Ana SayfaKürsüİdeolojik yerelleşme; hangi Marksizmin hangi düzeyde edinimi?

İdeolojik yerelleşme; hangi Marksizmin hangi düzeyde edinimi?

Bugün Marksizmin döneme ve konjonktüre göre tutum alan ve teorik-politik konum belirleyen  temsilcileri olmakla birlikte, hiçbiri Marksizmi politik anlamda bir yer işgal edebilecek duruma taşıyamıyor. Marksizmin politik anlamda işgal ettiği alan daraldıkça, bu güçsüzlük hali başka ideolojilerin etki alanı içine savrulmaları da beraberinde getiriyor. Bu durumun teorik arka planında ise Marksizmin edinilişindeki sorunlu tarz yatmaktadır. Marksizm her şeyden önce politik olarak kendini geçekleştirmek zorundadır. Güç sahibi olduğu dönem ve konjonktürlerde onun temsilcisi konumundaki politik öznelerin, o uzam ve zamana ait özgünlükler içinde teorik-pratik ve politik bir yeniden kurulumla ezilenlerle devrimci bir tarzda bağ kurulduğu dönemler olarak izlenmektedir. Bu izlenebilirlik yalnızca politik düzlemde ait olduğu yerellikte gerçekleşen pratik-politik olaylar bütünü değildir. Bunun yanı sıra bütünsel bir yapı olarak Marksizme teorik-politik düzeyde bir müdahaleyi de kapsar. Bu müdahale ilk olarak Ekim Devrimi ile Lenin’de, ardından Çin’de Mao’da izlenebilmektedir.

Epistemolojik-ontolojik bir bütünlük olarak Marksizmin güçlü dayanak noktaları vardır ve bu dayanak noktaları tıpkı geçen yüzyılın başlarındaki güçlü dönemlerinde olduğu gibi, bugün de yarın da farklı teorik-felsefi-ideolojik akımları kapsama -onlara karşı mücadele etme potansiyeline sahip olması gibi- onlarla etkileşime girme, onlarla ortak düşmana karşı mücadele etme kapasitesine de sahiptir. Marksizm politik açıdan kudretli olduğu dönemleri aydınlanmanın ideolojik evreninden uzaklaşarak, en güçsüz olduğu dönemlerini ise aydınlanmanın ürettiği değerlere ve onun söylencelerine yaklaşarak yaşamıştır. Halihazırdaki ideolojik kirlilik içinde, Komün Dergi’nin ‘ideolojik yerelleşme’ başlığı altında oluşturduğu görüşler ‘hangi Marksizm’in hangi düzeyde edinimiyle ilgili teorik-politik bir referanstır.

Marksizmin ayırt edici özellikleri ve onun krizi

Marksizm nedir? Yapısı gereği olmuş-bitmiş bir yapı mıdır? Yoksa değişebilir mi? Marksizm, kapitalist sisteme ait ve onun ekonomik mantığından ayrılmaz, bu üretim biçiminin ortaya çıkardığı işçi sınıfının bilimsel ideolojisi midir? Dolayısıyla Marksizmin ömrü, kapitalizm varolduğu sürece mi devam edecektir? Marksizm yalnızca bir teori midir? Kapitalizmin ortaya çıkıp gelişmeye başladığı dönemde onun da doğuşu, onun aydınlanma döneminin/devriminin çocuğu olduğunun bir ispatı mıdır?

Kimilerince Marksizm kapitalizmin doğuşu ortamında ortaya çıkan işçi sınıfının bilimsel ideolojisidir. Marx ve Engels, ortaya koydukları yapıtlarda kapitalizmin röntgenini çekmiş, kapitalist işleyiş mekanizmalarının ortaya çıkardığı işçi sınıfını, kapitalizmi yıkacak tek güç olarak ortaya koymuştu. Bundan 170 küsur yıl önce bu böyleydi, halen de böyle olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla Marksizm teorik açıdan olmuş-bitmiş, iş pratiğe kalmıştır. Pratiği de kitapta yazılı olana uydurmak, bunun için de her an kitaba dönüp bakmak yeterlidir.

Fakat, yalnızca bu da değil! Bütün bu bilimsel tespitlerin bir de felsefi/teorik bağlama oturtulması gerekmektedir. Buna göre felsefi/teorik açıdan Marksizmin temeli kendi döneminin ilericiliğini oluşturan (tıpkı işçi sınıfı gibi) aydınlanma devrimine ve felsefesine dayanmaktadır. Aydınlanma, insanı temel almasıyla, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en büyük felsefi-düşünsel devrimdir. Ancak insanlık tarihinin en büyük düşünsel devrimi olan aydınlanma, bizzat kendi yaratıcıları tarafından (devrimci burjuvazi) ihanete uğratılmış, ‘devrim’ gericileştirilmeye çalışılmıştır. Aydınlanma bayrağı, özellikle de Jakoben devriminden sonra burjuvalar tarafından yere düşürülmüş; bu bayrağı yerden kaldırıp yeniden arşa taşıma görevi de, insanın tarihsel yolculuğunun en üst aşaması olan bilinçli işçi sınıfına ve sosyalistlere kalmıştır.

Bu felsefi güç, tarihsel birikim, tarihsel bilincin avantajı; sadece sosyalistleri ve işçi sınıfını değil, yeryüzündeki tüm ‘insanlık’ı temsil etmeye yetecek bir çatıdır.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız düşünce biçimine bazıları tarafından ‘Marksizm’ denilmekte ve bu görüşün taraftarları hem günümüzde hem de geçmişte bolca bulunmaktadır. Marksizm içinde güçlü bir damarın temsilcileridirler. Bunların dayanak noktaları elbette ki Marx ve Engels’in yapıtlarıydı. Günü geldi, kaynaklara dönmek uğruna Lenin’i dışlamaya çalıştılar. Maoculuk zaten onlara göre bir sapmaydı! Bu sayıltıların Marksizm denilen, bazı dönemlerde ‘aydınların afyonu’ olarak burjuvalar tarafından suçlamalara maruz bırakılabilecek canlılığa, felsefi bir zenginliğe sahip, politik anlamda hakim güç olan hareketli bir yapının günümüzde nasıl da donuklaştığının bir ispatı gibidir.

Marksizm yaklaşık bir yüzyıl boyunca yeryüzünde yaşayan ezilenlerin bayrağı oldu. Dünyanın büyük bir kısmına hükmetti. İktidarlar kurdu; iktidar olamadığı yerlerde ise ezilenleri güçlü bir biçimde kendi bayrağı altında toplamayı başardı. Daha ilk kuruluş yıllarından beri belli akımlar tarafından tarih-bilimsel açıdan yola çıkılarak işçi sınıfına özgü bir ideoloji, kapitalizm dönemine ait bir düşünce biçimi olarak algılandı. Söz konusu bu algıdan zaman içinde kimi karşıtlıklar (post-Marksistler) ürettiği gibi, ideolojik bağlamda özneler de üretti (dar-Marksistler). Ama her şeye rağmen Marksizmin canlı bir varlık olduğunu uzunca bir süre, hele ki başarılı olduğu dönemlerde içine girdiği konjonktürde ispat etti. Bir yandan evrensel niteliklerini korudu ve geliştirdi. Öte yandan kendine yaşam ve mücadele alanı olarak açtığı yerelliklerin özgünlüklerine göre ideo-politik özneler üreterek o yerelliklerde özgülleşme başarısı gösterdi. Gün geldi ezilen ulusların, gün geldi köylülerin, ezilen dinsel inanışların, işsizlerin, kent yoksullarının ideo-politikası olarak gerçekleşti.

Ezilenler, hiç şüphe yok ki, bu bayrak altında toplandı ve mücadele etti. Fakat Marksizm, diğer devrimci reflekslerin ve muhalefet biçimlerinin toparlandığı, onlara benzeyen bir yapı değildi. Oldukça önemli bir ayırt edici özelliği vardı. Ezilenlere, diğer devrimcilik tarzları gibi sadece ‘ayaklanın ve yıkın’ demedi. Ezilenlerin içinde bulunduğu, yaşadığı dünyadan öğrendiğini- algıladığını reddetmesini, olan’a dair itirazlarını çeşitli biçimleriyle ortaya koymasını, ezen iktidarına/egemenlere karşı mücadele etmesi tarih boyunca görülen bir durumdu. Bu duyu ve refleksler ezilenlerin bugüne kadar çeşitli devrimcilik biçimleriyle mücadele alanında olmasını, devrimcilik yapmasını, isyan etmesini sağlamıştı. İçinde bulundukları dönemlerin hakimleri olan egemenlerin/ezenlerin ürettiği bilginin ‘olan’ın meşruluğunun reddiyesi isyan etmenin ve devrimcilik yapmanın ilk adımıydı. Ama Marksizm , dünya tarihinde ilk kez, ezilenlerin kurucu bir unsur olma konumunu bilimsel olarak da tanımıştı. Bu durum Marksizmi ister diğer devrimcilik biçimlerinden, isterse de dost ya da düşman düşünce biçimlerinden ayıran en önemli özelliktir. Ekim Devrimi, bütün eksiği gediğiyle, bu gerçekliğin içine doğan ve vücut bulan ilk örnektir.

Dolayısıyla, Marksizmin bilim-felsefe-politika olarak kurulumundan önce de ezilenler isyan etmiş, ayaklanmış ve iktidarlar kurmuştur. Bu iktidarların bazıları yüzlerce yıl kendisine yaşam alanı bulabilmiştir. Bizim tartışmamız daha çok epistemolojik bir boyuttadır. Olan dünyayı reddetmek ve eyleme geçmek ile ‘olan’ın bilgisi arasında kritik bir ayrım vardır. Olan dünyayı reddetmek ve eyleme geçmek devrimciliğe ve muhalefet etmeye yol açar. Ancak olan’ın bilgisi reddedilirse, bu aynı zamanda kuruculuğun reddi anlamına da gelir ve bu da bir tür iktidarsızlık felsefesi yaratır. Marksizm bu sorunu çözme yolunda büyük bir adım atmıştır. (‘Taslak’ metninden esinlenildi[1])

Marksizmin oldukça başarılı olduğu dönemlerden ve bu dönemlere genel bir bakış yaptığımızda başarının mimarı olan öznelerin, içinde bulundukları konjonktürleri uygun teorik önermelerle uygun politik yapıların/varlıkların bir aradalığını yansıttığı ve karşıladığı dönemler olarak gördüğümüzden bahsetmiştik. Bu teori ve pratiğin politika dolayımıyla birliğidir. Tarihte birkaç kez bu birlik sağlanmıştır. Ne zaman ki bu birlik bozulmuş, teorik uygunluk ve pratik uygunluk arasındaki bağ kopmuş, o zaman geri dönüş başlamıştır. Marksizmin ayırt edici özellikleri geriye çekilmiş, dolayısıyla kendisi dışındaki teorik-felsefi-ideolojik akımlarla arasındaki farklar görünmez olmuş, ortadan kalkmıştır.

Bu durumun politika alana da yansımaları olmuş, mevziler kaybedilmiş, kitle bağları zayıflamış, sonuçları ve boyutları bakımından önemli iç gündemlerle meşgul olunmuş, gerilimler-çatışmalar yaşanmış, ‘utanç verici’ şeklinde tanımlamaktan çekinmeyeceğimiz çöküşler tarihe geçmiştir.

Neticede aşağı yukarı bir yüzyılı aşkın süre boyunca devam eden bu mücadele, kendi iç teorik-politik açmazları sonucu ‘tarihsel sosyalizm’ deneyimlerinin çökmesiyle yenilgiye uğradı. O günlerden bu günlere kadar geçen süre içerisinde, neredeyse ölmek üzere olan bir varlığın zayıf nabız atışlarına benzer bir yaşam pratiği gösteren Marksizm, yaşadığı bütünlük krizini aşabilmiş değil. Teori ve Politika (TvP) bu bütünlük krizini Taslak metinde şu şekilde ifade ediyor: “Bugün ezilenlerin temel unsuru olan işçi sınıfının tepkisinin politik ifadesiyle, tarihin hareketine ilişkin bilimsel bilginin Marksizm bütünlüğünde bir araya gelmelerinden söz edilemez. Bu Marksizme ilişkin bir bütünlük yitimidir.” Bu bağlamda dünya çapında ezilenlerin bayrağı olma üstünlüğünü ve ayırt ediciliğini uzun bir süredir İslam’a kaptırmış durumda. Ancak her şeye rağmen Marksizmi savunmak konusundaki ısrar, her ne kadar Marksist kalmaya ve Marksist olarak konjonktüre müdahale edebilecek özneler yaratmaya yetmiyor olsa bile devam etmektedir.

Evet, Marksizm ezilenleri yalnızca mücadele alanına çağırmadı. Onlara iktidar olma yolunu açtı ve bilimsel açıdan bunu temellendirecek bir kuruluş manifestosu bahşetti. Bu durum, Marksizm adındaki ideolojik politik özneler üretmeye muktedir olmuş teorik yapının en önemli ayırt edici özelliğiydi. -Bu açıdan bakıldığında Marksizmi bir ideolojiden çok ideolojik-politik özneler üreten teorik-bütünsel bir yapı olarak da tarif edebiliriz.- Ama onun başka ayırt edici özellikleri de bulunmaktaydı. Marksizm tarihi de bilimsel açıdan kuran ve bu bilimsel kuruluş hasebiyle kendisini diğer düşünce akımlarından ayıran teorik bir bütünselliktir. İç ayrımlara uğrasa bile, özellikle kriz yaşadığı dönemlerde (tıpkı içinden geçtiğimiz dönemde olduğu gibi) zayıflasa bile önemli bir felsefi geleneğe sahiptir. Öncülerinin -ilk önderlerin- ilk yapıtlarından bugüne değin geçen süre içerisinde kendilerini Marksist/komünist sıfatıyla tanımlayanların yapıp ettiklerinden oluşan pratiklerin vücut bulduğu, politik öznelerin sergilediği tutumların, yaptıklarının, yarattığı olayların oluşturduğu devasa bir politik birikimi vardır.

Dolayısıyla Marksizmi, diyalektik-materyalist bir tarih anlayışı temelinde yükselen, merkezinde materyalist felsefenin işlevlendiği, zirvesinde açık uçlu (belirsizliklerin hakim olduğu, başı ve sonu belli olmayan bir biçimde öznelerin güç mücadelesi verdiği) devrimci politikanın bulunduğu bir bütünlük olarak karşımıza çıkar. Bu Marksizmin epistemolojik tanımıdır. Ontolojik açıdan da Marksizm, devrimci teori-devrimci pratik-devrimci politika olarak tanımlanır. Ontolojik olanın öğeleri birbirleriyle kesinkes ve kopmaz bir biçimde bağlı olarak bütünlük oluşturur. Epistemolojik olan ile ontolojik olan birbirlerinden ayrıdır ve birbirleriyle teması olmayan iki alandır. Bu, gerçek güç ilişkileriyle kavramların dünyasının birbirlerinden farklı olduğu anlamını taşır. Yani, tarih bilimsel açıdan kavram olarak işçi sınıfına Marksizmde biçilen anlam ile ontolojik alanda politik olarak işçilerin mücadelesi bir ve aynı şey değildir. Tarih bilimsel açıdan işçi sınıfının tarihsel devrimciliği, politik açıdan günümüzde emek sömürüsüne maruz kalan işçilerin devrimci olmasına yetmez, bunu garanti altına almaz. Bir konjonktürde, işçilere özel, epistemolojik bilgiden kaynaklı ontolojik düzeyde bir ayrıcalık hakkı tanınması, Marksizmin bütünlüğünü dağıtmak anlamını taşır. Hak, mücadele edene aittir. Mücadele alanının tek geçerliliği budur.

Marksizmin epistemolojik tanımına baktığımızda ve onu oluşturan ayakları yan yana getirdiğimizde, sanki Marksizmin bütünlüğü eş zamanlı bir biçimde oluşmuş anlamı çıkabilir. Bu düşünce yanlıştır. Marksizmin bütünlüğünü oluşturan sektörler (bilim-felsefe-politika) eş zamanlı değil art zamanlı kurulmuştur. Öncelikle felsefi devrim bilimsel bir kopuşu tetiklemiştir. Marx ve Engels bunun mimarlarıdır. Bu nedenle felsefe Marksizmde merkezi ve kritik bir rol oynamıştır. Devrimci politikanın devrimci bir teori ile bağlantılandırılması ve teorik-politik kurulumun yaşanması Lenin döneminde gerçekleştirilmiştir.

Marksizm bugün zayıflamış olsa bile halen daha ayırt edici nitelikleri olan bir yapıdır. Ancak bu niteliklerin sürekli bir biçimde vurgulanması, zayıf argümanlarla savunu derekesine indirilmesi, Marksizm gibi devasa bir teorik-politik yapıyı tipik ve sıradan bir ideoloji savunusuna götürür. Bu yapı mermerden, granitten yapılmış, kırılmaz çatlamaz hatta genişlemez bir yapı değildir. Eğer Marksizm ölmemişse ve öyle ya da böyle yaşamaya devam ediyorsa, yaşayan bir varlık olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla Marksizm, tıpkı hayattaki diğer canlılar gibi temas ederek – hareket ederek yaşamak durumundadır. Bu durum şöyle bir anlam taşır; kendisi dışındaki düşman olarak tanımlayabileceğimiz düşünce akımlarının ürettiği öznelerle savaşmak için de; tersinden, diğer düşünsel akımları ve hareketleri kapsamak ve onlarla bağ kurmak için de temas kurması- hareket halinde olması zorunludur. Aksi, yani Marksizmi ideolojikleştirmek onu kafasını kabuğunun içine gömen ve dışarıya çıkartmayan bir “kaplumbağa”ya çevirir. (Burada, herhangi bir öznenin bir konjonktürde yaşanan ayrışmalara dönük, alması gereken ideolojik tutumdan bahsetmiyoruz. Anlatılmaya çalışılan teorik Marksizmin ideolojikleştirilmesinin, kendi alanını daraltması rolü oynayacağına dönük vurgudur.)

Başka bir açıdan bakıldığında aynı mesele için, sorunun Marksizmin Marksistlere ait olmasında ve Marksistlere ait olmaya devam etmesinde olduğu da ifade edilebilir. Bu sorun Marksizmin, yeryüzünde yaşayan bütün ezilenlerin bayrağı olmasıyla çözümlenecektir. Uygun teori-uygun pratiklerin toplamından oluşan devrimci politika ve teorik-politika bu sorunun çözümünde bir köprü işlevi görecektir.

Az önce ifade ettiğimiz üzere Marksizmin güçlü dayanak noktaları var ve bu dayanak noktaları, tıpkı geçen yüzyılın başlarında, güçlü dönemlerdeki gibi, bugün de yarın da farklı teorik-felsefi-ideolojik akımları kapsama (tıpkı potansiyel olarak onlarla mücadele etme, savaş yürütme kapasitesine sahip olması gibi) onlarla etkileşime girme, onlarla ortak düşmanlara karşı mücadele yürütme kapasitesine sahiptir. Marksizm ontolojik açıdan “teori ve pratiğin politika dolayımıyla birleştirildiği hareketli bir yapıdır.” Bu nedenlerle eğer bir konjonktürdeki Marksizm biçimi hareket edemez halde ise bu Marksizmin, hem teorik hem de politik boyutlarıyla devrimci bir tarzda yeniden kurulması gerekir. Onun sadece canlı ve yaşayan bir varlık olarak tanımlanması eksik kalacaktır. Hareket etmeyen canlı varlıklar da vardır. Bu nedenle Marksizm tıpkı Wolfang F. Haug’un da dediği gibi “bitmeyen/süren bir kongre” gibidir. O halde, her kongre bir sloganla, yeni kavramlarla, yeni tarzda pratiklerin kurgulanacağı yeni planlamalarla kurulacağına göre, soru şudur: Bu konjonktürde kurulacak yeni Marksizmin üst anlatısı, yeni kavramları ve sloganı ne olacaktır, ne olmalıdır? Marksizmin temel ve tali kimi dayanakları dışlanmadan konjonktüre uygun kuruluşu, yola Marksist olarak devam etmenin, edebilmenin yegane formülüdür.

Bugün sadece emperyalist-kapitalist sistem krizde değildir. Marksizmin de krizde olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Emperyalist-kapitalist sistemin özneleri inisiyatiflidir. Her kriz anına, içinden geçilen konjonktürlerin gerekleri doğrultusunda yeniden müdahale etmektedirler. Sistemlerini ihtiyaçlarına göre yeniden kurmaktadırlar.

Marksizm de krizdedir, fakat Marksizm içinden geçilen konjonktürde yeniden kurulamamaktadır. Bu kuruluşu gerçekleştirecek öznelerden yoksundur. Emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizden en fazla yararlanan özneler İslam bayrağını taşıyan öznelerdir. İlk aşamalarda oldukça devrimci pozisyonlar üreten bu özneler, Arap ayaklanmaları ve sonrasında da Suriye iç savaşının başlamasıyla, aslen kitleleri kapsama niteliklerini devam ettirmekle birlikte karşı-devrimci bir noktaya evirildiler. Devrimci nitelikleri zayıflasa da siyonizme karşı mücadele konusunda tarihsel politik bir öneme sahip Lübnan Hizbullahı paranteze alınacak olursa, IŞİD ve El Kaide türevlerini bu biçimde tanımlayabiliriz. Bu yapıların vücut bulduğu Ortadoğu alanının savaşla yoğrulduğu zamanda dahi saf bir “politik Marksizm” örneği üretilemedi. Sert savaş ortamı ve onun kıyıcılığı devrimci hareketi tarihsel-teorik ve ideolojik bağlamda “aydınlanma” alanına yolladı. Bu teorik ile pratik alanın arasındaki bağın kopmasının en somut ifadesidir. Burada, evet, devrimcilikten ve devrimci pratikten bahsedilebilir, ancak politik düzeyde, teorik temellere de dayanan bir Marksizmin varlığından bahsedemeyiz.

Bu bağlamda dünyanın çeşitli bölgelerinde etkili olan bir-iki Maocu grubu dünya ölçeğinde Marksist/devrimci nitelikleri haiz bir yapı da yoktur. PKK dışında etkili bir devrimci-ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten bir hareket de yoktur.

Başka bir pencereden bakıldığında da, Marksizm ve devrimci politika açısından kendi yaşadığı krizin ya da düzenin yaşadığı krizin de tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini kayıt altına almak gerekir. Çünkü her türlü krizi, çözümünü gerçekleştirecek bir özneye de ihtiyaç duyar. Bu gerçekleşmiyorsa, politik devrimcilik bağlamında “yokluk” yaşanıyorsa, o zaman işçilerin işsizleşmesi, yoksulların evsizleşmesi ya da ezen iktidarların yönetememe krizleri, devletlu odakların birbirleriyle çatışıyor olmaları, genel istikrarsızlık ve hatta genel kitle hareketlerinin yükselişleri nesnel açıdan bir anlam ifade etse de öznel açıdan bir anlam ifade etmez. İşçilerin işsizleşmesi, yoksulların evsizleşmesi birer istatistiki veri ya da akademi kürsülerinin tartışma konusu olarak ele alınır, düzen içi çatışmalar aktüel bir haber olarak görülür, kitle hareketlerinin geri çekilişi sistemin kanayan yaralarına ilaç olur.

Buradan, Marksizmin teorik açıdan da olmuş bitmiş bir yapı olmadığına göre, sorunun sadece pratiğe ait bir sorun olmadığını da anlamak gerekir. Epistemolojik açıdan, Marx ve Engels’in ortaya attığı düşünce biçiminin, ya da yarattıkları felsefi devrim ve bilimsel kopuş, kitlelerin hareketlerinin ne düzeyde olduğundan ya da Marksizmden türeyen ideo-politik yapıların gücünün ne olduğundan bağımsız bir önemi ve ayrıcalığı vardır. Bu oldukça önemli ve ayırt edici bir husustur. Bu hususa sıkıca sarılmak gerekir.

Kriz işaretlerini neredeyse evrensel nitelikteki ilk metinlerden sormak gerekiyor. Herhalde ilk akla gelen örnek şudur: Tarih anlatımı Komünist Manifesto’da ikili bir biçimde, ayrıştırılmamış şekilde sunuluyordu. Sonu burjuvazinin devrimciliğine dayanan ilerlemeci bir tarih anlayışına uzanan ama tarih bilimsel bir tarzda edinilebilecek bir anlayışın politika alanında takip edilmesi mi yoksa en nihayetinde tarihi ezen-ezilen sınıfların mücadeleleri biçiminde tanımlayan devrimci-politik tanımın takip edilmesi mi? Kuşkusuz ki tarihi komünal toplumdan başlayıp kapitalizme kadar uzanan sıralı bir formülasyonla ele almak değil, bu değişimlere karşılık gelen öznelerin tarihsel devrimciliğini takip etmek ilerlemeci ve aydınlanmacı bir tarih anlayışına denk düşmektedir. Bu, az önce de ifade ettiğimiz üzere “tarih-bilimsel” tarih anlayışının politika alanına teşmil edilmesidir ve buradan Marksizm adına devrimci politika üretilmesi söz konusu olmamaktadır. Marksizm adına devrimci politika, daha doğrusu Marksist nitelikteki devrimci politika ezen-ezilen ayrımını her konjonktürde “devleti” hedefine oturtarak takip edilmesinden üretilir. (Yani, sahada mücadele veren Marksistlerin takip etmesi gereken tarih anlayışı, “bilimsel” olan değil politik olan tarih anlayışıdır.)

Mesela, diğer başka konularda özenle takip edilmesi gereken Gramsci daha ilk zafer günlerinde, yani Ekim Devrimi günlerinde, bu devrimi kastederek “Kapital’e Karşı Devrim” diyordu. Böylece, bu defa Marksizmin epistemolojik anlaşılışındaki “bilim-felsefe-politika”dan oluşan üçlü sac ayağı bilim kapı dışarı edilerek ve politikaya özel bir ayrıcalık tanıyarak parçalıyordu.

Epistemolojik anlamda Marksizmin sektörlerinin her birinin kendi içinde işlevleri vardır. Bu bağlamda “bütünlük” söz konusu olduğunda birinin diğerine karşı önsel bir üstünlüğü yoktur. Mesela Marksist bir öznenin politika alanında politik devrimci tarihi takip ediyor oluşu, onun Marx ve Engels’in bilimsel tarih tezine karşı tavır içinde olmasını gerektirmez. Bu bağlamda kavramların oluşturduğu felsefi-bilimsel dünya ile güç ilişkilerine ve konjonktür gereklerine dayanan politika alanı birbirlerinden ayrıdır. (epistemoloji /ontoloji ayrımı). Bir bütünde, temel olan bir sektörün, merkezi bir rol oynayan sektörün, o bütünün zirvesini – açık ucunu oluşturan bir sektörün, o bütünlük içinde işlevleri ve ilişki düzeyleri farklı olması nedeniyle birbirlerine karşı üstünlüğünden bahsedilemez.

Bütün bu tartışmaların teorik alana ve politik alana yansımaları oldu. Lenin döneminde yaşanan teorik-pratiğin politika dolayımıyla uyumu Lenin sonrası döneme sirayet etmedi. Bu bağlantıda kopukluk yaşandı. Dar Marksizm anlayışı daha fazla inisiyatifli oldu. Marksizm içinde güçlü bir damar oluşturuldu. Bunun gerekçelerini de Marx’ın ve Engels’in yapıtlarına dayandırdı. Daha ilerleyen yıllarda, aslen bu Marksizm biçimini eleştiren, bazı yönleriyle dikkatli bir biçimde incelenmesi gereken, Marksizm içinden dışına doğru yönelen “post Marksizm” ortaya çıktı.

Lenin bu sorunu nasıl çözmüştü? Elbette ki kolay olmadı, fakat kolay olmayanı eğer ki tek cümlede açıklamaya çalışacak olursak, kendinden önce yaşanan “Marksizmin krizini” içinde bulunduğu konjonktür ile tarihsel süreci birbirinden ayırıp teorik-politikayı inşa ederek kurdu. İşte Lenin dönemindeki teori ve pratiğin politika dolayımıyla uyumundan ve uygunluğundan kast edilen şey budur.

Aydınlanmacılıktan kopuş, bilim-felsefe-politika olarak tanımlanan Marksizm bütünlüğü açısından elzemdir. Aydınlanma bu bütünlük tarifini kuşatabilecek niteliğe sahiptir. Ancak, bu kuşatma gerçekleşiyorsa, orada politik Marksizmden, onun devrimciliğinden, felsefenin materyalistliğinden, bilimin de toplumsal varlığı nesne edinmesinden bahsedemeyiz. Materyalist felsefe açısından Marksistler tıpkı aydınlanmacıların yaptığı gibi felsefe tarihini ve onun kategorilerinin temelini Eski Yunan’a dayandırmamalıdır. Aydınlanmacılık, doğası gereği toplumsal varlığı değil, insanı ve onun aklını temel aldığından dolayı bilimsel açıdan da Marksizmle uyuşamaz. Devrimci politika açısından da ezilenlerin tarihin öznesi olduğu fikri de aydınlanma ve burjuva devrimlerinin tarihiyle başlamamıştır. Bu bağlamda Marksizmin tarih anlayışı Aydınlanma kalıplarının içine sokulamayacak kertede derinliklidir. Sınıf mücadelelerinin tarihi ve onun başlama vuruşu ne aydınlanma ve burjuva devrimlerinin “ilerici ve devrimci” olduğu zamanlarda başlamıştır ne de sınıf mücadelelerinin teorik-politik tanımlanmaları bu kategoriler tarafından icat edilmiştir. Dolayısıyla Marksistler, aydınlanma kategorilerinin ileri aşamalarının temsilcileri de onun has evlatları değildir.

Şu konunun da altı bir kez daha çizilmelidir. Marksizmin en başarılı olduğu dönemleri aydınlanmacılığın ve onun ürettiği uygarlık kavramından uzaklaşarak en başarısız olduğu dönemleri de aydınlanma değerlerine ve “uygarlık” denen söylenceye yaklaşarak yaşamıştır.

Diğer bir açıdan da Marksizm, liberal aydınlanmanın yumuşak ya da sert (Jakoben) şekilli değerleri de Marksizme yol çizemez. Hele ki konu politik şiddet-iktidar kurma ve o iktidarın çeşitli aparatlarla korunmasına yönelik yöntemlerse… Liberal aydınlanmanın yumuşak ve sert taraflarının kendi aralarındaki bu yönlü kavganın tarafı Marksizm değildir, olmamalıdır.

Herhangi bir konuda Marksist tutum ve konum sahibi olmak, kriz anlarında yaşanan bir sorunu tek başına kaynaklara dönerek çözme yaşanan bir sorunu tek başına kaynaklara dönerek çözmek değildir. Marksist bir konum sahibi olmak, bir konu hakkında yapılan bir önermeye karşı “ama Marx-Engels-Lenin burada şunu demiştir” denildiğinde “Marx-Engels ya da Lenin bu konuda Marksist bir tutum takınmamıştır.” biçiminde kendisine bir pozisyon belirleyebilecek, teorik bir iç tutarlılığa, özgüvene ve ferahlığa sahip olabilmektir. Buna bir örnek verilebilir; mesela Marx’ın, zamanının ABD başkanına, cumhuriyetin kuruluşu hasebiyle yazdığı tebrik-kutlama mesajını, bugün Türkiye’deki Cumhuriyet değerlerinin Marksist bir konumdan neden sahiplenilebileceğini açıklamaya çalışan ve Marx’ın o mektubuna kendini dayanak yapan bir Marksiste karşı “Marx bu konuda Marksist bir konuma sahip değildir” denmesindeki gibi… [2]

“Ezilenler” kavramının kullanılması, teorik-politik düzeyde konjonktürü anlamak/açıklamak açısından yeterlidir. Marksistler kavramlara ontolojik düzeyde ayrıcalık tanımazlar. Epistemolojik düzlemdeki işçi sınıfının tarihsel devrimciliği, konjonktürü karşılama konusunda yetersiz ve “dar”dır. Ancak bu “ezilenler” kavramının kapsayıcılığına karşı geliştirilen eleştirilerin hakkaniyetli olmadığı ifade edilebilir. Bu kavramın Marx, Engels, Lenin, Mao ve diğer önderler tarafından ne kadar kullanıldığı/kullanılmadığı ayrı bir tartışma olmak üzere, politik marksizmin ezilenleri edinmesinin post-Marksizm ile suçlanıyor olması, “en az” bir gerekçeyle yersizdir. Politik Marksizm ezilenleri değil, devletine karşı hareket halinde olan ve olma potansiyeli taşıyan ezilenleri takip eder, onları kapsamaya çalışır ve onunla özdeş ve yoldaş olur. İşçiler de daha doğrusu hareket halinde olan işçiler de buna dahildir. Mücadele etmeyen bir Kürt ile mücadele etmeyen bir işçi arasında kategorik bir fark yoktur. Önsellik mücadele alanında olur ve orada kazanılır. Bu bakış açısının diğer bakış açısına göre devrimcilik üretme olanağı çok daha fazladır. Marksizm eğer ki bir konjonktürde teorik-politik yerden kurulacaksa ve krizinden çıkacaksa, bunu tıpkı geçmişte Lenin’in yaptığı ve Mao’nun da izlediği üzere epistemolojik alan ile ontolojik alan (konjonktür) arasına güçlü bir bariyer örmesi ve arasındaki teması kesmesiyle gerçekleşecektir. Herhalde bu fikriyatın “post-Marksist” olmadığını, Marksizm bilgisi ana okulu düzeyindeki solcular dışında anlamayan kalmayacaktır.


[1] Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve taslağı, Melik Kara-İ.Sert-S.Sahra, 1995, Ankara

[2] https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/483-karl-heinrich-marxin-marksist-olmayan-halleri

 
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar