Ana SayfaArşivSayı 86 - 87 UKRAYNA KRİZİ ve LENİNİZMUkrayna - Rusya Savaşının Gösterdikleri

Ukrayna – Rusya Savaşının Gösterdikleri

 

Ukrayna – Rusya savaşı 2008’den beri varolan “çok kutuplu dünya”da yeni bir dönüm noktası olabilir. Baba Bush’un ilan ettiği yeni dünya düzeninden sonra Putin 2007’lerde “çok kutuplu dünya düzenini” ilan etmişti. Günümüzde yaşananlar dünyanın farklı bir döneme girdiğinin güçlü işaretlerini veriyor.

Yaşananlar iki açıdan ele alınabilir. Dünyaya, günümüzde emperyalist paylaşım savaşlarının özellikleri ve dünya güç dengelerinde yaşanan değişimin nelere gebe olduğu açılarından bakmak gerekiyor.

 

Tarihten Günümüze Emperyalist Paylaşım Savaşlarının Özellikleri

Emperyalizm tarihine baktığımızda paylaşım savaşlarını nitelikleri açısından dörde ayırmak mümkün. İlk paylaşım savaşları 19. yüzyıl sonlarına doğru hızlanmış ve 1914’de topyekûn bir paylaşım savaşına varmıştır. İkinci paylaşım savaşı 1940’ta başlamış, 1945 yılının sonlarına doğru bitmiştir. Emperyalist paylaşımda üçüncü dönem Soğuk Savaş yıllarını kapsar ve “yeni sömürgecilik” olarak nitelenmiştir. Son dönem Berlin Duvarının yıkılışı sonrası “küreselleşme” adı altında yürümüş ve günümüze kadar gelmiştir. Ukrayna – Rusya savaşı yeni bir dönemi işaret ediyor. Bu günlere, küreselleşme sonrası paylaşım savaşları dönemi denebilir.

Bu paylaşım savaşlarında öz ‒büyük güçler tarafından dünyanın paylaşımı‒ aynı kalsa da hepsi oluş ve yürüyüş biçimleri, saflaşmaların nitelikleri açısından farklı özellikler taşımaktadır. Emperyalist paylaşım savaşlarından önce de savaşlar vardı. Kapitalizmle sınırlı kalırsak Lenin bu savaşları “ilerici-burjuva nitelikte” görür. Aslında, Marx-Engels’in tespitlerini benimser ve emperyalist dönemi bu temelden hareketle değerlendirir.

“Büyük Fransız Devrimi insanlık tarihinde yeni bir dönemi müjdeledi. Bu tarihten Paris Komününe kadar, yani 1789 ve 1871 arasında, savaşın niteliği ulusal özgürlük için burjuva-ilerici karakterdeydi.”[1] “1789-1871 dönemi ardında derin izler ve devrimci anılar bırakarak geçti”kten[2] sonra emperyalist paylaşım savaşları dönemine girilmiştir. Lenin, yazısında “Büyük Güçleri” ve sahip oldukları sömürgelerini nüfus ve yüzölçümlerine kadar detaylı irdeler.

Emperyalist paylaşım savaşları döneminde “anavatan için savunma” kavramının anlamsızlaştığını, olanın güç olarak farklı “köle sahipleri” arasında paylaşım savaşı olduğunu vurgular Lenin. “Ulusal özgürlük için burjuva ilerici savaşları mevcut emperyalist savaşla aynılaştırmak gerçekle alay etmektir”[3] diyerek bu savaşlar arasına güçlü bir sınır çeker.

II. Enternasyonalin Basel Manifestosu 1912 yılında işçi sınıfını kendi hükümetlerine karşı savaşmaya çağırır. Dönem sadece emperyalistler arası savaşla değil, güçlü işçi sınıfı mücadelesiyle de tarihe geçmiştir. “Savaşa katılma, silahını kendi burjuvazine çevir!” parolası sadece ajitasyon değildir, aynı zamanda güçlü bir sınıf müdahalesi gerçeğine dayanmaktadır.

İlk topyekûn paylaşım savaşında emperyalist büyük güçler açısından duruma bakıldığında Almanya ve İtalya yenilmiş, üç büyük imparatorluk, Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştır. Modern çağa geçişin alanı büyürken, tarihsel olarak çok farklı bir döneme girilmiştir. İnsanlık, Ekim devrimiyle emperyalist paylaşımların çok farklı sonuçları olabileceğini yaşayarak öğrenmiştir. Ayrıca bir Alman ve İtalyan proleter devriminin de eşiğinden dönülmüştür.

Öte yandan Birinci Paylaşım Savaşı sonrası yıllarda ulusal kurtuluş mücadeleleri yaygınlık kazanmıştır. Paylaşım savaşları sadece sömürgelerin yeni ellere geçmesinden ibaret kalmamış, proleter devrimlerini ve ulusal kurtuluş mücadelelerini tetiklemiştir. Birinci emperyalist paylaşımın paylaşımın bir diğer çok önemli sonucu olmuş, dünyanın en güçlü işçi örgütlenmesi olan II. Enternasyonal çökmüştür. Merkezlerde işçi sınıfının nasıl bilinç bozulmasına uğradığı, sınıfın öncülüğünün bir tarihsel süreçte nasıl kazanılıp sonra kaybedildiği, büyük derslerle yüklü bir dönem yaşanmıştır. II. Enternasyonalin çöküşünün olumsuz etkileri bir bakıma Ekim devrimi tarafından sınırlanmış, işçi sınıfı bilinç ve örgütlenme alanında daha fazla yetkinleşerek çok farklı bir çağın kapısını açmıştır: Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı! Ekim devrimi bu çağın ilk zafer bayraklarını sallamış, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası bu çağın kapıları, çok büyük kayıplara rağmen daha güvenli olarak açılmıştır. Tarihin çok renkli ve zengin bir dönemine girilmiştir.

Bir sonuç daha çıkartmak gerekiyor. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yaşandıktan, güçler tablosu yeniden çizildikten sonra, beklenen, dünyanın bir dönem için bir dengeye ve sakinliğe ulaşması olabilirdi. Ancak böyle olmamış, ekonomik ve siyasi kriz derinleşerek devam etmiş, ilk paylaşımdan sonra dünya sanki ikincisine koşar adım ilerlemeye başlamıştır. Almanya’ya öylesine dehşetli bir teslim ve tazminat anlaşması dayatılmıştır ki, bu aynı zamanda bir ikinci savaşa çağrı anlamına geliyordu. Öte yandan, paylaşım dünyaya yepyeni bir sosyal olgu getirmiş, Ekim devrimi tüm kapitalist sisteme bir meydan okuma olmuş, sosyalizm bir gerçeklik haline gelmiştir. İkinci bir paylaşım savaşının nasıl olacağına dair güçlü işaretler ilki sona ererken görünür hale geliyordu.

İkinci Paylaşım Savaşı ilkine benzer bir biçimde başladı. Almanya ve İtalya önceki savaşın yenilenleri olarak kurulan düzene itiraz ederek savaşın fitilini ateşlediler. Almanya Polonya ve Çekoslovakya’yı işgal ettiğinde İngiltere ve Avrupa bu işgallere sessiz kalarak Hitler’in yolunu açtılar. Almanya neredeyse tüm Avrupa’yı işgal ettikten sonra yönünü Sovyet Rusya’ya çevirdi.

İkinci Paylaşım Savaşının belirgin iki yönü vardır. Hitler Almanya’sı bir paylaşım savaşı başlatmadan önce klasik kapitalizmin hemen bütün değerlerinden koptu. Bu ölçüde kapsamlı yeni bir paylaşım savaşı ancak faşist bir ideoloji ile başlatılabilirdi. Kapitalizm kendi içinden faşizmi üretirken aynı zamanda Kıta Avrupa’sında başarıya ulaşmamış devrimlere büyük bir bedel ödetiyordu. Faşizm ikinci paylaşımın ideolojik zırhı oldu. Bu yönüyle ilkinden farklı bir özellik taşır. Diğer özelliği ise, doğrudan Sovyetler Birliğini hedef almasıdır. Dünyanın yeniden paylaşımı aslında Sosyalizmin tasfiyesi anlamına geliyordu.

19. yüzyılın ortalarında başlayan sömürge savaşlarından topyekûn pazar paylaşımına tırmanan emperyalist yağma, İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında önemli bir nitelik değişimine uğruyordu. Emperyalist paylaşım sosyalizmin yıkımını hedefleyen bir savaşa dönüşürken, kapitalizm de faşizmle sanki kendi yıkımının eşiğine gelip dayanıyordu. Bir anlamda her topyekûn emperyalist paylaşım savaşı aynı zamanda kapitalizmi yıkımın eşiğine getiren bir kıyamet oluyordu. İkinci Paylaşım sona erdiğinde artık insanlık dünyanın üçte birinde hüküm süren bir ‘Sosyalist Sistem’e sahipti. Emperyalist paylaşım savaşları aynı zamanda kapitalizmin yıkımını hazırlayan büyük bir sosyalist sistem yaratmıştı. Emperyalist paylaşımlar, dönemin özellikleriyle şekillenip çıktığı noktadan oldukça farklı yerlere varıyordu.

İki büyük paylaşım savaşından sonra dünyanın görünüşü bambaşka bir nitelik kazandı. 1910’larda çıkılan yoldan sadece kırk yıl sonra dünya ‘Kapitalist’ ve ‘Sosyalist’ olarak saflaşmakla kalmadı, 1961 yılında 120 üyenin katıldığı Bağlantısızlar Hareketi doğdu. Liderliğini Mısır, Yugoslavya ve Hindistan’ın yaptığı bu hareket, emperyalist merkezlere uzak, sosyalizme daha yakın konumdaydı.

Dünyada ortaya çıkan bu tablo emperyalist paylaşımların eski biçimlerde tekrarını imkânsız hale getirdi. Sosyalizmin güçlü bir sistem olarak varoluşu, ayrıca nükleer silah dengesi büyük topyekûn savaşları neredeyse imkânsızlaştırdı. Ancak paylaşım durmadı. 1950’ler sonrası dönemde emperyalizmin dünya ile ilişkisine “yeni sömürgecilik” adı verildi. Klasik sömürge savaşları dönemi kapanmış, ülkeler, savaşlarla değil de sermaye ve meta akınlarıyla sömürgeleştirilmiştir. Artık sömürge valileri yoktur. Siyasi olarak bağımsız ülkelerin ekonomileri bağımlı hale getiriliyor, bu ülkeler böylece “yeni sömürgeciliğin” ağına takılıyorlardı. 1950’ler sonrasında dünyanın paylaşımında çok yoğun bir ideolojik ortam oluşmuştur. Her olay kapitalizm ve sosyalizmin çekim gücüne göre şekilleniyordu.

Bu dönemin emperyalizm açısından üç temel özelliği vardır. İlki, emperyalist ülkeler ABD’nin liderliğinde bir hizaya gelmişlerdi. Sanki Kautsky’nin “süper emperyalizmi” gibi bir görünüm içindeydiler. Ancak bu gönüllü bir uzlaşma değil, ABD’nin zoruyla yürüyen bir dizilişti. İkinci özellik, emperyalist merkezler arası savaş geçici olarak uykuya yatmış, onun yerini Sosyalist Sisteme karşı savaş almıştı. Bir diğer özellik, emperyalizmin, “üçüncü dünya” denen gelişmekte olan kapitalist ülkeleri yeni sömürgecilikle kendine bağlamasıydı. Bu ülkelerde bir biçimde sosyalizme veya ulusal kurtuluşa yönelişler olursa, devreye ABD güdümlü askeri darbeler giriyordu. Uzak Doğudan Latin Amerika’ya ve Orta Doğuya kadar böyle darbeler yaşanmıştır.

ABD, “hür dünyanın liderliği” kisvesi altında bir yandan Sosyalizme karşı amansız bir savaş yürütürken; öte yandan yeni sömürgecilik yoluyla dünyayı sömürgeleştirmeye devam ediyordu. Soğuk Savaş yılları böyle yaşandı.

Özetle, ABD liderliğindeki emperyalist paylaşımın ideolojisi “hür dünyayı savunmak”tı; onun karşısında ise insanlığı sosyalizme çağıran bir sistem ve ulusal kurtuluş savaşları vardı. Dolayısıyla, İkinci Paylaşım Savaşı ve ardından gelen “yeni sömürgecilik” yılları ilk klasik paylaşım savaşları döneminden köklü bir biçimde farklı özellikler taşıyordu. ABD liderliğindeki emperyalist kamp, 1950’ler sonrası, daha önceleri yaşanmamış ve yaşanması emperyalist paylaşımın yapısına uymayan bir yeni yönelişe girdi. Sosyalizm tehdidine karşı ABD, devasa sermaye ve teknik üstünlüğü ile Batı Almanya, Güney Kore ve Japonya’yı kapitalizmin adeta vitrini gibi kısa sürede parlattı. Ancak bu strateji 1980’li yıllarla birlikte ABD aleyhine dönmeye başladı. “Yeni sömürgecilik” yılları da artık bir tıkanma noktasına gelip dayanmıştı. 1980’lerin başlarında yaşanan “üçüncü dünya borç krizi” tıkanmanın en güçlü işaretiydi. Yeni sömürgecilik 1950’lerin ortalarında yaygınlaşmaya başlamış, 1980’lerin ortalarında üçüncü dünya borç krizi ile tıkanmıştır. ‘80’li yıllar kapitalizm açısından yeni sermaye birikim yolları arama dönemidir. Tıpkı bugünler gibi…

1990 Sonrası Paylaşımın Özellikleri

Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra dünya her geçen gün Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi yıllara benzemeye başlar. Tarih tekerrür mü edecektir? 20. yüzyılın başlarındaki emperyalist paylaşım savaşları yenilenecek midir? Tablo kabaca böyle görünse de biraz daha yakından bakılınca oldukça farklı bir döneme girildiği görülebiliyordu.

1990 sonrası emperyalist paylaşıma “küreselleşme” adı verildi. “Tarihin sonu”nun geldiğini ilan edenler için ne büyük bir yanılgı… Küreselleşmeyle birlikte güçlü “anti küresel hareketler” başladı ve bu hareket, “21. yüzyıl sosyalizmini” inşa denemelerine kadar yükseldi. Bu yılları kabaca iki döneme ayırmak mümkündür. ‘90’lardan 2008 ekonomik krizine gelen yıllar ile sonrası, yani 2008’den günümüze, Ukrayna savaşına kadar gelen dönem farklı nitelikler taşır. Günümüzden ötesi ise bu iki dönemden de farklı özellikler taşıyacağının ilk işaretlerini vermektedir.

1990-2008 arası dönem iki temel özelliğe sahipti. Emperyalizm, küreselleşme ve neoliberalizmle bir kez daha dünyanın yeniden paylaşımı sürecine giriyordu. Ancak bu sürecin hazırlanması ve yürütülmesinde emperyalist merkezler arası ilişkinin Soğuk Savaş yıllarındaki gibi gitmeyeceğinin güçlü işaretleri ortaya çıkmıştı. Küreselleşme ve neoliberalizmin liderliğini ABD ve İngiltere yürütürken, bu gidişe özellikle Almanya ve Japonya ayak diriyordu. Soğuk Savaş sona erdikten sonra, “silahların dehşet dengesi”nin ortadan kalkmasıyla Kıta Avrupa’sı “barış içinde ekonomik rekabet”i yeni bir strateji olarak tercih etmeye niyetliydi. Hatta Japonya, artık ABD’ye karşı “hayır diyebilen bir ulus” olma yoluna çıkmaya hazırlanıyordu. O yıllar “Japon mucizesi” hâlâ devam ediyor, Japonya yeni dünyada güneşin altındaki yerini istiyordu. Öte yandan Kıta Avrupası ülkeleri, Japonya ve Çin, enerji kaynaklarına ulaşabilmek için ‘90’lı yıllarda Irak ve İran’la önemli anlaşmalar yaptılar.

Kapitalist merkezler arasında yaklaşan bir gerilimin güçlü işaretleri 1990’ın Ağustos’unda patlayan Körfez savaşı sırasında iyice açığa çıktı. İran’la savaşta çok yıpranan Saddam’ın Washington’un sarı ışık yakmasıyla Kuveyt’i işgal etmesiyle ABD altın bir fırsat yakalamış oldu. Kuveyt’in “kurtarılması” operasyonuna ABD tüm Avrupa’yı hatta yıkılışa doğru giden Sovyetler Birliğini ve daha pek çok ülkeyi katmayı başardı. Dünya çapında büyük bir tiyatro oynandı. Körfez savaşı bir dönüm noktasıydı. Soğuk Savaşın bitimiyle “barışçıl” bir dünyaya girilmemişti, aksine yeni savaşlara doğru yol alınıyordu. Körfez savaşı sonrası Avrupa, Japonya ve Çin’in Orta Doğunun enerji kaynaklarına ABD’den bağımsız erişme hayalleri suya düşüyordu. Hayallerin bütünüyle sona erişi ise 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgaliyle gerçekleşti. Kapitalist merkezler arası gerilimlerin yükselmesi ‘90’lar sonrasının ilk önemli özelliğiydi.

1990-2008 arası dönemin ikinci özelliği ise, çöküşe geçen Sosyalist Sistemin kapitalist merkezler tarafından yağmalanmasıdır. 1991 yılında başlayan Yugoslavya iç savaşı bu yağmanın başlangıcıdır. Bu savaşı Hırvatistan’ı kopararak Almanya başlatmıştır. Bilindiği gibi o günlerde Balkanlarda sözde ulus olma “mücadeleleri” “renkli devrimlerle” yaşanıyordu. Tümü, Avrupa ve ABD’nin tetiklemesiyle yaşanan olaylardı. Ekim devrimi sonrasının ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bir benzerlikleri yoktu. Neoliberalizme boyun eğen “yeni uluslar” yeni dünya düzeni içine alınırken, direnen Sırbistan NATO tarafından iki aya yakın bombalandı. Avrupa (elbette esas olarak Almanya) savaşı başlatmış sonra denetleyemez hale gelmiştir. Yugoslavya iç savaşı on yıl sürdü ve ancak NATO ve ABD’nin devreye girmesiyle son buldu.

Aynı süreçte AB büyük bir hızla Doğu Avrupa ülkelerini üyeliğe kabul ederken; aynı hızla NATO da üye kazanmak için AB ile adeta yarışa girdi. AB ve ABD’nin rekabeti/paylaşımı yeni dünya düzeninde Yugoslavya ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden yaşandı. Bu renkli devrimlerin sonuncusu 2004 yılında Ukrayna’da yaşandı. Böylece yağma, Rusya sınırına kadar dayanmış oluyordu.

Bu dönemde, 11 Eylül 2001’de ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırı önemli bir dönüm noktasıdır. Bu karanlık olay “süper güç” ABD’nin bir türlü sonuca vardıramadığı “grand strateji” ‒dünyayı yeni dönemde nasıl yöneteceği‒ tartışmalarını sonlandırdı. Atlantiğin iki yakası sosyalizmin olmadığı bir dünyayı birlikte mi, yoksa Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi “süper güç” Amerika dünyayı sadece kendisi mi yönetecekti? İkiz Kulelerin yıkılışı bu tartışmaya bir son verdi. ABD tek egemen olduğunu ilan etti. Bunu yaptığı sırada, oğul Bush, Doğu Avrupa’dan yeni destekler kazanırken, Irak’ın işgaline itiraz eden “eski Avrupa”yı aşağılamıştı. Dünyanın küreselleşme adı altında yeniden paylaşımını “süper güç” kendi başına yürütecektir.

2008 yılından sonra yeni dünya düzeninde farklı bir aşamaya geçilirken dünya güç dengelerinde önemli bir değişim yaşanıyordu. 2007 Münih Güvenlik Konferansında Putin bu değişimi artık “çok kutuplu” bir dünyanın varolduğunu tespit ederek tanımlıyordu. ABD’nin 11 Eylül sonrası yürüttüğü “büyük strateji”, bunun sonucu Afganistan ve Irak işgalleri Washington için beklenen sonucu yaratmadı. ABD’nin Afganistan’ı terk etmesiyle bu dönem kapanırken Ukrayna savaşıyla farklı bir dönem başlıyordu.

ABD, Irak işgali yıllarında bocalarken Avrupa dışında karşısına Çin ve Rusya gibi iki güçlü rakip çıktı. Çin, yüksek teknolojide geldiği seviye ve büyüyen ekonomisiyle ABD’nin ciddi bir rakibi haline geldi. Rusya ise silah sanayiini toparlarken, enerji alanında önemli adımlar atarak Avrupa’nın tedarikçisi haline geliyordu. Irak savaşında ABD’nin oyunları Atlantiğin iki yakasının ilişkilerini soğutmuş, Trump’ın başkan olması ise Washington’la ilişkilerin nasıl birden pamuk ipliğiyle bağlı hale gelebileceğini göstermiştir. Bütün bunlar çok kutuplu dünyanın güç ilişkilerinin çarpıcı işaretleri oldu. Çin’in güçlenmesi ve Avrupa’nın Rusya ile ilişkisinin artması ABD için tam bir felaket anlamına geliyordu. Washington’un yeni stratejisi bu gerçekler üzerine kurulacaktı.

Ukrayna Savaşı ve Ortaya Çıkardıkları

Ukrayna savaşı, 2007’de ilan edilen “çok kutuplu dünya”daki savaşların dünyanın eteklerinden merkezine doğru tırmanabileceğini gösterdi. Sosyalist Sistem yıkıldıktan sonra ABD’nin temel stratejisi bu yıkıntıdan kendisine yeni bir rakibin çıkışını engellemek üzerine kurulmuştu. Ancak İkiz Kulelere saldırıdan sonra olaylar öyle aktı ki, ABD stratejik hedefinin tam tersi sonuçlarla karşı karşıya geldi. Körfez ve Irak savaşıyla Ortadoğu petrollerinin vanasını eline alan ABD hiç istemediği bir tablo ile karşılaştı. Rusya Avrupa’nın enerji tedarikçisi haline gelmiş; kendini toparlamış, güçlenmişti. Öte yandan hep Uzak Doğuya yönelmeyi hedefleyen ABD, bir türlü Orta Doğu bataklığından çıkamadığı için Çin’in hızla gelişmesi karşısında bir şey yapamadı. Hatta ABD ve Çin ekonomileri sınırlı da olsa iç içe girdiler. Öte yandan Rusya ve Çin arasındaki ilişkiler 2000’li yıllarda giderek gelişti.

Bu gidişe karşı ABD Rusya’yı Ukrayna üzerinden, Çin’i de Güney Çin Denizi ve Tayvan üzerinden yıpratma ve tuzağa çekme çabalarına girişti. 2004 “turuncu devrim”inden beri Ukrayna hiç durulmadı. En son 2014 yılında faşist Maydan güçlerinin desteklediği bir darbe ile Rus yanlısı başkan Yanukoviç iktidardan alındı, Rusya’ya kaçmak zorunda kaldı; Rusça yasaklandı, Donbass bölgesinde ve Odessa’da Batının sözde demokrasi için desteklediği faşist güçler tarafından katliamlar yapıldı. Bütün bu yaşananların altında ise Ukrayna’nın NATO ve AB’ye girme girişimleri yatıyordu. 2001’den beri Putin, NATO’nun doğuya yayılmaması için sürekli uyarmasına, Minsk Anlaşması ile bunun sonuçlandırılmasını istemesine rağmen NATO kulağının üstüne yatmış, Ukrayna iktidarı sürekli kışkırtıcılığı elden bırakmamıştır. Rusya bu gidişe 2014 faşist darbesi sırasında Kırım’ın ilhakı ve Donbass bölgesinin otonomisinin tanınması ile cevap verdi. Uzatmadan değinelim. ABD, yıkılan Sovyetler Birliğinin bakiyesi Rusya’yı Merkez Asya’dan, Gürcistan olayları ve Çeçen savaşları ile sürekli kuşatma altında tutmayı sürdürmüştür.

Özellikle 2014 sonrası adım adım ilerleyen ABD stratejisi karşısında Rusya sonunda Ukrayna saldırısını başlattı. “Operasyon”un oldukça hatalı varsayımlar üzerine planlandığı anlaşılıyor. En fazla iki hafta süreceği ve Ukrayna yönetiminin çökeceği üzerine kurulan strateji geri tepmeye başladı. Rusya karşıtı cephe güçlenmeye başladı. Ukrayna savaşı ile NATO “beyin ölümü”nden kurtulmuş görünüyor. Bir diğer önemli gelişme Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılmak istemeleridir. Belki de en önemli gelişme Almanya’nın silahlanma bütçesini büyük ölçüde arttırma kararıdır.

Rusya uluslararası mali sistemden çıkarılıyor. Her gün yeni bir adım atılıyor. Yeni bir “demir perde” mi geliyor? Bu günleri İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemle karıştırmak büyük bir hata olur. Özellikle ABD ve İngiltere dünyayı Çin ve Rusya ile korkutup Soğuk Savaş yıllarındaki konumlarına geri döndürmeyi hayal ediyorlar. Bugünün dünyasında böyle bir saflaşma yaratmak hemen hemen imkânsızdır. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı emperyalist merkezler arasındaki önemli fay hatlarından üreyen gerilimleri yok etmiş gibi görünse de bunun gelgeç bir görüntü olduğu yakında görülecektir. Aslında şimdiden işaretleri ortaya çıkıyor bile.

Almanya’nın silahlanmasına ilk tepki Fransa’dan geldi. NATO güçleniyor gibi görünse de, Amerika’nın üstündeki “yükü” Avrupa daha fazla paylaşmadıkça beyin ölümünün semptomları yeniden ortaya çıkacaktır. Rusya’nın devreden çıkarılması ile dünya enerji dengeleri Amerika’nın denetleyemeyeceği noktalara yeniden hızla gelecektir. En önemlisi, 150 yıllık emperyalist paylaşım sürecinde Batı dünyası kaybettiği itibarını ve gücünü Ukrayna savaşı ile geri kazanabileceğini hayal ediyor. İnsanlık, 21. yüzyılın ortalarına gelmeden emperyalizmin bu büyük rüyasının bir düş kırıklığına dönüşmesini yaşayacaktır. Bu kadarı kesindir. Ancak bu düş kırıklığından hangi kıyamet çıkıp gelecektir? Bunu henüz bilmiyoruz.

Sonuç

Bu arka plan dikkate alınmadan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla “emperyalist paylaşım savaşına hayır” sloganının atılması, ezberlenen bazı eski formüllere uygun gibi görünse de bu tavır olayın özünü kaçırıyor. İki önemli hata savaş gürültüsü arasında kaybolup gidiyor.

İlki, Rusya ve Çin 2008 sonrası öne çıkmalarına rağmen henüz klasik emperyalist paylaşımın aktörleri değildir. Batı dünyası, özellikle Anglo-Sakson kapitalizmi Çin ve Rusya’yı “düşman” ilan etmekle kendi emperyalist amaçlarını sergilemiş oluyor. Rusya’nın saldırısı üzerine çığlık atmakla yetinmek, emperyalist paylaşımın gerçek ve sürekli aktörünün günahlarını örtmek anlamına geliyor. NATO ve ABD, Rusya ve Çin’i tuzağa çekmek için yıllardır uğraşıyorlar. NATO’yu ve özellikle ABD emperyalizmini öne çıkartmayan her siyasi tavır aslında onun günahlarını paylaşmak gibi büyük bir hata içine düşer. İlk Körfez savaşından Yugoslavya iç savaşına, Irak’ın işgaline kadar tüm bu paylaşım sürecinin baş aktörü ABD’dir. Rusya – Ukrayna savaşında terazinin kefelerini eşitlemek ABD lehine konumlanmak anlamına gelir.

İkinci önemli siyasi hata, Ukrayna savaşıyla klasik emperyalist paylaşım savaşlarının yeniden başladığını, onun tekrar edeceğini iddia etmektir ki bu, paylaşımın günümüze özgü yanlarına kör kalmak olur. Emperyalist paylaşımlarla yaşanan 150 yıl (19. yüzyılın ikinci yarısında Afrika’da başlayan ilk sömürge savaşlarından beri) insanlık bilincinde nasıl etkiler yaratmıştır? Bundan sonraki süreç öncekilerin tekrarı mı olacaktır? Bu ve buna benzer soruları sormadan olayları eski formüllerin penceresinden bakarak çözmeye çalışmak, insanlığın yaşadığı 150 yıllık deneyimden bir şey öğrenilmediğini söylemek olur.

Sosyalist Sistem yıkıldıktan sonra her şey ilk emperyalist paylaşım savaşları öncesine mi dönmüştür? Evet, önemli benzerlikler ortaya çıkmış, sanki tarih tekerrür etmeye başlamıştır. “Silahların dehşet dengesi”nden kurtulan dünyada özellikle Japonya ve Almanya’nın başını çektiği “barış içinde ekonomik rekabet” dönemi hayallerini, ABD, Körfez savaşı ile yıkmış, sanki klasik sömürge savaşları yıllarına geri dönülmüştür. Orta Doğunun cehenneme çevrilmesi süper gücün planıydı. Oğul Bush’un dış işleri sekreteri Condoleezza Rice “bu bölgede 20 ülkenin sınırları değişecek” demişti. Ancak Afganistan yenilgisi bu hayalin sona erdiğinin işaret fişeği oldu.

Sosyalizmin yıkılışıyla İkinci Paylaşım Dönemindeki ideolojik saflaşma ortadan kalkmıştır. Ancak Birinci Paylaşım günlerine dönmek veya onu tekrar etmek de mümkün değildir. Bugün somut bir cephe olarak sosyalizm olmasa da, paylaşım savaşlarından devrimlerin çıkıp geldiği insanlığın hâlâ bilincindedir. Ayrıca muazzam yoksullaşmadan çıkacak öfkenin nereye gideceğinin bilinememesi, ancak bu gerçeğin komünizm hayaletini sık sık geri çağırması; insanlığın varoluşunun doğanın tahribinden kaynaklanan tehdit altında olması, bugünün silahlarıyla eski savaşların tekrarını sınırlamaktadır. ABD doğrudan katıldığı ‒Irak ve Afganistan gibi‒ savaşlarda sınırlı sonuçlar alırken, güç ve itibar olarak büyük kayıplara uğramıştır. Vekâlet savaşlarıyla gidilen yolun çok daha sınırlı olduğunu ise yine Orta Doğu yeterince gösterdi. Afganistan ve Irak’ın işgali, Arap isyanları sırasında bölgenin cehenneme dönüşmesi emperyalizmin yıkıcılığını hafızalarda tazeledi.

“11 Eylül’ün açığa vurduğu diğer kopuşmaya ya da olayın Üçüncü Dünya’dan görünüşüne gelirsek, insanlığın yeni tarihsel bir dönüş noktasına doğru ilerlediği söylenebilir.

Üçüncü Dünya’nın üç yüz yıldır sömürülen insanı için olay sanki bugüne kadar biriken günahların bir bedelidir. Bunu eski ABD Başkanı Clinton bile ‘ABD günahlarının bedelini ödüyor’ diyerek dile getirdiğine göre, emperyalist merkezlerin NATO’nun 5. maddesinin arkasında ‘kenetlenerek’ dünyaya karşı kükremesinin hiçbir moral değeri yoktur. 11 Eylül ‘Güney’in ‘Kuzey’den moral olarak koptuğunun işaretidir. […] Üçüncü Dünya Ülkeleri (Müslüman veya Hıristiyan) için, Batı değerlerinin artık bir çekiciliği yoktur. Latin Amerika, on yıl önce Kolomb’un kıtayı keşfinin beş yüzüncü yıl kutlamalarında ‘artık yeter’ demişti. Seattle’da Üçüncü Dünya liderleri küreselleşmeye karşı büyük bir tepki yükselttiler. Hemen 11 Eylül’den bir hafta önce Güney Afrika’da Durban Konferansı’nda Batı, sömürgeciliğinden, köle ticaretinden dolayı kararlı eleştirilere uğradı. ABD, kendi paytağı İsrail ile konferansı terketmek zorunda kaldı.”[4]

ABD, 11 Eylül’ün, günahlarının bir bedeli olduğunu örtülü olarak kabul etse de, üçüncü dünyadan bunun intikamını almak için “terörle mücadele adı altında” Afganistan’dan Afrika’nın kuzeyine uzanan bölgeyi cehenneme çevirdi. Afganistan işgalinden Arap isyanlarına kadar akan süreçte Orta Doğuda “cehennemin kapıları açıldı”.

İnsanlığın yaşadığı paylaşım savaşlarının uzun geçmişinden bugüne bir bilincin geldiği açıktır. Bu bilinç eski klasik yolların tekrarını nasıl ve hangi yönde etkileyecektir? ABD en iyi bildiği yoldan yürümeye devam ediyor. 1990 sonrası bunu defalarca kanıtladı. Ancak her attığı adımda bataklığa saplandı. Kendisi yıkımlar yaşarken ortaya güçlü rakiplerin çıkmasını engelleyemedi. Onlar da ABD ve İngiltere’nin yolundan mı yürüyecektir? Irak’ın işgali, Arap isyanlarının bastırılması hep büyük yalanların üstüne oturdu. Çin ve Rusya ve sahneye çıkabilecek başka güçler aynı yollardan mı yürüyecektir? Böyle düşünmek günümüzün farklılıklarını görmemek ve bu nedenle emperyalist merkezlerin kolayca tuzağına düşmek sonucunu yaratır.

ABD, Ukrayna savaşı ile yeni bir vekâlet savaşı deniyor. Bu savaşla iki önemli olgu ortaya çıkmıştır. Birincisi, kendi stratejik adımına Washington bütün Avrupa’yı çekmiş görünüyor. Irak’ın işgalinde ve Suriye ile Libya savaşlarında böyle olmamıştı. Ancak saflaşmanın böyle devam edeceği konusunda hiçbir teminat yoktur. İkincisi, Ukrayna savaşı dünyada yeni bir saflaşmanın filizlerini ortaya çıkarmıştır. Ukrayna savaşı çok kutuplu dünyadaki savaşlardan farklı bir noktaya ilerlemektedir.

Putin, savaşın sonuçlarının bu noktaya kadar geleceğini öngöremedi. Olayların Gürcistan, Çeçenistan ve Kırım olayları gibi gideceğini, hem savaşın uzun sürmeyeceğini, hem de Batı dünyasının bu ölçüde bir tepki vermeyeceğini öngörmüş olmalıdır. Rusya Batı dünyasından dışlanma noktasına gelmiştir. Merkez Bankası varlıklarına el konmuştur. Bunun sonucu Lavrov, Rusya’nın “1917 veya 1991’deki gibi tarihi bir yol tercihi karşısında”[5] bulunduğunu vurgulayarak savaşın önemli bir değişim yaratmaya aday olduğunu söylüyor.

Rusya kapitalizmden geri dönemeyeceğine göre geriye onun içinde yeni bir saflaşmadan söz ediliyor olmalıdır. “Dünya ekonomisinin tutarlı bir şekilde de-monopolizasyonu uzak bir gelecekte değil”[6] diyerek Lavrov, Batı dünyasının ekonomideki tekeline karşı farklı bir yol inşa edilebileceğini söylemektedir.

“Rusya ve Çin ilişkileri bütün tarihi boyunca en iyi noktada. Hindistan, Cezayir, Mısır’la özel ayrıcalıklı stratejik ortaklık derinleşiyor. ‘İran Körfezi’ ülkeleriyle ilişkiler yeni bir seviyeye çıkıyor. Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’yle, Asya-Pasifik bölgesindeki diğer ülkelerle, Yakın Doğu’da, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da da aynı şeyler oluyor…”[7] Lavrov Batı dünyasının monopolüne karşı farklı bir alanın oluşmakta olduğunu düşünüyor.

Olayların böyle gelişeceğinin elbette hiçbir teminatı yoktur. Ancak Batı dünyası hâlâ eski yoldan yürüyerek, kendi egemenliğinin tek yol olduğunu dünyaya silah zoruyla dayatmaya devam ederse, ortaya başka yolların çıkması kaçınılmazdır. İlk Körfez savaşında Saddam’ın Kuveyt’i işgali karşısında ABD neredeyse tüm dünyayı arkasına almıştı. Aynı olgu ne Irak’ın işgalinde ne de Arap isyanlarının bastırılmasında gerçekleşti. Batı’nın ünlü dergilerinde Saddam’a bir Hitler bıyığı takıldığında ideolojik zemin hemen kurulabilmişti. Buna rağmen Avrupa’da işgale karşı güçlü bir tepki oluşmuştu. Şimdi de benzer şeyler en sonuna kadar deneniyor. Ancak Putin’e bir Hitler bıyığı takınca ortaya çıkan sonuç aynı değildir. Görünüş aldatmasın, ABD Ukrayna savaşı üzerinden Rusya’yı yıkıma uğratmak isterken enerji ve gıda kriziyle hem Avrupa’yı hem de üçüncü dünyayı şiddetli bir krizin eşiğine getirmektedir. Buradan kaçınılmaz bir şekilde farklı saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Savaşın Avrupa’ya taşınmasının çok farklı sonuçları olacaktır. Ayrıca krizin dünyaya yayılmasıyla dünyanın eteklerinden yükselen yangın merkezleri de ısıtacaktır.

Bugünkü paylaşım savaşlarının klasik dönemden bir diğer önemli farkı büyük bir göçü harekete geçirmesidir. ABD’nin arka bahçesi artık hem bir tıkanma noktasındadır hem de büyük kalkışmaların birikimini yaşamaktadır. Bu nedenle göç konvoyları son birkaç yıldır ABD’nin yolunu tutmuştur. Öte yandan Orta Doğu ve Afrika’dan ise göç dalgaları Avrupa kıyılarına çoktan dayanmıştır. İlk iki paylaşım savaşında böyle bir olgu yaşanmamıştı. Yeni sömürgecilik yıllarında ise iş gücü sıkıntısı çeken Avrupa bir bakıma gönüllü göç kabul etti. Küreselleşme adı altında yaşananlar dünyada dipsiz bir uçurum yarattı. Bu büyük çukur bugüne kadar dünya yoksullarını içine çekti, ancak artık bu kara deliğin çekim gücü yoksullardan öteye de uzanıyor.

Ukrayna – Rusya savaşı emperyalist paylaşımın klasik bir tekrarı değildir. 1990 sonrası Sosyalizmin yıkılması ile başlayan ve aralıksız devam eden Batı’nın dünyayı yağmasının çok farklı bir basamağına işaret ediyor.

ABD süper güç olmanın sarhoşluğu ile Avrupa’nın enerjiye ulaşımını kontrol etmek isterken, kıtayı Rusya’nın kucağına itti. Şimdi bu kez Rusya’dan kurtarmaya çalışıyor! Ancak bu oyun çok tehlikeli ve riskli bir noktaya tırmandı. ABD çok geçmeden karşısında çok farklı bir dünya bulacaktır. Rahat manevra yapabildiği yılların sonuna yaklaşıyor. Yaklaşan dönemde dünya güçler sahnesine yeni güçlerin çıkması kaçınılmazdır. Güney Asya’dan, Uzak Doğudan ve Kıta Avrupa’sından sahneye mevcut güçlere mesafeli duran yeni aktörler çıkacaktır. 

Ukrayna savaşı ile yükselen gerilim dünyanın bir yol ayrımına doğru ilerlemekte olduğunu gösteriyor. Bir yanda silahlanma, gerilim, savaş ve mali spekülasyon dışında davranış alanı çok sınırlı olan Anglo-Sakson kapitalizmi; diğer yanda daha çok üretime dayalı ancak kritik zamanlarda Washington’un arkasından sürüklenmekten henüz kendini kurtaramamış Kıta Avrupa’sı ve Japonya; bunların dışında yeni güç biriktiren iki kutba da mesafeli Çin, Rusya, Hindistan ve diğer bazı Afrika ve Asya ülkeleri rastlantı sonucu değil önceki uzun emperyalist paylaşım yıllarının yarattığı tarih bilinci ile yeni bir saflaşmanın eşiğindedirler. 1990’lar sonrası dünyada saflaşmalar katı değil geçirgen özellikteydiler. Ukrayna savaşı ile saflar daha katılaşacak mıdır? Bunu söylemek için çok erken. Ancak yeni saflaşmalar eski alışkanlıkların basit bir tekrarı olmayacaktır.

12.06.2022

 

[1] V.I. Lenin, “Sosyalizm ve Savaş”, Cilt 21, s. 299.

[2] Lenin, a.y.

[3] V.I. Lenin, a.y., s. 309.

[4] Mehmet Yılmazer, Güç Merkezlerinin Stratejik Yönelişleri, Alaz Yay., İstanbul 2002, s. 273-4.

[5]Lavrov: Yol ayrımındayız”, çev. Hazal Yalın, Yakın Doğu Haber, 17 Mayıs 2022. https://ydh.com.tr/HD17259_lavrov–1917-ve-1991-gibi-bir-yol-ayrimindayiz.html

[6] Lavrov, a.y.

[7] Lavrov, a.y.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar