Ana SayfaArşivSayı 83 - 84 TÜRKİYE’DE SOLUN KÖKENİBir Meta-Patoloji Olarak Kapitalizm ve Sonsuz Tüketim Miti

Bir Meta-Patoloji Olarak Kapitalizm ve Sonsuz Tüketim Miti

 

G   Ö   R   Ü   Ş

Kapitalizmin ürettiği yeni din olan Panteizm, büyük çözümlerin tükendiği ilanıyla birlikte, bireysel kurtuluş ve öz-çıkar prensiplerinin kılavuzluğunda yeni bir meta-ihtiyaçlar alanını domine ediyor. Safi kötülüğün sonsuz cüreti altında eğitilen insanlık yerkürenin her yerinde kötülüğe duyarsız, küresel bir nihilizm dalgasının domine ettiği yeni bir sosyalite şekillendiriyor. “Anomik toplum”un ilanıyla birlikte bu halet-i ruhiyeden bedeninin çakra enerjisini açığa çıkararak kurtulacağını uman, reiki seanslarında insanlara enerji topu göndererek deva bulacağına inanan, toplu meditasyonlarla evrene pozitif enerji göndererek sadizm karnavalını sevgi okyanusuna dönüştürme gailesinde, terapötik söylemlerle sistemin çaresizleştirdiği insanları şifa kültürü ile yatıştırmaya çalışan, popüler kültürün motive ettiği, sonsuz tüketim mitine dayalı yeni bir sosyalite ortaya çıkmaktadır.

Artık kapitalizmi bilimsel ve felsefi temelleri Bacon, Descartes, Galileo, Newton vb. kişilere dayandırılan mutlak zaman-mekan fomülüyle biçimlendirilen mekanik, merkezi, senkronize model üzerinden çözümlemek bir hayli yetersiz kalıyor. Yine sistemi sanayi çağının kurucu özneleri olan Locke, Hume, Hobbes, Kant, Hegel, Rousseau, J. S. Mill, A. Smith, ve Ricardo gibilerin parametreleri üzerinden okumak da yetmiyor. Çürüyen ve asit gibi yayılan bu kültürü, bu fütursuz şiddetten menkul öfke rezervini ulus devletin bekası için kanalize eden, viral hastalıkların pençesinde kıvranan ama devayı da yine ona iman etmekte bulan bu yozlaşmış kültürü tersine çevirmeye siyasal alanın günlük politik konulara angaje olmuş dili ve söylemi yetmiyor. Bıktıran ve tekrarlandıkça pasifizmi öven “yapılmalı”, “edilmeli” cümlelerinin “-meli”, “-malı” ekleri de maalesef siyasal temsilcilerin dillerinde bir kifayetsizlik yankısı olarak yükseliyor.

Sistemin klasik psiko-sosyal çözümlemeleri de günümüzü karşılamaya yetmiyor artık. Çünkü psikanaliz 19. yüzyılın sonlarında tarih sahnesine çıktığında karşısında çağın hakim patolojisi olarak nevrozu buldu. Freud toplumu “nevrotik” olarak tanımladı ve uygarlığın nevrozdan mustarip olduğunu söyledi. Oysa günümüzde narsizm toplumun başat patolojilerinden oldu. Bugün Freud’un “reel ben”i kaybolurken “dijital ben” öne çıkmakta, kişilik ve karakteri oluşturan tipoloji değişmektedir. Sosyo-ekonomik ve kültürel koşullardaki değişimlerin temel kişilik örgütlenmesinde yansımasını bulduğunu da ifade etmek gerekir. Yeni sosyal koşullar yeni kişilik biçimlerini, yeni sosyalleşme tarzlarını ve yeni örgütleyici yaşam tarzlarını elzem kılar.

Peki sistemin sosyal parametreleri hangi rezonans üstünde gelişiyor? Birincisi, düşünmemeyi öneriyor çağın Panteist ekolleri, inançları ve felsefeleri. “Zihnini boşalt!”, “Hiçbir şey düşünme!” gibi telkinlerle başlayan meditatif yöntemlerle, Ece Temelkuran’ın ifadesiyle, “Dünyanın büyük bir bölümü ekmek ve temiz su bulmaya çalışırken, biz ‘kendini bulmaya’ çalışanların imdat çağrısını daha çok duyuyoruz.”[1] İkincisi, “biriciksin”, “bir tanesin”, “özelsin” diye başlayan ve tüm stratejisini bireye özel olduğunu hissettirmeye çalışan narsistik ego okşamaları üzerine kurgulayan benlik tüccarları… Sistemin telkinleriyle boş-ben veya benlik boşluğuna ulaşıp boş bir hayalin peşinde koşup yorulmuş, beyhude bir arayışın çıkmazında tıkanmış ruhun son durağı olarak nihilist bir depresyonda, anti-depresanlarla, Prozac ve Cipralex türü ilaçlarla deva bulmaya çalışanlar… Bir yanda tarihin en büyük cinai manyaklıklarını her gün haber bültenlerinde izleyip kadın, çocuk ve hayvanlara dönük olanlar başta olmak üzere artan şiddet ve saldırının kolektif bir çılgınlığa, toplumsal bir cinnet haline götürdüğü endişesi, diğer yanda bu kötülük şenliğine dönüşen saldırıları meditasyonlarla, evrene göndereceği pozitif enerjiyle sevgi şenliklerine dönüştürmeye çalışanlar bulunuyor.

Peki bu herkesin dünyasını altüst eden, garip, kahredici ve çürütücü durum ve davranışları neye yormak gerekir? Bu konuda sosyal psikologlar Jeff Greenberg, Sheldon Solomon ve Tom Pyszczynski tarafından ortaya koyulan “Dehşet Yönetimi Kuramı”na bakalım. Kuram, anksiyete ile savaşmak için verilen iki temel tepkiden bahseder. Kişinin büyük bir tehlike ile karşılaştığında veya ölüm riskiyle karşı karşıya geldiğinde derin bir anksiyete yaşadığı ve bu tehlikeyi başından savmak için ne yapacağı üzerine yapılan çalışmalardan oluşur.

Yapılan çalışmalara göre bu durumdan çıkış için geliştirilen karşıt tepkilerden ilki reddetme tavrıdır. Kişi kendine yatırım yapar, silahlanır ve öz-değerini yükseltir. Ya da nihilist bir tutumla “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek tehlikeden kendisi uzak durursa, tehlikenin de ondan uzak duracağını düşünür. Her halükarda yok oluşun getirdiği tedirginlik ile başa çıkar. Tehdit her ne ise onunla bu şekilde başa çıkmaya çalışır.

İkinci reaksiyon ise hiçlik tehdidi ya da fiziki saldırı tehdidiyle yüzleşen kişinin kendisini bir gruba ait kılacak şekilde hareket etmesidir. Kişi kendini güvende hissedebileceği, “hamilik” rolünü üstlenebilecek bir grupla, inançla ya da kitleyle birleşir. Yani kader birliği yapar. Bu kader birliği saldırı riski ya da hiçlik anksiyetesiyle baş etmesi konusunda sığınak işlevi görür. Kültürel, psikolojik birliktelik sağlayarak kaygı ve endişe kaynağı olan unsuru bertaraf eder.

Varlığın tehdit altında olması konsepti kapitalizmin ve onun kurumsal örgütlenmesi olan ulus devletlerin temel stratejisidir. “Dış mihraklar”, “terör tehdidi”, “savaş tehdidi”, “açlık tehdidi”, “mülteci tehdidi”, “küreselleşme tehdidi” gibi uzatabileceğimiz onlarca korku rezervi vardır. Bu liste bu şekilde “uzaylıların dünyayı istila tehdidi”ne kadar gider. Sağcı iktidarların dünyanın her yerinde bu toplumsal paranoyaları canlı tutma sayesinde kazandığını biliyoruz artık. Korkudan beslenme bir stratejidir. Dikkat edilirse kapitalizmin ilk kuramlarından olan kaynakların, rezervlerin insanlara yetmeyeceği üzerine kurulan Malthusçu kuram bir kıtlık felsefesi, insanları bencil davranışa yönlendiren bir açlıkla korkutma tehdididir. Hitler’i iktidara getiren “ırk istilası” tehdidini canlı tutmasıydı. Trump’a Meksika sınırına duvar diktiren düşünce “göçmen istilası” tehdidiydi. Sosyal, ekonomik ve askeri tehlikelerden toplumsal paranoyalar üretip insanların “güvenlik” ihtiyacını karşılama vaadi kitlelerin bu güç odaklarına sığınmasını sağlamaktadır. Soyut risklerden canlı tehditler yaratıp bunu toplumun başında sallandırma bir stratejidir. Yapılan araştırmalarda medyadaki günlük haberlerin haricinde internette de en sık paylaşılan haberlerin başında dehşete düşüren ölüm, kaza, felaket haberlerinin olduğu görüldü.[2]

Günümüzde ölümcül uyaranların her yerde olduğunu görüyoruz. Hiçliğin gölgesi ile dehşetin yelpazesi genişliyor. Küresel nihilizm dalgasına şiddetin sadizm hali ve narsizm eşlik ediyor. Dehşet yönetimi kuramı insanları bir dilemmaya, yani bencil bir gammazlığa, umursamazlığa ya da güce sığınmaya, kolektif çılgınlıklarla özdeşleşmeye sevk ediyor. Sistem bu her iki eğilimi aynı potada birleştirerek bir “harikalar diyarı” vadediyor. Kolektif bir simülakrada yaşarken tüketerek, hizmet ve mal alarak mutlu olacağımız bir ülke önümüze seriliyor. Yeryüzü ile aramıza Lacan’ın “imge perdesi” giriyor. Hayatımızı bize sunulana göre düzenliyoruz. Prokrustes yatağı nirvana dinlencesi gibi geliyor. Ne düşüneceğimize, ne yiyip ne içeceğimize onlar karar veriyor.

“Doğdukları andan itibaren insanlara devamlı hayali düzenin ilkeleri hatırlatılmalıdır ve bu ilkeler her şeyi içermelidir. İlkeler peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var olmalıdır.”[3]

Pierre Bourdieu bunu bir “simgesel şiddet” yöntemi olarak tanımlar. Bourdieu’nün simgesel şiddeti sosyal yaşama içerilmiş, özümsenmiş bir şiddettir. Bir habitus haline gelmiş, sorgulanmadan kabullenilmiş ve tekrarlanan algı ve davranış kalıplarına sinmiştir. Bourdieu’ye göre gündelik yaşam yerleşik iktidar ilişkilerinin, yani sistemin onaylanmasıdır. İnsan alışkanlık halinde yapılması gerekeni yaparak bu ilişkiyi sürdürür. Simgesel şiddet, hiç fiziksel şiddete başvvurmaya gerek kalmaksızın onu ayakta tutmaya yeterlidir. İktidar ilişkisi neredeyse doğal, kimsenin sorgulamadığı bir olağan yaşam ve ilişki biçimine dönüşmüştür. Bourdieu’nün simgesel şiddeti, Foucault’nun “bedenlerin itinalı kontrolü” diye tanımladığı biyo-iktidar tanımına denk düşer. Bedenlerin itinalı kontrolü copla, şok tabancasıyla, silahla değil, reklam, popüler kültür, panteist argümanlar, moda, eğlence sektörü gibi sayısız tekniklerle, rızanın habitus haline gelmiş yöntemleriyle sağlanmaktadır. Bir sosyal medya fenomeninin takipçisi, seksen milletvekili çıkaran bir partininkinden daha fazla olabiliyor. Popüler kültürün öne çıkardığı bir bireyin takipçi kitlesi on beş milyona ulaşabiliyor.

Kitleler ötekilerin başkalığını asgariye indirger. Ötekinin özünü kendi iradesine tabi kılan bir hükmetme saplantısıdır bu. Farklı kimliklerin, etnisitelerin, cinsiyetlerin tedirgin edici başkalığı görünmezleştirilir ve direnenlerin talepleri nötr hale getirilir. Bir optimizasyon, başarı ve randıman toplumunun özne hissi verilmiş nesneleri haline getirilir.

Farklı uluslar, topluluklar aynı tüketim alışkanlıklarına sahip. Bu yüzden kendilerini aynı topluluğun üyesi hisseden ve tanımlayan tüketici topluluklar tarafından kuşatılıyorlar. Her topluluk “sosyal atom”unu fan kitlesi olduğu fenomenin etrafında birleşerek oluşturuyor. Örneğin on milyonu aşkın hayran kitlesi olan yığınla sanatçı var ve bu hayranlar birer tüketim klanına dönüşüyor. O sanatçının konserlerinin biletleri, CD’ler, posterler, tişörtler satın alarak tanımlıyorlar kendilerini; yani alışverişle… Sosyal ölçekte bir tektonik kayma oluşuyor ve insanlar siyasal, etnik, ulusal kimliklerinden önce kendilerini tükettikleri şeyle tanımlar hale geliyorlar.

Politik boşluklar medyadaki sahnelerin şatafatlı gösterileriyle dolduruluyor. Her politik boşluk, içini oyarak ona tavır almayan, önemli hiçbir şey söylemeyen veya kurmayan, sadece arz etme, iletme, “norm” içinde ifade etmeyi amaçlayan bir vakum politikası haline getiriyor. Geriye bir boşluk ve boşluktan artakalan bir homurtu kalıyor. Byung Chul Han’ın “Şamata politikası bir boşluk politikasıdır.” dediği formata dönüştürülüyor politika.

Foucault “iktidarın mikrofiziği” kavramıyla özneleri normların etrafında dizerek onlara uygun davranmalarını sağlayan manipülasyon tekniklerini anlatır. İktidarın mikrofiziği, acı ve ölüm yerine norm ve alışkanlık oluşturan, bir patlamayla bedenini ortaya koymaktan ziyade “niteleyen, ölçüp biçen, derecelendiren” iktidar süreçlerini anlatır. Anlaşmazlığın antagonizminden çok uyuşmanın konformizmi bu mikrofiziğin parametrelerini belirliyor.

Sistem bu mikrofizik alanın içinde vasıflandırdığı bireye mütemadiyen narsistik besinler sunarak büyüklük ve üstünlük hissini pekiştirmeye çalışır. Sürekli olarak mükemmellik ihtiyacını besleyecek, diri tutacak oynamalar geliştirir. Sistemin ödüllendirdiği insanları beğeniyor, o nitelikteki insanlara özeniyoruz. Ne olduğumuz, gerçekte ne hissettiğimiz veya neyi düşündüğümüz, ne yaşadığımız değil nasıl göründüğümüz, insanların karşısına nasıl bir görüntüyle çıktığımız önem kazanıyor. Fark edilmek, ayırt edici olmak, kendini var hissedebilmek için kişinin kendini gerçekleştirmesi, erdem sahibi olması gerekmiyor. Mezun olduğu okul, eğlendiği mekan, kullandığı araba, giydiği elbisenin markası, güzel, bakımlı ve sportif görünmesi yeterli sayılmaktadır.

Ego ve narsizm günümüz bireyini motive eden temel rezervlerdir. Birey kendini bu rezervlerin maksimizasyonuyla bir imparator gibi hissetmektedir. Mesela bilgisayarda bir tuşla binlerce işçinin hareketlerini değiştirme imkanı Sezar’da, Antonius’ta veya firavunlarda var mıydı? Tek bir işaretle makineyi hareket ettirebilme gücüne Sargon ya da Hammurabi sahip miydi? Ego ve narsizme sebebiyet veren, insanları yönetme gücü ve hayatı şekillendirme arzuları değil miydi? Bugün bir insanı alıp binlerce yıl önceki bir kralın yaşadığı konforda yaşatsalar sadece ulaşım ve iletişim tekniklerinin ilkelliği karşısında kendini çaresiz ve sefil hisseder. Böyle bir konforda yaşamaya mecbur edilmeyi kendi kişiliğine bir saldırı ve hakaret sayar.

Fromm bu durumu yabancılaşma, otomatlaşma ve robotlaşma olarak değerlendirir. “Yabancılaşma ve otomatlaşma gittikçe artan akıl bozukluğuna yol açmaktadır. Yaşamın anlamı yoktur. Yaşama sevinci yoktur. Bu nedenle de insan yok olmuştur. Gerçeklik yok olmuştur. Herkes ‘mutlu’dur ─ ne var ki duyma, akıl yürütme, sevme yetisini yitirmiştir. (…) 19. yüzyılda sorun tanrının ölmüş olmasıydı; 20. yüzyıldaysa bu şizoid bir kendine yabancılaşma demektir. Eskiden tehlike, insanların köle olmalarıydı. Gelecekteki tehlike ise insanların robotlara dönüşmesidir. Robotların baş kaldırmayacağı doğrudur. Ancak insan yaradılışını göz önüne alırsak robotlar, canlı kalsalar bile ruh sağlıklarını koruyamazlar. ‘Golem’lere dönüşenler anlamsız bir yaşamın sıkıcılığına daha fazla dayanamayacaklarından, içinde yaşadıkları dünyayı ve kendilerini mahvederler.”[4]

Fromm elli yıl önce otomatlaşma ve robotlaşma tehlikesine dikkat çekerken cep telefonları, internet gibi günümüzde kullanılan iletişim tekniklerinin %40’ı bile yoktu. Günümüzü gözlemleyebilseydi herhalde insan ve tekniğin simbiyoz hali olarak değerlendirirdi. Zira insan da tüm benliğiyle kendini, kullandığı tekniğin bir parçası olarak görmekte, yaşamı onsuz paralize olmaktadır. Örneğin telefonda birisiyle konuştuğumuzda “şarjım bitmek üzere”, “şarjım bitti” sözlerini sıklıkla duyarsınız. “Telefonumun şarjı bitti” değil “şarjım bitti” denilmektedir. Yani kullandığı telefonla öyle bir özdeşlik duygusu kurmuştur ki, nasıl ki bir arabanın benzininin bitmesi arabanın yolun ortasında kalmasına neden oluyorsa, telefonunun şarjı biten insan da kendisini iptal olmuş, paralize olmuş hissetmekte ve telefonunu şarj edene kadar da yaşamını donmuş, durdurulmuş hissetmektedir.

Kapitalizmin Methiye İlahileri: Reklamlar

Reklamlar methiye ilahilerinin kapitalist versiyonudur. İnsanların kişisel istekleri reklam klişeleri, moda tüketim konuları, trendler vb. konular tarafından programlanmıştır. Rosser Reeves (1910-1948) televizyon reklamcılığının duayenlerindendir. Reeves’i ilgilendiren ürün değil zihindir. Reeves tüketicilerin tercihlerinin önemli ölçüde sosyal ve psikolojik saiklerle şekillendiğini ortaya koydu. Kitle psikolojisinin nasıl manipüle edilebileceği üzerinde durdu. ABD’de 1952’deki başkanlık seçiminde D. Eisenhower’ın kampanyasını yürüterek siyasi reklamcılığı da geliştirdi. Reeves siyasi reklamda risk, endişe ve paranoya rezervlerinin topluma sunulmasının başarı sağlayacağını savundu. Korkunun en çok satan konulardan olduğunu söyledi. Çünkü modern hayat insanı endişeli, tedirgin yapmıştı. Başarısızlıktan, reddedilmekten, küçük görülmekten korkuyordu insanlar. O halde siyasi reklamı “korku satışı” üzerine inşa edecekti. Ürünü satma konusunda korku kadar etkili silah yoktu.

Reeves tüketimin sadece alıiverişten ibaret olmadığını, alınan ürünün anlamının simgesel bir içerik taşıdığını ortaya koydu. Ürün satın alan tüketicinin bilinçaltında derin bir amaç vardı: mutlu olmak. O halde ürünle birlikte serotonin, endorfin ve dopamini harekete geçirecek konular üzerinde durmak gerekiyordu. Hedonizm bunlardan biriydi. Reeves’in klişelerinden biri de “cinsellik sattırır” idi.

Basit bir ürünle birlikte kişi cinsel cazibeyi, “genlik enerjisini” veya üst sınıfın elit özelliklerini satın alabiliyor. Örneğin son model takıntısı üst sınıfın tüketim alışkanlığını, seçkin olma imtiyazını sergiler. Satışa sunulan son model akıllı telefonları veya herhangi bir şeyin son modelini almak herkesin hayali olur. Bunun yanında, o telefonu ya da nesneyi kullanmanın gerçek zevki önemini yitirir. Aslolan son model olmasıdır. Bu yüzden olsa gerek, Fromm “Günümüz insanı düşündüğü cenneti anlatabilseydi en yeni nesnelerle, araçlarla dolu kocaman bir mağaza düşünür, kendisinin de bütün bu nesneleri satın alabilecek kadar çok paraya sahip olmasını isterdi” der.

Dünyamız reklamların her tarafı kapladığı bir işaretler tsunamisine dönüşmüş durumda. Her yer neon ışıklı, fosforlu reklam tabelalarıyla dolu. Öyle ki insan kendi bedenini bile bir reklam tabelasına dönüştürmüş durumda. Trendlerini, eğilimlerini simgeselleştirerek bedenine kazıyan insan, bedenini bir sergi aracına, kendisini de bir reklam tabelasına dönüştürmüş durumda.

Reklamda üç temel davranış veya eğilimin öne çıktığı görülür. Bunlardan biri “bandwagon etkisi” de denilen sürü psikolojisi etkisidir. Bandwagon etkisinde genelin davranışına uymak vardır. Bandwagon etkisi, Amerikalı Dan Rice adlı bir palyaçonun bando arabasıyla politik turlara katıldığı ve coşkulu müzikler eşliğinde “bandoya katıl” sloganıyla insanları peşine taktığı 1848 yılına dayanır. Rice ne kadar gürültü koparırsa o kadar insan vagona binmiş, peşi sıra yürümüş. Yani gürültü, palyaço ve onun yaratmak istediği etkiyi güçlendirmiş. Sürü psikolojisi kavramı bandwagon etkisi diye bu meseleye (yani bandoya katıl) dayandırılır. Bandwagon etkisi “herkes böyle davranıyorsa ben de öyle davranmalıyım” şeklinde formüle edilebilir. Burada, doğru da yapsa yanlış da yapsa, çoğunluğun davranışına uyma öne çıkar.

Bu etki özellikle Solomon Asch’in “uyumlanma tesi” ya da “çizgi deneyi” denilen deneyiyle sosyal psikolojide kitle davranışını analiz etmesi bakımından hayli önemlidir. Solomon Asch, uyumlanma deneyi ile insanların çevresindeki kişilerle ters düşmemek adına son derece mantıksız düşünceleri onaylayabileceğini ispat eder. Deney geleneksel olarak beş katılımcıyla gerçekleştirilir. Katılımcıları dördü aktör, yalnızca bir tanesi gönüllüdür. Gönüllüye, girdiği çalışmanın bir görsel algılama testi olduğu söylenir. Deneyin uygulayıcısı, solda referans çizgisi olmak üzere sağda üç çizginin daha olduğu bir görsel gösterir. Sağdaki üç çizgiden birisi yanılgıya yer bırakmayacak şekilde referans çizgisiyle aynı boydadır. Soru ise basittir: “Lütfen aynı boyda olan çizgiyi gösteriniz.” Oyuncular her görselde bariz bir şekilde yanlış cevabı verir. Gönüllü katılımcı ilk başta duruma anlam veremese de bir süre sonra içinde bulunduğu topluluğa uyumlanarak yanlış olduğunu bilmesine rağmen diğer kişilerin yanıtlarını taklit eder.

Yalnızca bir kuşak boyunca ne kadar ihtiyaç metasının önce elzem diye sunulup tüm toplum tarafından tüketildiğini ve sonra aynı yöntemle yerini başka metalara bıraktığını, yine moda akımlarını göz önünde bulundurarak beğeni algısı ve kolektif gerçekliğin defalarca değiştini görürüz. Kişiler beğeni algılarını düzenli olarak değiştirerek toplumdan dışlanmaktan kurtulurlar. Aynı durum kitlesel davranışlar ve eğilimlerde de gözlenir.

Reklamlar üzerinden bu etkiyi perçinlemek adına en çok da tıp ve psikolojiden yararlanılır. Reklamın amacı tüketicide belirli bir ürüne karşı ihtiyaç uyandırmaktır. Bu anlamda, hiçbir zaman gerçek manada bilgilendirici bir nitelik taşımaz. Çünkü bir ürünün yalnızca olumlu etkisi üzerinde durulur ve bu yönü maksimize edilir. Bunun için de en çok uzman doktor tavsiyeleri biçiminde sunulur. Ürün değil de bir ilacın reçete bilgilerini sunar biçimde sunularak adeta bir şifa kaynağı olduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılır. Neredeyse her televizyon kanalında, her programda bu tür ürün, mal tanıtımı veya sağlık bilgisi için uzman doktor çağırıp reklamları doktorların ağzından yapmak moda oldu. Bu durum yazılı basında da gazetelerin sağlık sayfaları adı altında karşımıza çıkmaktadır.

Amaç elbette halk sağlığı değildir. Halk sağlığını korumak için epidemiyoloji merkezlerinin kurulması gerekirdi. Bir ülkede tek bir epidemiyoloji merkezi yoksa, orada kamu sağlığına önem vermekten söz edilemez. Varsa yoksa bireysel sağlık. Oysa kamu sağlığı korunmadan bireysel sağlık da korunmaz. Amaç tüketime endeksli sağlık enformasyonu sunmak. Yani kişilerin neleri tüketmesinin sağlık açısında yararlı olduğu aktarılarak reklamlardaki malları tabipler üzerinden tasdik ve tescil etmek.

İkinci etki “Veblen etkisi”dir ve bu da “gösteriş etkisi” olarak bilinir. Markanın kişiliğin bir tabelası haline gelmesi, bireyin kişiliğinden çok tükettiği ürünün kalitesine önem vermesine neden olur. Araba, televizyon, telefon gibi ürünlerden tutalım, ayakkabısından pantolonuna kadar her şey gerçek işlevlerinden ziyade gösteriş için kullanılır. Marka, sahiplerinin toplum içindeki üstün yerlerini işaretler. Zenginlik, seçkinlik kuruntularımıza uygun düşüyor diye her gün insanın midesini döven asitli içecekler içer, besleyici olmayan şeyler yeriz. Damağımız, bedenimiz aslında kendilerini ilgilendiren yeme-içme eyleminin dışında bırakılmıştır.

Üçüncü etki “snob etkisi”, Türkçe karşılığıyla “züppe etkisi”dir. Snob etkisi sürüden ayrılma, herkesin yaptığını yapmama ve farklı olma çabası olarak tanımlanır. Ekstrem tatlar, heyecanlar, ekstrem ürünler peşinde koşma, farklılığı bu elit tüketim ürünleriyle işaretleme davranışı olarak belirlenir.

Reklamlar insanları düşkünlük ve hazzın iyi, tutumluluğun da kişinin kendini baskılaması olarak düşündürtmek için psikoloji biliminin ince nüanslarından faydalanarak hazırlanmış fragmanlar biçiminde sunulmaktadır. “Muhteşem lezzetlerle dolu gerçek bir ziyafet!”[5] diye sunulan bir yiyecek reklamı, kişiye lezzetin sonsuz keyfini tattıracak bir ürün vaadi olarak sunulmuş oluyor. Hedonizmin reklam klişelerinin, özellikle tüm gıda reklamlarının özü, içeriği olarak üretildiğini görürüz. Bir içeceğin “Hayatın gerçek tadını içerir.” sloganıyla sunulması, tüm hayat deneyimini bir içeceğe eşitleme, ona indirgeme anlamını taşır.

“Lezzet, keyif ve sağlığı bir araya getiriyor!” Mutluluk, sağlık ve lezzeti yiyecek reklamları üzerinden pazarlama son yılların sofistike reklam yöntemlerinden oldu. Üç ayrı vaadin (lezzet, keyif, sağlık) tek bir hamburger reklamında birleştirilmesi, sağlık için dertlenen insanlara ayrı bir davetiye bildirimidir. Diyet ve light ürünlerin reklam klişelerinde kullanılması, bunun çok ciddi bir piyasasının olması nedeniyledir. Örneğin her yıl sadece ABD’de diyetlere, dünyanın geri kalanındaki aç insanları beslemeye yetecek miktardan daha fazla para harcanıyor. Yani diyet ve sağlıklı yaşam vurgusu, tutumlu olma veya nefsini kontrol etmeye değil daha ekstrem beslenmeye atıftır.

Artık diyet ve beslenme bilgisi o kadar ciddi bir rağbet alanı yaratmıştır ki “yaşına uygun beslenme”, “özel gereksinimine uygun beslenme”, “işine uygun beslenme” gibi beslenmeyi bölümleyen ve her bir kategoriye tüketim listeleri oluşturan beslenme çeşitleri türetildi. Basit bir gıda reklamında bile en sık duyduğumuz vurgular besinlerin kalori değeri, protein, kalsiyum, potasyum, demir ve vitamin gereksinimlerini karşılayıp karşılamadığı vurgularıdır.

“Günün ortasında sağlıklı yaşam tarzına uygun bir ziyafet için…” Rıza üretme bireyi iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel vs. her yolla denetimi altına aldı. Bu öyle bir denetimdi ki birey en yakınındakinden başlayarak ötekinin “norm dışı” yeme-içme, giyim-kuşam şekline karışmayı görev edindi. Bir yıl öncesinde varlığından bile haberdar olmadığımız ve ihtiyacımız olmayan pek çok ürünü bir yıl sonra rutin tüketim listemize ekliyoruz. Peki bir önceki çağda böyle miydi? Mesela feodal dönemde aristokratlar paralarını aşırı lüks şeylere dikkatsizce harcarken köylüler her kuruşu sayarak harcıyorlardı. Bugün ise durum tam tersidir. Zenginler kendi yatırımlarına dikkat ederek yaşarken daha az varlıklılar kredi borçlarına girerek hiç ihtiyaçları olmayan araba, akıllı telefon türü eşyalar alabiliyorlar. Zenginler “yatırım yap” sloganını esas alırken geri kalan toplum “satın al” mottosuyla motive ediliyor. Alışveriş yapma oldukça popüler bir vakit geçirme biçimi haline geldi ve tüketim ürünleri aile üyeleri, eşler ve arkadaşlar arasında ilişkileri belirleyen temel şeye dönüştü.

Şimdi reklamlar metafizik alanın argümanlarını da kullanmaya başladı. Hindistan’ın, Çin’in geleneksel inançları kapitalizmin Panteist dinine eklemlendiğinden beri bu inançların en popüler metafizik tavsiyeleri reklamların klişe sözleri haline getirilmeye başlandı. “Kalbinin sözünü dinle!” diyerek pazarlanan basit bir tüketim nesnesi veya “Sana ne iyi geliyorsa onu yap!” sloganı bir tüketim miti haline geldi. Bu yönüyle yeni ürünleri metheden mankenler veya yıldızlar günümüzün melekleridir ve herkes onlara benzemeye, onlara özenmeye çalışmaktadır. Reklamlar da güzelliği, markayı öven ilahilerdir.

Agamben “Medya tarafından çoğaltılan ve yaygınlaştırılan, her türlü hayal gücünü aşan toplu alkışın ikna gücüdür.” der. Psikoloji ve tıbbın bu sektöre tabi kılınması Agamben’in “ikna gücü” dediği toplu alkışı, yani rağbet ve beğeniyi sağlıyor. İyi ve sağlıklı yaşam, başarıya ve performansa koşan öznenin önüne bir yaşam ideali olarak konuluyor. Reklamlar mütemadiyen sağlıklı ve mutlu yaşam vaadini pazarlıyor. Hayatın biyolojik süreçlere indirgenmesi, hayatın kendisini korunmasız, çıplak bir hale getiriyor. Bu da hayatın doğal döngüsü olan canlılığı deforme eder ki başarı ve sağlık performansından çok daha öte bir şeydir. Sağlıklı yaşam histerisi hayatın her tür anlatısal içerikten boşaldığı yerde başlar. Toplumun atomize oluşu ve sosyalitenin dejenere edilmesi karşısında, geriye sadece ne olursa olsun sağlıklı tutulması gereken egonun bedeni kalmıştır. İdeal benin kaybı geriye dikkati üzerine çekme peşindeki benin “sergi değerini” ve “sağlık değerini” bırakır. Kıyafetler, giyim sektörü artık bedenin bu halini, yani yeni normu sergilemek için tasarlanmaktadır. Bedeni dövmelerle bir reklam tabelasına çevirme, yaygınlaşan dövme eğilimi ve bedenin takılarla aşırı donatılması da yine “gel beni gör” unsuru olarak bu sergileme değerinin başka bir biçimidir.

Üreticiler piyasada var olabilmek için kasıtlı olarak kısa vadeli, yeni ve gereksiz ürünler tasarlamaktadır. Eskiden üreticiler de satıcılar da bir malın değerini sağlamlığı ve uzun süre kullanılabilecek olması üzerinden tanıtırken şimdi bir malı uzun süre kullanmak biriktiricilik, istifçilik olarak olumsuzlayıcı anlam çerçevesine alınmaktadır. “Kullan at” felsefesi tek kullanımlık ürünlerin bir hayli rağbet görmesini sağlıyor. Reklamlar “Yap gitsin!”, “Al gitsin!” der. Aksiyon filmleri, sahne gösterileri, pembe diziler, popüler romanlar ve şarkılar da sürekli olarak “Kalbinin sesini dinle!”, “Kendine karşı dürüst ol!” demektedir. Tüm bu telkinler arzularının, isteklerinin götürdüğü yere git demektedir. Bu arzuları, istekleri, ihtiyaçları belirleyen de Foucault’nun dispozitifleri gibi her türlü manipülasyonu sağlayan ince hesaplanmış iktidar teknikleridir.

Mutluluk ve Başarı Fetişizmi

Sistem mutluluk ve başarı telkinleriyle bireyi ve toplumu motive ettiğinden bu arzunun tatmini için de ayrı tüketim alanları oluşturmuştur. Mutluluk ve başarı bu sistemin fetiş nosyonlarıdır. Tüm motivasyonlar bu eksende olduğundan aşırı vurgunun toplumda bir obsesyona dönüştüğünü ifade etmek lazım. Mutluluk bir keyif alma ve hoşnutluk durumudur. Kant mutluluğu doyuma erişme olarak tanımlar. Kant “Mutluluk, çeşitlilik bakımından uzamlı, derece bakımından yoğun ve süre bakımından yaygın bir nitelik taşıyan eğilimlerimizin doyumudur.” der. Kant’ın mutluluk tanımının edilgen bir yanı var ve bu edilgenlik mutluluğun eğilimlerin doyumu, yani arzu, hırs ve isteklerin tatmini ile çerçevelenmesini sağlıyor.

Mutluluğu eğlence kültürü üzerinden devşirmeye çalışan kapitalizm, eğlenceyi kimi mekanlarla, alanlarla özdeşleştirerek bireyleri bu mekan ve alanlara yönlendirmektedir. Kapitalizmde eğlence daha çok tüketmeye endekslidir. Kişi bazı eğlence mekanlarına giderek eğlenmek zorunda hisseder kendini. Bugün zaten eğlence mekanları kavramı günlük yaşamımızda olağan bir algıyla kullanılmakta ve tüm kentlerin işlek yerlerinde bu mekanlarla karşılaşılmaktadır. Hukukta da ayrıca eğlence vergisi olarak adlandırılan ve bu mekanlardan alınan bir vergi bulunmaktadır. Işık kirliliği, ses kirliliği, paralize eden duygular ya da içki ve uyuşturucu kullanımı eğlence ve keyifle özdeşleştirilen etkinliklerden sayılmaktadır.

Kitle kültürünü güden şeylerden biri eğlence olduğu için bu alan çoğunlukla kitleyi domine eden, kitlenin hangi trendlerin peşinde koşması gerektiğini, zamanını nasıl değerlendirmesi gerektiğini belirten bir çerçeve sunmaktadır. Eskiden eğlence kolektif bir edim olarak, yani dahil olarak yapılırken şimdi bu etkinliğin önemli bir kısmı kişinin öznelliğini silerek, onu seyirci kılarak yapılmaktadır. Birey evinde oturduğu yerden tüketerek eğleniyor.

Eskinin keyif ve eğlence etkinlikleri kolektif edimlerdi. Mikro sosyal ortamlarda, örneğin aile içinde yapılan eğlenceli etkinlikler de (örneğin fıkra anlatmak, bilmece sormak, komşularla güzel vakit geçirmek gibi) sosyal etkileşim gerektiren etkinliklerdi. Evde yapılan eğlence etkinlikleri de artık değişmiş olup merkezi medya panoptikonlarınca paket programlar olarak hazırlanmaktadır. Kolektif etkinlikler yerine anne televizyon başında, baba telefonda, çocuklar bilgisayar oyunlarının başında vakit geçirirken keyif anlarını paylaşamayan, benlik sınırlarında kalan edimler olarak öne çıkmaktadır. Bu bireysel eğlence anlayışı da zaten sosyalleşme yaratmıyor.

Elbette insan bir romanın sayfalarında da eğlenebilir. İyi bir okuyucu keyif alarak okur ve bu etkinlik bireye nitel bir katkı da sağlar. Yine birey güzel bir müziği dinleyerek, derinlikli bir sohbet gerçekleştirerek, doğada gezinti yaparak vs. sevdiği her etkinliği keyfe ya da doyuma dönüştürebilir. Fakat burada kastettiğimiz olgu yaşamın kompartmanlara bölünmesi, mutluluğun yaşamın yegane amacı olarak işaretlenmesi ve bu amaca ulaşmanın temel yolunun da mümkün olduğunca mal ve hizmet tüketmekten geçtiğinin telkin edilmesidir. Medya ve reklamıcılık mutluluk rezervini sonuna kadar pazarlayan alanların başında gelmektedir. Bir su reklamı bile “hayatın tadı” olarak sunulmaktadır. Bir tüketim nesnesini alan insana bir metayı değil de hayat boyu mutlu olma garantisini veriyormuş gibi sunulur.

Peki mutluluğu neye göre tanımlayacağız? Spinoza mutluluğu ruhsal çöküntünün, karamsarlığın ve yeisin karşı kutbunda tanımlar. Onun tanımında mutluluk yoğun bir canlılık durumudur. Fakat bu canlılık günümüz insanının aktiviteleriyle, sürekli koşuşturma telaşıyla kendini heder etmesi değildir. İnsana durup düşünme fırsatı bile vermeyen ve mutluluğu başarıyla özdeşleştiren, başarıyı da son enerjisine kadar tüketmeye çalışan, sürekli bir şeylere yetişme telaşesi değildir. Spinoza’nın tanımında mutluluk insanı tanıma, empati kurma ve onunla bir olma amacına dayanır. Mutluluk, yaşama deneyimini üretici kılmak, bir şeyler katmak, hayata anlamsal bir pencereden bakabilmek, sevgi ve akıl yetimizi yaşamla kurduğumuz anlamsal bağ üzerinden işletmektir. Başkalarına açılmayan, onlara bir şey katmayan bir sevgi mutluluk değil ancak narsizm üretir. Fakat gerçeklikle bağı kopmuş, sanal, sentetik, yapay etkilerle sağlanan keyif de mutluluk olarak tanımlanamaz, olsa olsa kendini paralize etme, kendini uyuşturma olur bu. Bu yüzden mutluluk gerçekliğin dışında sanal soyutlamalarla değil gerçekliği kavrayarak, benliğimizin ve başkalarıyla birliğimizin, aynı zamanda onlardan ayrı olan yanlarımızın farkına varmamızdan oluşur. Mutluluk bir denge ilişkisidir. Çevresiyle, doğayla, insanla dengeli bir ilişki kurarak bunun sonucunda kişinin yaşadığı iç etkinliğin, anlamlılığın bize keyif vermesi ve canlılığımızın artması durumudur.

Medyada mütemadiyen mutluluk anketlerinin yayınlandığını görürüz. İnsanın ontolojik varlığı serotonin, dopamin ve endorfin hormonlarından ibaretmiş gibi bu alana ilişkin anketlerin verilerine indirgenir. En mutlu ülke sıralamaları, en mutsuz ülke sıralamarı anketlerin verilerine indirgenir. İnsanın varlığı da sadece bu duygu indirgemeciliği üzerinden ele alınır. Mutluluk fetişizmi her şeyin mutluluk için olduğu, sağlık, sevgi, mücadele, değer, toplum gibi yapılar içerisinde kendimizi sadece bu amaç üzerinden tanımlayabileceğimiz algısını oluşturur. Oysa bu insanın diğer duygularını yok sayma veya değersizleştirme, işlevsizleştirme anlamına gelir. Mutluluk duygusu elbette iyidir. Ama insanda bulunan tüm temel duygular da iyidir. Mutluluk kadar hüznün de insan varlığında bir anlamlandırma süreci var. Hüzün olmadan sevgi değerlenebilir mi? Bir duyguyu yok etmek insan varlığında o duygunun kapladığı alanı da yok etmek demektir.

Mina Urgan da insanın salt mutluluk peşinde koşmasını bencillik penceresinden ele alarak eleştirir:

“Sürekli olarak mutluluk peşinde koşmak bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar (yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar) kişisel açıdan mutlu olabilir. ‘Bana ne dünyanın şurasından burasından’, hatta kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa, ‘benim evimde yok ya’ der böyleleri. ‘Bana ne Afrika’da insanlar ölüyorsa, benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya’ der böyleleri. Ve dünyaya, hatta en yakın çevrelerine kulak tıkayarak, gözlerini kapatarak (o ne biçim mutluluksa) mutlu olur böyleleri. ‘Her koyun kendi bacağından asılır.’, ‘Gemisini kurtaran kaptandır.’, ‘Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de.’, ‘Bükemediğin eli öp.’, ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.’ gibi iğrenç bulduğum bazı deyişleri, kendilerine hayat felsefesi yapmıştır bunlar.”[6]

Serotonin, dopamin ve endorfin eksenli, sadece bunları harekete geçirme amaçlı ekstrem eğlenceler icat edilmiştir bir de. Kişide öfori etkisi yaratan sporlar, kaya tırmanışı, yükseklik sporları denilen bir yığın spor çeşidi oluşturulmuştur. Zorlu bir egzersiz kişiyi endorfin üretimini aktifleştiren bir eşiğe getirdiğinde oluştuğu söylenen endorfin ürtemininin propagandası yapılan bir etkisi “runner’s high” diye adlandırılıyor. Runner’s high, kişinin kişinin deneyiminin yan etkileri olarak öfori ve mutluluk hissi yaratmasıyla da bilinir. Yani, örneğin bir vadi üzerinde ölümle cebelleşen ve her türlü gerilimi, stresi yaşayan birinin ölmeden karşıya geçmiş olmasının yarattığı coşkulu mutluluk duygusu. Oysa o öforinin verdiği mutluluk duygusu her ne kadar ise, bir o kadar da onun bünyesine zarar veren stres ve gerilim duygularını yaşamıştır.

Mutluluk fetişizminin sosyalitede de bir uçlara savrulma hali ve deformasyon yarattığı ifade edilmeli. Örneğin artık çılgınlık bir mutluluk limiti olarak ifade edilmektedir. “Çılgın müzik”, “çılgın eğlence”, “çılgın dans” gibi olumlayıcı bir anlam ile sarmalanarak gıpta ile ifade edilen bir kavram haline geldi çılgınlık. Oysa çılgınlık bir irrasyonal davranma hali, davranış kontrolü olmayan insanın dengesizlik durumudur. Fakat dengesizlik bile bu mutluluk fetişizmiyle insanların varmak istediği doyum çıtası olarak sunulmakta. Yaşamın amacı mutlu olmak diye özetlenince, bu mutluluğa erişmek için birey ya hedonizmi ülkü edinir ya da kapitalist tüketim akımının telkin ettiği gibi daha fazla mal ve hizmet tüketerek buna ulaşmaya çalışır.

Günümüzde insanların mutluluğu eğlenmektir. Eğlenmek yutmanın, almanın verdiği doygunluğu getirir. Dünya bizim açlığımızı doyuracak kocaman bir elma, kocaman bir şişe, şişkin bir memedir. Biz emeriz, hiç durmadan bir şeyler bekleriz, bir şeyler umarız ve hiç durmadan hayal kırıklığına uğrarız. Kişiliğimiz almak, değiş tokuş etmek, tüketmek üzerine kurulmuştur.

Başarı obsesyonu da aynı şekilde bireyi çılgın bir rekabet yarışı ve meta edinme mücadelesinde motive eden önemli bir slogandır. Bu duygu bir azim değil bir hırs olarak aşılanır. Başarı Bacon’ın güç metaforudur. Dini bir vecize, bir mantradır. Başarıdan kasıt sosyal Darwinizm’in ilkelerinin rehber edinilmesi ve başkalarının hilafına güçlenmeye çalışmaktır. Başkalarının zararını kendi kazancına dönüştürmeye çalışmak, diğer insanlardan üstün olduğunu kanıtlamaya çalışmak dışsal bir güç uğruna çaba göstermek demektir.

Başarı ve başarısızlık dikotomisi arasına sıkıştırılmaya çalışılan insan sürekli bir şeylere yetişme telaşesiyle bir sürmenaj durumu yaşar. Sınavlara yetişmek, çağın standartlarına yetişmek, ekonomik refah düzeyine, üst sınıflara yetişmek, birilerinin toplumun önüne koyduğu sosyal standartlara yetişmek, teknolojik gelişmelere yetişmek vs. Algı mühendisliği arzularımızı, zaaflarımızı avlayarak amacına ulaşır. Foucaultcu bir tanımla, bir biyo-iktidar haline, öz-sömürüye, içte kurulan faşizme yol açar. Artık kölesini kamçılayan efendi içimizin bu algı mühendisliğinde.

Başarı motivasyonu kişiyi sistemin mühendislik işi olan ve sonucunda yine sistemi güçlendirecek parkurlarda koşmaya sevk eder. Öz-sömürü ise kıyaslama, daha güzeli ile rekabet, kusursuza övgü, kimi duygulara yergi, sürekli tüketimi kutsama, her zaman görünür olma gibi zorbalıklar aracılığıyla bizi darbeden, hırpalayan biçimlerde tezahür ediyor. Peki optimal bir dengesi var mı? Tüm eksikliklerini giderip başarıya ulaşan, yani nihai mutluluk idealini gerçekleştiren var mı?

Eksik giderme çemberinin içinde bitap düşene kadar dönüp duruyoruz. Kusur gidermeye programlı hayatlar “hep bir şeyler eksik” duygusu ile iç içe. İnsan kusur aradıkça buluyor, kusur giderdikçe yenileri çıkıyor ve tekrar giderme gayreti ile aynı kısır döngüye devam ediyor. Hayatın normu bir kusursuzluk hali sanki. Her kusur hemen giderilmesi gereken bir defo, mutlak mutluluk ve başarı da bu kusurların silinmesine bağlı. Memnun olabilme, kendi emeğini, çabasını ve deneyimini takdir edebilme kapasitesi yoksa, hep daha fazlası, daha kusursuzu diyorsa elinde ne varsa zaten eksik kalacaktır.

Karen Horney başarı obsesyonunun kişiyi nevrotik bir ruh çıkmazına sürüklediğini aktararak bu kişiliğin nevrotik davranışlarını ve başarı nosyonunun onu hangi yönleriyle tatmin ettiğini ifade ederken “Başarıda duyduğu tatminin iki kaynağı vardır: Başkalarını kafese koyduğu duygusu ve başkalarına zarar verdiği duygusu.” der.[7] Ardından şunu ekler: “Başkalarını bir şeylerden yoksun bırakma eğilimleri, başkalarından her şeyi esirgeyen bir kıskançlıkla birlikte gitmektedir. (…) Hayata karşı takındığı tavır, at yarışlarına katılan bir binicinin tavırlarına benzetilebilir; onun için tek bir şeyin önemi vardır: başkalarını geçip geçmediği.”[8]

Başkalarının başarısızlığını görmek, kendi başarısından daha önemlidir. Yarışma kültürü (ister fiziki efor gerektirenler, ister bilgi yarışmaları olsun) eksenli yapılan programlara baktığımızda, en yaygın davranış ve eğilimin başkalarına kaybettirme olduğunu görürüz. Başkalarını başarısızlığa uğratmak sanki kendi başarısından daha önemliymiş gibi davranılmaktadır. Başarı motivasyonunun sistemin tüm alanlarında bireylere aşılanması, bireyi bu motivasyonun peşinden koşmaya, yarışmaya, rekabet etmeye, rakiplerini geride bırakmaya ama bunu yapamıyorsa onlara da kaybettirmeye sevk eder. Yapabileceği tek şey başkalarından üstün olmak, hiç değilse kendini başkalarından üstün görmektir. Başkalarını ezme, kendi düzeyine indirme ve yapabiliyorsa kendinden daha aşağı bir düzeye indirmektir.

Başkalarını geçme rekabetinin yarattığı anksiyete, başkalarını ezme, başarısızlığa uğratma ve çamura bulama eğilimlerini doğurur. Günümüzde sosyal medyada “sanal zorba”, “trol”, “avcı”, “stalker” gibi fenomenler bu durumun patolojik ürünleri de olsa bunun yaygınlığı, bunu bir katharsis etkisi olarak ele almaya götürür. Yani bilinçaltında içinde biriken duygularını uygun bir alanda boşaltma, deşarj olma eğilimi… Katharsisin bu alanda bu derece yaygın olması, muhattaplarıyla fiziksel bağın bulunmaması nedeniyle daha rahat düşmanca davranışlar sergileme olarak ele alınmaktadır.

Sosyal medyanın karanlık dörtlüsü olarak değerlendirilen narsizm, Makyavelizm, psikopati ve sadizm, başarı toplumunun bireyde yarattığı deformasyonu da gözler önüne sermektedir. Bu durum “Nemesis motivasyonu” olarak da ele alınmaktadır. Yunan mitolojisinde intikam tanrıçası olan Nemesis’in üstünlük algısını koruma motivasyonuyla cezalandırma yöntemine başvurduğu söylenir. Rekabetin yarattığı, muhattabını başarısızlığa uğratma veya çamurda debeleme, giderek aşağılama, hiçleştirme yöntemleri de aynı üstünlük algısını koruma saiğiyle yapılmaktadır. Bu yaklaşım eksikli bireylerin başkalarının kötü hissetmesi üzerinden kendini gerçekleştirmeye çalıştığı biçiminde yorumlanır. Nefret dolu bireylerin sosyal hayatlarındaki eksiklikleri ve başarısızlıkları bu şekilde muhattabını kendinden daha aşağı seviyeye çekerek veya hiçleştirerek gidermeye çalıştığı ifade edilir.

Kapital Norm

Değer, toplumun iyi, güzel ve doğru olana ulaşmak için savunduğu ideallerden oluşur. Değer bir şeyin niteliğiyle, itibari boyutuyla ilgilidir. Kapitalizmde tüm değerlerin kapitone noktası para olduğu için toplumun etik, estetik değerleri de meta üzerinden nitelendirilmektedir. Marx paranın bu toplumdaki kapsam alanlarını ifade ederken paranın gerçekte insanca ve doğal olan güçleri, nitelikleri tamamen soyutluklara dönüştürerek topluma zarar verdiğini söyler.

İnsan bir niteliktir, bu yüzden değerdir deriz. Toplum kolektif nitelikler bütünüdür, bu yüzden değerdir deriz. “Hangi nitelik?” diye sorulduğunda, indirgeme üzerinden soyutlama perdesini aradan çıkarmış oluruz. “Hangi nitelik?” sorusu insan için sorulduğunda beşeri özellikleri açarız. Kişilik, karakter özellikleri çözümlendiğinde zaten o insanın ahlaki donanımı, meşrebi, kabul ve ret ölçüleri, bağlı olduğu prensiplerle karşılaşırız. Elbette insanı emek değeri, zeka değeri ve başka tür indirgemeler üzerinden ele alan yaklaşımlar mevcut. Ancak “İnsan nedir?” sorusu onu beşeri özelliklerle, yani kişilik ve karakter özellikleriyle tanımlamakla başlamayı zorunlu kılar. Aynı durum toplum için de geçerlidir. Toplumu oluşturan değerleri ele aldığımızda manevi, etik ve erdem özellikleriyle başlamayı gerektirir.

Bir söylem analizi yaptığımızda paranın nasıl günlük hayatlarımızı düzenleyen değerlerin gizli öznesi, referans noktası, dil ve kültürün baskın unsuru haline geldiğini görürüz. Fromm bunu nesneler üzerinden analiz ederek nesnelerin niteliğinin değerine göre tali konuma düştüğünü ve bizim aslında niteliği ifade etmek isterken bile bu niteliği parasal değere tahvil ederek aktardığımızı ifade etmeye çalışır.

“5 dolarlık saat, 2 dolarlık kalem, 3 milyon dolarlık köprüden söz eden insan, her şeyden önce o köprünün yararlılık ya da güzelliğiyle, başka deyişle onun somut nitelikleriyle ilgili değildir; baskın niteliği bir nicelikle, parayla ifade edilen, değiştirme değeri olan bir mal olarak söz etmektedir. Elbette bu, o insanın köprünün yararlılığı ya da güzelliğiyle ilgilenmediği anlamına gelmez; ama şu anlama gelir ki, o nesnenin algılanmasında yararlılık değeri değiştirme değerine göre ikinci derecede kalmaktadır.”[9]

Algılama biçimimiz bizim duygu ve düşünce dünyalarımızın hangi parametreler üzerine kurulu olduğunu gösterir. Ne olduğumuz, gerçekte ne hissettiğimiz, ne düşündüğümüz, neyin bizim için nasıl bir anlam ve değer taşıdığı algılama biçimlerimizle ilgilidir. Algılama biçimlerimiz düşünceleri seçici kılar veya yönlendirir. Düşünceler de duyguları tetikler. Kişi bir şeyi nasıl algılar ve düşünürse duyguları o yönde refleks gösterir. Örneğin kendini birinin kollarında hayal etmek hemen bir duyguyu tetikler. Oysa bunu düşünmezseniz, böyle bir etki de olmaz. Ya da psikolojideki psikosomatik düşüncelerden örnek verelim. Vücudunuzun herhangi bir yerinin kesici bir aletle kesildiğini düşünün, bir acı hissiyle birlikte vücudunuzda bir ürperme hissi oluşur. Algı seçicidir, kişi bir şeyi hangi temelde algılar ve düşünürse duyguları da öyle refleks gösterir. Tepkilerimiz bir şeyin bizim için önem sırasını belirler. Retorik de olsa bir konuyu gündeme alma sıklığımız veya vurgulama biçimimiz onun bizdeki yeri ve önemini ortaya koyar.

George Orwell’ın Aspidistra adlı romanında ana karakter olarak öne çıkardığı Gordon böyle bir algılamanın tipik örneğidir.[10] Gordon her tartıştığı, düşündüğü konunun parasal yanını hesaplar önce. 1930’lar İngiltere’sini konu alan romanda Gordon reklamcı, parazitik bir yaşam süren, ruhu ölmüş bir insan karakteri olarak betimlenir. Gordon kapitalizmin para obsesyonuyla insan ruhunu nasıl kalbura çevirdiğini, tüm yaşam etkinliklerinin nasıl para etrafında döndüğünü, sevginin bile para endeksli olduğunu yansıtan bir örnektir. Gordon karakteri kapitalizmin para değerinin bilinçaltına yerleştikten sonra nasıl her konuda dışa yansıtılan ilk refleks olduğunu gösterir.

Günlük gazetelerin diline, medyanın haber yaptığı konuların topluma sunuluş biçimine baktığımızda da hiç alakası yokmuş gibi görünen enformasyonun meta değerinin haberin odak noktasını oluşturduğunu görürüz. Bu soyutlaştırma, pazarda satılan bir mal olma niteliği taşımayan bir kaza haberi, deprem, doğal afet gibi haberlerde de aynı biçimde aktarılır. Örneğin bir deprem ya da sel baskınına “milyonluk yıkım” diye başlık atmak, somut insan acılarını paraya tahvil ederek aktarmak demektir.

“Bir adamdan ‘1 milyon dolarlık’ diye söz etmek, artık ondan somut bir insan olarak değil, özü bir rakam olarak algılanabilen bir soyutlama olarak söz etmek demektir. Bir ölüm haberini ‘Ayakkabı üreticisi öldü.’ diye verdiği zaman da aynı tutum ortaya çıkar. Aslında bir adam, belli insanca nitelikleri, umutları, dertleri, karısı ve çocukları olan bir adam ölmüştür. O adamın ayakkabı ürettiği, daha doğrusu, işçileri ayakkabı üreten makineleri işlettiği bir fabrikanın sahibi ya da yönetici olduğu doğrudur; ama ‘Ayakkabı üreticisi öldü.’ denildiğinde, insan yaşamının zenginliği ve somutluğu ekonomik işlevin soyut formülüyle anlatılmış oluyor.”[11]

Günlük dilde insan değerini paraya endeksleyen pek çok deyim ve söz duyarız. “Üç kuruşluk adam”, “ucuz bir insan” gibi yığınla söz kalıbıyla karşılaşırız. Ucuz mecazı, saygınlığı ve değeri olmamak anlamındadır. Ucuzluk veya pahalılık parasal değer kategorileridir. İnsanın parasal değer kategorilerinde bir kalıba dahil edilmesi, ona insan değerinden ziyade parasal bir değer biçmek anlamına gelir. Bir dilde bu tür deyim ve atasözlerinin çokluğu, o dilin temas ettiği kültürün sosyal dokusunu oluşturan motivasyonun ne olduğunu gösterir.

Kalite vurgusu da aynı düzlemde ele alınması gereken marka fetişizminin bariz örneklerindendir. Her şeyi kalite değeri üzerinden tanımlar hale geldik. “Kaliteli insan”, “kaliteli ortam”, “kaliteli ilişki” vs. Ya da tam tersi, kalitesiz olarak işaretlenen sosyaliteye baktığımızda da yine insana biçilen değerin şirketlerin marka terazisinde ölçüldüğünü görürüz. Kalite, marka anlamına gelir. Kalitenin mecazı niteliktir. Fakat bir metanın niteliği onun bir şirket tarafından marka, yani kalite haline gelip gelmediğine, reklamı yapılıp yapılmadığına bağlıdır. Kaliteli mal tüketimi üst sınıfın, yani burjuvazinin tüketim alışkanlığıdır. Elit sınıfın, yani burjuvazinin tüketim standartlarında yaşamak, onların gelir düzeyinin karşılayacağı malları kullanmak bireyin seçkinlik kuruntularına, özentiliğine göndermede bulunur.

Fromm mesleki sıfatların ve sahip olunan şeylerin kişinin tanıtım unsurları, görselleri olarak öne çıkarılmasını da meta algısına bağlar. “‘Kimsiniz?’ diye sorsanız ‘fabrikatörüm’, ‘yazmanım’, ‘doktorum’ ya da ‘evliyim’, ‘iki çocuk babasıyım’ diyecektir. Kendini ancak şöyle algılayabilir insan: Sevgi, korku, inanç duyabilen bir birey olarak değil de toplumsal düzen içinde belirli bir işlevi yerine getiren, gerçek yaradılışından yabancılaşmış bir soyutlama olarak. Değerlilik duygusu başarısına, kendini pahalıya satıp satmadığına, işinde başarı kazanıp kazanamadığına bağlıdır. Bedeni, kafası ve ruhu ana mallarıdır onun. Yaşamdaki temel amacı da bunları kazançlı bir şekilde işletmek, kendisinden kâr sağlamaktır. Dostluk, incelik, iyi yüreklilik gibi insan özellikleri mala, kişilik paketinin pazarda daha yüksek fiyata satılacak parçalarına dönüştürülür.”[12]

Vasıflar, sıfatlar benlik değeri olarak öne çıkartılmaktadır. Yeni bir insanla tanışırken sorulan ilk soruların meslek sıfatlarına dair olması, “Mesleğin ne?”, “Ne iş yapıyorsun?” türü sorular insanın beceri kapasitesini, kabiliyetini öğrenmekten ziyade ekonomik gelir düzeyini mesleği üzerinden anlama çabasıdır. Fransız düşünür Gabriel Marcel’e göre insanlar genellikle sahip olduklarıyla bir veya aynı görünmek istemektedir. Bu eğilim onları nesne konumuna indirgemekte ve insan olmaları bakımından değerlerini yok etmektedir.

Hayatı vasıflar üzerinden algılayan, vasıfların varlığıyla kendi varlığını birbirine karıştıran insan kendini anlatırken diplomalara, evlere, kariyere, giyim kuşama, araba markalarına atıfta bulunur. Birey yüzlerce etiketle varlığını şekillendirmeye çalışır. Toplumda saygınlığın bu vasıflar, sıfatlar üzerinden ifade edildiği, herkesin saygı duyacağı vasıflarla kendini donatma tarzı insanın temel motivasyonlarından olmuştur. Oysa insana taşıdığı sıfat dolayısıyla herkesin saygı duyması bile onu saygın yapmaz. Herkesin onu beğenmesi onun değerli biri olduğunu da göstermez. Çünkü insanlar birbirlerine taşıdıkları sıfatlara göre muamelede bulunurlar, özlerindeki değere göre değil. Dünya tarihindeki tiranların, diktatör ve despotların herkesçe saygı duyulan biri gibi göründükleri dönemlerden, herkesçe horlandıkları bir döneme geçmeleri çoğu kez yalnızca bir gün sürmüştür.

Mesleki sıfatlar, ekonomik statü gibi konulardaki saygınlık da aynı şekilde bir anda tersine döndürülebilir. Özden gelmeyen her türlü prestijin, itibari değerin kolay bir manipülasyonla tersine döndürülebileceğini biliyoruz. Bu konuyu Greg Iles Nefret Tohumu adlı romanında Drew karakteri üzerinden aktarır.[13] Olay Natchez bölgesinde geçer. Bu bölgenin en zenginlerinden biri Dr. Drew Elliott’tur. Drew hümanist karakterli, insanlara yardım etmeyi seven ve herkesin sevdiği, saygı duyduğu biri olarak karşımıza çıkar. Drew, Kate Townsend adlı genç bir kıza aşık olur ve onunla gizli bir ilişki yaşar. Kate, Harvard bursu kazanan, zeki ve güzelliğiyle bilinen biridir. Fakat Kate tecavüze uğrayarak öldürülür. Öldüğünde de hamile olduğu anlaşılır. DNA incelemesinde karnındaki çocuğun Drew’e ait olduğu anlaşılır. İki ayrı sperm örneği Kate’in bedeninden çıkar. Fakat bölge savcısı Shad bu olayı hazırlandığı belediye seçimleri için bir psikolojik malzeme olarak kullanmaya çalışır. Dr. Drew bölgenin en nüfuzlu ve zengin kişilerinden biri olduğu için onu ezmenin halk nezdinde itibari bir değer kazandıracağını düşünür. Bu şekilde ikinci sperm örneğini araştırmadan Drew’ün sperminin onun bedeninde bulunduğu ve onu Drew’ün öldürmüş olabileceği söylentisini el altından yayar. Drew’ü taparcasına sevenler, olayı hiç sorgulamadan bir anda ona nefret kusar. Gençler ona saldırır, linç girişimleri olur. Drew bile halkın bir anda nasıl böyle manipüle edilidiğine, ona hayranlıklarını sıklıkla ifade eden insanların olaylar aleyhine dönünce nasıl böyle tepeden tırnağa nefretle dolduklarına anlam veremez. Sonunda avukat arkadaşının yardımıyla spermin Bosna asıllı psikopat bir genç olan Marko’ya ait olduğu ve Kate’i katledenin o olduğunu ispatlar ve aklanır. Ama sevgi ve hayranlığın olaylar aleyhine dönünce nasıl nefrete dönüştüğünün şokunu uzun süre üzerinden atamaz.

Kıyafet mi, Moda mı?

Giyim sektörünün popüler kültür, moda ve güzellik ölçüleri kullanılarak topluma sunulması bir tüketim çılgınlığına yol açtı. Sistem bununla tüm toplumu trendlerin peşinde koşan, kolayca manipüle edebileceği varlıklara indirgerken özneleri kendi normlarının etrafına dizerek bu normlara fan kitleleri de yaratmış oluyordu. Richard Sennett 19. yüzyıla kadar kıyafetlerin sınıf ve hiyerarşilere göre düzenlendiğini, bir sınıfın diğer sınıfa ait kıyafetleri giymesinin söz konusu olmadığını fakat serbest piyasanın toplumu ele geçirmesiyle sınıf ve hiyerarşinin simgelerinin toplumu avlama yöntemi olarak kullanıldığını yazar.

“19. yüzyıla kadar Avrupa’nın her tarafında insanların giydiği tüm elbiseler toplumsal statü ve hiyerarşiye göre belirlenir. Restoran çalışanının elbisesindeki şerit ayrı, fabrika çalışanının şeridi ayrıdır. Bir köylünün, zenginin, şehirlinin hatta her meslek sahibi insanın elbiseleri ayrıdır. 19. yüzyıla kadar Paris ve Londra gibi yerlerde bir başka sınıfın elbiselerini giymek yasaktır. Bu, kanunlarda da belirlenmiş durumdadır. Her sınıf ve meslek kendi sınıfına ait elbiseleri giymek zorundadır.”[14]

Mısırlıların keten “panyo”su, Sümerlerin yün “kaunakes”i bele tutulan etekliklerdi. Fenikelilerin “khitan” denilen kıyafeti bir çeşit gömlekti. Yunanlarda erkek ve kadın kıyafetleri altta ve üstte denilen iki parçadan oluşuyordu. Kralların elbiseleri halkınkinden farklıydı. Örneğin Asur kralları genellikle bedenlerini saran ve sol omza atılan saçaklı bir kumaşa bürünürlerdi. Hitit kralları ayak bileklerine kadar ve sağ kollarını açıkta bırakan kumaşlar giyerlerdi. Fakat ne krallar ne de efendiler günümüzün ortalama insanı kadar elbise çeşitliliğine sahiplerdi. Elbise çeşitliliğine ancak kıyafet balolarında rastlanırdı, o da saraylarda, malikanelerde yapılan eğlence amaçlı ve üst tabakanın katıldığı etkinliklerdi. Feodal dönemin senyörleri, aristokratları her gün değişik bir elbise giymeyi görgüsüzlük sayar ve bu tür gösterişlerden kaçınırlardı. Orta ve alt tabakalardaki insanlar zaten lüksten kaçınır, eski kıyafetlerini atmak yerine yırtıklarını onararak tekrar giyerlerdi.

Kapitalist sistem öncelikle popüler kültür ve moda aracılığıyla kıyafetleri simgesel araçlar haline getirerek topluma sundu. Kıyafetler, bir varlığın diğer bir varlıkla özdeşleşmesinin simgesel aracı oldu. Bir köylü, bir burjuva stilinde giyindiğinde bu onda öforik bir coşkunluğa, tatmin duygusuna yol açıyor. Burada bir gerçeklikten ziyade bir arzu uyandırma, arzuları kamçılama, yapay bir sınıflar arası geçiş olsa da asıl amaç tüketicide geçici bir duygu oluşturmaktır ve bunda da başarılı oldukları su götürmez bir gerçektir.

Kıyafet tüketiminin nesneye özne olma hissiyatı kazandırma özelliğiyle pazarlandığı ve aynı algıyla piyasada yer bulduğu ifade edilmeli. Kıyafetle birlikte sınıfsal bir prestij de kazanılıyormuş gibi hissedilir. Kumaşı farklı bile olsa, bugün sıradan bir emekçi Elon Musk’ın giydiği pantolonu, Jeff Bezos’un giydiği ceketi veya Bill Gates’in giydiği ayakkabıyı giyebiliyor. Estetik normlar da buna dahil edilerek bu kıyafetler artık beğenilme ve baştan çıkarmanın da yegane aracı olarak sunulmaktadır. Örneğin bir kadının kocasını bile etkilemesinin yegane yolunun dekolte bir kıyafet satın alıp giymesinden geçtiği telkin ediliyor.

Bu konu popüler edebiyattan filmlere ve dizilere kadar yoğunca işlenen, model ve ikon yaratmayla birlikte bunların trendlerini de belirleme, arzulara, fantezilere hitap etme yöntemleriyle işlemektedir. Kişi kendinde olmayanı görüyor ve arzuluyor. Eskiden insanların yazlık ve kışlık olmak üzere iki çeşit kıyafeti varken ve toplumların geleneksel kıyafetlerine baktığımızda da bu yazlık ve kışlık dışında farklı türlerle karşılaşmazken, şimdi iki çeşitle yetinen insana pejmürde muamelesi yapılmakta ya da yaşam sevincini kaybetmiş, dervişane yaşayan çileci insan gözüyle bakılmaktadır. Satış reyonlarında sunulan veya reklamı yapılan kıyafet türlerine bakıldığında ise ofiste, evde, ilk buluşmada, sokakta diye başlayan ve neredeyse her mekanda giyilmesi gereken farklı kıyafet türlerinin reklamlarıyla karşılaşırız.

Yine sistem karşıtlarının da sembollerinin moda ikonu haline getirilerek sistem içileştirildiği, bu kesimlerin bile bu yöntemle tüketim pazarının aktif müşterileri haline getirildiği unutulmamalı. Örneğin 50’li yılların beatnikleri, 60’lı yılların hippileri sistem karşıtı olmalarına rağmen kısa sürede bunların giyim tarzları moda haline getirilerek tüketim sektörünün metasına dönüştürüldü. Yine 68 gençlik hareketi özellikle dünyadaki sömürüye dikkat çekmek ve üçüncü dünya ülkeleriyle dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu ülkelerin giyim kuşamını ön plana çıkarır. Kısa sürede onların giyim şekillerinin moda ikonu haline getirilerek, bu şekilde sistem içileştirilerek tepkileri sönümlendirilmiştir.

Daha yakın tarihlerde punk ve skin-head toplulukları güya gelişen militarizme ve şiddetin yeniden doğuşuna dikkat çekmek için asker kıyafeti giyerek tepki göstermek istediler. Fakat punkların bu yaklaşımı toplumdan önce modacıların dikkatini çekmiş olmalı ki asker pantolonu ve askeri tişört bu sefer asker hayranlığının sembol giysileri olarak yaygın bir satış pazarı buldu. Bu tür gençlik akımlarının giyim kuşamlarında da zarafet yerine alaycılık, zirzopluk, gülünçlük başlı başına bir stil olarak öne çıkarıldı.

Çin Devrimi’nin hemen sonrasında Maoist gerillalara saygı ve sempatinin bir göstergesi olarak toplumda yaygın bir askeri kıyafet ilgisinin gelişmesi doğal bir halk eğilimiyken, bir sembolün kapitalist tüketim aracı kılınması nesneleştirir ve anlam yitimine neden olur. Örneğin Che’nin beresinin bugün dünyada çok satan bir meta olması Che kişiliğine veya sosyalizme bir katkı sağlıyor mu? Uluslararası bir film festivalinde YPG kıyafeti giyen mankenlerin kırmızı halıda yürütülmesinin bir sevinç kaynağı mı, yoksa bir metalaştırma eğilimi olarak endişe kaynağı mı olması gerektiği düşünülmelidir. Sistem muhaliflerinin bile tüketim dininin iman edenleri, aktif pazarın yeni cepheleri olarak kullanılmaları amacı düşünülerek, metalaştırılan her şeyin kapitalize edildiği ve zaten bu amaçla moda ikonlarının yaratıldığı unutulmamalıdır.

Bir Optimizasyon Diktası Olarak Güzellik Sektörü

Sosyolog ve felsefeci Claudine Sagaert Kadın Çirkinliğinin Tarihi adlı çalışmasında çirkinliğin kadında bedenle, erkekte zekayla ilgili kalıp yargılar yaratılarak gündeme getirildiğini, bedenin kusurlarının örtülmesinde eskiden kadına annelik ve evliliğin panzehir olarak sunulduğunu fakat günümüzde bunun için devasa bir sektör halinde çalışan bir “güzelleştirme hareketi”nin oluştuğunu aktarır.

Güzel ile çirkin arasındaki zıtlık ontolojik ve fizyolojik açıklamalar barındırırken, ontolojik çirkinlik ahlaki çirkinliğe kaydırılarak sınıflı toplumun ürünü tüm mitolojik dinlerde kadının suçlu ve vefasız olarak mimlendiğini görürüz. Kadının ahlaki bir kusur olarak çerçevelendiği sınıflı-devletli tarih, kadına ait olan tüm değerlerin hedef alındığı, yok edildiği, kadının tüm varlığının fiziki görünümüne indirgenerek ataerkil sistemin kalıp yargılarına göre yeniden şekillendiği bir süreçtir. Günümüzde kapitalist tüketim sisteminin kadın ideali olarak dönem dönem idealleştirdiği (güzellik kraliçeleri, kainat güzelleri, yılın kadınları vs.) modellerin bir benzerini mitolojilerde de görürüz. İnanna, Afrodit, Kibele, İsis gibi örnekler eski çağların mitoloji modelleri olarak tasarlanırken, feodal dönemde masal ve efsanelerle aktarılan Delila, Ester, Juliet, İsolde, Helen gibi yığınla örneğin üretildikleri dönemin koşullarına göre içeriklendirildiklerini görürüz.

Kuran’da Sara örneği betimlenirken nasıl tanrının ilahi güzelliğinin 99’unu Sara’ya, geri kalan birlik kısmını ise diğer kadınlara bahşettiği söyleniyorsa, güzelliğin bir tanrı vergisi olduğu ve tanrı tarafından insanlara bağışlandığı tüm mitoloji ve dinlerin ortak vurgusudur. Dolayısıyla güzelliğinden sorumlu olmayan, tanrı ve erkek tarafından güzelleştirilen kadının çirkinliğinden de azade kılınması beklenirken, aterkil sistem kadının çirkinliğini ise tamamen kendi kabahati gibi ele alır. Bu yargıyla kadını daima sahneye çeker. Kadın, çirkinliğini örtmek için çeşitli kozmetik ürünler geliştirse de, ne cadılıktan ne de ruhu düşmüş bir varlık olarak tanımlanmaktan kurtulur. Estetik olamamkla suçlanan bedeninin, kötü ruhunun dışa vurumu olduğu söylenir. Bu ikilem arasında mütemadiyen güzellik ölçüleri ve davranış kalıpları değişse de ideal ölçüde olanların “baş tacı”, “sultan”, “prenses” gibi sıfatlarla tanımlanması kadar, kriterlerin zıt kutbunda kalan kadınların ise “Çirkinim, o halde yokum.” çıkarımıyla baş başa kaldığını ifade etmek gerekir.

Sagaert, kapitalist süreçle birlikte kadını fiziki olarak şekillendirme ve güzelleştirme hareketinin aşamalı olarak geliştiğini söyler ve makyajdan bedeni çeşitli aygıtlarla biçimlendirmeye, zayıflama tekniklerinin geliştirilmesinden yaşlılığı önlemeye ve giyim kuşama dek pek çok yöntemi sıralar.[15] Žižek ise kültürün kadınları serbest cinsel ticaret pazarında rekabet güçlerini koruyabilmek için güzellik ameliyatlarına katlanmak, kozmetik implantlar veya botoks yaptırmak için devasa bir baskı altında tuttuğunu aktarır. Žižek buradan batının kapitalist değerleriyle yetişen insanların gönüllü olarak güzellik ameliyatı eziyetine katlanmalarını, kadınları zorla acılı bir klitoris sünnetine maruz bırakan Afrika kültürüyle kıyaslar.

Kapitalizm ile birlikte oluşturulan küresel pazarda kadını estetik kalıplara dahil edecek malzemelerin pazarlanmasına denk gelen güzellik modasına uymayanların açıktan veya ima yoluyla çirkin olarak nitelenmesi kaçınılmazdır. Hep genç ve güzel kalma yöntemlerinin özellikle kadınların gözünün içine sokulması, bunun pazarının hızla oluşmasını sağladı. Anomali duvarını yıkması için dayatılan normale kendini teslim etmeye zorlanan kadınla birlikte 21. yüzyılda erkek de bu çirkinlik suçunun sanığı kılınarak, oluşan bu yeni pazarın alıcısı kılındı. Güzellik ameliyatları için artık sadece kadınlar değil erkekler de bıçak altına yatmaktadır. Çünkü, Žižek’in tabiriyle, pazarda rekabet güçlerini onların da artırması gerekir.[16] Vücudun optimizasyon zorunluluğu herkes için geçerlidir artık. Yalnız botoks,silikon ya da güzellik müşterileri değil kas, steroid ve fitness merkezi müşterileri de vardır.

Piyasanın ideal güzellik tanımına uymak için spor salonları, diyetisyenler, moda tasarımcılıarı, kozmetikçiler ve plastik cerrahlar iş başında. İnsan bedeninin neredeyse her santimetresinin ideal ölçüsü ortaya konulmuş. On yerini bu ideal ölçüye getirse geriye doksan “kusurlu” yer kalacak. Bu yüzden bir Sisifos çıkmazında, yaşam boyu temel gailesi ve meşgalesi bu olacak. Medya, filmler, popüler kültür gibi aktif alanlar üzerinden “kusurlulara” dönük algı oluşturma, yönetme ve yönlendirme operasyonları ne kadar amacına ulaşırsa her gün bir o kadar kitle bu güzellik endüstrisinin kapısında müşteri olarak bekleyecek. En büyük ekonomik kriz süreçlerinde bile yapılan istatistiki çalışma sonuçlarına göre eğer güzellik ürünlerinin satışında düşüş yerine artış varsa, üstelik toplum bir sefalet sürecini yaşıyor ve her gün onlarca insan ekonomik nedenlerle intihar ediyorsa, bu artık bir rıza imalatından ziyade bu sektörün kölesi olmak anlamına gelir.

Aldous Huxley 1932’de kaleme aldığı ve bir biyo-psikolojik uygarlık tahayyülünü konu alan Cesur Yeni Dünya adlı romanında bile bu kadarını hayal edememişti. Orada tüm uygarlık gençlik fetişizmi üzerine tasarımlanmıştır.[17] Genç kalmak için insanlar sanal homeopatik ilaç olan “soma”yı kullanır. Oysa günümüz insanları sadece mide duvarını döven ilaçları kullanmaya değil tüm bedenini cerrahların neşterleri altına yatırmaya razı, gün boyu spor salonlarında koşturmaya teşne ve normal bir yemeği bile kendine haram edecek düzeyde diyetisyenlerin listelerine fan olup yiyeceği bu yemekler sayesinde bir “barbie”ye dönüşeceği ümidinde.

Artık sosyal medya sayesinde tüm organlarımıza dair olası idealler var. Oysa insanın burnu bir taraftan kısa, profilden uzun görünebilir. Mimetik bir algıyla bakışları yanıltsanız bile insanın hiçbir organı simetrik ölçülere vurulamaz. Kiminin burnu basık, kimisi kısa ya da uzun; kiminin kulağı uzun ya da kepçedir vs. Bunlar insan biyolojisinin binlerce yıldır kusur olarak adlandırılmayan doğal halleridir.

John Berger Görme Biçimler adlı kitabında “Nesneler bizim onlara yüklediğimiz anlamdan ibarettir; insanlar da öyle.” der. İnsan algısını bir burna, göze, kulağa odakladığımızda insanın en dikkat çekici anomalisi orası gibi görünür. Jostein Gaarder’in Sofie’nin Dünyası kitabında, dedesinin onu psikoposun burnunun iri olduğu konusunda uyarıp burnu konusunda şaka yapmamaya dikkat etmesini istediğinde, bu algının kız çocuğunun tüm benliğini kaplaması ve psikoposa kahve götürdüğünde “Kahvenize kaç şeker alırsınız?” diyeceğine “Burnunuza kaç şeker alırsınız?”[18] demesinde olduğu gibi parçalı, bölümlü bakış da ya anomaliyi görür ya da anomali olarak görür.

Oysa birleştirerek algılamak insanın biyolojik, fizyolojik yapısının milyonlarca yıllık evrimi sonucu edindiği bir beceridir. Elimizdeki kalemi atomaltı dünyasıyla birlikte görüyor olsaydık muhtemelen bir harf dahi yazamazdık. Bir kumsala baktığımızda kum taneleri kumsal bütünlüğü içinde değil birer kum tanesi olarak algılanıyor olsaydı kimse kumsala yaklaşmazdı.

Mekanın Kapitalizasyonu

Kapitalizmin oluşturduğu mimari alan, mekan ve modellerinin de özel mülkiyet ve tüketim endeksli tasarlandığını ifade etmek lazım. Sınıflı, devletli tarihle birlikte iktidar yapıları kubbe tipi yuvarlak evler yerine hiyerarşi mantığını yansıtan, iktidar ve tahakküm mantığının önde olduğu kare ve dikdörtgen yapılar inşa eder. Feodal dönemde iktidarı yansıtan sivrilik ve yükseklik göze çarpar. Ancak kapitalist sistem sürecinde, Foucault’nun Özne ve İktidar kitabında belirttiği üzere, tüm özel daire yapıları daha fazla tüketim talebi demektir. Her hane, ev eşyalarıyla doldurulması gereken mekan anlamına gelir.

Mahremiyet bedenin sınırlarını tanımlasa da metaforik olarak hane halkının dışa kapalı, özel ve özerk yapısını da dile getirir. Bunun kapitalizmde fetişleştirilmesi özel mülkiyet alanlarının toplumsal, kolektif alanlar hilafına güçlendirilmesi anlamına gelir. Mülkiyet alanlarının kapitalizmde vaftiz edilmesi, bunların kapladığı alanların dokunulmazlığını da getirdi. Bu da dinlenme, barınma alanı olarak tasarlanan evin içerisinde kişilere ait özel, dokunulmaz sınırlar, mikro mülkiyet alanları oluşturulmasını sağladı.[19]

Örneğin kapitalizmin günümüzde tasarladığı ev modelleri en fazla özel mülkiyet alanlarına bölünmüş, mutlak sınırlarla birbirinden ayrılmış, özel mülkiyet nesnelerinin dokunulmaz kılındığı odalardan oluşmaktadır. Bu şekilde her çocuğun göz önünde olmayan kendi özel alanı, odası, mikro mülkiyeti oluşturulmaktadır. Bu odaların kapılarının kapalı olması veya kilitlenmesi makbul bir davranış olarak görülür. Ebeveynlerin bile kapıyı çalmadan, izin istemeden girmesi yasaktır. Oda çocuğun uygun gördüğü şekilde dekore edilir, duvarlarında sevdiği takımın, film yıldızlarının, rock yıldızlarının posterlerinin asılı olması filmlerde sunulan ortalama çocuk ideali olmakla birlikte, ilgisini cezbeden konuların popüler kültür ikonlarından seçilmesi daha küçücük yaştan itibaren kapitalizmin fideliğinde büyütülen çocukların ilgi ve algılarının sınırlarını gösterir. Böyle bir evde büyüyen bir çocuğun değer verdiği şey de elbette başkalarından çok kendisi olacaktır.

Eski çağlarda evlerin kapitalist dönemde olduğundan çok daha fazla odası vardı ve daha geniş olmalarına rağmen, çocuklar için dışa kapalı odalar yoktu. Eski konakların birçok odası vardır fakat çocukların özel, ebeveynlerine kapalı odası yoktur. Feodal dönemde bir konak beyi veya mirin ergenlik yaşında oğlunun, duvarlarında hayranı olduğu kişilerin resimlerinin olduğu, kilitli kapısını ebeveynlerinin açma izninin olmadığı bir odası yoktu. Büyük bir odada diğer gençlerle birlikte uyurdu. Hep göz önündeydi ve her zamana diğerlerinin ne gördüğünü, ne söylediğini dikkate almak zorundaydı.

Prenslere, mirlere yapılamayan muamelenin kapitalizmde çocuklara yapılması pedagoji amaçlı mı? Örneğin çokça vurgusu yapılan çocuğun özerk ve kendi ayakları üzerinde duran, iradeli bir birey olarak yetiştirilmesi için mi? Bir karşılaştırma yapıldığında eski çocuklardan çok daha kötü koşullarda, daha zaaflı, iradesiz yetiştiği görülecektir şimdiki çocukların. O halde özel, özerk muamelesinin bir illüzyon olduğu, toplumsal yaşamın atomize edilmesinin bir tezahürü olarak çocuk ve ebeveynler arasına da mesafe koyan, çocuğu küçük yaştan itibaren mülkiyet sınırlarına alıştıran, kendi benliği içine hapseden, Lacan’ın ayna-benlik kavramının zıt istikametinde bir Freudyen benlik inşası olduğu görülecektir.

Evin içinin bile kapitalize olması, çocuk ve ebeveyn ilişkilerinin yeni parametrelerde şekillenmesi, karakter oluşumunu da etkileyecektir. Freud’un “anal karakter” anazlizinde ifade ettiği “dışkıl-istifçi karakter” çocuğun ekonomi ve tüketim obsesyonuyla büyümesine karşılık gelir. Kapitalist ev ve aile tipinde çocuğun kumbaraya alıştırılması da bu obsesyonun oluşumunda etkilidir. Freud dışkıl-istifçi karakter için biriktirme ülküsünün en çekici ülkü olduğunu, meta biriktirmenin bu karakter için bir erdem olduğunu vurgular. Durumları kendisi için başat olan çaba aracılığıyla yorumlamaya eğilim gösterir. Örneğin herhangi bir şey yapması veya herhangi bir şeye karar vermesi gerekiyorsa,onun seçimi daima ekonomi endeksli olacaktır. Freud anal karakterin olumlu özelliklerinin de olduğunu ifade eder. Örneğin becerikli, tutumlu, dikkatli, ölçülü, hesaplı, soğukkanlı, düzenli ve yöntemli olması. Bu özellikler tam da kapitalist sistemin geliştirmek istediği karakter özelliklerini yansıtır. Anal karakterin olumsuz yanları ise imgelem gücünden yoksun, cimri, kuşkulu, soğuk, endişeli tembel, çok bilmiş, saplantılı ve hükmedici olarak ifade edilir.[20]

Ev içinin Taylorizasyonu, evlerin fabrika gibi makineleşmesi ve otomatlaşmasını geliştirdi. Akıllı ev aletleri devri bu otomatlaşma ve Taylorizasyonu gözler önüne seriyor. Akıllı aletlerin yanı sıra akıllı evler kapitalist idealin bir üst modeli olurken, kişiyi bir Oblomov ütopyasında yaşamaya mecbur kılmaktadır.

Her Derde Deva: Tatil

Tatil 19. yüzyılın sonu ile birlikte lügatimize giren ve 20. yüzyılda küresel bir simülakraya dönüşen, Aldous Huxley’in soma hapları gibi her derde deva diye sunulan yeni bir pazar cephesi oldu. Eskiden böyle bir kavram ve ihtiyaç yokken, sadece yüz yıl içerisinde yaratılan manipülatif algı ile tatil sosyal ihtiyaç piramidinin tepesine çıkarıldı.

İnsanlık tarihi boyunca hiçbir ülke seçkinlerinin bir başka ülkeye tatile gittiğine dair herhangi bir ibareyle karşılaşmayız. Örneğin bir Med kralının ya da aristokratının Babil’e tatile gittiğine, Sümer seçkinlerinin Mısır’a alışverişe ya da Zagros Dağları’na kayak tatiline gittiğine dair hiçbir kayıtla karşılaşmayız. Yine feodal dönemde mesela bir Botan mirine ya da Balkanlardaki bir prense tatil için yurt dışına gitmekten söz edilseydi muhtemelen bu onlara fazlasıyla mantık dışı bir şey olarak gelirdi.

Oysa günümüzde insanlar yurtdışına çıkmak için ciddi paralar harcıyor. Artık her ülkede tatil beldeleri var ve insanın her türlü hedonist algılarına hitap eden vaatler ile tanıtılıyorlar. Turizm sektörü olarak bilinen kapitalist sektör bu tatil gereksiniminin simültane evreninde en aşırı tüketimin, ekonomik hareketliliğin olduğu bir alandır. Tatil tanıtım reklamı, broşür veya kataloglara bakıldığında Oz Ülkesi romanında çocukları mest eden hikayeler anlatan gelinciklerin cennet ideali olan Oz ülkesini andırır. Tatil algısı içerisinde pazarlanan veya alıcıya vadedilen mutluluk, huzur, dinlenme ve sınırsız eğlencedir. Bu yüzden 21. yüzyıl turizminin en gözde kavramı “her şey dahil tatil”dir. Yani insana kendi nirvanasını yaşatmanın, ne arzuluyorsa bu tatile dahil olduğunun beyanıdır.

Sistemin bütün onarıcıları insanlara tatile çıkma tavsiyesi veriyor. Psikiyatrlar bile tatile çıkmayı telkin ediyorlar hastalarına. Sosyal bilimciler toplum tahlillerinde, toplumun bir kesiminin artık tatile gidemediğini bir toplumsal kaosun alameti gibi bildiriyorlar. Tatil insanın normali ile anormalinin alameti haline getirildiğinden, emekçi bir insan o yıl tatile gidemediğinde kendisine fireli bir insan gözüyle bakmaktadır.

Turizm endüstrisi uçak biletleri ve otel odaları satmaz; deneyim satar. Türkiye için Paris nasıl bir tatil yeri olarak sunuluyorsa, Parisliler için de bir başka yer tatil kentidir. Tatil yerlerinin tanıtımı için sıklıkla “Bir Dünya Masalı!” reklamıyla karşılaşırız. Bir reel mekana değil de mitos diyarına gidiliyormuş gibi bir aktarımdır bu. Bu mitos diyarının yolcularına kendilerini yeniliklere açık tutmaları, yeni deneyimlere, yeni ufuklara yelken açmalarını telkin eden ve her türlü dünya arzusunun tatmini vaadini sunan bu mitos diyarını keşfetmeleri istenir.

Sistem onarıcıları bunu rasyonalize etmek için bireyin değişik ilişkiler yaşaması, değişik mutfaklar denemesi, farklı müzik tarzlarıyla tanışması, turistik yerleri gezmesi telkininde bulunur. Bunları yapmanın en iyi yolu da günlük rutinimizi bozmak, alışık olduğumuz ortamın dışına ve uzak yerlere seyahate çıkmaktır. Böylece farklı insanların kültürlerini, mutfaklarını ve normlarını deneyimleyebiliriz. Tekrar tekrar yeni bir deneyimin nasıl kişinin gözlerini açtığını ve yaşamını değiştirdiğini anlatan mitoslar dinleriz.

Kapitalizmin Ekolojik Yıkımı ve “Siyah Kuğu” Etkisi

Evrenin gözünde eşşiz, özel, narin varlıklar değiliz. İnsanın antroposantrik bakışıyla bakıldığında evrenin en değerli, en yararlı varlıkları olarak görülsek de denge ve yararlılık açısından değerlendirildiğinde kozmostaki yerimizin yolda yürürken ezdiğimiz bir karıncadan daha büyük olmadığını, yalnızca düşünce ile donanmış ve hedefleri peşinde koşan varlıklar olduğumuzu biliyoruz.

Kuantumda dolanıklık teorisi hem makro hem mikro düzeyde her şeyin birbiriyle etkileşim halinde olduğunu ortaya koyar. Doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar insani amaç ve çıkarlardan ve insanların onları değerli ya da değersiz bulmalarından bağımsız olarak, kendileri değerlidir. Bu varlıklar kendilerinde bir değere sahip olduklarına göre onlara saygı göstermek ve korumak gerektiğini biliyoruz. Çünkü insanın doğadaki varlıklara karşı ahlaki bir sorumluluğu vardır.

Doğadaki varlıkların yaşamlarını idame ettirmesi yaşama birliğindeki dengeye bağlıdır. Yaşama birliği belirli bir bölgedeki tüm canlıları kapsar. Yaşama birliklerini türdeş topluluklar oluşturur. Türdeş topluluk aynı türden, aynı bölgede yaşayan bireyler topluluğudur. Söz gelimi, bir ormanda yaşayan bütün ağaçlar bir türdeş topluluktur. Bir türün yaşadığı bölgeye habitat denir. Habitat canlılar için yiyecek ve barınak sağlar. Kısacası habitat canlının evidir, yaşadığı yerdir.

İnsan bir canlının habitatını bozduğunda ekosistemin bir birimini ve dengeyi de bozmuş olur. Ekosistem ekolojinin temel birimidir, bitki ve hayvan canlı topluluğu ve bunlara bağlı cansız çevrenin dinamik ve bağlantılı bir bileşiğidir. Ekosistem birbiriyle enerji ve beslenme bağlantısı içinde bulunan canlılar grubu ile bunların etkileştikleri fiziksel, jeolojik ve kimyasal çevre olarak ele alınabilir.

Dünyanın denge ve döngüleri var ve bir dış zorlama ya da müdahaleyle bu dengeler aşılmak istenirse kendini koruma mekanizmaları devreye girer. Mesela sayısı ve şiddeti giderek artmakta olan afetler gibi. Kâr hırsı uğruna doğanın tahrip edilmesi, küresel ısınma, çekirge istilaları, buzulların erimesi, ekolojik yıkım gibi konular üzerinden sıklıkla gündemdeydi. Ancak 2019 yılı birçok kritik eşiğin aşıldığı bir yıl oldu. Kapitalizmin talan ve yıkımının getirdiği sonuçları tüm insanlık yaşadı. Aynı yılın başlarında dünyanın farklı yerlerinde devasa büyüklükte afetler yaşandı. Yıkım gücü çok yüksek kasırgalar, hortumlar, fırtınalar, bazı bölgelerde kuraklıklar, çekirge istilaları, kimi bölgelerde seller ve tabii ki dünyanın büyük bir bölümünü kasıp kavuran yangınlar… Bu yangınların en büyüğü Avustralya’da yaşandı. Sonra Kuzey Amerika’daki yangınlar ve ardından haftalarca süren Amazon yangınlarına tanık olduk. Üstelik Amazon yangınlarından hemen önce Brezilya’daki faşist Bolsonaro’nun sekiz ay boyunca dünyanın akciğeri olarak bilinen Amazonları yok ettiği düştü dünyanın gündemine. Yalnızca bir ay içerisinde 2250 kilometrekare ormanı yok ederek tarıma, madenciliğe açtığını öğrendik.

Denge eşiği aşıldığında felaketler kaçınılmaz hale geliyor. Koronavirüs salgını doğamızın kendini koruma reflekslerinden sadece biri. Küresel salgınların çoğu doğa tahribinden ortaya çıktı. Çünkü kapitalist sistem son kalan doğal yaşam alanlarına da el attı. Ekosistemlerin en canlı, dirençli olduğu tropik ormanların yağmalanması arttı. Başta endüstriyel tarım, hayvancılık, maden arama vb. daha fazla kâr hırsı için ormanlar kesiliyor, yakılıyor. İnsanlar bu ormanların içlerine yeni yerleşimler kuruyor ve ormandan besleniyorlar.

Amazon ormanları katledilirken o bölgeden Zika virüsü çıktı ve anne karnındaki bebeklerin beyin gelişimini bozdu. Afrika tropik ormanları katledilirken Ebola virüsü çıktı. 2013 ile 2016 arasında bu virüse yakalananların yarısı, 11 binin üzerinde insan hayatını kaybetti.

“2017 yılında yayımlanmış bir araştırmaya göre, yarasalardan insanlara geçmekte olan Ebola salgınları genelde Orta ve Batı Afrika’nın orman kesimleri yapılan bölgelerinden çıkıyor. Palmiye yağı üretmek üzere doğal ormanlar kesilirken, doğal habitatları yok edilen yaraslar kendilerine başka yerler arıyorlar ve insan yerleşimlerine gidiyorlar.”[21]

Palmiye yağı en çok da kozmetikte kullanılır. İnsanın kozmetik kaygısı palmiye ağaçlarının olduğu ormanların kesilmesine ve oradan da Ebola virüsünün çıkmasına neden oluyor. Zika virüsü ve Ebola nasıl ormanların tahrip edilmesiyle çıkmışsa, insanın özellikle orman tahribine devam etmesiyle bu sefer de SARS virüsü peyda oldu. Asya kıtasındaki doğal ormanlardan da yakın geçmişteki virüsler çıkmıştı. 2002-2003 arasında Çin’in güney bölgelerinde yayılan SARS virüsü 8098 kişiye bulaştı ve 774 kişiyi öldürdü.

Climate Focus adlı çevre örgütünün açıklamasına göre yılda ortalama 26 milyon hektarlık orman tahrip ediliyor ve her yıl İngiltere büyüklüğünde ormanlık alan yanıyor. Mevsim değişiklikleri, küresel ısınma, sel felaketleri bu yıkımın domino etkisi sonucu gelişiyor. İklim değişikliği nedeniyle hava sıcakları arttıkça hayvan türleri de habitatlarından çıkıyor ve başka türlerle karşılaşıyor. Yerel ekosistem ve biyolojik çeşitlilik yok olurken oradaki canlı türlerinin hastalık yayma olasılığı artıyor.

2019’un sonunda çıkan koronavirüs de doğal yaşamı tahrip edilen hayvanlardan kaynaklandı. Virüsün Çin’in Wuhan kentindeki bir pazardan çıktığı ifade ediliyor. Pazarda satışa sunulan yabani hayvanlardan biri de pangolinler. Yarasalarla aynı ortamda yaşayan pangolinlerin virüsü yarasalardan aldıkları düşünülüyor.

Ormanlar endüstriyel tarım, maden arama gibi gerekçelerle her yok edildiğinde bir salgın hastalığın ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yıkım, tahrip etme ve zehirleme süreci durmazsa daha büyük pandemilerin patlak vermesi kaçınılmaz. Pandemiyi “doğanın acımasızlığı” olarak tanımladılar. Oysa doğa, insan gibi acımasız, yozlaşmış, hırslı ve tehlikeli değil. Doğadaki bir savunma refleksi ama insandaki bir işgal ve tahrip etme dürtüsü. Toprağa ve ağaca saygısı olmayanların insana saygısı olur mu? Yurt, ülke, vatan kavramları içindeki doğayla anlam kazanırlar. Ekolojik bilinçten yoksun bir yurt sevgisi düşünülebilir mi? Üzerinde yaşadığı toprağın, canlıların, suyun tahribini önemsemeyen bir insanın ülkesini, yurdunu önemsemesinden söz edilebilir mi?

Bu konuda bir de Türkiye örneğine bakalım. Ülkenin her yöresi maden çıkarma ruhsatı almış şirketlere peşkeş çekilmiş durumda. Ülkenin neresinde bir doğal güzellik varsa, nerede köklü yapılar, koruma alanları, temiz su kaynakları, el değmemiş ormanlar varsa ya maden şirketlerince ya da HES ve JES’ler ile tahrip edilmiş durumda. Bu konuda Kelebekler Vadisi, Salda Gölü, Cerratepe, Fatsa ve Hasankeyf’te olanlar örnek gösterilebilir.

Türkiye’nin her bölgesinde maden arama, HES, JES çalışmalarıyla doğayı tahrip etme seferberliği için çalışan yerel, yabancı yüzlerce şirket var. Cengizler, Limaklar, Kolinler gibi çokça bilinen yerel şirketleri bir kenara bırakalım, sadece madenlerde 118 emperyalist tekele ait 593 maden ruhsatı var. Sayısı bile insana dudak uçuklatan maden şirketleri canla başla, gece gündüz demeden seferberlik halinde toprağı deri dönüşsüz şekilde zehirliyor, flora ve faunayı yok ediyor.

Çokça gündeme geldiği için Kazdağları ve Munzur örneklerini ele alalım. Dersim için 145 maden projesi bulunuyor. Kentte verilen ruhsatların bir kısmı Munzur Gözeleri, Munzur Suyu, Mercan Vadisi, Kırkmerdiven Şelaleleri, Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyüklerinin yer aldığı 42 bin hektarlık alanda ilan edilen Munzur Milli Parkı’nın bir bölümünü de içine alıyor.[22] Peki Munzur’un çıkarılacak madenlerden önemli ne gibi özellikleri var? Ağaç kıyımı, kentin oksijen kaynağının tüketilmesi konularını da bir kenara bırakalım, sadece Munzur 109 bitki türünü barındırıyor ve bunların 17’si endemik, yani dünyada sadece orada yetişiyor. Bunlar maden aramalarına kurban edilecek. Tülin Tepe, Tepecik ve Pulur höyükleri Medlere kadar proto-Kürtlerin tarihi anıtları, eserleriyle dolu. Bunların yok olması demek, Kürt tarihinin Urartu ve Medlere ait hâlâ varlığını koruyan eserlerinin imhası demektir. Yine Munzur bal ormanları, şifalı suları, dağ keçileri, Kafkasya leoparı, dağ engereği, kızıl engereği ile bir ekolojik cennet. Peki bunları yok etmek, bir kenti ve coğrafyayı mezarlığa çevirmek değil mi?

Kazdağları ise bir altın şirketi olan Alamos Gold adlı şirkete verildi. Oradan çıkarılacak altının %4’ü Türkiye’ye verilecek. Şirketle yapılan tek anlaşma bu. Peki şirket altını buradan nasıl çıkarmaya çalışıyor? 20 bin ton siyanür kullanarak. Bu şirketler kendi ülkelerinde siyanür kullanamazlar çünkü yasak. ABD ve Kanada gibi maden şirketlerinin yoğun olduğu ülkelerde siyanür kullanımı yasakken, başka ülkelerde tonlarca kullanabiliyorlar. Kendi ülkelerinin doğasını zehirlemez, toprağını korumaya özen gösterirler ama başka topraklara girdiler mi onlarca ton siyanür kullanmanın oradaki toprağı da, orada yaşayan canlıları da sonsuza kadar tahrip etmesini umursamazlar.

Kazdağlarında kullanılan siyanür, bölgede yaşayan 180.000 insanın temiz su kaynaklarını zehirleyecek. Maden araması yapılacak 3500 hektar alanın %99’u el değmemiş orman ve şimdiye dek 200 binden fazla ağaç kesilmiş orada. Sadece bu kadar mı? Mesela sülfür bileşiklerinin yer altı sularına karışmasıyla su altı kaynakları kirlenecek, tarımsal ürünler kirlenecek ve suda hiçbir canlı yaşayamayacak. O suyla yapılan tarım sulamalarında zehir gıdaya karışacak, onu insan yiyecek ve insan bedeninde kalıcı hastalıklara sebep olacak. Şifalı sular, kızıl geyikler, ceviz, badem, zeytin, ıhlamur ağaçları ve bütün canlı türleri bu doğa zehirlenmesinden payını alacak.

Bu örnekler ekolojik bilince sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu anlamamıza olanak sağlar. Kapitalist tüketicilik, diğer kaynaklar gibi, toprağı da zehirlemektedir. Doğadan istediklerini aldıktan sonra toprağı sonsuza dek cerahatli bir yara ile baş başa bırakır. Oysa doğayla ve öteki canlılarla ilişkilerimizde geçerli değer yargıları olmak zorundadır. Doğayı etkileyen insan eylemlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı eylemin hangi değer yargısına göre belirlendiğine göre değişir. Bütün sınıflı toplum kurumları (dinler, hiyerarşiler, iktidar yapıları) doğayı ve diğer tüm canlıları insana hizmet için, onun ihtiyacını karşılamak için sonsuz kullanım hakkıyla insan tasarrufuna bırakır. Adorno’nun sözüyle ifade edecek olursak “Auschwitz bir mezbahanın önünden geçerken ‘ama onlar hayvan’ denmesiyle başlar.” Ağaç kesimi de bir can kıyımıdır. Kâr hırsı uğruna toprağın tüm canlılarla birlikte zehirlenmesi bir cinai girişimdir, toplu bir kırımdır.

Bu yüzden olsa gerek Jacques Ellul insanın ontolojik amacı ile kapitalizmin insanı mahkum ettiği biyolojik, jeolojik ve kimyasal bozulmaya dikkat çeker:

“İnsan doğanın güzel havasını solumak için yaratılmıştır; ama soluduğu şey, asit ve kömür katmanlarından oluşan kötü bir bileşimdir. Yaşayan bir çevre için yaratılmıştır; ama taş, beton, asfalt, cam, demir ve çelikten oluşan bir dünyada yaşamaktadır. Temiz, göz kamaştırıcı cepheler arasında ağaçların boynu bükük, benzi soluk. Atların kaderini paylaşan kedi ve köpekler yavaş yavaş kentlerden kayboluyor. Sadece sıçanlar ve insanlar ölü bir dünyanın sakini olmaya devam ediyor. Hareket alanı olan odalarda yaşamak, uzak mesafelere bakmak, küçük de olsa tarlalara açılan odalarda yaşamak üzere yaratılmıştır insan. Bir de şimdi görün. Nüfus artışının dayattığı kurallar ve mimari farklılıkların kuşattığı insan, şehrin sokaklarının anonim dünyasına açılan daracık mekanlarda yaşıyor.”[23]

Mesele sadece insanın mahkum edildiği yaşam biçimi değil. Artık insanlık, sistemi domino etkisiyle çökertebilecek afetler, ekonomik krizler, kitlesel göçler ve salgın hastalıklarla karşı karşıya. Doğa ele geçirilecek bir alan olarak görüldüğünde, bunun aracı olarak görülen teknoloji özel bir önem kazanır. Artık “siyah kuğu” denilen felaketler bir distopya betimlemesi değil hayatımızı alt üst edebilen somut gerçekliklerdir. Finans profesörü Nicolas Nassim Taleb Siyah Kuğu adlı kitabında bu kavramı küresel ekonomik krizleri açıklamak için kullanmıştı. Oysa bu teori günümüzde afetler ve salgın hastalıklar için de kullanılmaktadır. Taleb’e göre tüm kuğuların beyaz olduğu düşünülen bir dünyada siyah bir kuğu görülürse, o kuğu bir anormalliğin işareti olarak büyük bir etki yaratacaktır. Nedir bu? Örneğin SARS salgını Asya’daki doğal ormanların tahribiyle ortaya çıktı. Bu bir siyah kuğu olayıydı ama aşırı kâr hırsı bu sefer sırf kozmetikte kullanılan palmiye yağı için Afrika’nın tropik ormanlarını katletti, oradan da Ebola virüsü çıktı. Üçüncü kuğu görünümü de faşist Bolsonaro’nun Amazonları yıkmasıyla çıktı ve insanlık Zika virüsüyle tanıştı. Son ve en etkili darbeyi insanlık yaban hayatından kopardığı hayvanlardan birinden Çin’de yedi.

Anlaşılan bütün yerkürenin yıkımı pahasına da olsa aşırı kâr hırsıyla motive olan insan durmayacaktır. Türkiye’deki doğa yıkımları ve bu yıkım faaliyetleri için seferber olan maden şirketlerinin sayısı düşünüldüğünde yeni bir siyah kuğu olayının, yani insanlığı bir domino etkisiyle alt üst edecek bir salgının bu topraklardan şimdiye kadar çıkmamış olması da mucize sayılır. Sadece ormanların tahrip edilmesi, maden şirketleri, HES ve JES’ler konusunda değil doğayı yok etme yarışında her açıdan birincilik bizde. Türkiye’nin 2017 yılındaki sera gazı emisyonu 526.3 milyon ton olarak hesaplandı. BM Gıda ve Tarım Örgütü 16 Eylül 2019’da Türkiye’de doğaya ve insana zarar veren pestisit kullanımının 2018 yılında 65 bine yükseldiğini açıkladı. Bu pestisitler 1979’da 5 bin iken, 2018’de 65 bine ulaşıyor. Türkiye dünyada en fazla plastik çöp ithal eden üç ülkeden biri. Greenpeace Doğu Asya’nın raporuna göre Çin’in 2018’deki plastik atık ithalatı yasağının ardından plastik atıklar en çok Malezya, Vietnam ve Tayland’a gönderildi. Ancak bu ülkelerin hızlı bir şekilde ithalat kısıtlamaları getirmelerinin ardından ithalat Endonezya, Hindistan ve Türkiye’ye kaydı. Rapora göre ithalat 2018 yılı ortalarında aylık 20 bin tondu. Türkiye’ye plastik çöpünü gönderen ülkeler arasında ilk sıralarda İngiltere, Belçika, Almanya, ABD, Hollanda, İspanya, İtalya, Slovenya, Fransa ve Japonya yer alıyor. Yani Türkiye bu ülkelerin çöplüğü gibi kullanılıyor. Küresel Karbon Atlası’nda Türkiye 15. sırada yer alıyor. Türkiye dünya genelinde hava kirliliği konusunda da 10. sırada yer alıyor.

Artık sıklıkla gördüğümüz afetleri bir siyah kuğu olayının emareleri gibi ele alıp doğal afet adı altında suçu doğaya atmanın da kendini görünmezleştirme, insanın bu yıkımlardaki özne payesini perdeleme amaçlı olduğunu biliyoruz. Suçlu yetersiz malzemelerle dere yataklarına binalar yapan insandır. İnsan doğa döngüsünü gözlemleyerek coğrafyayı nasıl kullancağını, nerede ne yapacağını daha neolitik dönemden itibaren öğrenmiştir. Örneğin neolitik çağda köyler hep tepelik yerlere inşa edilmiştir. Vadilere, dere yataklarına kurulan köy örnekleriyle karşılaşmayız. 10 bin yıl önce insanın gözlemleyerek basit tedbirler aldığı doğal döngü bugün insan için bir felakete dönüşmüştür. Yağmur gibi bir nimeti sel gibi bir felakete çevirmek sınıflı toplumların kâr hırsının bir sonucudur. İnsanlık 10 bin yıl önceki kadar dikkatli olsaydı belki de sel festivalleri, sel karnavalları düzenleyecek, bu harikulade olay heyecanla beklenen etkinliklerden biri olacaktı. Oysa o doğal afet denilen olayın altından her seferinde doğa değil insan çıktığını görüyoruz. Örneğin Türkiye’de son yılların en büyük sel felaketini 2019’da Güneysu’da gördük. Sonra Güneysu çevrecilerinin basına yansıyan açıklamalarını okuduk: “Dere yatağına yapılan lojmanları Erdoğan açtı!”[24]

Depremleri de aynı bakış açısından değerlendirmek mümkün. Sınıflı topluma geçişle birlikte kent devletlerinin depremden dolayı tamamen yıkılmasına Minos uygarlığında rastlıyoruz. Minos’a gelene kadar 3000 yıllık kentleşme süreci boyunca böyle örneklerle karşılaşmayız. Depremin dünyanın jeolojik yapısının doğal bir sonucu olduğunu ve yüksek basıncı dışarı atma işlevi gördüğünü, bunun da yerküre açısından önemli bir döngü olduğunu eklemek lazım. Depremler yerkürenin içindeki yüksek basıncı safha safha dışarıya çıkaran en önemli faktörlerdendir. Bu biriken basınç tektonik hareketlerle dışarıya atılmasaydı, yerküreyi patlatabilecek büyüklükte basınçların oluşumuna neden olurdu. Asıl sorun gidip fay hatlarının tam üstüne kentler inşa eden insandır.

Sonuç olarak insanın doğayla, canlılarla ekosistem dengesini gözeten yeni bir ilişki geliştirmesi gerekiyor. Tüm dünyayı buldozerle ezip dümdüz etse bile insanın doğayla ve diğer türlerle sürekli etkileşim ve ilişki halinde yaşamak zorunda olduğunu biliyoruz artık. Hem varlık koşulu olması nedeniyle hem de diğer türlere ve doğaya zarar vermesin diye insanın doğayla saygılı bir ilişki içinde yaşaması gerekiyor. Doğaya saygıyı gerektiren böyle bir denge ilişkisini ya da ekolojik etiği sağcı iktidarların, kapitalist sistem merkezlerinin geliştirmesini bekleyemeyiz elbet. Eduardo Galeano’nun doğa yıkımını engelleme konusunda ABD’ye yaptığı ironik göndermede dediği gibi, “Eğer doğa bir banka olsaydı, Birleşik Devletler onu çoktan kurtarırdı.” Çokça ifade edildiği gibi, sorun kaynağı olanlar çözüm de geliştiremezler.

Çözüm sistemin muhaliflerinde. Kapitalizmin aşırı kâr hırsı, sonsuz tüketim miti ve doğayı, canlıları bir kâr rezervine dönüştüren bakış açsından azade oluşumlarda. İnsan üstünde taşıdığı aksesuarlardan elbette daha değerlidir. Uğruna maden şirketlerinin doğayı alt üst ettiği altından ve maden cevherlerinden daha değerlidir. Doğayı ve içindeki tüm canlıları gözetmeyen bir yurtseverlikten bahsedilebilir mi? Ekoljik bilinci önemsemeyen komünal veya sosyalist hareketlerin somut koşulların somut tahlilini doğru yaptığından bahsedilebilir mi? Bu nedenle sosyalist-komünal değerlerle kendini tanımlayan insan veya hareketlerin ekolojik bir perspektifinin olması ve ekolojik bilinci en az sınıf çelişkisi kadar önemsemeleri elzemdir.

 

[1] Ece Temelkuran, İyilik Güzellik, Can Yayınları, 2017.

[2] Emre Dirağ, Sosyal Medyanın Kara Kitabı, Altıkırkbeş Basın Yayın, 2019, s. 11.

[3] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Çev. Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 54.Baskı, 2020, s. 124.

[4] Erich Fromm, Sağlıklı Toplum, Çev. Yurdanur Salman ve Zeynep Tanrısever, Payel Yayınları, 3. Baskı, 1996, s. 333.

[5] Emre Dirağ, a.g.e., s. 17.

[6] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Yapı Kredi Yayınları, 2019, 91. Baskı.

[7] Karen Horney, Çağımızın Tedirgin İnsanı, Çev. Ayda Yörükan, Tur Yayınları, s. 177.

[8] Karen Horney, a.g.e., s. 185.

[9] Erich Fromm, a.g.e., s. 111.

[10] George Orwell, Aspidistra, Çev. Şemsa Yeğin, Can Yayınları, 2018.

[11] Erich Fromm, a.g.e., s. 112.

[12] A.g.e., s. 134.

[13] Greg Iles, Nefret Tohumu, Çev. Demet Altınyeleklioğlu, Artemis Yayınları.

[14] Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 97.

[15] Claudine Sagaert, Kadın Çirkinliğinin Tarihi, Çev. Serdar Kenç, Maya Kitap, 2017.

[16] Slavoj Žižek, Yamuk Bakmak, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2016, 7. Baskı.

[17] Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, Çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları.

[18] Jostein Gaarder, Sofie’nin Dünyası, Çev. Sabir Yücesoy, Pan Yayıncılık.

[19] Michel Foucault, Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 2005.

[20] Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Çev. Kamuran Şipal, Say Yayınları, 2018, 5. Baskı.

[21] Taner Aksel, Yeni Dünya, Epsilon Yayınevi, 2020, s. 19.

[22] Cumhuriyet Gazetesi, “Tunceli Direniyor”, 17 Ağustos 2019, s. 16.

[23] Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Bakış Yayınları, 2003, s. 339.

[24] Cumhuriyet Gazetesi, “Dere Yatağına Yapılan Lojmanları Erdoğan Açtı”, 28 Ağustos 2019.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar