Ana SayfaArşivSayı 19-20Althusser, Marksizm ve İşçi Sınıfı

Althusser, Marksizm ve İşçi Sınıfı

Yılmaz Sezer

Althusser, ‘Epistemoloji’ sözcüğünü çok yıprattığını, laçka ettiğini ve onu kontrol edemediğini söylüyor ve bir ‘Epistemoloji’ tanımı yapıyor:

Epistemoloji; bilimsel pratiğin biçim ve koşullarının ve çeşitli somut bilimlerdeki tarihinin teorisi. Ama, bu tanımlama farklı iki anlamda ele alınabilir. Materyalist anlamıyla bizi mevcut bilgilerin teorik ‘üretim biçiminin ve süreci’nin özdeksel, toplumsal, siyasal, ideolojik ve felsefi koşullarını incelemeye yöneltir. Bu durumda uzmanlık alanı tarihsel materyalizmin içine girer. Spekülatif anlamıyla ise Epistemoloji bizi tam aksine bilimsel pratiğin teorisini diğer pratiklerden farkıyla şekillendirmeye ve geliştirmeye doğru yöneltebilir.[1]

       Althusser, ‘epistemoloji’yi önceleri spekülatif anlamıyla ele aldığını, oysa felsefi kaygıyla, ‘epistemoloji’nin materyalist anlamıyla ele alınması gerektiğini ifade ediyor. Söylediği şey özetle şudur: Mevcut bilgilerin teorik ‘üretim biçiminin ve süreci’nin ontolojik koşullarını incelemek gerekir. Burada söz konusu olan, epistemolojiye dışsal bir ontolojik koşul, yani, ‘ontolojik koşul’ bağlantısıyla epistemoloji ile ontoloji arasında dışsal bir ilişki kurma çabası değildir. Althusser çok daha ileri gider, felsefi kaygıyı öne çıkarır ve dolayısıyla epistemolojik tezleri ontolojide arar.

           Bu gerçekte Althusser’in sorunu, ona bağlı bir mesele değildir; Marksizmin bütünsel bir yapı olduğunu, ‘bilim, felsefe ve politika’ bütünselliği olarak ele alınıp geliştirilmesi gerektiğini ileri süren herkesin, her Marksistin sorunudur. Bilime ve politikaya ilişkin söylenecek her şeyde, maddeci felsefenin temel tezini (ya da tezlerini) gözetme zorunluluğu vardır. Bu zorunluluk, ancak ve ancak taktik olarak, ilerleyebilmek bakımından, geçici olarak tatil edilebilir. Bir riski, (belki bir paradoksu) ifade etmek bakımından şunu da eklemek gerekiyor: Felsefi tezleri gözetmek, Althusser’de olduğu gibi, bilim ve politikayı felsefeleştirmek ile sonuçlanabiliyor.

Bu aşamada şunu kaydedebiliriz: Althusser’e rağmen, ‘Epistemoloji’ sözcüğünü laçka etme pahasına, bu sakızı çiğnemeye, sözcüğün spekülatif anlamındaki felsefi yanlışı bile bile, ‘bilim’ ve ‘politika’nın hatırına, bu sözcüğün spekülatif kullanımında bir süre (bir geçiş dönemi olarak) ısrarlı olmak gerekiyor. Epistemoloji ile ontolojiyi, birini diğerinin kurucusu ve belirleyeni sayan, birinin diğerinde doğrulandığı ya da yanlışlandığı, bilim, felsefe ve politika arasında kategorik ayrımların ortadan kaldırıldığı, her şeyin felsefeleştiği tarihselci epistemolojileri bir kenara bırakmak gerekiyor. Ancak, her ikisi arasında mutlak anlamda bir bağlantısızlık vurgusu ise, Spinoza’cı görüş[2], bu dünya öteki dünya türünden felsefi idealizmle sakatlanma anlamına geliyor.

Althusser bu durumun farkındadır; Marx Için ve Kapital’i Okumak‘da birbirinden ayırdığı epistemoloji ile ontolojiyi, Lenin ve Felsefe, John Lewis’e Cevap ve Özeleştiri Öğeleri‘nde bağlantılandırma çabaları içine girer. Althusser’in ‘bağlantılandırma çabaları’ yerinde, çabalarının sonuçları ise başarısızdır. Bağlantılandırma çabalarında, Althusser, daha önce eleştirdiği tarihselci epistemolojileri yardıma çağırır.

Althusser, özeleştirisinde bir ‘teorisist eğilim’den, bir de ‘teorisist sapma’dan sözediyor. Althusser, önceleri, teorik kopuşu ‘genel olarak bilim’ ile ‘genel olarak ideoloji’ arasında düşündüğünü ve o şekilde ele aldığını, bunun teorisist bir eğilim olduğunu, oysa ‘kopuş’un Marksist bilimle onun kendi ideolojik tarih öncesi arasında gerçekleştiğini ifade ediyor. Burada bir sorun yoktur. Çünkü; bilimi ve ideolojiyi, bir karşıtlıktan, ‘yanlış’-‘doğru’ karşıtlığından kurtarıyor. Althusser’in bu düzeltmesi yerindedir. Sorun, Althusser’in teorisist sapma dediği ‘felsefe’ tanımı ile ilgilidir; ‘teorik-pratiğin teorisi’ olarak kurduğu felsefe tanımını değiştiriyor. Felsefeyi, bu kez, ‘teoride sınıf kavgası’ olarak tanımlıyor ve felsefe, epistemolojik düzeyde sınıf mücadelesinin temsil edildiği yer oluyor. Althusser, felsefe aracılığıyla, epistemolojik ve ontolojik düzeyleri birleştiriyor.[3]

I.

Althusser, ‘epistemolojik kopuş’u, Marx Için ve Kapital’i Okumak adlı çalışmalarında bilim-ideoloji karşıtlığına indirgediğini; ‘kopuş’u bilim-bilim olmayan türünden rasyonalist terimlerle ele aldığını ve tanımladığını yazıyor:

Ideoloji yanlışın Marksist ‘adı’ndan başka bir şey değildi. Ama Alman Ideolojisi’nden -ki o da bu indirgemeyi uyguluyordu- itibaren ‘pozitif doğru’dan ideolojik yanılsamaya kadarki karşıtlığın gerisinde sadece teorik değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik, çok değişik boyutlu bambaşka bir kopmanın belirginleşmekte ve tamamlanmakta olduğu gayet iyi hissediliyordu. Bu kopma, Marx’ın yalnızca genel anlamı ile ideolojiden ve mevcut ideolojik tarih anlayışından kopuşu değildi., aynı zamanda hem burjuva ideolojisinden, hem de egemen burjuva anlayışından yani sadece toplumsal pratikler üzerinde değil, aynı zamanda pratik ve teorik ideolojilerde de -ta ki siyasi, iktisat ve ütopik sosyalizm eserlerine kadar egemen- hüküm süren, baskın ve iktidar olan burjuva anlayışından kopuşu idi. Pek tabii ki bu hükümranlık, bölüşümsüz olmadı, çünkü feodal bir dünya anlayışından arta kalana ve yepyeni bir dünya anlayışı olan proleter dünya anlayışının öncüllerine karşı yapılan bir savaşın neticesiydi. Bu da Marx’ın konumunu anlamamız için yeterli bir olgudur. Çünkü, Marx, beraberinde bulunduğu burjuva ideolojisinden ancak proleter ideolojinin öncüllerinden ve bu ideolojinin sağlam bir vücut bulduğu işçi sınıfının o ilk mücadelelerinden etkilenmek şartıyla kopabilirdi. ‘Pozitif doğru’ ve ideolojik yanılsama karşıtlığının rasyonalist sahnesi ardında yatan ve bu karşıtlığa tarihsel bir boyut kazandıran işte bu ‘olay’dır. Burjuva ideolojisini (hümanizm, tarihselcilik, evrimcilik, ekonomizm, idealizm, vb. olarak) tanımlamaya ve ıralamaya çabalamadığıma göre, bu tartışmanın en can alıcı noktasının burjuva ideolojisinden kopuş olduğunu hissetmiştim. Ama ideolojilerin mekanizmalarını, sınıf eğilimlerini, işlevlerini yeterince anlayamadığımdan dolayı, bir yandan Marx’ın burjuva ideolojisinden kopuşuyla, öte yandan da ‘kopuntu’yla olan mevcut bağları anlaşılır bir şekilde yansıtamadım.[4]

Althusser, özeleştirisinde, Marksist bilimle onun ideolojik tarih öncesi arasında teorik bir süreksizlik, bir başka deyişle teorik bir kopuş olduğunu yazıyor. Teorik kopuşun, “genel olarak bilimle genel olarak ideoloji arasında değil, Marksist bilimle onun kendi ideolojik tarih öncesi arasında” gerçekleştiğini belirtiyor. Ve kendi deyimiyle, bilim-ideoloji arasında idealist bir karşıtlık teorisi (doğru-yanlış, bilgi-bilgisizlik türünden) kuran önceki mantığını düzeltiyor ve epistemolojik kopuşun ontolojik boyutlarının da olduğuna işaret ediyor[5] ve şunları yazıyor: “Marx, beraberinde bulunduğu burjuva ideolojisinden ancak proleter ideolojinin öncüllerinden ve ideolojinin sağlam bir vücut bulduğu işçi sınıfının o ilk mücadelelerinden etkilenmek şartıyla kopabilirdi.”

          Kopuş’un Marksist bilimle onun kendi ideolojik tarih öncesi arasında gerçekleştiğine ilişkin vurguda; ‘ideolojik, tarih öncesi’nden kastedilenin, işaret edilen şeyin yalnızca ideolojik tarih anlayışları değil, burjuva ideolojileri de olması, bir tür anlam kaymasına sebep olabilecek nitelikte gözükse bile, ‘Kopuş’un epistemolojik kopuş olduğu konusunda tereddüt yoktur. Kopuş’u, burjuva ideolojilerin de içinde bulunduğu ideolojik sorunsaldan kopuş olarak algılamak gerekir. Kopuş’u, sınıfsal, burjuva ideolojisinden proleter bir kopuş, yani ideolojik bir kopuş olarak tanımlayanlar ile epistemolojik kopuş olarak tanımlayanlar arasında uzlaşmaz ciddi bir durum ve kapanmaz bir mesafe olduğunu belirtmek gerekiyor: Kopuşu sınıfsal, ideolojik kopuş olarak algılayanlar, Marksist bilimin tarihsel ve sınıfsal olduğunu ileri sürüyorlar, bilim-felsefe-politikayı aynılaştırıyorlar. Kopuşun epistemolojik olduğu savında olanlar ise, Marksist bilimin diğer bilimler gibi, sınıfsal ve tarihsel olmadığını kabul ediyorlar, öncekilerin tersine, bilim-felsefe-politika arasında kategorik ayrımlar olduğunu ve olması gerektiğini ifade ediyorlar.

Marx-Engels, işçi sınıfı ideolojisinin öncüllerinden ve mücadelelerinden etkilenerek ‘epistemolojik kopuş’u gerçekleştiriyor ve Tarih Bilimi’ni kuruyorlar. Işçi sınıfı ideolojisinin öncülleri ve mücadeleleri ‘kopuş’u zorunlu kılmıyor; tersine, işçi sınıfı mücadeleleri ve onun ideolojisi ‘kopuş’ için tarihsel-ontolojik koşul oluyor. Bu, epistemolojinin tarihsele-ontolojiye bağlandığı dışsal düğüm noktasıdır. ‘Dışsal düğüm noktası’ olarak ifade edilen şeyin, bu dünya öteki dünya türünden idealizme ait ikiciliği ortadan kaldırmaya yönelik, epistemoloji ile ontoloji arasında bir bağlantılandırma çabasının bir başlangıcı olduğunu, ancak yeterli olmadığını belirtmek ve bunu felsefi bakımdan önemsemek gerekiyor. Epistemolojik kopuş ile Tarih Bilimi’nden proleter ideolojisine doğru ‘geriye dönülmezlik’ ilkesi çalışmaya başlıyor. Tarih Bilimi, proletaryanın ideolojisi ya da proletaryanın bilimi anlamına gelmiyor. Tarih Bilimi de, diğer bilimler gibi, sınıfsal değildir; ama sınıflara ve onların ideolojilerine işaret ediyor. Işçi sınıfının ve onun ideolojisinin ‘tarihsel’de ne anlama geldiğini belirliyor. Belirlemenin epistemolojik belirleme, epistemolojik vurgu olduğu açıktır.

II.

Althusser, “Marx’ın bilimsel teorisinin yeni bir felsefeye değil, felsefenin yeni bir pratiğine, proletaryanın felsefedeki sınıf tavrı temeline oturtulmuş bir felsefe pratiğine yol açtığını” söylüyor ve Lenin’in diyalektik materyalizm ile ilgili buluşunu şöyle anlatıyor:

Kanımca Marksizmin özüne ilişkin olan bu buluş şu aşağıdaki tezlerle formüllenebilir. 1) Felsefe bir bilim değildir ve bilimin bir nesnesi olduğu anlamında, felsefenin nesnesi yoktur. 2) Felsefe, teorik bir biçimde yürütülen bir politik müdahale pratiğidir. 3) Öncelikle iki ayrıcalıklı alanda müdahalesini yapar: sınıf mücadelesinin sonuçlarının yer aldığı politik düzeyde ve bilimsel pratiğin sonuçlarının yer aldığı teorik düzeyde, 4) Felsefe, özünde sınıf mücadelesinin sonuçlarıyla, bilimsel pratiğinin sonuçlarının bitiştiği yer olan teorik düzeyde üretilir. Böylece iki düzeyde, teorik bir biçimde politik olarak müdahale eder: bu iki müdahale düzeyi, yani politik pratik ve bilimsel pratik düzeyleri, onun kendi alanlarıdır, çünkü felsefe kendisi de bu iki pratiğin sonuçlarının bileşiminden doğar. 6) Felsefenin bütünü bir sınıf tavrını dilegetirir, bütün felsefe tarihine egemen olan, idealizm ile maddecilik arasındaki büyük tartışmada, ‘taraf tutma’yı ifade eder. 7) Felsefedeki Marksist-Leninist devrim felsefenin idealist kavramının (‘dünyayı yorumlama’ anlamında felsefe) yadsınması demektir. Bu idealist felsefe, kendisi her zaman taraf tuttuğu halde, felsefenin bir sınıf tavrını dilegetirdiğini inkar eder. Işte bu idealist felsefeyi yadsıyan Marksist-Leninist düşünce felsefede proletaryanın maddeci sınıf tavrını benimser, yani teoride sınıf ayrımının sonuçlarını belirten yeni bir maddeci ve devrimci felsefe pratiğini kurar. Bütün bu tezler Materyalizm ve Ampriokritisizm’de ya örtük, ya da belirtik bir biçimde bulunabilir. Benim bütün yaptığım, bunları biraz daha belirtik hale sokmak oldu.[6]

Althusser, Marx Için ve Kapital’i Okumak adlı eserlerinde yaptığı felsefe tanımını değiştiriyor ve Lenin ve Felsefe’de, Lenin’in yardımıyla yeni bir felsefe tanımına ulaşıyor. Althusser’in ileri sürdüğü tezler, bu yeni tanıma dayanıyor. Althusser, özeleştirisinde bu durumu şöyle ifade ediyor:

“Esas sorunun ne olduğunu gördüysem de bunu pek iyi anlamadığımı şimdi görüyorum. Tek bir ‘teori’ terimi adı altında ona bilimle aynı statüyü vererek onu ‘teorik-pratiğin teorisi’ olarak tanımlıyordum. Teorik açıdan felsefeye yüksek değer biçerek sınıf savaşımı ‘işin içine sokma’maktan beni haklı yere eleştirenlerin de belirttiği gibi siyasal açıdan düşük değer biçtim. Bununla birlikte yeni bir felsefe tanımıyla (‘teorideki siyaset’) sapmanın esasını düzelttiğim Lenin ve Felsefe’de de buna şahit oluyoruz.”[7]

Ve Althusser, ‘teorik-pratiğin teorisi’ olarak yaptığı önceki felsefe tanımının savunulmaz olduğunu açık ve kesin bir dille ifade ediyor:

Felsefenin ‘teorik-pratiğin teorisi olarak tanımlanmasını savunulmaz görüyorum ve yasaklanması gerekiyor. Ve bir formülü ortadan kaldırmak yeterli değildir; tınlamasının yol açtığı tüm yankıları ve etkileri teorik tertiplerinde düzeltmek gerekir.[8]

Althusser’e göre diyalektik materyalizm yeni bir felsefe pratiğidir. Felsefe, sınıf mücadelesinin sonuçlarının yer aldığı politik düzeye ve bilimsel pratiğin sonuçlarının yer aldığı teorik düzeye, politik olarak müdahalesini teorik bir biçimde yapıyor; teorik ve politik düzeyin bitiştiği yer olan ‘teorik düzey’de üretiliyor. Nitekim, Lenin’i tekrarlayan Althusser, felsefenin bütününün bir sınıf tavrını dile getirdiğini söylüyor.

Marx Için ve Kapital’i Okumak adlı kitaplarında; düşünsel süreçlerle nesnel süreçleri birbirinden ayıran, ilişkisizlendiren Althusser, burada epistemolojik ve ontolojik düzeyleri bitiştiriyor. ‘Bitişmek’ şu anlama geliyor: Felsefe teori düzeyinde sınıf mücadelesini, politik pratik alanda da bilimselliği temsil ediyor; teori alanına politik pratiğin, politika düzeye ise bilimin bir müdahalesi oluyor. Althusser bu yeni teziyle, epistemolojik ve ontolojik düzeyler arasında, birinin diğerine felsefe aracılığıyla müdahale edebildiği bir yapı kuruyor:

Kopuntu, teorik bir olayın ürettiği sonuçların ve belirtilerin yalın olgusunu, bir bilimin tarihsel ortaya çıkışını saptamakla yetindiğine göre, onun tek başına kendi ışığı olmadığını belrtmek yeterli değildir. Aynı zamanda bu tarihsel teorik olayın onu yönlendiren özdeksel, teknik, toplumsal, siyasal ve ideolojik şartların çakışması açısından da açıklanması gerekir. Ve bu şartlar arasından, bazı durumlarda, şüphesiz Marks’ın durumunda da en başta sınıf teorik konumlarının işe karışması veya felsefi kertenin işin içine girmesi diye adlandırabileceğimiz şeyi hesaba katmamız gerekir.[9]

Althusser, Lenin ve Felsefe‘de yeni bir felsefi pratik geliştiriyor; ancak, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi adlı çalışmasında önerdiği felsefi pratiği Lenin ve Felsefe‘de reddettiğine, ortadan kaldırdığına dair Althusser tarafından dillendirilmiş bir işaret yoktur.[10] Ancak, Althusser tarafından önerilen birbirine taban tabana zıt bu iki ayrı ‘felsefe’ ve ‘felsefi pratik’ anlayışlarının yana yana duramayacağını, birinin kabulü halinde zorunlu olarak diğerinin reddinin gerekeceğini söyleyebiliriz.[11] Althusser’in Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi adlı çalışmasında önerdiği felsefe ve felsefi pratik şöyledir:

1. Felsefe, maddeye (oto tamircisi) ya da canlı bir cisime (cerrah) ya da sınıf mücadelesine değil, fakat teoriye müdahale ederek işliyor: aletlerle, ya da bir bistüri ile ya da yığınları örgütleme ve yönetme tedbirleri ile değil, fakat, akılcı olarak ayarlanmış ve uygun teorik önermeler ileri sürerek. Teoriye yapılan bu müdahale teorik sonuçlar (yeni felsefi müdahaleler gerektiren yeni sorular sorulması) ve söz konusu ‘fikirler’ arasındaki güç ilişkileri üzerinde pratik sonuçlar doğurmaktadır. 2. Felsefe belirli bir gerçekliğe müdahalede bulunmaktadır: ‘Teori’. Belki bu kavram hala belirsiz; ama bizim, bu kavramdan ne istediğimizi biliyoruz artık. Felsefe, bilimlerin, teorik ideolojilerin ve bizzat felsefenin de içinde yer aldığı farklılaşmamış gerçekliğe müdahalede bulunmaktadır. Teorik ideolojiler nedir? Geçici bir tanım verelim: bunlar, son kertede, tanınamaz şekiller altında da olsa, pratik ideolojilerin teorideki değişik biçimleridir. 3. Bizim anladığımız biçimiyle felsefi müdahalenin bu farklılaşmamış gerçekliğe müdahalesinin sonucu, her seferinde, bilimsel ile ideolojik olanı birbirinden ayıran ayrım çizgisini çizmektir. Bu ayrım çizgisi, felsefelerin çoğunda, gizlenmiş, yadsınmış, karalanmış olabilir: ama yadsınmasına rağmen bu çizgi, o felsefelerin varolabilmeleri için esastır. Yadsınması varoluşunun olağan biçimidir.[12]

Felsefi pratik, bilimlerin, teorik ideolojilerin ve kendisinin de içinde bulunduğu teorik alana felsefi müdahaledir; bilimsel olanın bilimselliğini, ideolojik olanın ideolojikliğini vurguluyor ve bilimsel olan ile ideolojik olan arasına sınır çizgileri çekiyor. Felsefi pratiğin bu şekilde tanımlanışı, tam da Althusser’in deyimiyle ve onun tarafından reddedilen Epistemeloji’nin spekülatif (: bilimsel pratiğin teorisini diğer pratiklerden farkıyla şekillendirmek ve geliştirmek) kullanımına uygundur. Burada, felsefenin özellikle sınıf mücadelesi ile ilgili ve sınıfsal olmadığı hususu vurgulanmıştır. Althusser’in epistemolojik ile ontolojik düzeyler arasında bağlantı kurma çabasının hep varolageldiğini görüyoruz: Althusser, ‘Teori’den kastedilenin belirsiz olduğunu ifade ediyor ve ‘Teori’ alanındaki ‘teorik ideolojileri’, son kertede pratik ideolojilerin teorideki biçimleri olarak tanımlıyor.

Özetle, Althusser’in özeleştirisinde ‘teorisist sapma’ olarak nitelendirdiği, felsefenin özünde sınıfsal olmadığına ilişkin tez en uygun olanıdır ve buradan hareketle ilerlemek uygun bir davranış olacaktır.

Tarih Bilimi, felsefeyi, ‘yorumlama’ ve ‘dönüştürme’ anlamında tarih dışına itmiştir. Tarih dışı olarak felsefi tezler birer ‘hiç’tirler. Felsefi tezler, ‘tarihsel’de, hem bilimler tarihinde bilimsel pratiklerin, hem de toplumsal tarihsel süreçte ideolojik-politik pratiklerin sonuçları üzerinde şekillenirler; içerik ve anlam kazanırlar ve önemlisi de ‘varolurlar’. Dışarıdan tanımlanan, ama salt tanımlandığı biçimiyle ‘var olamayan’, varoluşunun tarihsele bağlı olduğu, teorik (olarak) bir felsefe tanımı yapma olanağı vardır. Felsefenin ‘felsefi ideolojiler’ olarak tarihsel biçimlenişini, onun ‘özü’ sanmak, ve onu tarihsel biçimlenişe göre tanımlamak, felsefeyi sınıf ideolojilerine indirgemek olur. Felsefi tezlerin ‘tarihsel’de bilimler tarihinde ya da toplumsal tarihsel süreçte ideolojiler olarak nasıl ve ne şekilde biçimlendiği sorusu sürekli araştırmayı gereken bir konudur. Maddeciliğin temel tezi ile tarihsel proleter ideolojisi arasında doğrudan neden sonuç ilişkisi kurmak, ya da maddeciliğin tarihte ilerici sınıfların, idealizmin ise gerici sınıfların ideolojisi olduğunu söylemek, sınıfsız toplumu felsefesizliği mahküm etmek demektir. ‘Sınıfsız toplum’ bir kavram, Tarih Bilimi’nin bir kavramı ise, bu kesin olarak böyle olmak durumundadır.

Tarih bir bilim ise; yeni felsefi pratik, felsefenin sınıfsal, yani ideolojik (sınıf ideolojileri) olduğu savı üzerine inşa edilemez. Aksi, felsefenin salt bir ideolojiye indirgendiği ve ileride felsefenin sonunun ilan edileceği bir yola girmek olur.

III.

Metin Kayaoğlu, Althusser’in “son kertede belirleme” ve “üstbelirleme” kavramlarını eleştiriyor. Bunların bilgi nesnesi ile gerçek nesne arasında bağlantı kurma çabasının sonucu olduğunu söylüyor. Bağlantı kurma çabasının ilk eserlerinde[13] (Marx Için ve Kapital’i Okumak) bu iki terimle kendini gösterdiğini, ‘özeleştiri süreci’nde ise bu çabanın onu, Lukacsyan denilebilecek bir yörüngeye soktuğunu ifade ediyor:

Althusser, felsefe karanlığında yolunu ararken, son kerte ve üstbelirlenme terimleriyle, bilim eşiğinde tökezlemiştir. O, ideolojinin ve politikanın da ekonomi gibi maddi düzlemler olduğu tezini vulgarize etmiş, felsefeleştirmiştir. Ontolojik materyalizmin herşeyin madde olduğu tezini, bilime uygulamaya kalkmış ve bilgi nesnesinde yapılan -altyapı/üstyapı, üretici güçler/üretim ilişkileri gibi- dikotomotik ayrımları, felsefi ontolojide yapılan -varlık/düşünce, özne/nesne gibi- düalistik ayrımlar modelinde anlamıştır.[14]

Ve yazısını şu sonuçla tamamlıyor:

Bu çalışmanın tezi, bilimsel bir kavram çifti olarak ‘(alt)yapı’nın ‘üstyapı’yı, kurulduğu ve tanındığı bilgi nesnesinde, açık ve kesin olarak belirlediğidir: Altyapı üstyapıyı belirler. Bu ifade, ifade edildiği yalınlıkta anlaşılmalıdır; ne eksik, ne fazla. Dolayısıyla, ne bir öz görünüm sözde diyalektiği; ne son kertede, ve ne de üstten belirleme söz konusudur.[15]

           Konuyu bir başka açıdan da irdelemek gerekiyor: ‘Felsefe karanlığında yol aramak”!.. Althusser’i eleştirmek için kullanılan bu deyim, bir ‘felsefe’ ve ‘felsefi pratik önerisi’ ile birlikte ileri sürülmüyor. ‘Felsefe’nin sonu ilan edilmediğine göre, felsefe denen şey, hala zorunlu ve Marksist bütünlüğün bir öğesi olma durumunu sürdürüyor. Metin ne söz konusu, ne de önceki yazılarında ‘felsefi pratiğe’, felsefenin işlevine ve ne işe yaradığına ilişkin bir değinmede bulunmuyor. Işin bu yönü eksik kaldığı sürece, ‘felsefe karanlığında yol aramak’, felsefeyi dışlamak, yok varsaymak anlamına geliyor.

Metin’in hiç değinmediği ve hiç dikkate almadığı şey, Althusser’in Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi adlı çalışmasında ifade etttiği ve geliştirdiği ‘felsefenin maddeci pratiği’dir.

Metin’in çalışmasının tezi şudur: Altyapı/üstyapı dikotomisi konjonktürde hiçbir zaman aranmamalıdır. Bu tezin doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, burada gözardı edilen şeyin, bu tezin (ya da bir başka bilimsel tezin) oluşturduğu kavramların bilimsel ya da ideolojik olduğu konusunda söz söyleme hakkının ‘felsefe’de olmasıdır. Altyapı/üstyapı dikotomisine yapılacak olan felsefi müdahale ile felsefi tezler bilimsel tezlerin yerlerine ikame edilmeyecektir. Yani, felsefe bilim adına, daha doğru bir ifadeyle, onun yerine geçerek konuşmayacaktır. Felsefi müdahale felsefi kategorilerle yapılıyor: Altyapı üstyapıyı belirler tezi, Hegelcidir; Hegelci öz-görünüş düalizmine, Hegelci bütünlük anlayışına dayanıyor, idealistir. Althusser, Marksist bütünlüğü, yapısal nedenselliğe bağlı merkezsiz yapı olarak tanımlamıştır. ‘Üstbelirlenim’ kavramı, ‘merkezsiz yapı’, ‘yapısal nedensellik’ kavramlarının doğal ve zorunlu bir sonucudur. Toplumsal formasyonu oluşturan düzeyler ya eşittir, ya değildir. Işte bu noktada, ekonomiye öncelik vermek amacıyla, ‘son kerte’ terimi ile iş kotarılmaktadır.

Metin, haklı olarak ‘son kerte’nin kullanılmaması gerektiğini ifade ediyor ve kullanılmasının sakıncalarını şöyle dilegetiriyor:

‘Son kerte’de belirleme ile belirli bir anda, bir konjonktürde, bir zaman kesitinde, hangi düzeyin başat olacağını belirleyen bir düzey olarak ekonominin gücü anlatılmak isteniyorsa, bilim gerçeğin bir öğesi olarak anlaşılıyor, bilgi nesnesi bulutların arasından mızrağını günlük hayatın içine sokuyor demektir; yok, ‘son kerte’ terimi bilgi nesnesi içinde kullanılıyorsa, bilgi nesnesi hiçbir zaman yapılaşamayacak bulanık bir kaos içinde demektir. Her iki halde de, son kerte terimi birşeyi ifade etmeye yetmemektedir, ilerletici gücü yoktur.[16]

        Althusserci sistem içinde ‘son kerte’ ve ‘üstbelirlenme’ terimlerinin ortadan kaldırılmasıyla, ‘merkezsiz yapı’, ‘yapısal nedensellik kavramları da anlamını yitirir ve Althusserci sistem çöker ve geriye yalnızca ‘Spinoza’ kalır.

Bir epistemolojik vurgu olarak, ‘son kerte’nin anlamsızlığı açıktır: Toplumsal formasyonu oluşturan bütün düzeyler ya eşittir, ya da değildir. Düzeyler eşit ise, ekonominin önceliğinden sözetmeye gerek yoktur. Düzeyler eşit değil ise, ekonominin diğer düzeylere göre ayrıcalığı ve önceliği var ise, ekonominin belirleyiciliğini ileri sürmek gerekir.

IV.

Althusser’in epistemoloji ile ontoloji arasında ilişki kurarken, ontolojiyi epistemolojiye dışsal bir koşul olarak ele almadığını, çok daha ileri gittiğini; epistemolojik tezleri ontolojide aradığını, gene kendisinin yapmış olduğu ‘kitle’ ve ‘sınıf mücadelesi’ tanımlarından kolayca anlama imkanını buluyoruz. Althusser, tarihi yapanın kitleler olduğunu söylüyor ve ‘kitle’nin ne anlama geldiğini şöyle ifade ediyor:

Sınıflı bir toplumda; sömürülen kitleler, yani devlet gücüne dayanarak egemen olan sınıflara karşı, kendilerini birleştirip harekete geçirecek yeteneğe sahip bir sömürülen sınıfın çevresinde toplanmış olan sömürülen toplumsal sınıflar, katlar ve kategorilerdir.[17]

Ve kapitalizmde ‘kitle’;

(…) büyük ölçekte üretim içinde sömürülen, kendilerini birleştirip burjuva devlete karşı eyleme geçirme yeteneğine sahip tek sınıfın, proletaryanın çevresinde toplanan sömürülen sınıflar, katlar ve kategorilerin bütünüdür.[18]

Althusser, proletaryayı kapitalizm koşullarında diğer sömürülen sınıfları ve katmanları çevresinde toplayabilen ve bunları burjuva devletine karşı eyleme geçirme yeteneğine sahip bir ‘öncü’ sınıf olarak algılamaktadır. Proletarya (1) diğer sömürülenleri etrafında birleştirebilme ve (2) kitleyi burjuva devletine karşı, (3) eyleme geçirebilme yeteneğine sahip bir sınıftır.

Ontolojik varlığıyla işçi sınıfının öncü rolünden sözediliyor. Althusser, reformistler ile devrimciler arasında sınıflar ve sınıf kavgasına ilişkin ayrımı ifade ederken, işçi sınıfına ontolojik düzlemde epistemolojik bir ayrıcalık tanıyor:

Reformistler için ( ) sınıflar, sınıf kavgasından önce, sınıf kavgasından bağımsız olarak vardırlar ve sınıf kavgası sonradan gelir. Devrimciler için tersine, sınıflar sınıf kavgasından ayrı alınamazlar. Sınıfların varlığı ile sınıf kavgası bir ve aynı şeydir. Bir toplumda sınıfların bulunabilmesi için toplumun sınıflara ayrılmış olması gerekir: Bu ayrılma olan olduktan sonra ortaya çıkmıyor, bu bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürülmesidir, demek ki sınıflara ayrılma sınıf kavgasının sonucudur. Çünkü sömürünün kendisi zaten sınıf kavgasıdır. Şu halde sınıflara ayrılmayı anlamak için, sınıfların varlığını ve nasıl bir şey olduklarını anlamak için sınıf kavgasından yola çıkmak gerekir.[19]

Ve bir uyarıda bulunuyor:

Ama idealizme dikkat! Sınıf kavgası havada olmaz: O üretim tarzına ve verili bir sınıflı toplumdaki sömürüye bağlıdır. O halde sınıf kavgasının maddi temeline bakmak gerekir: Maddi varoluşuna. Bu, son kertede, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin, somut bir tarihi toplumsal formasyon içinde, belli bir üretim tarzının üretim ilişkileri içindeki birliğidir.[20]

Çok açıktır: Althusser, epistemoloji ile ontoloji arasında tam da tarihselcilerin yaptığı şekilde bir ilişki kuruyor ve eleştirdiği tarihselci sorunsala geri dönüyor, daha doğrusu, dönmek durumunda kalıyor.

Metin, Althusser’in çalışmalarındaki bu probleme işaret etti ve tarihselci öğeleri ayıklama uğraşı içine girdi. Sonuç olarak şunu yazdı:

Epistemoloji ile tarih ve konjonktür, birbirlerini içeremeyen, birbirlerine indirgenemeyen ve ayrı kategorilerdir. Altyapı-üstyapı dikotomisi, konjonktürde hiçbir şekilde aranmamalıdır. (…) Klasik burjuva iktisadi, toplumsal formasyonu konjonktür düzeyinde ele alır ve burada ekonomiye öncelik verir. (…) Marksizm, tarihsel olarak, toplumsal formasyonda ekonominin politika ve ideolojiye, maddi üretimin üretimin diğer form ve türlerine kategorik üstünlüğünü ortaya koyar. Ama Marksizm politik tutumlarına da temel teşkil etmek üzere, tarihi açıklamak üzere inşa ettiği teorik binayı, konjonktürel gerçeğe, gerçek-gerçeğe taşımaz. İçinde bulunulan anda kerteler ayrımı yapmamak yanında, meseleyi bir somut konjonktürel ayarlama konusu olarak kabul eder. (…) Toplumsal ‘oluş’ta, maddi nitelikteki unsurların hangisinin ağırlık taşıyacağı konjonktürel niteliktedir.[21]    

          Varılan sonuçtaki eğilim, bilim ve politika bakımından, iç belirsizlikler de taşısa, son derece tutarlıdır. Belirsizlik şu cümlededir: “Marksizm politik tutumlarına da temel teşkil etmek üzere, tarihi açıklamak üzere inşa ettiği teorik binayı konjonktürel gerçeğe, gerçek-gerçeğe taşımaz”. Teorik binanın politik tutuma temel teşkil etmesi, epistemoloji ile ontolojiyi bağlantılandırma çabasına işaret eden, varsayılan, henüz ne olduğu belli olmayan bir ‘teorik-politika’nın inşa edilme zorunluluğuna bir vurgu olsa gerektir.

Felsefeyi, felsefi pratiği bir kenarda tutma olanağı yoktur. Taktik olarak, ilerleyebilmek bakımından bu yapılabilse bile, bunun geçici olduğu unutulmamalıdır; felsefe, doğası gereği bulunduğu yerden bas bas bağırır. Bu sese kulak vermek kaçınılmazdır. Felsefenin maddeci pratiği; bilim ile ideolojiyi birbirinden ayırma işlevi sözkonusu olduğunda; bir başka deyişle, felsefi kaygılar öne çıktığı ölçüde, epistemoloji ile ontolojiyi ilişkisizlendiren ayrımın idealizmden ödünç alınan kategorilerle oluşturulabildiği anlaşılmaktadır.

V.

‘Teori’nin işaret ettiği işçi sınıfı ile ampirik olarak gözlemlediğimiz işçi sınıfı arasında ne tür bir ilişki ya da ilişkisizlik sözkonusudur? Aralarında mutlak bir ilişkisizlik ya da fonksiyoner olmayan bir ilişki var ise ‘Teori’ denilen şey ne işe yarar? Bu durumda ilginç bir birleşmeden, bir buluşmadan sözedilebilir; bunu gösterebilmek için, Laclau ile Mouffe’un, post-Marksizmin el kitabı olan Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı çalışmalarının Giriş’inde şu yazdıklarına bakmak gerekir:

Klasik Marksizmin köşetaşı olan ‘tarihsel zorunluluk’ kategorisi teori içindeki merkezi yerini kaybetmiştir. (…) Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartışmak, ancak bir ‘evrensel sınıf’ın ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçtiğimiz takdirde olanaklı olacaktır. Bu noktada açıkça ifade etmeliyiz ki, şimdi artık post-Marksist bir zeminde duruyoruz. Artık ne Marksizmin işlediği öznelik ve sınıflar anlayışını, ne onun kapitalist gelişmenin tarihsel yönelimi görüşünü ve tabii ne de antagonizmaların ortadan kalktığı saydam bir toplum olan komünizm anlayışını sürdürmek olanaklıdır. Fakat bu kitaptaki entellektüel tasarımız post Marksist olduğu gibi, aynı zamanda açıkça post Marksisttir de.[22]

Post Marksizmin, ‘Marksizm’e yönelik iki temel tezi var: Bir, ”Tarihsel zorunluluk’ kategorisi teori içindeki merkezi konumunu kaybetmiştir. Iki, ‘Evrensel sınıf’ın, yani işçi sınıfının ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazından vazgeçilmesi gerekir. Epistemoloji ile ontolojiyi bağlantısız bir biçimde ayırmakla, bir, zorunluluğu epistemolojik zorunluluk olarak ele alıyor ve konjonktürün gerçekliğinde ise olumsallıktan[23] söz ediyoruz; iki, ve dolayısıyla, işçi sınıfını ayrıcalıklı kılan epistemolojik dayanağı da ortadan kaldırmış oluyoruz. Post Marksizm elbette ‘Epistemoloji’den anlamaz ve onu tanımaz.. Ontolojik düzeyde, konjonktür gerçekliğinde “bizler” de ‘Epistemoloji’yi tanımıyoruz; bu durumda, bu duruşun post Marksist yaklaşımdan kategorik olarak ayrı bir yerde durduğunu söylebilme imkanı var mıdır?  

Işin güçlüğünü Althusser’in çalışmalarından anlıyoruz.

 

 

 



[1]Althusser, Özeleştiri Öğeleri, Çev.: Levent Targu, İstanbul 1991, Belge Yay., s. 31

[2] Epistemolojik düzey ile ontolojik düzey arasında mutlak bir lişkisizlik olduğuna ilişkin yaklaşım kesin olarak Spinoza’ya aittir: “Spinoza bilgi nesnesinin ya da özün, kendisi içinde, gerçek nesneden mutlak olarak ayrı ve ayrımlı olduğu; bu iki nesnenin karıştırılmaması gerektiği konusunda bizleri uyarıyordu” (Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yayınları, s. 65)

[3] Althusser’in teorisist eğilim ve sapma olarak nitelendirdiği bu iki konu, yazıda I. ve II. bölümlerde işlenmiştir; her iki bölüm büyük ölçüde daha önce yayınlanan bir çalışmadan alınmıştır. (Bkz. Yılmaz Sezer, “Felsefenin Maddeci Pratiği ve Metafizik Öğe”, Teori ve Politika-3, Yaz ’96, s. 29-41)

[4] Althusser, Özeleştiri Öğeleri, s. 60

[5] Althusser ‘kopuş’un ontolojik boyutlarına ilişkin olarak şunları yazıyor: “Marksizmin burjuva ideolojisi ile uzlaşmaz olduğunu ve onun ancak burjuva ideolojisinden sürekli ve köklü bir kopmayla ve yine bu ideolojinin saldırılarına karşı yürüttüğü kesintisiz bir mücadeleyle Marx’ta ve işçi sınıfı hareketinde gelişebileceğini kanıtlamak gerekiyordu. (…) Ama ben bu tarihsel olguya tüm toplumsal,siyasal ve ideolojik ve teorik boyutu vermek yerine, onu sınırlı teorik bir olgu düzeyine: yani 1845 yılından itibaren Marks’ın eserlerinde gözlenebilen epistemolojik kopuntu’ya indirgedim. Bunu yapınca da Marksizmle burjuva ideolojisi arasındaki uzlaşmazlığın özel bir durum aldığı bilim’le genel anlamda ideolojinin spekülatif karşıtlığı tarzında doğruyu yanlışa karşıtlayarak kopuntunun rasyonalist bir yorumuna sürüklenmiş oldum.Indirgeme ve yorumlamadan oluşan bu rasyonalist-spekülatif sahnede sınıfların savaşımı hemen hemen yoktu.” (Althusser, a.g.e., s. 9-10) “Marksizmin burjuva ideolojsinden kopuşunu ‘kopuntu’ya, ve Marksizmin burjuva ideolojisiyle olan uzlaşmazlığını bilim ve ideoloji arasındaki uzlaşmazlığa indirgedim.” (Althusser, a.g.e.,s. 30)

[6]Althusser, Lenin ve Felsefe, Çev.: Bülent Aksoy, Erol Tulpar, Murat Belge, Iletişim Yayınları, 2. Baskı, Istanbul 1989, s. 117

[7]Althusser, Özeleştiri Öğeleri, s. 60

[8]A.g.e., s. 57

[9]A.g.e., s. 58-59

[10]Lenin ve Felsefe‘de, Althusser, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı çalışmasını incelerken, Lenin’e atfen belirtiği ikinci tezi (: “felsefe bilimlerden ayrı olsa da felsefeyle bilimler arasında ayrıcalıklı bir bağ vardır. Bu bağ materyalist gerçeklik tezince temsil olunur”) dilegetirir. (Lenin ve Felsefe, s. 83)

[11]‘Felsefi pratiği’ ifade eden, birbirinden farklı bu iki tanımı birleştirmek suretiyle şu tür bir soru sormanın zamanıdır: Teoride sınıf kavgasının tarafı olarak tanımlanan maddeci felsefe, işçi sınıfının yanında yer alarak; bilimsel olanın bilimselliğini, ideolojik olanın ideolojikliğini nasıl belirleyecektir? Bu durumda, işçi sınıfı ideolojisi ile bilim arasında, ‘bilimsel ideoloji’ ya da ‘sınıf bilimi’ türünden bir bağ kurmak gerekecektir.

[12]Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, Çev.: Ömür Sezgin, Birey ve Toplum Yayıncılık, Birinci Baskı, Şubat 1984, s. 53

[13]Althusser’in ilk eserlerinde de bilgi nesnesi ile gerçek nesneyi bağlantılandırma çabası içinde olduğuna dair, Metin’in çalışmasında Althusser’in kendisinden herhangi bir aktarma bulunmuyor. Ancak, Norman Geras’ın bir yazısında, Kemali Saybaşılı’nın kitabına aldığı yazıda Kapital’i Okumak‘dan bir alıntı yapılıyor. Norman Geras’ın yorumunu ve Althusser’den aktarmasını aynen yazmakla yetiniyorum: “Her şeye karşın ‘bu iki nesne, bilginin nesnesi ve gerçek nesne arasında bilginin kendi varlığını oluşturan bir ilişki de bulunmaktadır (Althusser)’. (…) Bilginin nesnesi tam anlamıyla gerçek nesne değildir; ancak, bilginin nesnesi tam anlamıyla gerçek nesne değildir; ancak bilginin nesnesi yoluyla öğrenilen şey ise gerçek nesnedir. Böylelikle, kuramsal uygulama, bilginin nesnesi aracılığıyla bilgi adı verilen gerçek nesneyi kavramaktadır. (…) Bu nedenle, gerçek nesneye ilişkin bilgi, kendisiyle ilgilenen bilgi süreci açısından, “mutlak bir referans noktası olarak kalmaktadır”. Bu acaba Althusser’in başka bir bağlamda kullandığı, gerçek nesne “yalnızca en son kertede” bilginin nesnesidir, anlamına mı gelmektedir” (Norman Geras, “Althusser’in Marksizm Anlayışı”, Kemali Saybaşılı, Siyaset Bilimine Temel Yaklaşımlar, Birey ve Toplum Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 1985, s. 316) . Daha ileride aynı yorumu bir kez daha tekrarlıyor: “Bilim tarafından bilinen gerçek nesnenin, bilginin gerçek nesnesi olduğu düşüncesini görgücü bulduğu için reddedip, bilginin nesnesini, düşüncenin içerdiği konusunda ısrar ederken, gerçek nesne, bilginin nesnesi aracılığıyla bilinen nesne olması nedeniyle, yine de mutlak refarans noktası olabilmektedir; ve böylelikle, bilgi nesnesinin bilgi nesnesi ya da bilginin son başvuridaki yeri olmaktadır” (Norman Geras, a.g.e.., s. 338)

Althusser’de bilgi nesnesi ile gerçek nesne arasında bağlantı kurma çabasının sürekli olduğu ve bütün çalışmalarının son derece gerilimli sürdüğü anlaşılıyor. Althusser’i incelemedeki güçlüğün bu ‘gerilim’den kaynaklandığını söylemek herhalde yanlış olmaz. Balibar, bu durumu şöyle ifade ediyor: “Althusser’in başlangıcı, sonu ve iç kuramsal sürekliliği bulunan sistematik bir yapıtı yoktur. Her şey neredeyse her şey programlı bir biçimdedir: Sevdiği Spinoza’nın bir ifadesini değiştirecek olursak, ‘sonuçsuz öncüller’ ya da ‘öncülü olmayan sonuçlar’ vardır.” (E. Balibar, Althusser Için Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, Iletişim Yayınları, 1. Baskı, Istanbul 1991, s. 105)

[14]Metin Kayaoğlu, “Marksizmde Belirleme Anlayışı Korunmalı mı?”, Teori ve Politika-9, Kış 1998, s. 24

[15]A.g.e., s. 31

[16]M. Kayaoğlu, a.g.e., s. 27

[17]Althusser, John Lewis’e Cevap, Çev.: Müntekin Ökmen, Verso Yayınları, Birinci Basım, Şubat 1987, s. 14

[18] A.g.e., s. 15

[19] A.g.e., s. 17

[20]Althusser, John Lewis’e Cevap, s. 18

[21]M. Kayaoğlu, “Marksizmde Belirleme …”, s. 31

[22]Ernesto Laclau-Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1992, s. 10

[23]“Bilgi sürecinin ve bilimsel bilginin öngördüğü zorunluluk, gerçek tarihsel süreçte, yaşanan an’da ancak’olumsallık’ifade eder.” (Vedat Aytaç, “Tarih Bilimi ve Bilgi Nesnesi-Gerçek Nesne Ayrımı”, Teori ve Politika-7, Yaz 97, s. 43) “Bilgi nesnesiyle gerçek nesneyi ayırmanın bilime ve politikaya ilişkin sonuçları olacaktır. Bilgi nesnesinde bilimde zorunluluk, konjonktürün gerçekliğinde olumsallık.” (M. Kayaoğlu,”Marksizmde Belirleme Anlayışı Korunmalı mı?”, s. 28). “Olumsal deyimi, zorunlu deyimi karşıtıdır. Hiç bir şeyle belirlenmeksizin her türlü olabilirliliği kapsayanı dilegetirir. Olması kadar olmaması da göz önüne alınanı içerir. Olmayabilir ya da başka türlü varolabilir alanı kapsar.” (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 4, Remzi Kitabevi, Birinci Basım, İstanbul 1978, s. 329). Olumsallık, bir olgunun, bir nesnenin ya da bir şeyin varolma zorunluluğunu değil, varolmaya hakkı olduğunu ifade eden bir kategori olarak karşımıza çıkar. Bu arada, Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamak amacıyla kullanılan ‘olumsallık kanıtı’ndan da sözetmek gerekir. Olumsallık kanıtı, “Tanrıyı evrenin olumsallığıyla tanıtlayan kanıt. Kozmolojik kanıt da denilen buna göre evren hiç olmayabilirdi, ya da şöyle ve başka türlü olabilirdi. Demek ki onu böyle kılan bir neden vardır, bu neden de tanrıdır.” (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, a.g.e., s. 330). Bilgi nesnesinde bilimde zorunluluk, konjonktürün gerçekliğinde olumsallık tezi; epistemoloji ile ontoloji şeklinde iki ayrı dünya öngörüyor. Bu kadar değil… Ontolojiyi de an ve süreç olarak bağlantısız bir biçimde ikiye ayırıyor (Bkz. Metin Kayaoğlu, “Geçmiş-Bugün-Gelecek Diyalektiğine Reddiye”, Teori ve Politika-14, Bahar 99). Birbiriyle bağsız ve bağlantısız çifte ontoloji… ‘Konjonktürel gerçekliğin olumsallığı’ ile ‘irade’ye yer açılmış; ‘politika’ imkanları ortaya çıkmış oluyor. ‘Olumsallık’ vurgusu, doğal olarak ‘özne’ kategorisini içeriyor. Belirsizlik, ‘düzenlemek’ (‘yapmak’) fiilini ve fiilin öznesini, yani ‘düzenleyeni’ gerektiriyor. Eğer, ‘belirsizliğin’ düzenlenmesi ve sonuçları kendinden ise bu durumda bir ‘olumsallık’tan sözetme olanağı bulunmuyor. Bir nesnenin, bir olgunun ya da bir şeyin zorunluluğundan sözedildiğinde orada ‘özne’ yoktur. Olumsallık kanıtını hatırlayalım; Evren Tanrısal (Öznesel) olduğu için zorunlu değildir. Çünkü yaratılmış, yapılmıştır. Bu ayrı bir yazı konusudur; ancak şunu belirtmek gerekiyor: Zorunluluğun bütün düzeylerde, epistemolojik ve ontolojik düzeylerde; tarihsel süreçte ve tarihsel anda olduğunu söylemek epistemolojik bir vurgudur. Öte yandan bir konjonktürel gerçeklikte, belirli bir anda olumsallık olduğunu ileri sürmek (ideolojiler özneleri yaparlar tezine uygun olarak) ideolojiktir. İşte bu birbirinden ayrı iki ‘maddi’ gerçekliği, iki ayrı düzeyi birarada sunabilen bir zihinsel çabaya ihtiyaç vardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar