Ana SayfaKürsüİdeolojik hegemonya ve işgal altında bilinçler

İdeolojik hegemonya ve işgal altında bilinçler

 

Mahir Çayan, “emperyalizm içsel bir olgudur” derken elbette açık seçik bir şeyden bahsediyordu. Onun sözü gizli işgale bir vurguydu ve bağımlı olan devletin öz kurumları eliyle emperyalizm için kendi topraklarında araçsallaşmasını özetliyordu. Fakat biz bu kavramsallaştırmayı bu yazı için güncele göre bir metafor olarak da bükebiliriz.

Emperyalizmin “içsel bir olgu”ya dönüşümü artık tek tek  kişiliklerde, beyinlerde, hayatın her alanında, ağızdan çıkan her kelâmda ya da her gündemde, her “moda”da, yazık ki hemen her siyasi akımda/ akılda emperyalist/ kapitalist kültür-ideoloji egemenliğini, baskısını, doğrularını içselleştirme olarak genişletilebilir.

Marksist fikriyatın, bu ideolojinin aksiyonunun biteviye gerilemesini takiben yani hikaye/ heyecan yitimiyle itibarsızlaşması dünyayı gerçek anlamda tek bir kutbun sahasına/ pazarına/ hobi bahçesine dönüştürmüştür. Bu hakikat, solu her geçen gün eksiltti, durağanlaştırdı, kimsesizleştirdi (halksızlaştırdı).

Bir dönemeçten sonra da yeniden büyümenin iksiri kendisinden başka her şey olmakta aranır oldu. Bu savruluş yeni bir yükselişi getirmedi ama liberal zehir kendini solda tanımlayanlar içinde iyice kana karıştı. Batı emperyalizminin ideolojik ikizi fikirler bizim tarafta da iyice yerleşti. Yani sadece fiziksel değil, ideolojik bir yenilgiden de söz ediyoruz artık.

“Kendi sandalye”sinde duramayan sol, kendine oturacak başka bir sandalye de bulamamıştır, zira tüm köşe başları çoktan tutulmuştu. Bu ortada kalma ama bir yöne de tam yanaşamama depresyonu savruluşu daha da şiddetlendirdi. Bugünkü tablo uzun uzun tariflere gerek görülmeyecek biçimde nettir, kötüdür, olumsuzdur.

Bu depresyonun en yıldırıcı depreşmeleri de hâliyle bir şey söylemek ve eylemek gereken büyük, önemli gündemlerde kendini gösteriyor. Farz-ı misal, artık yeni çağın hakikati gereği dünyanın her ülkesinde kendini sık sık gösteren kitlesel ayaklanmalara dair takınılacak tavırda…

Düzene karşı ayaklanma bir başlangıç verisi olarak olumluyken, ayaklanmaların bileşenleri, hedefleri, ideolojik yönsüzlük ve çelimsizlikleri ve hatta sağ yönelimli oluşları, saman alevi gibi bir anda parlayıp sönmeleri, buralara en azından istenildiği seviyede etki edemeyen sosyalistlerde bir iç yarılma ile tedirginlik, rahatsızlık yaratıyor.

Sol içi ayrışmalar bu gündemlerle sürekli büyüyüp, keskinleşiyor fakat günün sonunda elde nitelikli bir birikim de kalmıyor.

Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi meselesi de benzer bir harala güreleye yol açtı elbette. Rusya’nın operasyonunun başlamasıyla daha ortada bir şey yokken sola karşı bir ideolojik saldırının da startı verilmiş oldu. Ve bu saldırı kendine soldan da bir yığın ortak, aparat bulmakta hiçbir sıkıntı çekmedi. Linçin en şedidini –bağlı olduğu siyasî hareket açısından da “doğal” olarak- Grup Yorum göğüslemek zorunda kaldı. Grup Yorum’un Moskova’da savaştan önce verdiği konser ve burada verdiği mesajlar son derece iğrenç bir şekilde çarpıtılarak kapsamı sadece “ideoloji”leri değil, ülke sınırlarını da aşan bir yalnızlaştırma kampanyasına dönüştürüldü.

Türkiye devrimci hareketinin tam da omurgasına yönelen bu zehirli oklar kısıtlı olanaklar dâhilinde savuşturulmaya çalışıldı ama saldırganlar kendi bildikleri türküyü okumaya devam ediyorlar.

Grup Yorum’un Rusya’ya “sosyalist anavatan” demesinin (ki özensiz bir ifade* olduğu ve bu açıdan meseleye hâkim olmayan sağ açısından yaftalama için yeterli bir argüman olduğu söylenebilir) ne anlama geldiği sol açısından -eğer ortada bir cehalet yoksa- son derece açıktı oysa. O hâlde câhilleri bir kenara koyduğumuzda geri kalan kümeyi art niyetle, kasıtla, düşmanlıkla etiketleyeceğiz demektir.

Solun da kâhir ekseriyetinin Yorum’a ve temsil ettiği geleneğe düşmanlığı, bu düşmanlığın sebepleri ve bu düşmanlığın “asıl düşman(lar)la” koşutlukları zaten bir sır değil. Yorum’un da, Hareket’in de eleştirilemez olduğunu asla söylemiyoruz sadece derdin, hedefin bambaşka bir şey olduğunu ifade etme çabasındayız. Yoksa eleştiri için birçok şey bulunabilir fakat mevcut olan durum, itibarsızlaştırmak için delil üretmektir ve bu vaziyet, histeri kesinlikle yeni bir şey değil.

Mesele gelip, siyasi tarihi boyunca, en moda olduğu dönemlerde bile hiçbir kutba bağlanmamış hatta bu tavrı kurucu bir kimlik edinmiş, bir yerelleşme aranışı olduğu açık olan bir hareketi “Rusçu” ilân etmeye vardırılmıştır yazık ki.

Oysa sağda solda “Berlin duvarları” yıkılırken, Türkiye devrimci hareketi -sadece Devrimci Sol değil ama en önde o- tarihindeki üçüncü yükseliş döneminin henüz başındaydı. Bu, Türkiye devrimci hareketinin dünyadaki akrabaları içindeki özgün konumunun altını sağlamca çizen bir veridir. Ve zayıflamakla birlikte hâlen hissedilen bu özgün, ML’de ısrarcı tutumdur anti-komünist fırtınanın garezini üstüne çeken. İşte bu “çağ dışılık”, çağın efendilerini  evvelden beri kudurtuyor.

Yeryüzündeki, havsalalardaki tüm “iyi” ve “kötü”lerin tanım tekelini elinde tutan en büyük terör organizasyonu -emperyalizm- herkesin bu büyük aklın diliyle, kelimeleriyle konuşmasını istiyor, dayatıyor, bunu yayıyor. Evet, bu ideolojik hegemonyayla cılız da olsa bir kavga var, kıyamet de buradan kopmakta.

İdeolojik hegemonyaları, enformasyon diktatörlükleri eliyle savaş karşıtı pozunu oynamakta hiç de zorlanmayan savaş imparatorlarının maskesini indirmeye çalışan birileri de mutlaka olacaktır. Ama bin ama yüz ama bir kişi. Bu çatlak ses, bu dünyadan hâlâ çıkabiliyor. Hakikatin ne olduğu değil, neyin hakikat diye pazarlanabildiğinin, dolaşıma sokulabildiğinin mühim olduğu bu çağda yani…

Batı’nın alakalı alakasız her alanda gücünü, hâkimiyetini gösterme şovuna dönüşen ve adeta “Rusluğun yasaklanması” durağına tez vakitte ulaşan bu süreç, “çoğulculuk”, “eşitlik” hikâyelerinin pazarlandığı bu zamanlarda her şeyin nasıl da tek merkezli olduğunu tereddütsüz gösterdi. Makyajlar çabucak döküldü ve faşizmin arz-ı endâmı başladı.

Buradan hareketle, Rusya’nın Ukrayna harekâtına dair tavır konusunda dilimizin döndüğü, aklımızın erdiği kadar konuşmaya da artık başlayabiliriz. Yanukoviç’in seçilip ardından faşist hareketin de tekrar hortladığı büyük iç karışıklıklar sonunda devrilmesini takiben Rusya’da Batı tarafından kendinin sürekli köşeye sıkıştırıldığı, çevrelendiği hissinin fazlasıyla tetiklendiği ve bir gün bu coğrafyada bir muharebenin patlayabileceği tahminlerin dışında bir şey değildi. Ukrayna’da yükselen Rus karşıtı iklime tepki olarak önce Donbas bölgesinde sosyalizan eğilimleri de olan militanlarca halk cumhuriyetleri kuruldu. Sonra Rusya, tarihsel parçası olarak gördüğü Kırım’ı bir referandum marifetiyle ilhak etti. Bu ilhakın -belki de şaşırtıcı biçimde- çok zayıf reaksiyonlar aldığı da açıktır. Bu olay diplomasi koridorlarında bir “işgal” olarak yorumlansa da içten içe “herkes”çe meşru, en azından kabul edilebilir görülüyor gibiydi.

Ukrayna da dünyada vaziyet buyken pek ses çıkaramadı.

Tabii ki her iki taraf da, daha doğrusu Rusya ile karşısındaki blok, bu süreçte boş durmadı ve hazırlıklar, planlar yaptı. Harekâtın başlamasından birkaç gün önce ise -görünürde bir işgal düşüncesi yokmuş gibi olmasına karşın- Rusya adeta savaşı başlatmak için kışkırtıldı. Bilemiyoruz, Batı belki de Rusya’nın müdahalesine bir erken doğum yaptırmıştır. Savaşın ilk günlerinde Ukrayna yönetiminin yapayalnız kaldığı ve Rusya’nın bu ülkeyi birkaç hamlede yutabileceği hissi yerleşti. Fakat kısa bir süre sonra Batı’nın yaptırımları ile psikolojik üstünlüğün rüzgârı karşı tarafa doğru döndü. Ancak bu üstünlüğün salt medya, sosyal medya eliyle kazanılmış bir yanılgı, halüsinasyon olduğu da düşünülebilir. Sahada Rusya’nın başarılı olup olmadığı, amaçlarının ne kadarına ne kadar sürede ulaşabildiğini ve askerî moralinin ne düzeyde olduğuna vâkıf değiliz.

Fakat bu savaşla ilgili kendi adıma şunu söyleyebilirim. Son dönemde girdiği, müdahale ettiği her coğrafyada, her meselede zafer kazanmaya alışkın olan Putin/ Rusya’nın Ukrayna müdahalesinin hedefleri evvelkilerin aksine fazlasıyla aşırıdır. Fakat belki de bu maksimizasyon, sonradan gerçekleştirilecek geri adımları en düşük seviyede tutabilmek için seçilmiş bilinçli bir askerî/ politik taktiktir.

Putin’in “deli” olduğu, Rusya’nın bu işe bilinçsizce, plansız girdiği ve batağa saplandığı sık propaganda edilse de Rusya gibi bir ülkenin duygularla hareket edeceğini düşünmek, tek taktikli olduğunu hayal etmek pek akıl kârı değil. Rusya’nın Putin döneminin başlangıcından itibaren her çelişki, gerginlik, sorun ve müdahalede kendi lehine çözüm için ne kadar farklı programlar uygulayabildiğini görmek için yakın tarihte kısa bir gezinti kâfidir.

Suriye’de farklı, Libya’da farklı, Gürcistan’da, Ermenistan’da, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Belarus’ta başka, Transdinyester, Donbas, Kırım, Abhazya, Güney Osetya örneklerinde bambaşka politikalar güdüldü, güdülüyor. Hepsinde temkin, sabır ve ama hedefe mutlaka ulaşma, yakın olma var. Ukrayna’yı farklılaştıran bu “temkin” durumunu gözlemleyemeyişimiz belki de.

Hatta Rusya, içeride bile, Putin’in Sovyet mirası olan federatif düzenden daha merkezî bir düzleme geçişe hevesli oluşu açıksa da farklı farklı politikalar uygulayabilmekte (Çeçenistan, Tataristan**).

Sovyet dönemi ve Çarlık dönemi hakkında birbiriyle çelişen yaklaşımları olan, iki dönemi de kendi politikaları lehine bir araç olarak kullanmaya çalışan Putin’in Lenin’e, Bolşeviklere sövmesi yeni bir olay değil. Kimi zayıflıkları, potları olsa da onca halkı bir arada tutma, sınıfsal temelde kardeşleştirme deneyimi de olan sosyalizmden, tüm ülkeyi yağmalayan, yeni yetme dev zenginler yaratan, her şeyi, tüm değerleri alt üst eden, sermayenin iştahını kabartan, milliyetçi karşıtlıkları kışkırtan Batı destekli yamyam kapitalizmine geçiş bir halkın doğru bildiği her şeyi yerle yeksan etmiş, psikolojisini darmaduman etmiştir. Yaşanan hızlı kitlesel yoksullaşma, politik/ toplumsal yozlaşma ve bir avuç elitin bir anda süper zenginleşmesinin müsebbibi bizzat yeni Rusya elitleridir. Ve Putin de o iklimin çocuğudur, oradan doğdu. Fakat vizyonu kendinden öncekilerden oldukça farklıdır. Ancak bu vizyonun elbette bir SSCB hülyasıyla ilgisi yok. Hayır, bir Çarlık rüyasıyla da yok. Putin ve kudretli kurmayları bir fantezi, bir ideolojik kızıl elma olarak belki bu rüyayı görüyordur ama nesnel olarak bunun mümkün olmadığının farkındadırlar.

Peki bu neden mümkün değil?

İşte burada zurnanın “zırt” dediği yere geçiyoruz. Rusya emperyalist bir devlet midir? Bu konuda RF’nin askerî kapasitesi insanları belli ki yanıltıyor. Rusya, ideo-politik olarak, coğrafî hakimiyet yönünden ve ekonomik güç açısından emperyal bir kudreti haiz olma konusunda oldukça eksiktir. Hatta bu ülkenin, onca şaşasına karşın ekonomik mânâda orta düzey bir ülke olduğu da açık. Ekonomik seviye açısından Türkiye ile karşılaştırılabilir; yayılmacılık, politik etki kurma, ekonomik alan açma açısındansa TC’den biraz daha aksiyonerdir. Batı’nın Rusya’ya uyguladığı kapsamlı yaptırım ve çevreleme politikasının binde birini dahi Rusya gerçekleştiremez. O buna karşı direnebilecek bir kuvvete sahiptir sadece. Eski coğrafyasında ve yakın coğrafyasında kendi çıkarları aleyhine hiçbir şey yapılamaması için bir çabası var Rusya’nın Putin döneminde. Bu politika da eylemci olmaktan daha çok taktiksel ve temkinlidir. Bir tür “ben de varım”, “bana rağmen olmaz” mesajını sürdürebilme iradesidir bu.

Gelin görün ki emperyalizm hususunda da tıpkı faşizm konusunda olduğu gibi bir tanım anarşisi hâkim. Hâl böyleyken Rusya ile ABD’yi eşleştirmek, o yoldan da daha medenî olan Batı’yı tutmak, ona daha yakın oluş hissine giden yol uzun sürmemektedir.

Koca koca örgütler, isimler, sanki bir diplomatmış gibi bu savaşı “serin kanlılıkla” yorumlamakta, Rusya’yı kınamakta, gerekirse NATO’ya da bir çift laf etmekte ve bağlamı ve sınırları belirsiz bir barış türküsü tutturmaktadırlar. Bu barış söylemi solcuların profillerinde faşizmin kurumsallaştığı Ukrayna’nın bayraklarını görmemize ve her türden savaşa karşı olma gibi bir söylem üretimine sebep olmaktadır.

ABD/ NATO işgallerinde akla dâhi gelemeyecek olan yaptırımlar bile bazı kafaları karıştırmıyor. Sanırsınız ki ABD, Irak’a NBA Dream Team şovu için girmişti. Bir laf edecek olanlar da “Rusçuluk”, “Putincilik” suçlamalarıyla susturulmakta ya da en azından bu kesimler kendi kendilerine bir otosansüre gitmektedir.

Batı’nın ideolojik hâkimiyetinin, kudretinin en sert hissedildiği dönemdeyiz, oysa komünistler fikirlerini açıkça belirtmekten kaçınmazlar.

Komünistler her türden savaşa hayır demezler. Yo, savaş çok güzel bir şey olduğu için değil elbette. Dünya bir oyun parkı olmadığı için. Hâkim sınıflar yoksullara, ezilenlere bir sürekli savaş açmış oldukları için. Yoksulların hayatta kalma çabası zaten bir savaş olduğu için.

Büyük güçlerin kendi aralarında dalaşları bizim kavramlarımızda bir bulanmaya yol açmamalı. Bizim biz kalabilmemiz için bu duruş son derece elzem.

Ahvalimiz evet, ne yazık ki menfidir. Sinirlerimizi diri tutabilmekte bizi zorlayacak kadar kötü. Sosyalist sol, kapsamlı, yıkıcı bir ideolojik saldırı altındadır. Birçok ağızdan çıkan söz o ağızlara değil, daha büyük ağızlara aittir maalesef. Sınıf savaşından, ekmek kavgasından öte durmaya zorlanan solun eline sanki dünyanın en mühim mevzularıymış gibi kimi abuk sabuk mevzular verilmekte, birçokları da bu oyuncaklarla oyalanıp durmaktadır. Sosyalist solun profili, içeriği, yüzü, sesi, öfkesi, kavgası her geçen gün değişiyor, yabancılaşıyor. Bir yozlaşma durmadan tüm hücrelere yayılıyor. Bu metastazdan kimlerin kârlı çıkacağı, kimlerin mutlu olacağı cevabı belli bir soru.

Tehlikesizleşmiş, içeriği boşaltılmış, bir duyar odağı, bir ayrıntıların ayrıntıları sevdasına bulanmış, gerçeklikten ve hayattan kopmuş bir sosyalist hareket emperyalizmin, kapitalizmin dostu bile olabilir. Bu ihtimal, bu politik çürümenin yaygınlaşma tehlikesi sârihtir.

Rusya-Ukrayna meselesinde yüzümüze çarpılanlar yeni değildi elbet ama sarsıcı, can sıkıcı oldu bizim açımızdan. Sosyalist sol, bir nostaljiye tutulmayla bitimsiz bir yozlaşmada savrulma arasında iki kampa bölünüyor. Burada ciddi bir müdahale gerekli.

Eski dünya ideolojik olarak iki kampa bölünmüştü. Motivasyonu düşen taraf -zamanla muhtevasını da yitirmiş bu kavgayı (***)- kaybetti. Yeni dünyada Putin, anlaşılıyor ki, sıkıştırıldığı yerden, bu kez salt kültürel kodlar (Batı-Doğu) üzerinden olabildiğince yumuşak ve olabildiğince çatışmasız bir kamplaşma politikasını yürütmek istiyor. Ya da zorlandığı için böyle bir politik program icat etmiştir, bir şeye sarılmak, topluma, birilerine bir şeyler vermek zorunda olduğu için.

Bu hâl, kimliklerin öne çıkarıldığı bu dünya için sürpriz bir savaş alanı sayılamaz elbet.

Bizler ise kimliklere sıkıştırılan, hatta kimliklerin karikatürize edilerek egzotik meyveler gibi teşhir edilmesine indirgenen bu politik iklimin karşısına, belalı, ezilmiş, itilmiş, yok sayılan kimlikleri de kapsayarak sınıfsal bir duruşla karşı çıkabilmeliyiz.

Zira onların arzuladığı iklimde bize güneş yok.

 

 

(*) Tarihte sosyalist devrimin gerçekleştiği ilk ülke olma anlamında “sosyalizmin anavatanı” daha doğru bir ifadedir. “Sosyalist anavatan” hâlen süren bir durum gibi tınlıyor kulakta. Yorum’un bunu kastettiğini iddia etmek ise elbette polemik kabul etmeyecek bir soysuzlaşma, ahlâksızlaşma örneğidir.

(**) Rusya çok uluslu federal bir devlet olmasına karşın Rusların çok baskın olduğu bir ülke. Rusya’daki azınlık halkların –Tatarlar hariç (beş buçuk milyon), ki onlar da ülkenin tam göbeğinde, “Rusya”ca kuşatılmıştır- büyüklerinin bile nüfusu bir iki milyonu geçmez. Ruslar bu ülkenin % 80’inden fazlasını teşkil eder. Federasyon modeli/ özerk cumhuriyetler/ bölgeler bir Sovyet bakiyesidir. Adını verdiği coğrafyanın % 2’si bile olmayan Yahudilerin bile Çin sınırında bir özerk oblastı vardır. Ezcümle Rusya içinde bir etnik parçalanma olanağı/ olasılığı Türkiye ve İran’a göre oldukça zor (Bu iki ülkede de köklü tarih, eski devlet olma gerçeği bir tutkaldır.) Müslümanlar ise ülkenin % 6,5’udur, radikalleşme eğilimi olursa “tehlikeli” bir nüfus olarak görülebilir. Rus Ortodoksluk baskın olsa da, yaygın inançsızlık sebebiyle “doğal nüfusundan” yoksun: % 41. Burada inançsızlık sosyalizm etkisiyledir ama Avrupa ülkelerinde de benzer, hatta bazı yerlerde daha ileri bir koşutluk olduğu da unutulmamalı.

(***) En kötü sosyalizmin en iyi kapitalizme yeğ olması gerçeği bir yana SSCB ve bağlaşıklarında sosyalizm çoktan hemen hemen bir bürokratik hantallığa dönüşmüştü. Bugün post-Sovyet ve post-sosyalist ülkelerin birçoğunda komünistlerin “k”sinin dâhi olmaması acı ve ibretliktir. Bu sosyalizmin ihraç edildiği Baltık ülkeleri, Macaristan, Polonya’da böyleyken, bambaşka bir mücadele öyküsü olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’da da böyledir. Bu ülkelerde güçlü bir Rusofobiyle kol kola bir anti-komünizm var. Rejim ihraç edilmiş ülkelerden biri olsa da Çek Cumhuriyeti’nde durum biraz farklı (KSČM). Birçok eski sosyalist ülkede ise eski iktidar partileri sosyal demokratlaşıp, liberalleşerek iktidarda kalmayı ya da büyük muhalefet partisi olmayı sürdürdüler (Sosyalizmin büyük savaşlarla kazanıldığı Bulgaristan, Arnavutluk, eski Yugoslavya ülkeleri. Moğolistan’sa çok özgün bir örnektir. Orta Asya devletlerinin pratiği de ayrı ele alınmalı). Demokratik Almanya solunun macerası da burada yükselen neo-faşizme karşın büyük ölçüde yumuşamış olsa bile kitlevî bir biçimde sürdü (Die Linke’nin köklerinde Demokratik Almanya’yı yöneten Sosyalist Birlik Partisi var). Faşizmle anılıyor olsa da Ukrayna’da Komünist Parti’nin güçlü olduğu unutulmamalı. Belarus’taki Komünist Parti ise bir Lukaşenko müttefikidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar