıf (Kendinde sınıf)

Ekonomik yapının karakteri ve bu karakterin değişikliğe uğrama doğrultusu, insan iradesine değil, üretici güçlerin durumuna ve üretim ilişkilerinde meydana gelen ve üretim güçlerinin sürekli gelişimi dolayısıyla toplum için zorunlu olan değişikliklerin doğasına bağlıdır. “Marksizme göre ekonomik ve toplumsal sistemlerin her biri, toplumsal bir gerçeklik demek olan insanın tikel ve özgün bir belirimidir.”[8]

Toplumsal yapı içerisinde insanların karşılıklı olarak birbirleri üzerinde meydana getirdikleri etkiler, yalnızca bilinçsiz ve kör etmenlerdir ve genel yasa bu etmenlerin değişken oyunları içinde belirir. Kapitalist toplumda, toplumsal ilişki olarak kapitalist ile işçiyi birleştiren etken emektir. Emeğe dayalı ilişki, iş gücünü meta olarak pazarlayan işçi ile alıcı kılığındaki sermaye arasındadır. Dolayısıyla bu ilişki sonucu, üretim süreci içinde iki sınıfın varlığı söz konusudur. İşçinin özgür emekçi olarak üretim sürecine katılmasını sağlayan sermaye için üretimin koşulu olan işçi değil emektir. Sermaye işçiyi değil onun emegini kendine mal eder ve bu mal etmeyi dolaysız olarak değil değiş tokuş yoluyla sağlar. Marx, toplumsal yaşamda insanların kendi iradelerinden bağımsız ve zorunlu olarak kurdukları ilişkilerin; üretim ilişkileri ve üretici güçlerin belirli bir gelişim düzeyine denk düştüğünü söyler.

Her tarih döneminde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin üzerine oturduğu temeli oluşturur. Toplumsal gelişim “herbiri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir.”[9] Bu gelişim içerisinde ortaya çıkan İşbölümü zorunlu olarak daha büyük işbölümlerine, makine kullanımı daha geniş bir biçimde makineler kullanımına, büyük çapta bir iş daha da büyük çapta bir işbölümüne yol açar.

İşbölümünün karşı karşıya getirdiği sınıfların mücadelesinde, “tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirine düşmandırlar. Bundan başka sınıf kendisi içinde bireylerden bağımsız hale gelir. Öyle ki bireyler kendi yaşam koşullarını önceden hazırlanmış olarak bulurlar, yaşamdaki durumlarını ve bunun yanında kendi kişisel gelişimlerini, tüm çizdiği yolu kendi sınıflarından alırlar; kendi sınıflarına bağımlıdırlar.”[10] Toplumsal olarak sınıf, üretim ilişkileri içerisinde, işbölümü içerisinde, farklı farklı konumlarda yer alan iki toplumsal yapının gerçekleşmesidir.

“Marx’ın toplumsal sınıflara ilişkin incelemeleri sadece ekonomik yapıyı –üretim ilişkileri– değil, ancak bir toplumsal oluşumun ve bir üretim biçiminin yapısal bütününü ve oradaki çeşitli düzeylerin aralarında süren ilişkileri de içerirler. Bir ön adım olarak; her şeyin toplumsal oluşumlar, bir yapılar bütünü ve bu yapıların 1) Ekonomik düzeyde, 2) Politik düzeyde, 3) İdeolojik düzeydeki ilişkilerince oluşturulmuş gibi cereyan ettiğini söyleyelim. Bir toplumsal sınıf gerek ekonomik düzeyde, gerek politik düzeyde, gerek de ideolojik düzeyde belirlenebilir.”[11]

Poulantzas’a göre sınıf tanımlamaları için ekonomik öğe temel bir önermedir ama sınıfı salt ekonomik düzeyde tanımlama ekonomizm örneğidir.

Kendinde sınıfa Weberci yaklaşım

Marksizm, sınıfı toplumun temel taşı olarak alır; buna karşılık Weber Marksist sınıf tanımlamalarına karşı çıkar. Bu karşı çıkış, tarihi maddeciliği, tümüyle yanlış olduğunu söyleyerek yanlışlamak yerine, yalnızca tek ve evrensel bir nedensellik silsilesi kurma savını reddeder.

Ekonomik yapıların anlaşılmasında üretim araçları Marx için ne denli önemliyse, siyasal yapı türlerinin anlaşılmasında siyasal güç ve iktidarın maddi araçlarının denetimi de Weber için o denli önemlidir. Bu bağlamda Weber, rasyonel bürokrasi kavramını Marx’ın sınıf mücadelesi kavramının karşısına diker. Sınıf mücadelesinin tarihteki rolünü inkar etmeyen Weber, bu mücadeleyi temel dinamik olarak görmez:

“Sosyal onurun toplumdaki tipik gruplar arasında dağılma biçimine ‘sosyal düzen’ diyebiliriz. Tabii ki sosyal düzen de ekonomik düzen de, “hukuk düzeni”ne benzer biçimde bağlıdır. Ama sosyal düzen ile ekonomik düzen özdeş değildir. Ekonomik düzen, bizim için ekonomik mal ve hizmetlerin dağıtım ve tüketiminden ibarettir. Sosyal düzen ise önemli ölçüde ekonomik düzen tarafından belirlenir ve tabii karşılığında da ekonomik düzeni etkiler. O halde ‘sınıflar’, ‘statü grupları’ ve ‘partiler’ bir topluluk içindeki güç dağılımıyla ilgili olgulardır.”[12]

Marx ile Weber’in sınıf anlayışları birbirinden tamamen farklı alanlara tekabül eder. Sosyolojik olarak da ekonomik ve politik anlamlarda kullanım birbirine benzememektedir. Bu konuda, Marx ve Weber’i karşılaştıran Löwith’e göre, “Weber’in ‘bireylerinin ve küçük birey gruplarının toplumda ve kültürlerde önemli değişmelere yol açan değer konumlu eylemleridir.” Löwith, Marx ve Weber arasında bir bağ yakalamaya çalışanlara karşı durur. Bu sonuç post-Marksistlerin birey mücadelesi ve bireye atfettikleri özel önemle ve, Weber’in statüye dayalı bireysel sorumluluk vurgulamasının sonuçlarıyla uyuşmaktadır. Löwith bu noktada Marx’ın sınıf mücadelesi vurgusunu merkeze koyarak “…bu şartlara zorunlu olarak karşı çıkan varoluşun acımasız şartlarını zorlar”[13] der ve Weber’i tutarsız bulur.

Marx’ın üretim ilişkilerine göre tanımladığı sınıf kavramı Weber’de pazar ilişkilerine göre tanımlamaya dönüşmüştür. Sınıfsal açıdan, en gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalist toplumu Kapital’de ayrıntılı olarak tahlil eden Marx ekonominin belirlediğini net biçimde sergilemiştir. Bu yapıtında Marx, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer ilişkileri ifade ederken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:

“Ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi, doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu etkileyen, yöneten ile yönetilen ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”[14]

Sınıf ilişkilerinin sınırının net olarak üretim ilişkileri alanında belirlenmesine karşın Öngen bu konuda “sınıf ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiği belli olmadığı gibi, ne sınıflar birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabilen oluşumlardır. Ne de sınıf bilinci, sınıf çıkarı, sınıf kapasitesi gibi olgular ölçülebilir niteliktedir”[15] diyerek Weber’in sınıf yaklaşımına benzer niceliksel ölçülerle toplumsal bir yapıyı açıklamaya çalışmaktadır. Birinci ölçü olarak; burjuvayı işçiden, ya da küçük burjuvayı işçiden ve kapitalistten ayıran sınırlar ölçülemediğinden sınıfsal ayrımlar yapılamamaktadır. “Ölçülebilir sınıf bilinci” kavramını, Öngen’in kendisi bile açıklayamadığından bu alanda her şeyi belirsiz olarak bırakmaktadır.

Sınıfı üretim ilişkileri içinde üreten ve toplumsal üretime el koyanlar olarak ayıran Marksizme karşı eleştirilerine Weber “sınıflar, sosyal topluluklar değildirler”[16] diyerek doğru bir belirleme ile başlar. Zira sınıf kavramı, insanların içinde yaşadıkları toplumları oluşturmaları ve yeniden yapılandırmaları sürecini anlatmaya çalışan geniş kapsamlı bir yapıdır. ”Sınıf özünde bir ilişki olarak sömürü olgusunun, sömürünün toplumsal bir yapıda somutlaşmış halinin kollektif ifadesidir.”[17]

Sosyal topluluk kavramı Weber’de kullanım olarak açık olmamakla birlikte bu kavram, sınıf kavramından ayrı kullanılmaktadır.[18]

Weber sınıfı şöyle açıklar: “1- Bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel öğesi ise, 2- bu öğeyi, mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil ediyorsa, 3- bu öğe, meta ve işgücü piyasalarının koşullarında temsil ediliyorsa ‘sınıftan’ söz edilebilir. [‘sınıf konumu’na ilişkin bu noktaları kısaca şöyle ifade edebiliriz: Sınıf konumu, kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantılar için sahip oldukları tipik olanaklar demektir. Bu olanaklar ise, verili bir ekonomik düzen içinde gelir sağlamak üzere mal ya da beceri harcama gücünün derecesi ve türü ya da bu gücün yokluğu tarafından belirleniyor olmalıdır. ‘Sınıf’ terimi aynı sınıf konumunda bulunan insanlar grubu anlamına gelir.][19]

Sınıfsal konum, insanın toplumsal bir grubun parçası olarak, diğer toplumsal gruplara karşı ilişkisinden oluşur. Bu ilişki temelde uzlaşmaz (antagonistik) bir ilişkidir. Sosyal gruptan ayrı olarak, sınıfsal konum, kişilerin öznel tutumlardan farklı olarak kendisinin ya da başkalarının düşünebileceğinden bağımsız olarak, sınıfların üretim ilişkileri içindeki fiili yerlerine bağlıdır.

Weber, öncelikle bireylerin yaşamlarının nedensel bir öğesi olarak, mülk edinmekle uğraşan, ve bunun için meta ve işgücü piyasalarında temsil ediliyor olmayı temel alan bir yapı içerisinde sınıf tanımlaması yapmaktadır. Weber’de sınıfın tanımlanması, piyasadan çok gelenek üzerine temellenen bir toplumda kişinin konumu ya da statüsü ve yalnızca konum ya da statünün ne olduğu değil, hukuksal ya da kültürel terimler içinde ne olarak tanımlandıklarına bağlıdır. Yaşamak için kişinin ne yaptığı, sosyal açıdan ne olduğundan daha az anlamlıdır.

Weber, ekonomik sınıflar ile statü topluluklarını, dayanışma ve mücadele özellikleri açısından karşılaştırmaktadır. Ekonomik sınıflar ile karşılaştırıldığında statü grupları, belirgin ortak özellikler gösteren bir hayat tarzı ve bağlı oldukları grubun kültürel mirasının “yeniden üretimini gerektiren toplu bir yapıya sahip toplumsal kollektivitelerdir”.[20] Ekonomik sınıf aksine, değişim ya da diğer ekonomik ilişkilerle birbirine bağlanan ve ekonominin “zorunlu yasalarına tabi” bireyler bütünüdür. Bu anlamda, işbölümünün bize derhal ilk örneğini sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, sürdürülen faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insan kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren yabancı bir güç haline dönüşür. Toplumda işbölümü başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan ve dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur.

“Sınıf kavramının geniş anlamı her zaman için şudur: Piyasadaki şansının türü, kişinin yazgısını belirleyen en önemli etmendir. sınıf konumu bu anlamda son kertede ‘piyasa konumu’dur. Örneğin sürü yetiştirenler arasındaki mülksüz köle ya da serfi sürü sahibinin egemenliğine sokan salt mülkiyet gücü gerçek ‘sınıf’ oluşumlarının habercilerindendir.”[21]

Oysa birey olarak işçinin emeğinin toplumsal biçimleri ya da kendi emeğinin aldığı toplumsal biçimler, işçi bireylerden bağımsız bir biçimde oluşturulmuş ilişkilerdir. Sermayenin işlevi altında toplanan işçiler bu toplumsal oluşumun öğeleri haline gelirler. Bu toplumsal oluşuma neden olan, işbölümünün kendisidir.

İşçi için veya kapitalist için mal sahibi olmak veya gelir sağlamak kendi başına bir toplumsal olguya işaret etmez. Kapitalist ve işçi için bir ilişki biçimi yaratan sermayenin gereklerini yerine getirmek önemlidir. “Üretici güçler kavramı, maddi üretici güçleri, (makineler, gereçler, bilim de içinde olmak üzere genel olarak üretim teknikleri) ve insani üretici güçleri, yani emek gücünü bir arada ifade eder. Üretim ilişkileri maddi üretici güçler (sermaye) ile emek gücünü bağlantılandırırlar.”[22]

Weber’in, belli bir anlamda doğru olarak belirlediği piyasa koşullarıdır; sermaye için metanın pazarda bir anlamı olduğu gerçektir. Aynı şey pazarda (piyasada) işçinin emeğini satışı için zorunlu bir koşuldur. Sermaye için gerekli olan “emek gücü yaşayan bireyin yetkinliği ya da gücü olarak vardır. Verili bir birey, yaşamsal gücünü kendini yeniden üreterek ya da kendini koruyarak üretir. Geçimi ya da korunması için satabileceği tek şey elindeki işgücüdür. Bu anlamda Weber’in “mülkiyet ve mülksüzlük bütün sınıf konumlarının temel kategorileridir”[23] sözü bir anlam kazanmaktadır.

Marksizm, Weber’in bu üçlü ayrımını, karşılıklı ilişkiler ve belirleyici alan açılarından ele alarak düzenler. Toplumun temelinin ekonomik yapı olduğu ve bunun da üretim ilişkilerince oluşturulduğu saptaması, tüm burjuva ve burjuva öncesi düşünürlerle aralarında kesin bir çizgi oluşturur. Ancak Marksistlere göre, üretim ilişkileri de bir toplumsal ilişkidir ya da toplumsal ilişkilerin tümü üretim ilişkileri tarafından belirlenir.

Weber’in bu konudaki görüşü ise şöyledir: “Bizim terminolojimizde ‘sınıf’ı yaratan etmen doğrudan doğruya ekonomik çıkardır, hatta sadece ‘piyasa’yla bağlantısı olan çıkarlardır. (…) Örneğin sınıf konumu ve diğer koşullar sabit tutulduğunda, bir işçinin çıkarlarını bireysel olarak nasıl kollayacağı, eldeki işin gerektirdiği bünyesel niteliklere ne derece sahip olduğuna göre çok değişir.”[24]

Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu, emekçinin iki anlamda özgür olması demektir; hem emek gücünün kendisini meta olarak satabilecek durumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir meta olmaması, emek gücünün gerçekleşmesi için gerekli her şeyden yoksun bulunması gerekir. “Paranın emekle doğrudan değişimi, parayı sermayeye, emeği de üretken emeğe dönüştürmüyor.”[25] Bu anlamda sınıfı yaratan etmenin doğrudan ekonomi olduğu doğru; fakat ekonomik çıkar kavramı burjuvazi noktasından bakıldığında bir gerçeğe işaret ederken proletarya açısından elde edilen tek çıkar ücret olmaktadır. Oysa ücret bir çıkarı temsil etmekten çok yaşamını sürdürebilmesinin temel koşulu olmaktadır.

Her iki unsurun da piyasada gerekli birtakım koşulları oluşturması gerekmektedir. Sermayenin üretime girerek artı-değer elde edebilmesi için, piyasada gereksinim duyulan, kullanım ve değişim değerine sahip metalar üretmesi zorunludur. Sermayenin üretimi gerçekleştirebilmesi için gerekli ön koşullardan biri de, artı-değer elde edebilecek emek bulabilmesidir. Piyasadaki ilk biçimsel karşılaşma, sermaye ile emek arasındaki değişim, yalnızca potansiyel olarak birinin canlı emeğinin maddeleşmiş emek tarafından sahiplenilmesidir. Sahiplenme süreci üretim sürecinde oluşur. Herkesin kendi kendisine yettiği doğal üretim koşullarında sermaye ve emek arasında böyle bir ilişkinin ortaya çıkması söz konusu değildir.

Weber piyasa koşullarından söz ederken Marksizmin belirlediği biçimden farklı belirlemelerde bulunur. Marksizm için piyasa koşulları, iki “özgür” bireyin ellerindeki metaların kullanım değerlerini, piyasada “özgür” değişmeleri iken; Weber piyasada özgür bireyden başka bireyleri ya da sınıfları tanımaz. Sınıf olabilmek için, üzerinde tasarruf yapılabilecek bir “mülk”ün gerektiğini söyler. Weber’in şu sözlerinde ortaya koyduğu budur: “Yazgıları ve hizmetleri piyasada kendileri için kullanma olanağı belirlenmeyenler, örneğin köleler, terimin teknik anlamında ‘sınıf’ değildir. Ancak bir ‘statü grubu’ olabilirler.” Weber, kölelerin tasarruf hakkı kullanabilecekleri herhangi bir mülklerinin (değiş tokuş yapabilecekleri bir emekleri dahi) olmadığını ve bu anlamda sınıf olamayacaklarını belirtmektedir. Burada söz konusu olan sınıf ilişkilerinden kaynaklanan ve karşılıklı çıkarlar temeline dayanan bir sınıf tanımlaması değil sadece elindeki olanağı pazarlayabilme becerisi ve erki açısından tanımlanan bir sınıftır.

Marksizmde, sınıflar kendilerini ancak birbirleriyle ilişki içinde var ederler. Sınıf ilişkisi kavramı sınıf kavramının oluşturucusudur. Bir sınıf ancak diğer bir sınıfla tanımlanabilir, biri olmadan diğeri olmaz. Sınıf ilişkisi sınıf tanımını oluşturduğundan Marx Fransa’daki küçük köylülüğün bir sınıf olmadığını şöyle belirlemektedir:

“Küçük köylüler, üyelerinin hepsi aynı koşullar içinde yaşayan ama birbirleriyle gerçek ilişkilerle birleşmemiş muazzam bir kitle meydana getirirler. Onların üretim tarzları, onları karşılıklı ilişkiler kurmaya götüreceği yerde, birbirinden ayırır. (…) milyonlarca köylü ailesi, onları birbirinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınkilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde bir sınıf meydana getirirler. Ama küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzemesi onlar arasında hiç bir ortaklık, hiç bir ulusal bağ, hiç bir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler.”[26]

Bu belirlemede karşılıklı ilişkilere bağlı olarak tanımlanan bir sınıf kavramı vardır. Bu, Weber’in pazar (piyasa) kavramındaki sınıfa denk düşmemektedir. Onun piyasa kavramı, piyasa ilişkileri içinde, karşılıklı ilişkiden çok bireylerin ait oldukları sınıf içindeki konumlanışlarının belirlenmesi üzerinedir. “Mülkü olmayan ve hizmetlerini arz edenler de, hem bu hizmetlerinin cinsine göre, hem de hizmetlerinden kazandıklarını nasıl kullandıklarına göre ayrılırlar.”[27]

Marksizm için, sınıf içindeki bireylerin hizmetlerini arz etme biçimleri ya da bu arz sonunda kazandıklarını nasıl kullandıkları üzerinde durmak sadece bireyin kendisini yeniden üretmesi noktasında olmuştur; ama bu sınıfı belirlemede veya sınıflar arası ilişkilerde bir etken olarak sayılmamıştır.” Marx’ta, “…gruplar, kastlar ve kurulmak üzere olan sınıflar ile kutuplaştırıcı ve kurulmuş sınıflar, hiç bir zaman birbirine karıştırmamıştır.”[28]

Marx’ın, ekonominin en önemli olgusu olarak ele aldığı sınıf kavramında, diğer ekonomistlere göre ayrıldığı en önemli noktalardan biri, sınıflar arası işbölümü sonucu ayrışmanın yanında, emek ve “emeğin” yarattığı değere başkalarının elkoyması üzerine saptamalarında olmuştur. Artı-değere el koymak; sınıfları tanımlamanın ve sınıflar arası ilişkileri tanımlamanın ana kaynağıdır. Kapitalizmde özel mülkiyet ilişkisi, emek olarak özel mülkiyet ilişkisini olduğu gibi, sermaye olarak özel mülkiyet ilişkisi ile bunların karşılıklı ilişkisini de gizli bir biçimde içerir. İnsansal etkinliğin emek olarak, kendi kendine, insana ve doğaya, dolayısıyla bilince ve yaşamın belirtisine yabancı etkinlik olarak üretimi… Bu aynı zamanda (kapitalist toplumda) kendi hiçliğinden mutlak hiçliğe, toplumsal ve dolayısıyla gerçek varolmayışı içine düşebilecek emekçi olarak tasarlanmış insanın soyut varoluşudur.

“Ama bu sınıflar nasıl oluşmuştu? (…) iki büyük sınıfın kökeni ve gelişmesi, açık ve elle tutulabilir bir biçimde, salt ekonomik nedenlerden ileri gelmiş olarak görünüyordu. Ve toprak mülkiyeti ile burjuvazi arasındaki savaşımda, bir o kadar burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımda da, en başta ekonomik çıkarların sözkonusu olduğu da besbelliydi”[29]

İşçi, canlı, gereksinmeleri olan, ve çalışmadığı her an, varoluşunu yitiren bir “sermaye” durumundadır. İşçinin değeri arz ve talebe göre yükselir. Onun varoluşu, yaşamı herhangi bir meta arzına benzer bir meta arzı gibidir. “İşçi sermayeyi üretir, sermaye işçiyi; öyleyse o kendi kendini üretir, ve insan, işçi olarak, meta olarak, tüm hareketin ürünüdür.”[30] Marksizme göre, sınıflar nesnel bir gelişmenin ürünü olarak ortaya konulurken, “Weber nesnellikten asla ‘sözde’ ve tırnak içinde olmasının dışında bahsetmez. Yalnızca ve yalnızca bilgimizin önkoşulunu meydana getirmeleri ve ampirik bilginin bize verebileceği bu özel doğruluk değerinin önvarsayımı koşuluna bağlı olmaları durumunda öznel olan gerçekliğin, kategorilerde düzenlenmesi olgusuna dayanır.”[31]

Kapitalist veya işçi olmak olmak, üretimde yalnızca salt kişisel değil, toplumsal bir konuma da sahip olmaktır. Sermaye kapitalistin dışında kollektif bir üründür ve ancak toplum üyelerinin genel eylemiyle, harekete geçirilebilir. Demek ki, sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür. Sermayenin varoluşu işçinin varoluşunun ön koşuludur. Bu aşamada, işçi, kendisi için vardır ve sermaye onun karşısına çıktığı zaman sermaye olarak vardır ve sermaye işçinin yaşamını ona bağlı olmaksızın belirler. “Ekonomi politik, işsiz işçiyi, emek adamını, o bu emek ilişkileri küresi dışında bulunduğu ölçüde tanımaz.”[32] Bu, sınıf konumları gereği kapitalistlerin, işçiyi çalışma süresince yaşatma ve sadece işçiler soyunun tükenmesini engelleyecek biçimde yaşatma gereksinmesinden başka bir sey değildir. Öyleyse ücret, başka herhangi bir üretken aletin bakımı, çalışma durumunda tutulması ile, sermayenin kendini yeniden üretmek için gereksinme duyduğu sermaye tüketimi ile, dönmelerini sağlamak için çarkların yağlanması ile tamamen aynı anlamı taşır.

“Kapital’de belirlenen diğer düzeyler arasında ekonominin toplumsal sınıf sorunundaki önemine ilişkin olarak; toplumsal sınıf sorununun çekirdeğini zaten toplumsal sınıfların ekonomik belirlenimlerinin oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır. …Marksçı toplumsal sınıf kavramının oluşturulması için ekonomik belirlenimin yeterli olduğu sonucu çıkarılmamalıdır.”[33]

Poulantzas, Marx’ın ekonomik mücadele ile politik mücadelenin ve sınıfların ekonomik çıkarlarının aykırılıklarına ilişkin Komünist Manifesto’daki, “Proletarya değişik gelişme aşamalarından geçer. Daha doğuşuyla burjuvaziye karşı savaşımı başlar”[34] sözlerinden yola çıkarak iki sınıf arasındaki mücadelenin “kendinde sınıf”tan “kendi için sınıf”a doğru gelişiminde “…ilk olarak Marx’ın; politika ve ekonominin bu ilişkisel yönünü içeren incelenimlerinde üç düzey veya üç evre ayrımlar gibi olduğu göze çarpıyor” [35] der. Bu evreler değerlendirildiğinde Poulantzas, bir kategori olarak tanımlanan sınıfın ekonomi dışında politik olarak tanımlanması gerektiğini belirtir. Tek tek işçilerle başlayan mücadele; daha sonra yayılarak bir fabrikanın işçileri, nihayet aynı merkeze bağlı bir endüstri kolunun işçilerince kendilerini böyle doğrudan sömüren burjuvalara karşı yürütülmeye başlanmıştır. İlk aşamada dağınık bir kitle oluşturmalarına rağmen, İşçilerle burjuvalar arasındaki bu “kişisel çatışmalar” giderek “iki sınıf” arasındaki mücadele niteliğini kazanmıştır.

Bu gelişime bağlı olarak, Poulantzas’ın ayrımları, (tek tek mücadele ve iki sınıf arasındaki mücadele düzeyi) ekonomik mücadeleye ve ekonomik çıkarlara ilişkindir ki, bu iki ekonomik düzeyin birincisinde kapitalist ile işçi arasında, sınıfsal bilinçlilik niteliği göstermeksizin bir ekonomik mücadele gerçekleşir. İkincisinde ekonomik mücadele, ekonomik çıkarlar düzeyi olarak ne üreticiler düzeyinde yer alan, ne de tam olarak bir sınıf ilişkileri anlamını ifade eden -politik olarak sınıfı kapsamayan-, Marx’ın,”kendiliğinde sınıf” diye ifade ettiği bir mücadeledir.

“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir, sermayenin dayanışması bu yığın için ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil, ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığınlar birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarı olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı politik bir savaşımdır.”[36] Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde belirttiği bu düşüncesinin tarihselcilere sunduğu olanak içerisinde Lukacs’yan epistemolojinin, Goldman ve H. Marcuse’un yaklaşımlarının hayat bulduğunu hatırlatan Poulantzas; “sınıflar arası mücadele politik mücadeledir” sözlerinden hareketle toplumsal sınıflar sorununun, bilimsel incelemenin dışında Marx’taki işlevselci “kendinde sınıf” ve “kendi için sınıf” terimlerinin yerine konan “sosyal grup”la açıklanmasına karşı çıkar. Bunu, Hegelci ontolojik kalıtsal temanın taşınması diye niteleyerek; işlevselci akımın ortaya koyduğu eşzamanlılık/artzamanlılık ikileminin bu tarihselci yorumdan kaynaklandığını belirtir ve reddeder.

Sınıfın gelişiminde ortaya çıkan sınıfsal mücadelenin, Marx’ın birey yığını olarak gördüğü “kendinde sınıf”ın, daha sonra farklılaşan ve mücadele eden “kendi için sınıf” olarak ortaya çıkışının tarihi yapan özne olarak sınıfın alınması şeklinde yorumlanması ve Lukacs’ta belirginleşen politik özne, tarihselciliğin bir sorunsalı olarak görülmektedir. Tarihselci mantık, ekonomik yapı olarak “kendinde sınıfın” art zamanlı yapısal dönüşümünün “kendi için sınıf”ı yaratması anlayışına dayanan bakışıyla, toplumsal sınıflar ve insanlar arasında kuramsal olarak öznenin statüsünü temel alan bir ideolojik ilişki varsaymaktadır. Lukacs için sınıf, sadece ekonomik bir kategori niteliğini taşımaktadır.

Marx, kapitalizmde, ekonomik olarak yaptığı saptamalarda, kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleri olarak üç büyük sınıftan söz eder. Kapitalist üretim biçiminde üst üste binmiş birçok toplumsal katmanı bunların dışında tutması bugün için post-Marksistlere sınıf kavramına ilişkin politik tartışmada açık kapı bırakmaktadır. Peki nedir bu ara katmanlar? Soruna buradan girildiğinde içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Marx, bu ara katmanları görmezden gelmez, bunların varlığını kabullenip yedi politik sınıf tanımlar. Sınıfları Marx’ın ayrımlarına bağlı olarak (ekonomik ve politik) yapmak Marksistler için gereklidir. “Proletarya ancak açık seçik bir parti olarak örgenleştiği takdirde sınıf olabilir” sözü sınıfın politik düzeydeki varlığına ve onun devrimci bir yapı olmuş haline vurgu yapmak içindir. Ekonomik bir kategori olarak ise “kendiliğinde sınıf(lar)” şeklinde bir varoluş söz konusudur. Ekonomi disiplini içi inceleme ekonomik bir kategori olarak sınıfı temel aldığından Marx bu alanda Kapital’de olduğu gibi ekonomi sınırları içinde kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleri diye üç sınıf tanımlamıştır. Politik olarak sınıf noktasında; Marx üç sınıf tanımlamasını reddederek yedi sınıf tanımlamış ve bunları politik olarak sınıflamıştır.* Bu yedi sınıf tanımlaması tarihselciliğe ve öznelciliğe bu anlamda kapı açan bakıştır ve temelde onların güçlü yanını oluşturmaktadır. Tanımlamanın verdiği destekle ekonomik düzeyde sadece üretici olanlar, politik düzeyde tarihsel yapının değiştirici özneleri konumuna yükselmektedirler.

Praksis felsefesi savunucularına göre toplumsal sınıf mücadelesinin “öznesi” olarak sınıf ancak özgün bir sınıf bilincini vb. elde edebileceği politik düzeyde gerçekten varolabilirdi. Ekonomik düzey genelde yapılardan oluşmuştur. Toplumsal sınıflar, “özneler” olarak bu düzeyde var olmadıklarından bu düzeyin kuramsal incelenimi sınıf kavramını gerektirmez; burada ekonominin ünlü bilinçsiz “kör” yasaları söz konusudur. Buna karşılık, toplumsal sınıfların “özneler” olarak ortaya çıkmaları politik ve ideolojik düzeylerde; salt sınıflar mücadelesi çerçevesinde incelenen düzeylerde gerçekleşecektir. Tarihsel süreç; politik-ideolojik bir sınıflar mücadelesince “eyleme geçirilen”, bir tür, ekonomik yapılara dayanır. “Bu toplumsal ilişkiler, sınıf ilişkileri olarak kendilerini politik ve ideolojik yapıların olguları biçiminde ortaya koyarlar.”[37]

Marx tarafından ortaya konulan işçi kavramı günümüzdeki gerçeklikte eksik kalmaktadır. Marx döneminden günümüze kadar olan süreçte, kapitalist toplumun yapısında, sınıflarda, ve sınıflar arası ilişkilerde birtakım değişikliklerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Konumuz burada işçi sınıfının geçirdiği değişiklikler ve onu yeniden tanımlamaktan çok üretim içinde ve üretim ilişkileri içinde kapitalist kadar gerçek bir sınıf olarak varolduğunu göstermek üzerinedir.

Thompson bu konuda şöyle der: “Sınıf oluşumları belirlenme ile öz faaliyetin kesişme noktasında ortaya çıkarlar: İşçi sınıfı ‘oluşturulduğu kadar kendi kendisini oluşturur.’ Biri diğerini izleyen iki varlık olarak ‘sınıf’ı buraya, ‘sınıf bilinci’ni şuraya koyamayız; ikisini de birlikte ele almalıyız —belirlenme deneyimi ve bunu bilinçli bir şekilde ‘ele alma’. Sınıfı statik bir ‘kesim’den de türetemeyiz (çünkü, sınıf zaman içinde bir oluştur) ve üretim tarzının bir işlevi olarak da alamayız; sınıf oluşumları ve sınıf bilinci, açık uçlu bir ilişki —diğer sınıflarla mücadele— süreci içinde zamanla oluşur.”[38] Böylece Thompson, ekonomik yapı olarak sınıf ve politik olarak sınıf ayrıştırmasının yapısalcılığa ait olduğunu vurgular ve buna karşı çıkar. Ona göre sadece ekonomik kavramlarla sınıfı açıklama onu statik bir hale getirmek anlamına gelir oysa sınıf, oluşumu itibarı ile bilinci ve ideolojisiyle var olur.

Sınıf bilinci tanımı konusunda en önemli iki figür Lenin ve Lukacs’tır. Lenin, işçi sınıfının kendiliğinden geliştirdiği bir ideolojiden söz edilemeyeceğini belirtir ve ardından sınıfa uygun sistemli bir düşünce gövdesi olarak sosyalist ideolojiden bahseder. Dönem dönem sınıf bilinci ve sosyalist ideoloji birbirinin yerine geçer. Lenin’in bu yaklaşımı “kendinde sınıf” ile “kendisi için sınıf” ayrımları yapan Marx’a kadar gider.

Lukacs ise proletaryanın kendi devrimci konumuna ancak ideolojik olarak evrilebileceğini söyler. Lukacs sınıf ideolojisi ve sınıf bilincini Marx’ın yaptığı gibi ekonomik ilişkiler tarafından belirlenmiş olarak görmez. Lukacs soruna Hegelyan bir bütünlük olarak bakar. Bütünlük kavramı topluma yapılan bir vurgudur. Bir toplumdaki üretimin örgütlenmesi o toplumdaki tek bir sınıfa özgü genelleşmiş bir dünya görüşü ile bütünleşir. Sınıf, kültürel ve ideolojik ifadelerini bu tarihsel üretim örgütlenmesine yedirir. Lukacs, Tarihsel Materyalizm de dahil olmak üzere bilginin, sınıf bilincinin tarihin ürünü olduğunu savunur.

Gramsci sınıf ve sınıflar arası mücadelede bir sınıfın, egemenlik için yürüttüğü mücadelenin nasıl planlanması gerektiğini, yani devrim stratejisini, ilkin bu mücadelenin gelişim evrelerinin saptanması ve bu evrelerdeki karşılıklı güç ilişkisinin belirlenmesiyle birlikte ele alır. Daha tam deyişle, “durum tahlilleri” ile “güçler dengesi”ne bakarak, belirli bir evredeki (momentteki) mücadelenin rotasını ve mücadele biçimlerini ele alır. Her durumda egemenlik için yürütülen mücadeleyi üç ana düzeyde (“momentte”) ele alır. Sırasıyla bu ana düzeyler:

1) Ekonomik-korporatif mücadele,

2) Politik-ideolojik mücadele,

3) Politik-askeri ve askeri mücadeledir.

Her düzeyin ve mücadelenin kendine özgü örgütleri ve hedefleri vardır. Bu ana düzeylerin alt momentleri ise şöyledir:

Gramsci’nin “ilk ve basit moment” olarak tanımladığı “ekonomik-korporatifevrede, sınıfların bireyleri ekonomik çıkarlarla bir araya gelirler ve bu çıkarları sağlamak için mücadele ederler. Bu mücadelenin örgütleri ise mesleki (korporatif) niteliktedir. Bu düzeyde proletaryanın örgütlenmesi sendikalardır. (Ekonomik mücadele ve sendikalar).

İkinci “moment”, mevcut düzen içinde kısmi reformlar için yapılan mücadele evresidir. Bu evrede proletarya “yasama ve yürütmeye katılma”, burjuvaziyle “siyasal ve hukuksal eşitliği sağlama” amacıyla mücadelesini sürdürür. Marksist-Leninist terminolojiyle söylersek, bu evredeki mücadele demokratik haklar için yapılır. Bu mücadelenin örgütleri ise, ilkin Fransız Devrimi’nde görülen biçimiyle “kulüpler”dir. (Demokratik mücadele ve demokratik kitle örgütleri -dernekler, kulüpler, birlikler.)

Üçüncü “moment”, siyasal mücadele evresidir. Burada mücadelenin hedefi, proletaryanın “sivil toplumda hegemonyasını” kurmaktır. Bu yüzden mücadele alanı “sivil toplum”dur ve sivil toplum örgütleri içinde yürütülür. Bu mücadelenin örgütü, “ekonomik ve siyasal ereklerin birliği” ile “entellektüel ve moral birliği” ifade eden partidir. Proletarya partisi, proletaryanın alt-bağımlı gruplar üzerinde hegemonyasını sağlamak için mücadele eder.[39] Bu alt-bağımlı gruplar ise, burjuva toplumunda birincil olarak köylülerdir. (Hegemonya için mücadele ya da ideolojik mücadele ve parti.)

Poulantzas ise, tarihselci şemanın, Marx’ın “politik sınıf mücadelesi tarihin motorudur (itici gücüdür)” formülünde kendisine yer bulduğunu belirterek, toplumsal ilişkiler içerisinde devlete karşı verilen mücadelenin politik mücadele statüsü içinde olduğunu; ve devletin politik mücadelede politik üstyapının toplumsal ilişkiler alanında çelişkileri derinleştirdiğini, bunun bir üstbelirleyen olarak ortaya çıktığını belirlemektedir.

Sınıf, mücadele içerisinde politik olarak örgenleşerek kendisini tanımlar. Sınıfın politik olarak tanımlanmaması, “kapitalist üretim biçiminde ve diğer tüm üretim biçimlerinde toplumsal sınıfları tanımlamakta sadece üretim ilişkilerinin değerlendirilmesinin yeterli olduğunu ileri sürmek hatalıdır: ve bu yanılgı sadece üleşim ilişkilerini, gelirlerini dikkate almak gerekliliğinden —ki bu doğru olmakla birlikte hep ekonomik düzeye ilişkindir.”[40] Poulantzas’a göre bu düzey kendi başına sınıf ilişkilerini ve sınıf mücadelesinin değişik evrelerini dıştalar. Sınıf mücadelesi ekonomik, politik ve ideolojik olarak kendisini tamamlar.

Poulantzas, sınıfların yapısal belirlenimlerinin nasıl olduğunu açıklar. Fakat onun için önemli olan daha çok sınıfın ideolojik ve politik olarak tanımlanması gerekliliğidir. Temelde üretim sürecindeki rolle nesnel olarak belirlenen bir “kendinde sınıf” kavramına, sınıf bilincine ve özerk bir siyasal bilince eriştiğinde söz konusu olan “kendisi için sınıf” kavramına gereksinim duyarız.

Poulantzas’a karşı çıkan Anderson sınıfın, toplumsal ilişkiler ve ekonomi dışında tanımlanamayacağını, zira diğer sayılan unsurların sınıfa dışsal nitelikte olduğundan tanım içerisinde kullanılamayacağını belirtir. “Bir kişinin sınıfı, bir başka şeyle değil, mülkiyet ilişkileri ağı içindeki yeri ile saptanır… onun bilinci, kültürü, siyaseti onun sınıf konumunun tanımına girmez. Bu dışlamalar, sınıf konumunun bilinç kültür, ve sınıfı güçlü biçimde koşulladığını söyleyen Marksist tezin önsel niteliğini korumak için hakikaten gereklidir.”[41] Anderson, aksi yaklaşımların Marksist sınıf tanımlamasını bozduğunu belirtmektedir.

Politikleşen sınıf (Kendisi için sınıf)

Marx, “Proletarya değişik gelişme aşamalarından geçer. Daha doğuşuyla burjuvaziye karşı savaşımı başlar”[42] derken toplumsal oluşum içinde sınıfların ortaya çıkışı ile savaşın aynı anda olduğunu belirtir. Bu söylem aynı zamanda “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” kavramlarını olumsuzlamaya da götürmektedir.

Marx’ın, bir toplumu iki ana bölümde ele aldığı bilinir: altyapı ve üstyapı. Altyapı, bir toplumsal şekillenmede üretim ilişkilerinin bütünüdür ve toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. Bu ekonomik yapının üstünde yükselen ve onun tarafından belirlenen ilişkiler ve yapılar, bir bütün olarak üst-yapıyı oluştururlar. Bunlar da politik – entellektüel ilişkiler ve bunların oluşturduğu yapılardır. Ancak Marx ve Engels’in değişik yapıtlarında bunların yanında şunlar yer alır:

“… belli tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, bu toplumsal ve siyasal ilişkilerin içine girerler… Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelmektedir.”[43]

Tüm bu ve benzeri ifadelerde üretim ilişkileri yanında, “toplumsal ilişkiler”, “politik ilişkiler” ve “entellektüel görüş açıları” ifadeleri yer almakta ve tümünün de belirli yapılar oluşturduğu ortaya konmaktadır. Ekonomik ilişkilerin bütünü ekonomik yapıyı, toplumsal ilişkiler toplumsal yapıyı, politik ilişkiler devleti oluşturmaktadır. Ancak entellektüel bakış açıları ya da ideolojik şekiller, üstyapıda tek bir biçim -yapı ya da kurum- oluşturmazlar. Dini kurumlar, kültür kurumları, eğitim kurumları, sanat kurumları (akademiler) hep ideolojik şekillerdir. Ancak bunlar üstyapı kurumları olarak, temel kurum olan devlet ile şu ya da bu şekilde ilişki içinde olduklarından, bu düzeye bağlı olarak -yer yer içinde- ele alınırlar.

Marksizmde, temel-üstyapı ilişkilerinde, ilk önemli olan ekonomik ve toplumsal yapıdır. Ama genel olarak Marx-Engels’te dört yapı ya da düzeyden söz edildiği görülmektedir. Bunlar ekonomik, sosyal, politik ve entellektüel düzeylerdir. Bunlardan son ikisi üstyapıyı oluştururken, toplumsal ilişkiler (yapı) bir orta-düzey olarak görünür. İşte bu noktada “sivil toplum” kavramıyla karşılaşırız.

Marx-Engels, bu üçlü ayrımı, karşılıklı ilişkiler ve belirleyici alan açılarından ele alarak yeniden düzenlerler. Toplumun temelinin ekonomik yapı olduğu ve bunun da üretim ilişkilerince oluşturulduğu saptaması, tüm burjuva ve burjuva öncesi düşünürlerle aralarında kesin bir çizgi oluşturur. Ancak onlara göre, üretim ilişkileri de bir toplumsal ilişkidir ya da toplumsal ilişkilerin tümü üretim ilişkileri tarafından belirlenir.

Aynı biçimde Marx-Engels, “sivil toplum”u da yerli yerine oturtur: “Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde, bireylerin maddi karşılıklı ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. “Sivil toplum’ deyimi, 18. yüzyılda mülkiyet ilişkileri kendilerini antik ve orta-çağ topluluklarından kurtardığı zaman ortaya çıktı. Böylece sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvaziyle gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan, toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.”[44]

“… Sivil toplumun anatomisi ekonomi politikte aranmalıdır.”[45] Görüldüğü gibi Marx-Engels’te “sivil toplum” içerik olarak değişiktir ve hiçbir biçimde (Gramsci’de olduğu gibi) bir orta-düzey (moment) değildir. Aynı şekilde bir üstyapı düzeyi de değildir. Onlarda ekonomik yapı ve toplumsal yapı birbiri içinde ele alınır. Diyebiliriz ki, Marx-Engels, bir toplumu (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, komünist) bir bütün olarak sosyo-ekonomik formasyon (toplumsal ekonomik oluşum -örgütlenme-) ile ifade ederler. Bu toplumsal oluşum, altyapı ve üstyapı olarak iki bölümde irdelenir. Bir bütün olarak, toplumsal ilişkiler kavramı, her iki düzeyi de içerdiği durumlarda, esas olan “sosyo-ekonomik formasyon” düzeyidir. Dar anlamda toplumsal ilişkiler (ve yapı) ise, üretim tarzı tarafından belirlenen, üstyapı dışındaki tüm ilişkileri (üretim ilişkileriyle birlikte) kapsar. Bu bağlamda (dar anlamıyla) toplumsal yapı ile ekonomik yapı ayrımı üretim dünyası ile olan yakınlığa bağlı olarak yapılan bir ayrımdır.

İşte Marx-Engels’deki toplumsal ilişki ve yapının (ilk dönemde “sivil toplum”) geniş ve dar anlamları ile özel ve genel kullanımına dikkat edilmeden yapılacak bir yaklaşım sık sık yanlışlığa düşmek zorunda kalacaktır. Bu konuda en tipik örnek aile’dir. Ailenin toplumsal ilişki olması ve öte yandan burjuva toplumunda (karı-koca ailesi olarak) moleküller biçiminde görülmesi bir yanılgılar dizisi oluşturur. Burjuva toplumunun, Engels’in deyimiyle, yalnız “karı-koca ailelerden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütle” olarak görülmesi ve alınması, onun gerçek durumunu anlamayı zorlaştırır. Bilindiği gibi burjuva toplumu tek boyutlu bir kütle olmaktan uzaktır. Yine de üretim ilişkileri ile olan bağlarının zaman içinde gevşemesiyle, onun ikincil bir yapı oluşturduğu ya da oluşmuş bir ikinci yapının içinde yer aldığı bir durum yaratmıştır. Genellikle sosyoloji alanında kullanılan “toplumsal ilişki” düzeyi bu ikincil durumu ifade eder. Bu da üretim ilişkileri ile olan bağını, “en içteki sırrın” görülmesini engeller. Sonuçta bir proleterin fabrika içinde üretim ilişkisi içinde bulunduğu ve fabrika dışında -aile vb.- toplumsal ilişkide bulunduğu düşünülür. Bu ayrım sadece yöntemseldir.

Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkisidir, ve üretim ilişkisi de bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal ilişki -dar anlamında- bireylerin belli maddi ilişkilerini kucaklar ve bunun içine siyasal ilişkiler ile idealistik ilişkiler de dahil edilirse, sözcüğün geniş anlamına ulaşılır. (“Tüm” maddi ilişkiler, bu ikinci biçimdeki durumu karşılar.) Marx-Engels’te “sivil toplum”, Hegelcilikten tam bir kopuşla birlikte “toplumsal yapı” (dar ve geniş anlamıyla) ya da “toplumsal oluşum” kavramları haline gelerek, literatürden çıkmıştır.

Marx-Engels’in bir toplumsal oluşumda, ekonomik ve politik yapılardan bağımsız ya da görece bağımsız bir toplumsal yapı (“sivil toplum”) ya da örgütlenme anlayışını yıkmış olmaları, toplumların evriminde, üretim ilişkilerinden ve devletten uzak ve gerektiğinde onlara karşı bağımsız hareket edebilecek bir insan topluluğunun varsayılması dönemini kapamıştır. Bu da kavramsal düzeyde, aile-sivil toplum-devlet üçlüsünün aşılması olarak sınıf kavramıyla belirginleşir.

Marx-Engels, kendilerine kadar gelen ve o güne kadar toplumsal tahlillerde kullanılan genel kategorileri ve kavramları, sınıfların oluşumu ve gelişimine bağlayarak yeni bir dönem başlatmışlardır. Böylece tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak gerçek yerine oturtulmuştur.

Marx, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer ilişkileri ifade ederken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:

“Ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi, doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu etkileyen, yöneten ile yönetilen ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”[46]

Ekonomizm sapması, en açık biçimde Lenin’in “Ne Yapmalı?” kitabında eleştirilmiştir. Genel olarak “kendiliğindencilikteorisi olan ekonomizm, devrimci proletaryanın mücadelesinde her alanda kendiliğinden gelişmelere bel bağlama ve her alanda buna bağlı olarak dar eylemle yetinme demektir. Bu teori, nesnel koşulların gelişiminden hareket ederek, her şeyden önce proletaryanın ekonomik mücadelesini yürütmeyi ve buna siyasal bir nitelik vermeyi savunan bir teoridir. Bir başka deyişle, mevcut olandan yola çıkarak, mevcut olanın kendiliğinden gelişmesini izlemeyi önerir. Siyaset ekonomiyi uslu uslu izler. Bu teorinin kitleleri bilinçlendirme teorisi, “bilincin içten iletilmesi” teorisidir. Bu yüzden ilkin, proletarya ekonomik mücadele içinde kendi ekonomik çıkarlarının bilincine ulaşır. Bu, fabrikalardaki yaşam koşullarının teşhiri ile gerçekleşen bir bilinç olarak sosyalist siyasal bilincin ilk evresini oluşturur. Böyle bir teşhirle, ekonomik çıkarlarının bilincinde olan işçiler sendikalar içinde örgütlenirler ve kapitalistlere karşı mücadeleye girerler. Bu, “Elle tutulur, somut sonuçlar vaad eden” talepler doğrultusunda yürütülen bir mücadeledir. Gramsci’de bunun karşılığı “ekonomik-korporatif moment”tir. İkinci evrede ise, bu sendikal bilinç, işçi sınıfının ekonomik mücadelesine “siyasal nitelik kazandırarak” gelişir ve böylece karşılarına devlet gücü çıkar. Ve nihayet siyasal nitelik kazanmış ekonomik mücadelede bilinçlenen işçiler, parti içinde örgütlenirler.

Lenin, bu kendiliğindencilik teorisini eleştirirken, her şeyden önce, işçi sınıfının bilinçlendirilmesinin aşamalı olamayacağını belirtir. Lenin’de sosyalist siyasal bilinç, bir “evrensel bilinç” olarak kendiliğinden momentler aracılığıyla gelişmez ve oluşmaz. Bu bilinç, işçi sınıfına dışarıdan, siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile iletilir. İşçi sınıfı kendiliğinden sendikal bilincin ötesine geçemez. Lenin’in bu politik tavrını “işçi sınıfına karşı tutunulan pedagojik tutum”[47] olarak değerlendiren post-Marksistler sınıfın ancak hegemonya ilişkileri içerisinde politik bir tutum takınabileceğini ifade ederler. Proletaryanın politik mücadelede iktidarı ele geçirmede üstlendiği görevlerin, sadece sınıfın kendi için hedef koyduğu görevler değil, toplumdaki “ezilen” kesimlerin de taleplerini içeren görevler olduğunu belirten ve sınıf ile kendi misyonu arasındaki gerilimin yarattığı alandan hareket eden post-Marksistler, söz konusu normal dışı ilişkiyi “hegemonya” olarak ifade etmektedir. [48]

Gramsci’de ifadesini bulan ve post-Marksistler için de çekici olan yaklaşıma göre, diktatörlük, devlete ya da politik topluma denk düşerken, hegemonya ya da “demokratik”lik, “sivil toplum”a denk düşmektedir. Böyle bir değerlendirmede, hegemonyanın, uygulandığı ve gerçekleştiği “sivil toplum”un egemen sınıf/sınıflar ile onun/onların müttefiklerinden oluşması söz konusudur. Çünkü Gramsci, egemen sınıf, “müttefiki olan sınıfların yöneticisi”dir der. Böylece “sivil toplum”, aralarında uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları olmayan, yani egemen sınıf/sınıflar ile müttefiki sınıf/sınıflardan oluşmaktadır. Böyle bir toplum, tarihsel materyalizmin tanıtladığı gibi us-dışıdır. Zaten Gramsci’nin “sivil toplum” kavramı, sınıfları ve sınıf mücadelelerini tanımayan Hegelci dilden aktarılmıştır.

Hegel’de, bireysel irade ile genel irade arasında bir uzlaşma-kaynaşma sağlayan ve bunun ifadesi olan bir “ethik-idea” vardır. Bu “ethik-idea”, aynı zamanda, “nesnel”dir ve üç momentten geçerek oluşur.

Birinci moment, aile‘dir. Aile, Hegel’e göre, bir ethik kurumdur ve birey ilk kez “genel irade” ile burada karşılaşır. Ancak burada “ethik-idea” fazla gelişmemiştir. İkinci moment, sivil toplum‘dur. Bu sivil toplum bir çıkarlar birliğidir. Birey kendi gereksinmesini ve çıkarını ön planda tutar. Böylece burada “atomlaşma” söz konusudur. Hegel’in sözleriyle, sivil toplum bir “atomlaşma sistemidir”. Üçüncü moment ise, devlet‘tir. Bu momentte bireysel irade ile genel irade arasında tam bir birlik ve uyum vardır. Devlet “ethik-idea”nın gerçekliğidir ve devlet sivil toplumun birliğini sağlar, yani ondaki atomlaşmayı önler, bireysel iradeleri genelle bütünleştirir.

Hegel’in üç moment’i Gramsci’nin ideoloji, parti ve hegemonya ilişkisine açıklık kazandırır niteliktedir. Burada ortaya çıkan bir yanılgı da, sosyalist devrim ile burjuva devrimini aynılaştırmak ve her iki devrimin rotasını ve örgüt anlayışını bir tutmaktır. Tüm bunları belli bir özgünlük içerisinde yapmaktan öteye geçen Gramsci’nin, bunları “tarihten” çıkartarak, “şimdiye dek tarihte olduğu gibi” diyerek genelleştirmeye yönelmesi yanılgının oluşumunu ifade eder.

İdeoloji kavramı, genel olarak üstyapı kavrayışının bir ürünüdür. İdeolojik şekiller olarak üstyapı temel’e bağlıdır ve onun çerçevesi içerisinde oluşur. Ancak bu belirlenme “genel” niteliktedir, yani yapı, üstyapıyı “genel olarak belirler”. Bu yüzden üstyapı mutlak bir edilgenlik durumunda değildir ve karşı hareketi ile temel üzerinde de etkide bulunur. “…. siyasal savaşımların ve olayların, doğal ki ekonomik koşullara genel bağımlılıkları”[49] noktasında, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki ve bu çelişkinin düzeyi hemen her zaman belirleyici bir niteliktedir. Bireylerin üretici faaliyetlerini kapsayan sosyal ilişkiler, üretimin sosyal ilişkileri, maddi üretim araçlarındaki ve üretim güçlerindeki değişiklikler ve gelişmelere bağlı olarak değişir ve farklılaşırlar. Bir bütün olarak üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler denilen şeyi, toplumun kendisini ve ek olarak tarihsel evrimin belirli bir aşamasında bulunan ve kendine özgü bir karakter taşıyan belirli bir toplumu oluşturur. Marksizmin tarih tanımı nettir: sınıf mücadelelerinin tarihi. Bunun açık ifadesi, Marksizmin tarih anlayışının materyalist olmasıdır.

“Öyleyse, hiç değilse modern tarihte, bütün siyasal mücadelelerin sınıf mücadeleleri oldukları ve sınıfların bütün kurtuluş mücadelelerinin, zorunlu olarak siyasal biçimlerine karşın -çünkü her sınıf mücadelesi bir siyasal mücadeledir son tahlilde- ekonomik kurtuluşun çevresinde döndüklerini tanıtlamıştır. Dolayısıyla, devlet, siyasal düzen, hiç değilse burada, ikincil öğeyi ve uygar toplum (sivil toplum), ekonomik ilişkiler alanı, belirleyici öğeyi oluşturur.”[50]

Böylece Gramsci’de ifadesini bulan ve post-Marksistlere malzeme sağlayan sivil toplum-politik toplum (devlet) ayrımının ne olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bunlar birbirinden “özel örgütler” ve “baskı örgütleri” olarak ayrılırlar. Ama Gramsci için bunlar arasında bazı kurumların ya da örgütlerin olması fazlaca önemli değildir. Her iki toplumla da bağlantılı ve her iki toplumun işlevlerini farklı zamanlarda yerine getiren örgütler olarak siyasal partiler ve parlamentolar “ikili işlev” sahibi kurumlar olarak belirlenir. Bir yandan “hegemonya”yı sağlarlar, öte yandan siyasal yönetimi gerçekleştirirler, ya da “onay” ile “zorlama” yı gerçekleştirirler ve bunları birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bu bağlamda da iki işlev ve dolayısıyla iki toplum iç içe geçmiştir. Ancak Gramsci’nin sözünü ettiği bu durum geçicidir. Çünkü bu siyasal parti hükümet olduğu ve parlamentonun yetkilerinin kısıtlandığı durumlarda -ya da tersi- farklılık ortaya çıkar ve böyle zamanlarda iç içelik kalkar.

Marx-Engels’te bir toplumsal oluşumun yapısı özetle böyledir. Ancak onlar salt dünyayı yorumlamakla yetinen düşün adamı değillerdi. Onların tüm tahlilleri, dünyayı değiştirmeye yöneliktir. Bu boyutu ile proletaryanın mücadelesine yol gösterici niteliktedir. Yine de onların yaşadığı dönemin (serbest rekabetçi kapitalizm) ayırıcı özellikleri, üstyapıya ilişkin tahlillerini geliştirmelerine olanak sağlamamıştır.

II. Enternasyonalciler, Marx ve Engels’in teorik tahlil ve saptamalarını, hiçbir önkoşul konulmaksızın ve zaman-mekan gözetilmeksizin, aynen “savunulması” adı altında bir dogmalar yığını haline getirmişlerdir. Marksizmin özü, onun yaşayan ruhu olan diyalektik yöntem ve somut durumların somut tahlili onlar için hiçbir değere sahip değildir. Onlar, devrimin nesnel koşullarını “üretici güçler teorisi” ile ele alarak ve Katkı’nın Önsöz’ünü dayanak olarak kullanarak tahrif etmişlerdir. (Marksizmin ortodoks tahrifi.) Bu teoriye göre, proleter devrim emperyalist dönemde de, sanayinin az çok geliştiği, yani kapitalizmin üretici güçleri “en son noktasına kadar” geliştirdiği yerlerde gerçekleşebilecektir.

“İçerdiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan asla gelip yerlerini alamazlar.”[51]

İşçi sınıfının yok oluşu ve Gorz’un düşünceleri

Kapitalist toplum koşullarında üretici güçlerin gelişmesi, nesnel olarak bir ilerlemeyi ifade eder. Çünkü üretici güçlerin gelişmesi hem üretimin sosyal karakterini derinleştirir, hem de üretimin dinamik unsuru olarak emeğin toplumsal emek haline gelmesine yol açar.

A. Gorz yazılarında temel olarak proletaryayı, gelişen teknolojik gelişmeleri değerlendirerek; ekonomik ve toplumsal bir unsur olarak “soyu tükenen sınıf”, politik olarak da; “asla tarihte özne olamamış bir sınıf”, “işçi sınıfı iktidar olmaz”, ifadelerinde temellenen bir biçimde değerlendirmiştir.

Gorz, soruna keskin bir yaklaşımla girer: “Marksizm buhranda, çünkü işçi hareketi buhran içinde. Son yirmi yıl boyunca üretici güçlerin gelişmesiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi arasındaki ip koptu, bunun nedeni kapitalizmin iç çelişkilerinin dev boyutlara ulaşmaması değil, tersine bu çelişkiler hiçbir zaman bu denli çarpıcı olmamıştı.”[52]

Gorz, kapitalizmin iç çelişkilerinin ulaştığı boyuta rağmen işçi sınıfının bu çelişkilerden hiç bir zaman yararlanamadığını, çünkü kapitalizmin kendi sorunlarıyla kolaylıkla başa çıktığını belirtmektedir. Gorz, bir yandan çelişkilerin geliştiğini belirtirken diğer yandan kapitalizmin bu sorunu bir şekilde içselleştirerek çözdüğünü ama bu çelişkilerin aşılmasının tek yolunun da üretim tarzının ve ilişkilerinin değiştirilmesinden geçtiğini söyler. Ardından “nasıl olacak?” diye sormadan edemez. Bu sorusuna Marksizm cevap verir: “Kapitalist üretim tarzının dar çerçevesiyle bağlanmış bulunan büyük sanayi, bir yandan tümüyle halkın büyük yığınının gittikçe artan proleterleşmesine yol açarken, öte yandan sürümü olanaksız, gittikçe daha önemli miktarda üretim yaratır. Aşırı üretim ve yığınların yoksulluğu, her biri ötekinin nedeni olmak üzere, işte büyük sanayiin sonucu olan ve kaçınılmaz olarak üretim tarzının dönüşmesiyle üretici güçlerin özgürlüğünü gerektiren anlamsız çelişki budur.”[53] Burjuva sınıfın varlığının ve egemenliğinin esas koşulu, sermayenin oluşması ve çoğalmasıdır; sermayenin koşulu, ücretli emektir. Ücretli emek, bütünüyle, emekçiler arasındaki rekabete dayanır.

İlk olarak kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesi temelinde yatan nesnel durum: Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak gösterir. Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini üretimin bireysel fabrika içindeki örgütlenmesi ile tüm toplum içindeki üretim anarşisi arasındaki karşıtlık olarak yeniden üretir. Üretim, toplumsal bir iş, eylemdir; değişim ve onunla birlikte mal edinme, bireysel eylemler olarak kalır: toplumsal ürün, bireysel kapitalist tarafından mal edinilir. Bugünkü toplumun içinde devindiği tüm çelişkilerin kendisinden fışkırdığı ve büyük sanayiin açıkça ortaya çıkardığı temel çelişki budur:

Üreticinin üretim araçlarından ayrılması, işçinin ömür boyu ücretliliğe mahkum edilmesi (Proletaryaburjuvazi karşıtlığı), meta üretimini yöneten yasaların gitgide daha açık bir biçimde kendini göstermesi ve artan etkinliği, her fabrikadaki toplumsal örgüt ile üretimin bütünündeki toplumsal anarşi çelişkisi...

Gorz bu çelişkilerin derinliğini belirleyip sınıf mücadelesinin olmadığından söz ederken, “devrimci meşruiyet artık işçi sınıfının tekelinde değildir”[54]diyen post-Marksistlerle buluşmaktadır. Günlük olayların ampirik yorumundan kalkarak sınıfın artık devrimci niteliğinin kalmadığını, Marsizmin de bu değişimin ideolojisi olmaktan çıktığını ifade eder. “Merkezi bir çatışma vardır, ama merkezi bir cephe yoktur, sınıf mücadelesine benzer uzlaşmazlıklar vardır, ama hegemonya yeteneğine sahip sınıf yoktur.”[55] Böylelikle Gorz işçi sınıfını yok sayarak tüm sınıfların yok oluşunu müjdeleyen sosyal katmanlardan söz eder. Hegemonyaya sahip olacak sınıf belli çıkarlar için savaşmak zorundadır.

Gorz’a göre, “Sınıf kapitalist toplumun sanayi sonrası toplumda “sendikal ya da politik bir önderliğin bu mücadeleleri kontrol edemeyeceği ölçüde çoğalmıştır.”[56] Sınıfın nicelik büyümesi ve içerisindeki farklı katmanların çoğalması Marsist anlamdaki “yoksulların” artık ortak mücadele içerisinde bir araya gelemeyeceklerini ortaya koymaktadır. Artan sınıflara karşın çıkarları temsil eden tek sınıf olanaklı değildir. Bu çıkarlar grubun tümü tarafından kabul edilebilir olmalıdır. Bu düşünce Weber’in sosyal tabakalar içindeki statü gruplarının çıkar birlikteliğini çağrıştırmaktadır. Çünkü Weber’e göre, “Ayrıca bireyler sınıf konumundan umut verici sonuçlar bekleyebilir de, beklemeyebilir de. [toplu eylemden kastımız, aktörlerin aidiyet duygularından kaynaklanan eylemdir. Toplumsal eylem ise, çıkarların rasyonel yöntemlerle çözülmesine yönelik eylemlerdir.] Ortak sınıf konumundan toplumsal eylemin, hatta toplu eylemin, doğması ise hiç de evrensel bir durum değildir.”[57] Statü grubu sınıf kadar geniş olmadığından çıkarları için mücadeleye daha yatkındır. Gorz’un katmanları da tıpkı böyledir. “Burjuvazi, üretim aletlerinde, ve dolayısıyla üretim ilişkilerinde yani sosyal ilişkilerin tümünde durmadan devrim yapmazsa yaşayamaz.”[58] Yani kapitalizm koşullarında proletaryasız kapitalizm düşünülemez. “…Öbür yandan ne de kapitalist gelişme süreci, kendi içinde homojen iki sınıfı ilgilendiren, giderek artan bir kutuplaşmanın içerisinde kavrulan bir sınıf yapısı yaratır.”[59]

Giddens’ın, Marx ve Weber’in sınıf tanımlamalarını karşılaştırırken söz ettiği “homojen sınıf” kavramına Marx’ta rastlanmamaktadır. Sınıf kuramına ilişkin temel düşünce toplumun sınıflara bölündüğüne ilişkin bilimsel ölçütün konulmasıdır. Marx hiçbir zaman saf bir sınıftan söz etmez.

Onun sınıf kavrayışı, bilim nesnesi olarak sınıf kavramının içerisinde üretim ilişkilerin sonucu olarak, burjuvazi (kapitalizm), işçi sınıfı (emek) kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak sınıflardır. Marx için “homojenlik” kavramı eğer ifade edilecekse ancak burada bulunabilir. Politik alanda sınıflar konusu ise çok daha farklı boyutlara varmaktadır. Marx ve Weber arasındaki farkı Löwith, “Marx bir tedavi önerir, Weber’in önerebileceği ise yalnızca bir tanıdır” [60] şeklinde tanımlar.

Marksist sınıflar kuramı da toplumda temel sınıfların dışında çeşitli ara kademelerin varlığını reddetmez. Kapitalist toplumda işçi ve kapitalist dışında kent ve kır orta tabakalarının, küçük burjuvazinin varlığı söz konusudur. Politik olarak sınıf tanımlamalarında, sınıf kavgasında işçi sınıfının bu ara katmanları burjuvaziye karşı savaşa katmaya çalışmasının öneminden söz edilir. Marksizmin sınıf kuramındaki temel sınıflar yerine, burjuva sosyologları, toplumun temel sınıflarını görmezden gelerek sınıf olarak çeşitli katmanları koyarlar.

Post-Marksistler, politik olarak işçi sınıfının kapitalizme merkezi bir cephe açamadığını ancak sınıfların ötesinde katmanlara bağlı (statü) grupların arasında ittifaka dayalı bir cephenin kurulması ve mücadele etmesinin gerektiğini söyler. Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor. İş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi artırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfının “bir sınıf olarak ve, bunun sonucu, bir siyasal parti olarak bu örgütlenmeleri, yine kendi aralarındaki rekabet yüzünden durmadan alt üst olmaktadır.[61]

Tarihsel ilerlemenin ve değişimin nesnesi kitlelerdir. Toplumlardaki toplumsal ve siyasal değişimlerin aktörleri olarak görünürler. Tarihsel değişim ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel öğeleri içerir. Bundan dolayı konumuz açısından sınıfları ve daha somut olarak işçi sınıfını sadece üretim süreci içerisindeki rolleri ile değil, siyasal ve kültürel değişimdeki rolleri ile birlikte ele almak gerekir. “Kendinde sınıf”tan, “kendisi için sınıf” konumuna geçme, ekonomik mücadeleye politik bakış açısının hakim olmasıyla anlam kazanmaktadır. Sınıfların kendisi, uzun bir gelişim yolunun, üretim ve değişim biçimlerindeki bir dizi devrimin ürünüdürler. Sınıfların gösterdiği her gelişmeye, bu sınıfların buna denk düşen bir siyasal ilerlemesi eşlik etmiştir.“Marx’a göre sosyal dönüşüm bakımından fırsat, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle ölçülür.”[62]

“Politik alanda kimin işçi olup olmadığı sorusunun cevabını aramak yerine, -sınıf için devrimci bir rol oynayacaksa- sınıfı kendi içinde ayıklamalı ve seçmeci olunmalıdır. “Bugünün dünyasında işçi sınıfının oynayacağı rolü ve bu dünyayı dönüştürme potansiyelini algılayabilmek için, fakirleşmiş bir Marksizme geri dönmemize gerek yoktur.”[63]

İşçi sınıfının herhangi bir analizinde önemli soru, işçi sınıfı tanımının nasıl olması gerektiği üzerinedir; geniş mi yoksa sınırlı mı tutulmalı? İlk tanımlama; emek güçlerini ücret karşılığında satan ve üretim araçlarından yoksun olan herkesi kapsarken, ikincisi işçi sınıfını artı-değer üretenlerle ya da basitçe sanayide kol işlerinde çalışan ve bizzat “meta” üretenlerle sınırlar. Açıktır ki işçiler kapitalistler için kar üretebilirler ve bununla birlikte doğrudan artı-değer üreticisi olmayabilirler; banka ya da mağaza çalışanları için söz konusu olduğu gibi. Kol emeği harcamayan işçiler, aynı ölçülere göre, proleter olmayan bir konuma sürüklenirler. O halde sorun kol emeği harcamayan ve sanayide çalışmayan işçilerin hangi sınıfa ait olduğudur. Kimileri tarafından aşırı kapsayıcı olduğu ve (üretim araçlarını sadece kontrol edebilen) yöneticilerin de işçi sınıfına dahil edilmesine yol açabileceği iddia edilse de geniş tanım pek çok yönden doyurucudur. Sınıflar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik, toplumsal, ideolojik ve kültürel bir süreç olan toplumsal iş bölümündeki rollerine göre tanımlanırlar. Sınıfların yapısal belirlenimlerine yol açan toplumsal üretim ilişkileridir. Ayrıca toplumsal sınıflar, ekonomik farklılaşmadan doğan (işçi aristokrasisi gibi) ve politik ideolojik ilişkilerdeki özel rollerinden doğan (devlet bürkrasisi gibi) çeşitli fraksiyon ya da katmanları içerebilirler. Bununla birlikte bu fraksiyonlar temel toplumsal sınıfların birer parçasıdırlar.

 
 


[1] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Ş. Süer – L. F. Topaçoğlu, Belge Yay., İstanbul 1992, s. 64.

[2] K. Marx, “Önsöz”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1993, Sol Yay., s. 25.

* Marx-Engels’de “sivil toplum”, Hegelcilikten tam bir kopuşla birlikte “toplumsal yapı” (dar ve geniş anlamıyla) ya da “toplumsal oluşum” kavramları haline gelerek, literatürden çıkmıştır. Ama yine de Marx-Engels, kullandıkları sürece, “sivil toplumkavramını Hegelci anlamda ele almamışlardır.

[3] E. Balibar , “Dünyayı Değiştirmek: Praksisten Üretime”, Çev.: Boran Çiçekli, Teori ve Politika, S. 3, Yaz 96, s.123.

[4] K. Marx, Kapital, C. III, Çev.: Alaattin Bilgi, Ankara 1986, Sol Yay., s. 829-30.

[5] Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, İstanbul 1996, Alan Yay., s. 210.

[6] K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile, Ankara 1994, Sol Yay., s. 129.

[7] Philippe Beneton, Toplumsal Sınıflar, Çev.: Hüsnü Dilli, İstanbul 1995, İletişim Yay., s. 33.

[8] Henri Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi- C.2 , Çev.: Attila Tokatlı, İstanbul 1973, Sosyal Yay., s. 486.

[9] K. Marx, F. Engels, Alman ideolojisi, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1992, Sol Yay. s.59.

[10] A.g.e., s. 91-92.

[11] Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 56-57.

[12] M. Weber, Sosyoloji Yazıları, Çev.: Taha Parla, İstanbul 1993, İletişim Yay., s. 269.

[13] Karl Löwith, Max Weber ve Karl Marx, Çev.: Nilüfer Yılmaz, Ankara 1999, Doruk Yay., s. 58-59

[14] K. Marx, Kapital, C. III, a.g.e., s. 829-830.

[15] Tülin Öngen, a.g.e., s. 33.

[16] M. Weber, a.g.e., s. 269.

[17] Geofrey de Ste Croix’den akt.: A. Callinicos, Değişen İşçi Sınıfı, Çev.:Osman Akınhay, İstanbul 1994, Z Yay., s.12.

[18] “Belli amaçlar ve çıkarlar ve bunları gerçekleştirme çabaları çerçevesinde toplanmış ve belli bir sınıf yapısı içinde kümeleşmiş insan toplulukları. Bu topluluklar belli bir sınıfa bağlıdırlar, ama sınıf niteliği taşımazlar.” (O. Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, C. 6, Remzi Kitabevi Yay., s. 355)

   “Sosyal bir sistemin bir parçası olduğuna değinilen sosyal grup (topluluk) ile ilgili tanımlamalar büyük farlılıklar göstermektedir. Örneğin Hogbin, ‘her grup karşılıklı sorumluluk ve haklar ve işbirliği ilişkileri şebekesidir’ demektedir. Mills ise küçük grupların bir amaçla bir araya gelen ve ilişkilerini anlamlı bulan iki ya da daha çok sayıda bireyden oluşan birim olduğunu söylemektedir. Eubank’a göre birbirini zihni temas yoluyla etkileyen iki ya da daha çok sayıdaki insanların varlığı grubu meydana getirir. Homans grubu ‘yüz yüze ilişkiler topluluğu’ olarak tanımlamaktadır.” (Altan Eserpek, Sosyoloji, AÜ DTCF Yayınları, Ankara 1981, s.173.)

[19] M. Weber, a.g.e., s. 270.

[20] Bryan S. Turner, Statü, Çev.:Kemal İnal, Ankara 2000, Doruk Yay., s.18.

[21] M. Weber, a.g.e., s. 271-272

[22] J. Pierre Durrand, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.:Ali Aktaş, İstanbul 2000, İletişim Yay., s. 31.

[23] M. Weber, a.g.e., s. 270.

[24] A.g.e., s. 272.

[25] K. Marx, Artı Deger Teorileri, C.I, Çev.: Yurdakul Fincancı, Ankara 1998, Sol Yay., s.377.

[26] K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1990, Sol Yay., s.138.

[27] M. Weber, a.g.e., s. 271.

[28] Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.: Selahattin Hilav, İstanbul 1995, Gökkuşağı Yay., s. 77.

[29] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1979, Sol Yay., s. 49.

[30] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev.: Kenan Somer, Ankara 1976, Sol Yayınları, s: 154.

[31] Karl Löwith, a.g.e., s. 82.

[32] Karl Marx, a.g.e., s. 154.

[33] Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 51.

[34] K. Marx,F. Engels, Komünist Manifesto, Çev.: Süleman Arslan, Ankara 1976, Bilim ve Sosyalizm Yay., s. 37.

[35] Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 52.

[36] K. Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev.: A. Kardam, Ankara 1992, Sol Yay., s. 157.

* Komünist Manifesto’da Marx ve Engels’in yaptığı sosyalizm ayrımları da bu düşünceye denk düşmektedir.

[37] Nicos Poulantzas, a.g.e., s. 59.

[38] E. P. Thompson, Teorinin Sefaleti, Çev.: A. F. Yıldırım, İstanbul 1994, Alan Yayıncılık, s. 183.

[39] A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: Adnan Cemgil, İstanbul 1997, Belge Yay., s.28.

[40] N. Poulantzas, a.g.e., s. 64.

[41] P. Anderson, Marksizmde Tartışmalar, Çev.: Ahmet Özdemir, İstanbul 1998, Göçebe Yay., s. 61.

[42] K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, a.g.e., s. 37.

[43] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1992, Sol Yay., s. 41.

[44] A.g.e., s.106.

[45] K. Marx, “Önsöz”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1993, Sol Yay., s. 23.

[46] K. Marx, Kapital, C. III, a.g.e., s. 829-30.

[47] E. Laclau, C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: A. Kardam, D. Şahiner, İstanbul 1992, Birikim Yay., s. 77.

[48] A.g.e., s. 65.

[49] Engels, “Conrad Schmidt’e Mektup (27 Ekim 1890)”; K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar-2, Çev.. Yurdakul Fincancı, Ankara 1996, Sol Yay., s. 243.

[50] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev.: Sevim Belli, Ankara 1979, Sol Yay., s, 61.

[51] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, a.g.e., s. 26.

[52] A. Gorz, Elveda Proletarya, Çev.: Hülya Tufan, İstanbul 1986, Afa Yay., s. 9.

[53] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, a.g.e., s. 50.

[54] E. Laclau, C. Mouffe, a.g.e., s. 72.

[55] A. Gorz, Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji, Çev.: Hülya Tufan, İstanbul 1988, Ayrıntı Yay., s. 125.

[56] E. Laclau, C. Mouffe, a.g.e., s. 19.

[57] M. Weber, a.g.e., s. 272-273.

[58] K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, a.g.e., s. 31.

[59] Antony Giddens, İleri Toplumların Sınıf Yapısı, Çev.: Ömer Baldık, İstanbul 1999, Birey Yay., s. 57.

[60] Karl Löwith, a.g.e., s. 17.

[61] K. Marx,F. Engels, Komünist Manifesto, Çev.: Süleyman Arslan, Ankara 1976, Bilim ve Sosyalizm Yay., s. 38.

[62] A.g.e., s. 17.

[63] Ronald Munck, Uluslararası Emek Araştırmaları, Çev.: Cenk Aygün, Ankara 1995, Öteki Yayınevi, s. 47.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar