Ana SayfaArşivSayı 83 - 84 TÜRKİYE’DE SOLUN KÖKENİToplumsal Hareketler ve Politik Özneler

Toplumsal Hareketler ve Politik Özneler

 

“Lenin’in hakiki anlamı devrimin daima canlı tutulması buyruğudur: Daha gerçekleşmeden önce, bir olanak olarak canlı tutmak, yenilginin ve daha kötüsü rutinleşmenin, tavizciliğin ya da unutkanlığın tehdidi altındaki tüm o anlarda bir süreç olarak canlı tutmak… Aynı zamanda bizim için de onun fikrinin anlamı budur: Devrim sözünün ve fikrinin skandal hale geldiği bir dönemde devrim fikrini canlı tutmak.”[1]

1. Martha Harnecker 2001’de Dünya Sosyal Forumu için hazırladığı, görece erken olmakla birlikte aradan geçen zamana rağmen güncelliğini koruyan “Partili-Sol ile Toplumsal-Sol’un Birliği Konusunda Atılım Yapmak” başlıklı yazısında gün geçtikçe canlılığı daha da artan bir sorunun çözümlerini aramıştır. Yazının kaleme alındığı tarihte etkinliğini koruyan Latin Amerika’nın devrimci hareketleri ve muhalefet hareketlerinin başarılı örneklerini sıralayan Harnecker, bu hareketlerin (Meksika’da EZLN, El Salvador’da FMLN, Venezuella’da Bolivarcı Devrim, Kolombiya’daki gerillalar, Ekvador’daki yerli hareketi ve onun politik temsilcisi, Brezilya’da MST ve PT, Uruguay’daki Frente Amplio) “solun farklı kesimlerini bir araya getirerek hareket ettiği sonucuna”[2] vardığını ifade eder.

Latin Amerika’da yükselen sol dalganın ortasında Harnecker, “… alternatif geniş bir toplumsal bloğun oluşturulması için uygun olan … objektif koşulların yanı sıra temel bir sorunla ilgili çok karmaşık öznel koşullar da mevcuttur: Bu temel sorun solun dağınıklığıdır”[3] belirlemesiyle toplumsal güçler ve bunların politik ifadelerinin bir araya getirilmesinin yollarını arıyor. Pratik bir bakış açısıyla, “Farklı bir dünya için yola çıkan bu militan tavırlar, ne yazık ki birleşmelerine ve heterojen yapılarının üstesinden gelmelerine yardımcı olacak bir bütünlükten yoksun oldukları için, genellikle eğildikleri sorun ya da olay bittiğinde ortadan kalkmaktadır”[4] gözleminde bulunan Harnecker, “Bunlar çok yeni hareketler oldukları için belki de farklı aktörlerin katılımı henüz yeterince tanımlanmamıştır”[5] diyerek, “belki” kaydıyla, deneyimlerin birikmesi ve pratik sürekliliğin yaratacağı etkiyle sorunların giderilebileceğini öngörüyor. Aradan geçen zamanla bu öngörünün ‒Latin Amerika da dahil‒ naif bir öngörü olduğu, birçok yanılgı barındırdığı ortaya çıktı. Ancak Harnecker’in somut önerileri hiç de naif olmayan bir politika teorisine dayanıyor:

“Politik eylemin etkili olması, halk hareketlerinin, protesto ve direniş eylemliliklerinin amacına başarıyla ulaşması için spontan bir şekilde yükselen çeşitli çabaları birleştirebilcek ve onlara yol gösterebilecek ve diğerlerini teşvik edebilecek oluşumlar gereklidir.

Sağlam bir örgütsel birlik sadece size nesnel eyleme kapasitesi vermekle kalmaz, bunun yanında gösterilere enerjik katılımı sağlayan içsel bir atmosfer de yaratır ve bu enerjiyi olumlu bir mecraya akıtır. Politikada neyin gerektiğini hatırlamalıyız: Sadece haklı olmak yetmez, tam zamanında haklı olmalısınız ve bu haklılığı pratiğe dökebilecek güce sahip olmalısınız.

Diğer yandan, savaştığınız dava hakkında net fikirlere sahip olmamanız ve kararları uygulamanız için sağlam araçlara sahip olmadığınız fikrine kapılmanızın olumsuz ve felç edici bir etkisi vardır.”[6]

Aradan geçen yirmi yıllık sürede hem “partili-sol” hem de “toplumsal-sol” ciddi başarısızlıklara ve yenilgilere uğradı. Buluşma sağlanamadığı gibi örgüt karşıtlığı toplumsal hareketler içinde bir norm seviyesine ulaştı ve aradaki ayrılıklar derinleşti.

2. Marksizm, kuruluş döneminden itibaren, ezilenlerin kurtuluşu için devrimci politikanın teorik-pratik inşasında politikanın yapısallığına ait toplumsal fail ve politik özne ayrımına dönük pratik konumlar almış ve teorik bir yapı oluşturmuştur. Kurucu Marksistlerin ve Lenin’in anarko-sendikalizm, anarşizm, konsey komünizmi, sol komünizm, ekonomizm ve Lassallecılığa karşı yürüttüğü tartışmalar ana hatlarıyla komünist devrimciliğin iki farklı politika yaklaşımına karşı inşasında rol oynamıştır. Marksizm içinde ve çevresinde dönen tartışmalar bir yana bırakılırsa, tartışma esas olarak toplumsal failin (sınıf, kitle, ezilenler, çokluk…) kendiliğindenliği ve politik özne (parti-örgüt) arasındaki ayrımla kodlanır. “Kitleleri her şey yapmak” ile onları “bir ham malzemeden fazla bir şey yapmamak”[7] bu iki anlayışın politika yapma tarzlarıdır. Marksizm bu çatışkıdan öncü politikayı inşa ederek sıyrılır ve farklanır. Marksist politika, eş deyişle komünist devrimcilik için politik özne toplumsal failler olarak hazır ve nazır bulunmaz; mücadele halindeki ezilenlerle içeriden ve derin bağlar kurmayı başaran örgütlenmeler, partilerdir. Burada esas olarak politik konjonktürde öne çıkan eğilim olması bakımından okun sivri ucunu yönelteceğimiz toplumsal hareketler aracılığı ile toplumsal failleri doğrudan politik özneler kabul eden yaklaşım ise bu failleri tarihsel bir özne kabul ettiği gibi kendi indirgenemez ve devredilemez konumlarıyla bireysel kimliklerin de tam bir politik özne olduğunu varsayar.

3. Sınırımızı 21. yüzyıl olarak belirlersek, geride bıraktığımız yirmi yıl boyunca birçok yerelde toplumsal hareketler, protesto hareketleri ve isyanlar yaşanmış olmasına rağmen hızla parlayan ama geriye düzen güçlerinin toparlanması ve güçlenmesinden başka bir şey bırakmayan bir dizi açık ve örtük yenilgi de kayıt altına alınmalıdır. Hareketlerin her yerelde belirme koşulları ve süreleri farklılık taşısa da adeta birbirini taklit eden ortak özellikleri olduğu görülüyor. “Seattle günlerinde çalışılan, inceltilen pek çok eylem formu ve anlayışı bugün artık norm haline gelmiş durumda: Aşağıdanlık, yataylık, ağsallık, karar alma mekanizmalarının şeffaflığı, yaratıcı eylem tiplerinin üretimi, forumlar ve forumların iç işleyişine dair anarşizan ilkeler, ideolojilerin değil belirli bir eylem ve belirli bir amaç için tercihen kısa vadeli bir araya  gelen insanlar olmanın belirleyici kabul edilmesi…”[8] Norm haline gelen esas olarak pratik içerikli hareketin yürütülme tarzıyla ilgili prosedürler olmakla birlikte, bu pratikler toplamının kolayca kabul edilmesinde, etkin rol oynamasında ve yayılmasında içkin bir ideoloji işler haldedir. Öyle ki bu tarz politika anlayışının temel tartışması hedeflerden ziyade -iktidarın reddi dışında- bu normların kabul edilip edilmediğidir.

Bu normların ve hareket tarzının kolayca yayılması kayda değer bir başarıya dayanmıyor; hatta neredeyse herhangi bir başarıdan söz etmek mümkün değil. Aksine, bir tür melankoli, kazanma iradesinin olmaması bir yana, adeta kazanmanın getireceği “tehlikeli” sonuçları pratik olarak üstlenememeye dayalı aktivist tekil pratiklerden tatmin olma temel alınıyor. Daha dikkat çekici olan yan ise böyle toplumsal pratik süreçlere katılan kitle tipidir. Toplumsal hareketlerin norm haline getirdiği pratikler demetine pozitif olarak yaklaşan ve katılan kitle uygar asilerdir. Kendini burada inşa eden teori belirli bir tarihsel bakış açısına dayanır. Buna göre politika bilinçli tekil bireysel kimliklerin özne olarak özgürce hareket ettiği alandır.

Metin Kayaoğlu bir çalışmasında “özne” olarak kabul edilen bu sosyalitenin içkin ideo-politik dünyasını şöyle özetliyordu: “Örgütsüz olmayı ideoloji ve yaşam biçimi olarak benimseyen, adanmışlığı biat kültürü olarak kabul eden, fedakârlığı eski dünyanın bir değeri olarak reddeden, şiddeti ancak karşı tarafın kötü bir özelliği olarak tanıyan, vatan ve din için ölmek kadar devrim için ölmeyi de yabancı bir kutsallık peşindeki pre-modern topluluklara özgü bir duygu sayan, merkezileşmeyi özgürlüğüne tasallut olarak değerlendiren bir toplumdan devrimciliğin nasıl çıkacağı büyük ve ağır bir sorundur.”[9] Devrimci politika açısından ağır bir sorun olan böyle bir kitle tipi, toplumsal hareket solculuğunun asileri ya da kendilerini asilik ortamında kabul eden liberter yığının sağduyusal ideolojisiyle bire bir örtüşür. Öte yandan bu kesimler, bu varlık tarzlarıyla hareket halinde olmaya adeta nesnel zorlamayla devam etmektedir.

İçselleştirilmiş liberterlik ile devlet ve iktidar acı reçetesinden uzak durulur. Buna göre devlet düşman bile değildir; adeta saklambaç oynanacak, boşlukları ─ne kadar bırakırsa o kadar─ doldurulacak bir sınırlayıcı gibidir. İsyancı pratikleri güdüleyen en önemli etmen devletlerin bu boşlukları iyice daraltmasıdır. Hiçbir kollektif kurtuluş seçeneği bireyselliğin özgürlük arzusunu kollektif bir irade ile kuşatamayacağından, öz-özgürleşme bireysel iradelerin toplamı olarak her bir tekil öznenin katılımıyla sağlanabilir ancak. Bunun pratik çıktısı gevşek bir bağın, ─tekil pratikler düzeyinde teknik nedenlerle zorunlu kalındığı sürece ve geçici olarak tekillikleri birbirine bağlayan anlamda─ ağsallığın olumlanmasıdır. Kitle veya kollektif bir birlik bireylerin özgür iradelerinin bileşkesi olarak alındığında sonuç kaçınılmaz olarak uyumsuzluğa açıktır ve belirli bir politik odaklanmaya izin vermez.

Bu politika altı bakış açısından devrimci politika ya da iktidarı hedefleyen öncü politika tarihsel olarak aşılmıştır. Uygarlığın gelinen aşamasında egemenin iktidarı dahi sınırlanmış olup devrim esas olarak tarihsel nitelikte toplumsal dönüşümün ve kurumsal alana dışarıdan nüfuz ederek uygulanan kitle basıncının özgürleştirici etkileri ile oluşan/oluşacak olan süreğen bir dönemin adıdır. Devlet ile yan yana gelme gibi devlet ile karşı karşıya gelmenin de gereği yoktur. Politik olarak kabul edilen tutumlar kurumlardan çekilme, komünalist/otonom kurucu pratikler, iktidarsızlaşmış ─iktidarsızlaştırılmış değil!─ alanlar, çatlaklar oluşturma gibi stratejilerdir. Stratejik yaklaşım, eğer strateji adını taşımaya layıksa, budur.

4. Toplumsal hareketlerin birbirini izleyen, süreksiz ama yaygın varlığına rağmen “yıkıcı potansiyel”de ciddi bir daralma yaşanıyor. Nesnel koşullara toplumsal hareketlerin yaygınlığından bakmanın politika açısından kusurlu yanlarından birisi de bu durumdur. Çünkü “bugünkü toplumsal hareketlerin çoğu devleti ele geçirmek değil onu etkilemek istemektedir.”[10]

Devrimci politikada gözle görülür bir gerileyiş yaşanıyor. Son yirmi yıl içerisinde birçok köklü devrimci özne ya devrimci politika dışına çıktı ya da politik olma vasfını yitirdi. Devrimciliği sürdüren nadir örgütlenmeler de ciddi bir kuşatılmışlık ve sınırlılık içindeler.

Marksist devrimcilik de bu durumun dışında değil, hatta ancak en yoğun etkilenen öznellik olmasıyla ayrıştırılabilir. Politik olandan ve somutu politikleştirmekten uzaklaşma geçtiğimiz yüzyılın görkemli anılarıyla avunmaya ya da yenilgilerinin günahını çıkarmaya dönüşüyor. Politik olan hesaptan düşüldükten sonra geriye kalan kültürel bir kümelenmedir. Konjonktürde yaşanan gelişmelere rasyonel bir özne tavrıyla alkış çalınıyor ya da bu gelişmeler kınanıyor. Adeta her protesto hareketinde devrim görülmesi de devrimin politik anlamının unutulmasının göstergesi. Nesnelliğe yapılan kurgusal vurgu nesnelliğin kendi öznelliğini kuracağı yanılgısı ile beslenirken nesnelliğin dönüştürücülüğüne tabi kalınıyor.

Toplumsal hareketlerin görece dinamizmine kapılan köklü politik özneler de bu alanla etkin bağlar kuramadıkları ve politik-pratikleriyle ayrışamadıkları için yutuluyor. Temel politik etkinlik alanlarını yitirmelerinin ve mevcut durumu politikleştirme güç ve kapasitelerinin daralması sonucu burada beliren normları, kitle hareketiyle bağlar oluşturmak gibi ciddi ve zorunlu bir kaygıyla, ancak uygun olmayan bir tarzda, ön değerlendirmeden geçirmeden bünyelerine taşıyorlar. Sonuçta hedefledikleri toplumsal faillerle buluşma gerçekleşemediği gibi biriktirilen ve kısmen korunan devrimci tutumun da pratik aşınmasıyla yüz yüze kalıyorlar. İçinde bulunduğumuz mücadele birimindeki yarım asırlık devrimci politik birikime rağmen son yirmi yılda bu aşınmanın birçok biçimi yaşandı, yaşanmaya devam ediyor.

Kendisini devrimci politikaya kapatan ve kültürel normlarını dayatan toplumsal hareketler için “başarısızlık” kriterleri farklıdır. Hareketler hedeflere değil hareketin yürütülme sürecindeki prosedürlere odaklanıyorlar. Bu nedenle parlayıp sönen varlıkları ardında bolca yenilgi tortusu bırakıyorlar. Kitleler hareket halinde de olsalar, protesto ya da isyan halinde de olsalar kendinde politik varlık taşımazlar. Yoğun kitle katılımı sağlayan hareketler, şayet kendi kurumsallaşmalarını sağlayamıyor ya da devrimci özne ile buluşamıyorlarsa, illa ki egemen politik dağılım içinde bir yere tekabül ederler. Tarih, ezenlerin iktidarında bir alt küme olarak yer almış olan ezilenleri yazma gereği bile duymaz.

5. Toplumsal hareketlerin birbiri ardına belirip dağılması ve geriye bıraktıkları tortu bu hareketlerin kendiliğindenliğini olumlayan ve teorileştirenlerde dahi sorun olarak ele alınmaya ve örgütlenme-önderlik sorunu tartışılmaya başlanmış durumdadır. En azından teorik ilginin bu konuya kaydığı görülüyor.

Marksist politika için durum daha farklı bir noktada. Öyle ya da böyle, somutluğu içinde toplumsal hareketler, protestolar ve isyanlar belirli nesnel etkiler doğuruyor. Olmalarıyla olmamaları arasındaki fark kategorik. Marksist politika için öncelik ezilenlerin dinamik kesimleriyle içeriden, derin bağlar kurmak ve politik sorunlarını burada çözmek. Tüm sınırlı ve negatif yanlarına rağmen ilginin buraya yönelmesi normal karşılanmalı ama kuşkusuz bu eleştirel ve mücadeleci bir ilgi olmalı.

Ezilenler alanındaki politika tarzlarının iki ucunda da kronik sorunlar birikmiştir. Toplumsal hareketlerin kitle tarzı ile politikaya dahil olma (politik olma, politikleştirme değil) tarzı arasındaki örtüşme ve öncü politikanın daralan alanıyla ezilenlerle bağ kuramaması birbirini besliyor. Öncü politika açısından durum bir bakıma anlaşılırdır: Öncü politika, yapısı gereği, kendisinden katbekat güçlü düşmana karşı varlığının önemli bir kısmında sınırlılığı iliklerine kadar yaşayarak sürdürülen politika tarzıdır. Kural olarak, varlığının önemli bir kısmını elverişli nesnel koşulları değerlendirebilmekten öte, elverişsiz koşullarda politikayı pratik olarak sürdürebilmesi ile kazanır öncü politik devrimcilik. Toplumsal hareket/kitle hareketi ise buradan güç açığını kapatmak için kaçınılmaz/zorunlu bağların kurulmasının hedeflendiği yerdir. Ama bir koşulla, ezilenlerin ezilmişlik durumunda ürettikleri sağduyusal ideolojilerden ayrışarak onlarla politik olarak birleşmek koşuluyla. Mao’nun kitle çizgisi burada anlam kazanır: İleri kitlelerle birleş, kararsızları kazan, en geri kitleyi tarafsızlaştır.

6. Burada en genel hatlarını çizmeye çalıştığımız konumlar ve bize göründüğü kadarıyla bu konumların teorik-pratik tıkanıklıkları, politikanın ve ezilenlerin tarih boyunca politikaya dahil olma tarzlarının yapısal özelliklerini taşımaktadır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde, ezilenlerin kendiliğindenliğinin bir teori olarak öne çıkarıldığını ancak dinamik pratik varlığın sorunlarına rağmen bir avuntu sağladığını görüyoruz. “Solun fiili iktidar hevesinden uzun zaman önce vazgeçtiğini, kendini Hegel’in ‘güzel ruh’ diye tarif ettiği rahat konuma teslim ettiğini söylemek hiç mi hiç abartılı olmaz. Oysa iktidar (bir şeyi gerçekleştirme gücü) siyaset için elzemdir ─ikincil bir şey değildir.”[11] Bu duruma direnç gösteren devrimci politikanın alanı hiç olmadığı kadar daraldı. Vahim olan ise politik bir etki olarak bu biçimin devrimci politika alanını kuşatması ve onu hem dışarıdan etki altına alması hem de içeriden örgütsel liberalizm aracılığı ile kemirmesi. Bunun belirgin örneği devrimin stratejik ve politik belirleyicilik niteliğinden düşürülerek adeta kültürel bir motif haline getirilmesidir. Komüncülük, yerelcilik, kooperatifçilik gibi aşağıdan kuruculuk örnekleri bu momentte ölçüsüzce kutsanıyor. Diğer yanda, toplumsal hareketlerin sınırlılıklarını görememe, her önüne geleni devrim sanma politikanın sert yüzüyle karşılaştığında “devrimin çalınması” gibi uyduruk ifadeleri sözde politik açıklama olarak kullanmaktan çekinmiyor.

Bu yazı kapsamında elverişli nesnel koşullar tespitine prim verilmeyecektir. Devrimci duyunun aciliyet hissi ve nesnelliğin devrim lehine ayrıştırılması kuşkusuz değerlidir ancak bu gerçeksizlik ve sahte aciliyet hissiyle birleştiğinde öncelik sıralamasının şaşırılmasına ve temel politik görevlerin ihmaline yol açar. Yenilgiciliğin solcu bir varyantını üretir.

Ardı ardına toplumsal hareketleri sıralayıp tarihsel bir düğüm noktasında dünyasal devrimci durum içinde olduğumuzu ve bunun sonuca ulaşması için özne eksikliğini ifade etmek en bayağısından bir teori istismarıdır. Öncü politikanın ve Lenin’in konjonktürde politik sorunlarımızın çözümünde dayanacağımız büyük ve görkemli temel olduğu kabul edilmelidir; ardına saklanacağımız bir kaya değil!

7. Alain Badiou sürgit devam eden toplumsal hareketlerin “… kör, saf, dağınık ve güçlü bir sağlam örgütlenme kavramından yoksun” olduğunu söyler ve “bu protestolar isyana sadakat üzerine örgütlenebileceği düşünceyi üretmiyorlar. Bunun sonucu olarak da titrek bir kararsızlık”[12] içindedirler tespitinde bulunur. Yaşanan yirmi yıllık deneyimler toplamı ile bu belirlemelere katılmamak güç.

Herhangi bir toplumsal pratiğin, politikanın nesnel malzemesi olmanın dışında, kazanma iradesi gösterebilmesi ancak ve ancak düşman güç karşısında en azından onun denkliğinde ─baştan itibaren fiziksel güç olarak değil─ bir örgütlenme stratejisi ve ideolojisi inşa edebilmesi koşullarıyla mümkündür. Toplumsal hareketler devletler karşısındaki amorf yapılarıyla ancak kısmi kazanımlar sağlayabilir ve bu kazanımları sağlayabilmeleri de yoğunlaştıkları dönemlerin tekabül ettiği konjonktüre bağlı ve koşulludur. Devrim gibi iktidar hedefini taşıyan bir yapının bu sınırın çok ötesine geçmesi gerekir. Aslında bu köklü ve eski bir politik ayraç olan devrim ve reform arasındaki ayrıma denk gelir. Toplumsal hareketlerin kendiliğindenliğine ve yaygınlığına dayanma, yapısı gereği reform uğrağına sıkışıp kalmış olan kendiliğindenciliği üretir ve bir politik görüş olarak reformisttir. Bu reformların başarılıp başarılamaması ise tamamen konjonktüre bağlı olan başka bir meseledir. Ne var ki hem başarıları hem de başarısızlıkları halinde yükseliş eğrileri bir sönümlenme dönemine doğru gider.

“[B]ugünkü toplumsal hareketlerin çoğu devleti ele geçirmek değil ona etki etmek istemektedir.”[13] Bu demektir ki toplumsal hareketler ile devrimci politik öznelerin bağları yoktur ya da zayıftır. Konjonktürel, tekil durumlarda oluşan infialler ile yapısal bir kendiliğindenlik taşıyan istikrarlı hareketleri politik açıdan devrim ile eş değerlilikte ifade etmek ancak bir tarihsel bakış açısına, yani kitlelerin kendiliğindenliğinin tarihsel bir nesnelliğin ifadesi olduğu anlayışına dayanır ki bu özellikle toplumsal hareketlerin “toplumsal failler” olarak hazır ve nazır politik özneler olarak ele alınmasının temel dayanağıdır.

Toplumsal hareketlere kategorik ayrıcalık tanıyan teorik yaklaşım onların her durumda kendinde bir politik anlam taşıdığını, hatta politikanın asıl yerinin burası olduğunu kabul eder. Hareketlerin ideolojik heterojenliğine, önceden belirlenmiş gündemlerinin olmamasına ve ideolojik yoksunluklarına yüklenen pozitif anlam ve olanaklar kümesinin genişlemesi tespiti aslında tam tersi bir çıktı verir. Kitleler her bir bireysel katılımcının özneliğine dayalı toplamdır. Bu, geniş perspektifte, onları tarihsel ontolojiye raptetmekten başka bir anlam taşımaz. Politik alanda kuruculuk ve inşa için tarihsel nesnellik yeterlidir: Toplumsal failleri takip et, onlar yolunu bulur…

“[P]rotestoculardan, eylemlerinden, kararlarından bu kadar çokça bahsetmenin taşıdığı bir risk var: İstedikleri şeyi elde etmeleri onlar açısından çok kolaymış gibi görülebilir. Aslında tersi doğrudur: Çoğu protesto başarısız olur. Pek çok kaynağa, harika çerçeveye ve hikayelere, sempati uyandıran kimliklere, geniş medya ilgisine ve zekice stratejilere sahip olan protesto grupları bile çoğunlukla kaybeder. Aşamayacakları engellerle karşılaşır. Bunun nedenlerinden biri diğer oyuncuların (devletin -b.n.) da kendine ait kaynaklara, ideolojiye ve stratejiye sahip olmasıdır.”[14] Bu oldukça önemli bir noktadır. Sizin devleti görmemeniz devletin de sizi görmeyeceği anlamına gelmez ve devlet gibi gelişkin bir örgütlenme ile mücadele etmekten bilinçli olarak kaçınabilecek basit bir hak alma mücadelesi bile bulunmamaktadır.

8. J. Dean toplumsal hareketlerin sınırlarını ve sorunlarını belirlemede, dikkatli ayrımlar yapmada temel halkayı ─öncü politika boşluğunu─ yakalamış gibi görünüyor. “Partiye dayalı örgütlenme biçiminden yoksun siyasetin ‘siyasetsiz siyaset’”[15] olduğunu baştan kabul eden Dean, komünizm hedefini politikleştirme konusunda mevcut toplumsal hareket solculuğundan ayrışır. Burada tartışmayacağımız “biz ötekiler olarak halk” fikri ucu açık bir toplumsal fail ile örtüşmekte ve sınırlar taşımaktadır. “Halk hiçbir payı olmayan taraf olarak algılandığında, onu ampirik bir verili kesime indirgememiz ya da toplumun bütünü olarak ele almamızın önü kesilmiş olur. Bunun yerine halk bir ayrılığı belirler ve ayrılıkla belirlenir.”[16]

Dean’in asıl dikkat çekici olan eleştirileri, kendi deneyimlerinin de bulunduğu işgal hareketinin sınırlarını ve onlar üzerine geliştirilen teorilerin boşluklarını yakalayabilmesidir: “‘Siyasetsiz siyaset’ çizgisi yeni değil. Otuz yılı aşkın bir süre, soldaki birçok kişi bu kısmi dağınık siyasetin önceki sınıf ve militanlık vurgusuna göre bir ilerleme olduğunu öne sürdü. Böyle kişiler bir siyasal tutum takınmanın beraberinde getirdiği ayrımlardan ve antagonizmadan kaçınarak enerjilerini kapsam ve katılımla ilgili prosedür kaygılarına kaydırdılar. Siyasetin içeriği sanki veriliymiş (bir kimlik meselesiymiş) ya da kapsayıcılığın yanında ikincilmiş gibi ele alıyorlar. Bu da siyasal mücadelenin sonucunun mücadele sürecinden daha az önemli sayılmasını getiriyor.”[17] Peki bu durumu güdüleyen etmenler nedir? Çoğunlukla verilen cevap sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığıyla oluşan güven kaybını bir yana bırakır. Dean ise “otuz yılı aşkın bir süre bencilliği ve bireyciliği öylesine gündeme yerleştirdi ki söz konusu kolektiviteye önceden kuşkulu bakılır oldu”[18] tespitiyle egemen ideolojinin hegemonyası altındaki ideo-politik atmosfere işaret eder.

Dean’in solun toplumsal hareketlere ayrıcalık tanıyan kesimlerine dönük eleştirisi başka bir çarpıcı noktayı yakalar: “Sol başarısızlıktan korkmuyor. Başarıdan, halkın enerjisinin ve öfkesinin başarıyla seferber edilmesinden korkuyor. Solcular devrimin kanlı şiddetinden gerçekten korkuyor ve dolayısıyla öfkeyi daha güvenli prosedürlere, tüketim temelli estetik mecralara kaydırmaya odaklanıyorlar.”[19] Dolayısıyla solun konformizmi kendine rol olarak ezilenlerin öfkesini kontrol altında tutarak “kurucu” mecralara akıtmayı seçiyor. “Solda tepeden inme örgütlenmeye, öncülere ve elitlere karşı çıkma yönünde dile getirilen görüşler pekâlâ halkın dizginden boşalmış gazabına karşı çıkmanın büründüğü biçim olabilir.”[20]

Toplumsal hareketlerin dinamizmi ona bakanı ve katılımcılarını kör etmediği sürece bir potansiyeldir. Kitlelerin öyle ya da böyle bir kolektivite olarak hareket etmesi ve itirazlarını eylemli olarak ifade etmeleri onlarla bağ kurmak ve bu bağları güçlendirmek için zemin sunar. “Kolektif güç sırf bir araya gelmek değildir. Birbirine kenetlenmektir. Kenetlenmek ise başkaları uğruna fedakârlıkta bulunmaya istekli olmayı gerektirir.”[21] Aşılamayan eşik, bir şekilde ortak duyusallığı yakalayarak bir araya gelmiş kitlelerin bir aradalığını kutsarken onu kenetleyen kalıcı bağları kuramamak ya da kurmaya politik olarak karşı durmaktır.

“[G]üçlü yapılar, gelişebilen yapılar, kalıcı yapılar yatay biçimlerin yanı sıra dikey ve çapraz biçimler de gerektirir. Yine belirteyim ki hareket içinde bunun belirgin biçimde doğrulanmasına karşın, ‘işgal’ retoriği büyük ölçüde sadece yataylığı överek dikeyliği her aşamada mücadele edilecek bir tehlike olarak ele alıyor. Çaprazlık temelde göz ardı ediliyor, bu da hesap verme ve görevden alma yapılarını geliştirmeye pek enerji harcamadığımız anlamına geliyor.”[22] Yataylık ve dikeylik arasında oluşan antinomi, politik olanağın kadükleşmesine ve ezilenler devrimciliğinin etkin konumlanışına dışarıdan sınırlar çekiyor. Burada Marksist politika ayrılığını ortaya koymalıdır. Marksist politika için politik varlık verili bir durum değildir. Aksine, güçler toplamıyla kuşatılmış alanda dövüşe dövüşe kendine yer açmalıdır. Ezilenler ile bağ bu nedenle gerçek bir politik varlığın politik pratik içinde olmasının dayanağı olan gücün kaynağıdır.

Bu durum politikanın nesnelliği aracılığıyla ele alınmalıdır. Politika ne sosyolojiye ne de tarihe ontolojik bir indirgemenin konusu olamaz. Öte yandan, toplumsal madde belirli bir tarihsel koşul içinde ve bunun getirdiği ekonomik, politik, ideolojik düzeylerine ayrılabilecek bir bütünlük içinde bulunur. Modernleşme dinamik bir süreç olarak işlerken, nesnel modernleşme bireyciliği ve bencilliği bir üst ideoloji olarak liberteryenizmde toplarken, başka bir düzlemde devletin toplum üzerindeki kontrol olanaklarını ve teknik kapasitesini artırmasını da beraberinde getirir. Bu dönemin görünür özelliği, modern bireyin kendi özelliği dışında herhangi bir düzeyden bağ kuramadığı politikayla protestocu aktivizm aracılığıyla bağ kurmasıdır. Bu sadece yaygın kitlesellik kazanan toplumsal hareketler içinde hareket eden yüzergezer bireyler için geçerli bir durum da değildir. Yerleşik politik öznelerin biçimsel disiplinine rağmen kadro bileşenlerine kadar yayılmış bir öznellik biçimidir bugün.

9. Küreselleşme karşıtı hareketin manifestosu ilan edilen İmparatorluk’tan beri M. Hardt ve A. Negri toplumsal hareketlerin içkin eğilimlerini teorileştirmede en popüler ve önde gelen teorisyenler oldular. İmparatorluk, Çokluk, Ortak Zenginlik ile devam eden seri tam da ‘Arap İsyanları’ konjonktüründe kaleme alınan Duyuru ile hareketlerin daha o zamandan “bir kurucu sürece temel olabilecek bir dizi anayasal ilkeyi tedarik ettiğini”[23] savunmuşlardı. Ne var ki bu fikir pratik bir yanlışlamaya maruz kalınca Hardt ve Negri son çalışmaları Meclis ile kaçınılmaz olarak örgütlenme ve önderlik konusunda kendilerine gelen eleştirilere cevap oluşturmak durumunda kaldılar.

Hardt ve Negri’nin bir açmaz içinde oldukları, hareketlere yaptıkları tarihsel yatırımın akim kaldığı daha çalışmalarının ilk satırından bellidir: “Önümüzde artık alıştığımız bir senaryo var: Adaletsizliğe ve tahakküme karşı insanlara esin veren toplumsal hareketler açığa çıkar, kısa süreliğine küresel manşetleri ele geçirir ve ardından gözden silinip gider.”[24]

Yaşanan durumun herhalde en yalın ifadesi olan bu gözlemden sonra Hardt ve Negri esas olarak örgütlenmeyi reddetmediklerini, en baştan itibaren örgütlenme ve önderliğin rolünü savunduklarını iddia eder. Onların reddettikleri artık zamanı geçmiş olan öncü parti ve öncü politika, hiyerarşik örgütlenme ve strateji temelli politikadır. Hatta örgütlenme karşıtı eğilimleri de eleştirirler: “Örgütlenmeyi reddeden toplumsal hareketler Machiavelli’nin alay ettiği ‘silahsız peygamberler’ gibi sadece faydasız olmakla kalmamakta, hem kendileri hem de başkaları için tehlike arz etmektedirler.”[25] Katılmamak ne mümkün.

Hardt ve Negri’nin bir gerilim içinde oldukları görülüyor: “Önderliksiz” toplumsal hareketlere yönelik olumlamayı sürgit devam ettirip “karar alma ve toplumsal işlevlerin merkezileşmiş bir yönetimi şart koşmadığı, aksine çokluğun demokratik katılımıyla yerine getirilebileceği”[26] hipotezini savunurken aynı zamanda bu hipotezle çatışmayan uygun örgütlenme ya da öznelliğin oluşturulmasını da sürecin zorlamasıyla aramaktadırlar.

Bu yaklaşımın politikaya dair bir antinomi olduğu açık ya da en azından herhangi bir örgütlenmeye istemeden, gereklilikler düzeyinde katlanmanın gerekliliği kabul ediliyor olsa gerek. Hardt ve Negri’nin geride bıraktığımız döneme dair açıklaması da buna işaret ediyor: “Günümüzün en güçlü toplumsal hareketleri ‘önderliğe’ pis bir sözcükmüş gibi yaklaşıyor ve birçok haklı sebepleri de var. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir eylemciler haklı olarak örgütlenmenin merkezileşmiş, dikey biçimlerinin, karizmatik figürlerin, önderlik kurullarının, parti yapılarının ve bürokratik kurumlarının demokrasinin gelişimine ve insanların toplu halde politik yaşama katılımına engel olmasını eleştirdiler. Bir yanıyla, politik bir öncü kuvvetin kitleler adına iktidarı başarıyla alabileceği günler geride kaldı. Böylesine merkezi bir önderliğin sözde etkili olduğunu söyleyen ve politik gerçekçilikten dem vuran iddiaların tamamen asılsız olduğu görülüyor. Fakat diğer yanıyla, önderliğe yöneltilen geçerli eleştirileri süregelen politik örgütlerle kurumların reddine vardırmak, yatay örgütlenmeyi fetişleştirme pahasına dikey örgütlenme tarzlarını kovmak kalıcı toplumsal yapılara duyulan ihtiyacı görmezden gelmek korkunç bir hatadır. ‘Öndersiz’ hareketler, kalıcı toplumsal ilişkiler yaratmak için zorunlu olan öznelliğin üretimini örgütlemek zorundadır.”[27] Ne yardan geçiliyor ne serden. Örgütlenmeye yönelik eleştiriler bir solukta sıralanırken ihtiyaç duyulan özne ile ilgili belirsiz sözlerden ötesine geçilemiyor. Hardt ve Negri açık bir gerilimi teoride sınıflandırmayla çözmeye çalışıyor ve aslında “öznelliğin üretimini örgütlemek” gibi bir belirsizlik ile örgütlenme kavramının içini boşaltarak yola devam ediyorlar.

Yapılan işlem kolaya kaçmak, düzeyler arasında karmaşa yaratmak oluyor. Yani tarihselleştir, geçmişe havale et ve yapısal sorundan olduğu gibi konjonktürel ihtiyaçlardan da kurtul. Evet, bir dönem öncü örgütlenme bir işe yaramıştı, tarihsel gerilik, “çokluğun sahnede olmaması” bunu koşullamıştı ama artık gelinen aşamada toplumsal fail olarak çokluğun belirlediği koşullarda bu anlayış işe yaramaz. Hardt ve Negri geçmişin devrimci önderliklerini saygılı bir şekilde geride bırakarak onların zamanının geçtiğini ilan ediyorlar: “Bizler de kendimizi bunca partiye hayat vermiş modern devrimci ve kurtuluş geleneklerinin parçası olarak görmekteyiz fakat ölülerin ruhunu çağırmak bugün öncü partisine yeniden hayat nefesi üflemeyecektir. Dahası bu mümkün olsa bile bizim açımızdan arzulanır bir şey değildir. Bırakın ölüleri ölüler gömsün.”[28] Peki ya öncü parti ölmediyse? O, politikanın yapısallığına aitse, ölümsüzse? Formel yanlara takılıp aslında reddedilen politikanın kendisiyse ve ezilenlere devrimci politikanın imkânları kapatılıyorsa?

Tabii ki Hardt ve Negri toplumsal hareketlerin içsel eğilimlerine bağlılıklarını koşulsuz sürdürüyorlar, iktidarın ele geçirilmesi gibi örgütlenme sorununda öncü parti ve öncü politika aracılığıyla çözüm arayışlarını esastan reddediyorlar. “[B]ugün dinamik ve yaratıcı toplumsal hareketlere merkezi bir otoriteyle geleneksel önderliği dayatmak (çok şükür!) imkânsızdır.”[29] Dinamiklik ve yaratıcılık bir dizi görecelilik durumu ifade eder ve hangi düzeyde ön kabul oldukları tartışmalıdır. Mesela devrimci bir pratiğin özgül biçimi bu ön kabullere dahil olabilir mi? Sanmıyoruz. Öte yandan yirmi yıllık bir sürede ─öncesi sayılmasa bile─ artık statikleşmişliklerini, yaratıcılık yerine taklide dönüştüklerini, kolayca öngörülebildiklerini söylemek toplumsal hareketlere haksızlık olmasa gerek. Dahası, bir önderlik biçimi yaratmanın hangi oranda ‘dayatma’ olarak kabul edilebileceği kocaman bir belirsizliktir. Olsa olsa, zaten verili durumun kendi başına bir özne içerdiği kabul edilirse, diğer özne biçimleri bu özne perspektifiyle reddedilir. Öncü parti, öncü politika aracılığıyla mücadele zeminini verili kabul etmediğine göre burada bir dayatma değil politik-pratik olsa gerek. Düğümün atılacağı yer de bu politik-pratik düzeydir, yoksa tarihselleşmeyle sıyrılmaya çalışılan kurgusal gerçeklik değil.

Yine de pozitif yaklaşalım ve yazarların “alternatif bir politik çerçeve keşfetme arayışını” “modern siyasetin krizi”[30] için çözüm arayışında veri olarak alalım. Bu noktada yazarlar, kabul ettikleri toplumsal faile politik özneyi kurucu potansiyel yüklemeyi tercih ediyorlar. Tabii toplumsal fail olarak kabul ettikleri çokluğun bu özgül role uygunluğu ile koşullanmış olarak. “Bize göre toplumsal öznelerin kendilerini (halk) olarak değil çokluk olarak örgütleme ve kalıcı kurumlar yaratma potansiyeli vardır.”[31]

Hardt ve Negri’nin önderlikten ne anladığı politika anlayışlarına bağlı olarak belirginlik kazanmaya başlar: “[S]tratejiyle taktiklerin yerini değiştirerek önderliğin rolünü dönüştürmeyi teklif etmiştik. Strateji yani uzağı görme, kararlar alma ve uzun vadeli, kapsamlı politik projeler yürütme becerisi artık ne önderlerin ne de partilerin veya politikacıların sorumluluğunda olmalıdır. Bu görev artık çokluğa emanet edilmelidir.”[32] Buna siyasetsiz siyaset demek yanlış olmasa gerek. “Strateji” ve “taktik” gibi terimlerin kullanımı yanıltıcı olmasın, politika zaten verili olan ve tarihsel ontolojinin bir çıktısı olduğu kabul edilen “çokluk”un işidir. Strateji olarak politika ne olursa olsun, bu toplumsal failin arzuları, tekil bileşenlerinin öznelliği ve hareketlerinin toplamıdır. Öyleyse emanet olarak önderliğe verilen taktik olarak politika nereye tekabül eder? Geçici, belirli bir politik anda yürütülebilecek tekniklerdir bunlar. Paradoksal ama politikanın uzmanlardan arındırılması iddiasında bulunurken adeta ideolojisiz uzmanlara ya da stratejisiz taktiklere sığınılır politikanın yürütülüşünde. Elbette, yazarlara göre strateji çokluğun ontolojisinde zaten varsayıldığı için. Tabiri caizse eski Maocu düstur olan “kızıl ve uzman” yerine “yer gök kızıl, o yüzden uzmanın ille de kızıl olması gerekmez” gibi bir politika anlayışı çıkar. Bir toplumsal hareket, mesela bir reklam kampanyası gibi uzman reklamcılar ekibiyle yönetilebilir!

“Öncelikle önderliğin hâlâ belli bir rol üstlenmesi gerekir fakat taktikler alanıyla sınırlı kalmalıdır. Sınırlı bir zaman aralığında ve belli özel durumlar onu gerektirdiğinde, örnek olarak belli bir uzmanlığa veya hızlıca eyleme geçilmesine ihtiyaç duyulduğunda ön plana çıkarılmalıdırlar. Önderliğin bu şekilde taktiksel alanda kullanımı her zaman çokluğun stratejik kararlarına sıkı sıkıya tabi kılınmalıdır. Politik önderler (en otoriter olanlar bile) uzun yıllar kendilerini ‘halkın hizmetkârı’ olarak tanıtmışlardır. Ancak modernitenin seyri içinde, çokluk halka dönüşüp egemenlere tabi kılındı. Son olarak liderlerin gerçekten hizmetkâr olacağı demokratik yapılar ve kurumsal çerçeveler gerek. Diğer deyişle, stratejilerin çokluğa bırakılmasıyla taktiksel uygulamaların önderliğe verilmesi anayasal hale getirilirken yönetimin kontrolü kalıcı suretle çokluğun ellerinde tutulmalıdır.”[33] Burada bir dizi soru oluşturulabilir ama Hardt ve Negri’nin politikanın pratik boyutuyla, onun örgütsel kurumsallaşmasıyla pek de ilgilerinin olmadığı görüldüğü için gereksiz kalırlar. Onlar, umarsızca, toplumsal hareketlerin kendiliğindenliği içinde yaşanan sorunlara gayet soyut düzlemde gerekçeler bulup kurgusal çözümler oluşturmakla ilgileniyorlar. Birçokları tarafından evelenip gevelenen şeylerin Hardt ve Negri tarafından açıkça teorileştirildiğinin söylenmesi yazarların hakkını teslim etmek olur.

Örneğin, 20. Yüzyılda Devrim Üzerine Deneme alt başlığıyla yayımlanan Müşterek’in yazarları P. Dardot ve C. Laval’in müşterekin politik ilke, dahası tek politik ilke olduğunu iddia ederken başvurdukları en bayağısından rasyonalizm ve amaç-araç diyalektiğidir: “özgürleştirici ereklere ulaşmak için tiranca araçlar kullanımının reddedilmesi.”[34]

Evet, “özyönetim biçimi arayışlarının zor ve biraz başarısız olduğu tartışma götürmez elbette.”[35] Toplumsal hareketlerin tutumları “kimi zaman hareketlerin boyutuna ve taleplerin nesnesine uygun, sürdürülebilir örgütlenme modellerini yaratamadıkları için politik çıkmazlar ve moral bozucu başarısızlıklara yol açmıştır.”[36] Ama ne gam, onların politik derken kastettikleri “insanların hep birlikte adil olanı belirlemeye çalıştığı tartışma etkinliği ve bu kolektif etkinlikten çıkan karar verme eylemidir. Yani politika profesyonel bir azınlığa ayrılmış bir yapıp etme değildir, herhangi bir uzmanın becerilerinden kaynaklanmaz, bir meslek olamaz, statüsü veya mesleği ne olursa olsun kamuya açık tartışmalara katılmak isteyenlerin işidir.”[37] Buradan çıkan ya da çıkarılmaya yeltenilen komünler federasyonu modeli politik olmanın yanına yaklaşamaz. Geriye kalan ise toplumsal hareketlerin kuruculuk iddialarına dayanan bir ütopyadır. Hatta fazlasıyla ehlileştirilmiş, herhangi bir çatışma yaratmayan, müştereği şirket kurmada aramaya kadar indirgemiş bir ütopya.

10. Devrimci politika, devletin net ve açık varlığı dışında herhangi bir koşula bağlı değildir. Yürütülmesi için özel bir tarihsel ya da nesnel elverişli koşul olmamasına rağmen koşullar politikanın başarısı açısından elbette önem taşır. Devrimci politika, yapısı gereği elverişsiz koşullarda uygulamaya açık ve hazır olmalıdır, kendini inşa etmelidir. Politikanın nesnelliği açısından devlet gibi gelişkin bir örgüt karşısında kural olarak elverişsiz koşullarda olan devrimci politika, bu koşullarda zayıflığını güce çevirmenin yollarını arar.

Toplumsal hareketlerin yoğun olarak varlığını sürdürdüğü dönemlerde devrimci politika hareket halindeki ezilenlerle politikasının uygulama alanını genişletme amacıyla bağlar kurmak zorundadır. Güç açığı ancak kitlelerle bağlar kurularak kapatılır. Ne var ki bu zorunluluk da bir tür elverişsizlik sınırlaması taşır. Nasıl devlet karşısında devrimciliğin sürdürülmesinin pratik güçlükleri bulunuyorsa, aynı sorun, aynı anlama gelmemek üzere, toplumsal hareketlerin verili hallerinde oluşan sınırlamalar karşısında yaşanan elverişsizlik olarak da tecrübe edilir. Ezilenlerin ezilmişlik koşullarında ürettikleri ideolojiler ve pratikler toplamı devrimci politikaya hazır ve nazır bir toplumsal fail sunmaz. Kitlelerle politik işlemler yapılmadan bağ kurulamaz. Devrimci politika ezilen kitlelerin sağduyusal ideolojisinden ayrışarak inşa edilmiş bir politik özneyi gerektirir. Özce ifade edersek, ezilenlerle devrimci temelde kurulacak bir birlik öncelikle onlardan ayrışarak mümkündür.

Politika yapma kapasitesi ve gücü olmayan devrimci özne toplumsal hareketlerin yoğunluğu içinde çoğulluğun renklerinden biri olarak görülür. Bu zeminde politik bir ayrımlaşma gerçekleşmediği her durumda, bırakalım toplumsal hareketlerle buluşmayı, kendi öznel varlığını dahi ifade edemez devrimcilik. Küreselleşme karşıtı hareketten beri izlenen durum bunun örnekleriyle doludur. Devrimci politik özneler aktif olarak katıldıkları hareketler içinde sekter gruplar ya da geçmiş devrimcilik dönemine ait arkaik, katlanılması gereken kültürel renklere dönüşür.

11. Her yerde devrim görmek ile devrimi, iktidarı yadsımak birbirinin aksi gibi görünseler de aynı apolitizmin taşıyıcılarıdır. Toplumsal hareketleri ardı ardına sıralayarak bunların toplamından bir nesnellik tanımlama ve bunu devrimci durumun nesnel koşulları olarak kabul etme genel alışkanlık oldu. Verili durumdaki kitleler ile esaslı bir işlem yapmaya gerek duymadan devrime yüründüğü örtük ya da açık bir tarihsel devrimcilik ile savunuluyor. İhtiyaç duyulanın bu kitlelere kolayca öncülük yapacak bir özne olduğu kabul ediliyor.

Toplumsal hareketlerin iktidar karşıtı kendiliğindenciliği hiç kuşkusuz devrimi politik alanın dışına çıkararak tarihsel bir ilerlemeye tabi kılıyor. Politik devrimi yadsımakla kalmıyor, örgütlenme karşıtlığı üretiyor. Kitleler herhangi bir politik önderliğe gerek duymayan özne olarak kabul ediliyor. Öyleyse artık tarihe karışmış devrime ve onun için girişilen sert mücadelelere de gerek kalmamış oluyor. Kapitalist sistem parçalanmış, tikel olanlara bölünmüş ve mücadeleleri kurucu temelde yürütmeye olanak sağlayan bir sıkışma içindeyse, esas görev bu kurucu alternatifleri, taban ağlarını oluşturmak olarak belirleniyor. D. Losurdo bu yaklaşımın ruh halini pasifizm üzerinden şöyle özetliyor: “20. Yüzyılın gerçek olaylarının sebep olduğu hayal kırıklıkları şu şekilde özetlenebilecek bir ruh haliyle şu tutumu teşvik etmektedir: Oldukça problemli bir toplumsal siyasi geleceğe ertelemekten ziyade pasif direnişi şu anda bireysel olarak uygulamak daha iyi olmaz mı? Yurt içinde ve yurt dışında değişim getirmek maksadıyla silahlara başvurmak neden geçmişte büyük rağbet görmüş ama bugün anlaşılması güç hale gelmiş diğer şiddet pratikleri (cadı avı, kölelik, düello) meselesini takip etmemelidir?[38]

Sahte aciliyet hissi hem toplumsal hareketleri hem de nesnel koşullara toplumsal hareketlerin yoğunluğunu göstererek vurgu yapan devrimci durum tespitinde bulunanları kuşatmış durumda. Toplumsal hareketler için aciliyet hissi hoş görülmesi gereken, hareket için geçici motivasyon kaynağıdır. Devrimci duyusallık da bir aciliyet hissini barındırır ancak sahte aciliyet öncelikleri darmadağın ediyor. Sonuçta bu aciliyet hissine denk düşmeyen pratikler yatay aktivizm sınırının ötesine geçemeyerek hayal kırıklığına dönüşüyor.

12. Marksist politika ezilenlerin kurtuluşu mücadelesini vermede başarılı pratiklere sahip bir dizi devrim ve iktidar deneyimini taşıyan yegâne devrimci akımdır. Ne var ki bugün güçlü politik deneyimlerini ve teorik ufkunu konumsal olarak ortaya koymaktan uzak bir güç açığı ile yüz yüzedir. Soru bugünün koşullarında ve şimdi Marksist olmanın ne anlama geldiği ve Leninist politikanın hangi önceliklerle, nasıl yürütülmesi gerektiğinde düğümlenmektedir. Verilen cevap öncü politikanın genel, soyut bir savunusuna indirgenemeyecek düzeyde olmalıdır. Politik mücadelenin devrimci temelde yürütülmesi için öncü partinin gerekliliğinin genel geçer bir ilke olarak kabul edilmesi de, teorik olarak geçerli olmakla birlikte, olsa olsa yapısal bir gerekliliğin konjonktüre dair hazır cevap oluşturması beklentisinin ötesine geçemez.

Bugün ve şimdi Marksist olmak, devrimci olmayan dönemde sürdürülebilir ve kazanma iradesine sahip devrimciliğin stratejik olarak ifade edilebilmesini ve bunun özgül öznesinin yapısının ortaya konmasını gerektirir.

13. Şayet politika dönemleştirmeye uygun bir yapı taşıyorsa, bu dönemleştirmeye uygun ölçüt devrime uzaklık ya da yakınlık olmalıdır. Tarih kitlesel düzeyde protestoların yaygın olarak yaşandığını, isyanların nadir, başarılı isyanların daha da nadir olduğunu gösteriyor. Lenin’in bilinen ölçütleriyle bir devrimin olabilmesi için nesnel koşullar (egemen sınıfların durumlarını eskisi gibi sürdüremez hale gelmesi, halk kitlelerinin eskisi gibi yaşayamaz hale gelmesi, kitlelerin bağımsız eylemlerinde muazzam bir yükselişin olması) ile öznel koşulun (öncü parti) birbirine tekabül etmesi gerekir. Konumuz açısından politik özne, ezen ile ezilen arasındaki karşıtlığı politikleştirir ve toplumsal krizi ezilenler lehine devrime taşır. Lenin’in ortaya koyduğu sınırlamalardan da anlaşılabileceği gibi tarihte devrimci durumlar nadir olarak görülür.

Devrimcilik dönemi, devrimci durum ile sınırlı olmayan ancak devrim hedefiyle ölçülebilir bir politik pratikler toplamının devrimci politik özneler tarafından üstlenildiği, ezilenlerle yaygın ve etkin bağlarla sürdürülebilen bir politik dönemi ifade eder. Farklı yerellerde özgül koşullar olsa da, mesela 1960-1980 arası dünyasal olarak başarılı devrimleri barındıran bir devrimcilik dönemidir.

Devrimci olmayan dönemde devrimcilik ise devrimci politikanın en yaygın ve sınırlı olduğu, doğrudan devrimci öznelliğe bağlı biçimidir. Merkezi devletlerin egemenliklerinin ve teknik kapasitelerinin yüksek seviyesine karşılık oluşturulamadığı, devletlerin muhalefet alanına kadar hegemonyasını kurduğu bu dönemde devrimci politika varlık yokluk sınırındadır, ezilen kitlelerle bağı zayıftır ve esas olarak politik öznenin dar omuzlarındadır. Bu koşullarda ne devlet ve devrimciler arasında eşitsiz bir düelloya kapılmak ne de ezilenlerin sağduyusal ideolojilerine ve günlük eğilimlerine kapılmak seçenekler arasında olabilir. Her devrimci özne kendi inşa ve gelişim uğraklarında devrimci olmayan dönemin sınanmasından geçmiş ve temel biçimlerini bu dar aralıkta kazanmıştır. Güç ve politik tasavvur ancak imkansız koşullarda ortaya çıktığında sahiden ayırt edicidir ve radikallik taşır. Devrimci olmayan dönemin zor koşullarında devrimciliği sürdürebilmek, devrimciliği sürdürebilenlerin gerçek güçlerinin açığa çıkmasına zemin hazırlar.

İçinden geçtiğimiz devrimci olmayan dönemin sıkışmışlığında varlığını sürdüren ve ciddi sorunlarla yüz yüze kalan özneler, bir yandan geçmiş devrimcilik döneminde oluşturulmuş stratejiye göre hareket etmeye çalışırken diğer yandan dinamik ezilen kesimleriyle bu stratejiler aracılığıyla kurulamayan bağları oldukça gevşek ve günübirlik yaklaşımlarla kurmaya çalışmaktadırlar. Bu durumun sonucu, öznelerin kitleler ile içeriden bağ kurma çabalarının önemli bir kısmında kitlesel hareketin nesnel dönüştürücülüğüne tabi kalmaları, devrimci temelde bağlar kuramadıkları gibi devrimci tutumlarının da aşınmasıdır. Nesnel etki sağlayabilen kitle hareketleri politikanın doğası gereği mevcut güçlerce değerlendirilir. Devrimci öznellik bu güç dağılımında güç olarak tanınan bir politik öznellik taşımadığında diğerleriyle beraber değerlendirilen nesnelliğin parçasıdır.

14. Badiou tarihsel bir sınırlamaya tabi tutarak Leninist yaklaşımı şöyle özetliyor: “Bence Leninist parti aslında askeri bir modeldir. Epey iyi sebeplerden dolayı üstelik. Bu bir eleştiri değil. Lenin bir meseleye takıntılıydı: Savaş nasıl kazanılır? Bu nedenle disiplin meselesi tıpkı bir ordu için olduğu gibi temeldi. Eğer halk istediğini yaparsa, birlik olmazsa vs. savaş kazanılamaz.”[39] Aynı paragrafta Badiou devam eder: “Günümüzdeki özgürleştirici politikaların meselesi askeri olmayan bir disiplin modeli icat etmektir. Bu halk disiplinine ihtiyacımız var. Bu disiplin zaten örgütlenme biçimidir.” Badiou’nun örgütlenme sorunu önemli ve meşrudur hatta toplumsal hareketlere dair yaklaşımların liberterliği içinde “disiplin” vurgusu da çarpıcıdır. Ama devrimci olmayan dönem bir gerçeklik ise disiplini öncüden kitleye aktarmak belirsiz bir örgütlülük arayışıdır. Kitlelere bir disiplin modelinin taşınması ya da kitle hareketi içinde icat edilmesi de öncü politikanın yürütülmesine bağlıdır.

Politik varlık olmak, maddi güç karşısında maddi güç oluşturmak ve ona dayanmak durumunda olmaktır. Yoksa herhangi bir politik varlık olma iddiası ancak düşman gücün izin verdiği, sınırlarını belirlediği oranda mümkündür. Dinamik bir Leninizm askeri olan ile politik olan arasındaki içsel bağa dayanarak devrimci olmayan dönemde devrimciliğin sürdürülebilmesi için teknik noktaları gözeterek özneye yoğunlaşmak durumundadır. Böyle bir bağımsız özne mevcut değilse ya da yeterli düzeyde kendi yapısını oluşturamamışsa ne kitlelerle etkin bir bağ kurabilir ne de politik etki doğurabilecek politikalar yürütebilir.

Devrimci olmayan dönemde devrimcilik, devrim ve iktidarı programatik bir öncelik olarak ele alamaz. Ağzına kadar dolu politika alanında devrimci politikaya yer açabilmek ve maddi güç olabilmek ancak dövüşe dövüşe mümkündür. Devrim imkânını canlı tutabilmek için sürdürülebilir devrimcilik varlığını politika alanında elverişsiz koşullara rağmen dirayetle korumalıdır. Maddi güç olabilmek ancak verili güçleri sınırlamakla ve yıpratma mücadelesi ile olanaklıdır. Benzer durumlar Marksizmin ve ezilenler devrimciliğinin tarihinde başarılı olanlar ve bu yolda kaybolanlarla kayıtlıdır. Politika Pascalcı bir bahis olmadığına göre her durumda öznesini ferahlatacak, iç huzura götürecek çözümler de taşımaz.

 

[1] Fredric Jameson, Diyalektiğin Birleştirici Güçleri, Çev.: Bülent Doğan, İthaki Yayınları, Mart 2015, s. 329.
[2] Martha Harnecker, “Partili-Sol ile Toplumsal-Sol’un Birliği Konusunda Atılım Yapmak”, Çev.: Akın Sarı, Teori ve Politika 35-36, Güz 2004, s. 55.
[3] A.g.e., s. 58.
[4] A.g.e., s. 57.
[5] A.g.e., s. 57.
[6] A.g.e., ss. 60-61.
[7] Metin Kayaoğlu, “Marksizmin Çapraz Politikası”, Teori ve Politika 82, Kış 2021, s. 22.
[8] Süreyyya Evren, “Seattle 1990’dan Hong Kong 2019’a Yeni Toplumsal Hareketler ve Anarşizan Forumlar”, Birikim, Sayı 365, Aralık 2019, s. 44.
[9] Metin Kayaoğlu, “Türkiye Bir Devrim Ülkesi Mi?”, Teori ve Politika 75, Yaz 2018, s. 169.
[10] James M. Jasper, Protesto, Çev.: Aslı Önal, Ayrıntı Yayınları, Nisan 2017, s. 41.
[11] Alenka Zupančič, “Avrupa’nın Geleceğine Dönüş”, Jela Krečič (Haz.), Son Gerisayım, Çev.: Barış Engin, 2020, s.29.
[12] A. Badiou’dan aktaran Alexandros Kioupkiolis ve Giorgos Katsambekis, “Günümüzde Radikal Demokrasi ve Kolektif Hareketler: Kairos’un Zorluklarını Karşılama”, A. Kioupkiolis ve G. Katsambekis (Der.), Radikal Demokrasi, Çev.: Esma Kartal ve Hayrullah Doğan, Koç Üniversitesi Yayınları, 2016, ss. 10-11.
[13] J. M. Jasper, a.g.e., s. 41.
[14] A.g.e., s. 29.
[15] Jodi Dean, Komünist Ufuk, Çev.: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, Mart 2014, s. 17.
[16] A.g.e., s. 51.
[17] A.g.e., s. 38.
[18] A.g.e., s. 36.
[19] A.g.e., s. 39.
[20] A.g.e., s. 39.
[21] A.g.e., s. 139.
[22] A.g.e., s. 139.
[23] M. Hardt ve A. Negri, Duyuru, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2013, s.12.
[24] M. Hardt ve A. Negri, Meclis, Çev.: Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2019, s. 13.
[25] A.g.e., s. 32.
[26] A.g.e., s. 32.
[27] A.g.e., s. 14.
[28] A.g.e., s. 33.
[29] A.g.e., s. 80.
[30] A.g.e., s. 309.
[31] A.g.e., s. 310.
[32] A.g.e., s. 376.
[33] A.g.e., s. 377.
[34] P. Dardot ve C. Laval, Müşterek, Çev.: Emine Sarıkartal ve Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Mayıs 2018, s. 409.
[35] A.g.e., s. 409.
[36] A.g.e., s. 142.
[37] A.g.e., s. 532.
[38] Domenico Losurdo, Pasif Direniş: Mit Ötesi Bir Tarih, Çev.: Emrullah Atasever, Ayrıntı Yayınları, Mayıs 2019, s. 12.
[39] “Alain Badiou ile Söyleşi”, Çev.: Mustafa Demirtaş, Pasajlar, Sayı 3, Eylül 2019.
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar