Ana SayfaArşivSayı 6Marksist Parti Teorisi Üzerine

Marksist Parti Teorisi Üzerine

Marksist
Parti Teorisi Üzerine
Marx, Lenin, Gramsci

Mustafa Serdar

Marx ve Engelsin Politikacılığı

Marx ve Engelsin siyasal yaşama giriş tarzlarıyla birlikte, Marksist parti problemine de giriyoruz.

Marx ve Engels, Manifesto ile birer “Marksist olarak” siyasal yaşama giriyorlar. Bu eser, var olan tarihsel politik durumun erişebileceği sınırları belirleyerek, tanımlamış olduğu partiyi, sınıf kavgasının yürütülmesinde merkezi bir konuma oturtuyor.

Ancak Marksist parti teorisinin zamanın saldırısına çok iyi direnemediğini söylemek akla uygundur. Bunun başlıca nedeni parti kavramının Marx tarafından tutarlı bir şekilde işlenmemiş olmasıdır. Fakat şunu da belirtmeliyiz ki, Lenin bu işe başlamak için Marx’tan epeyce miras almıştır. Bu, parti kavramı değerlendirilerek anlaşılacaktır.

Manifesto’nun girişinde politika bağlamında, iki tez sunuluyor: “Muhalifleri tarafından komünist olmakla suçlanmayan muhalefet partisi nerede vardır? Bu lekeyici komünizm suçlamasını, daha ilerici muhalefet partilerine olduğu kadar, gerici’ basımlarına karşı da gerisin geriye, fırlatmamış muhalefet nerede vardı?… Komünistlerin açıkça, tüm dünyanın karşısında, görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini yayınlamalarının ve bu komünizm hayaleti masalına partinin kendi Manifestosu ile karşılık vermelerinin zamanı çoktan geçmiştir.”[1] Birincisi komünistlik nedir? İki; tarihsel olarak Komünist Partisinin karşılığı ne olmalıdır?

Manifesto bir savaş ilan ederek, komünist olmayanları eleştiriyor. Manifesto eleştirilerini, kendinden önce oluşmuş bazı kavramlara dayanarak ya da bunların üzerinden ilerleyerek gerçekleştiriyor, örneğin. Alman İdeolojisi’nin kavramları, Manifesto’nun kavramlarına yol açmaktadır. Marx ve Engels, Manifesto’nun kavramlarıyla, Manifesto’yu önceleyen kavramlar arasında bir tercih yapmıyor. Ya da politikayı, bilim için feda etmiyorlar. Manifesto kesintisizce, öncellerinden olan Alman İdeolojisi’nin sorularının ve tanımlarındaki hatlarının yerini değiştiren tarihsel hareketin içerisinde ele alınmalıdır. Öyleyse Manifesto, ilan ettiği savaşı, tarih felsefesinden kopmuş bulunan bilime, birbirine iyi bir biçimde bağlanmış zengin bir sonuç olarak sunmaktadır. Deyim yerindeyse; Manifesto’nun kavramları, genişletilmiş bir anti-Hegelcilik veya anti-ütopyacılıkla teşvik edilerek değiştirilmiyor. Kendini örgütleyen bilimsel kavramların içine doğru gerçekleşerek ütopik sosyalizme -Owen’ın komünlerine-, dışsal kalıyor. Bunun sonucunda, kendinden önce oluşmuş bulunan sınıf kavgasının kuruluşunu, aktığı kanalı değiştirmeyi öneriyor..

Bir partinin bildirisi olan Manifesto, sınıf kavgasının zorunluluklarını yakalayarak ilk kez bir partiyi henüz oluşmaya başlayan kapitalist sistemin karşısına, uzlaşmaz bir bakış açısıyla çıkma konusunda harekete geçirmektedir. Çünkü Manifesto, kendinde temsil edilen yaklaşımın komünist olduğunu ilan etmekle yetinmiyor, tüm dünyayı karşısına alarak artık partili bir tutumu da ilan ediyor.

Manifesto’nun yazarları kendileri dışında veri olan sınıf kavgasını yeniden örgütleme çabasına girişmektedirler. Bu nedenle, Partinin Manifestosunu önceleyen süreçte oluşturulmaya başlanan kavramlar yeni bir alana, politikaya yönelerek çubuğu gerçekliğe bükmüştür. Gerçekleşmenin bu hali, Parti kavramıyla kendinden önceki sınıf kavgasını yerinden etmiştir. Manifesto, ilan ettiği partiye, sınıf mücadelesinin, kendisine kadar olan denetlenmemiş süreçlerine hakim olma görevi yüklemektedir.

Babeuf, Buonorrati ve izleyicisi Blanqui’nin elitist hareketleri dışında, Fourier ve özellikle Owen’ın sosyalizmleri (komünler), adı üstünde koloniler gibi kurtarılmış bölgelerden oluşuyordu. Komünler, kapitalist sistemin orta yerinde mecaza yer bırakmayan tamamen gerçek mekanlardı. Bu sosyalizm görüşünde, sistemin çelişkisini ortadan kaldırmak komünlere kalıyor. Yıkıcı taraf komünlerdir. Yani proletaryaya yer. yoktur… Oysa kapitalist sistem “çelişkinin bağrında … tutucu taraftır; proletarya ise yıkıcı taraf. Çelişkiyi koruyup sürdüren etki, birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise İkincisinden gelmektedir.”[2]

Manifesto’nun partisiyle politikada karşımıza çıkan, sınıf mücadelesinin amaç ve sonuçlarının yer değiştirmesidir. Bu yer değiştirme işlemini reddedebiliriz, ama bildirinin girişinde belirtilen “bölücülük politikası”nın zorlayıcı etkisini yok saymamız imkansızdır.

Çünkü Manifesto, komünistliği ilericilik-gericilik gibi her türlü ayrıcalıklı kavramın dışında tanımladı. (Komünist kılığına girenlerle arasına bir set çekerek) dünyayı, komünist olanlarla olmayanlar şeklinde bölerek siyasal hayata girdi. Ya da bu esasında, ilk Komünist Materyalistlerin Manifesto aracılığıyla politikaya girmiş olmasıdır. Sınıf çatışması Marksizmden önce, ^gerçekte, nesnel olarak, bizim dışımızda ve kendisini yaratan insanların bile istenç ve davranışlarından bağımsız olarak vardır”.[3] Bu çatışmada, proletarya henüz bölünme halinde değildir ve neye nasıl bölüneceğini de ayırdedemez.

Dolayısıyla proletarya, kendi varlığını ve çatıştığı alanı tanımlayamadığı için, sınıf mücadelesinde çekimleyici, iteleyici ve kalıcı bir güç ilişkisi de yaratamaz. Marksizmin kuramsallaştırdı^ proletarya hareketi, ütopistler gibi kapitalizmin dışına çıkmak yerine, çelişkiyi yok edici, yıkıcı taraf olarak sömürünün maddi koşullarının, sınıf kavgasının maddi temelinin olduğu alana girmektedir.

Marksizm, kapitalizmi mekan kabul ederek bir dönüşümü vazediyor. Bu, bizi partiye götüren temel uğraktır. Çünkü proletarya zorunlu olarak komünizme varmak üzere burjuvazinin karşısındaki temel sınıf olarak belirlenmektedir.

Mekan kabul etmek böler. Bölme işlemini gerçekleştiren politikadır, ama bilimle.

Bu tez, idealizme dikkat ederek “ön sıraya sınıf kavgasını koymaktadır”. Manifesto’nun tezinde ya da Komünist Materyalistlerin tezinde, “ilk sırayı tutanlar artık yalnız sömürülen sınıflar vb. değil sınıf kavgasıdır. Bu tezin Marksizm-Leninizm için belirleyici olduğu anlaşılmalıdır”[4] Althusser devam ediyor: “Sınıf kavgası havada olmaz, rugby alanında da olmaz, o halde üretim tarzına ve verili bir sınıflı toplumdaki sömürüye bağlıdır…”[5]

Marx, burada Parti’yi öne sürüyor. Esasında bu parti, “hiçbir zaman parti olamamışlığı” temsil etmektedir. Dolayısıyla Manifesto’nun istediği gerçekleşmiyor. Pratikle yüzyüze geldiğinde çubuğu büktüğü politika bir şema olarak ortaya konuluyor. Parti tanımlanıyor, ama politika gerçekleşmiyor.

Marx’ın Parti Pratiği

Marx’ın “parti teorisi”ne ilişkin, oldukça çeşitli yorumlarla karşılaşılıyor. Marx’taki partinin, Leninizmle karşılaştırılması, önümüzdeki yorumların kolayca sorun üretmesini sağlamaktadır.

Parti kavramının Marx tarafından ilk ortaya konuluşundan itibaren sorunlar başlamıştır: Sorunun bir kısmı doğrudan parti konusunda, bir kısmı da proletarya- parti ilişkisindedir. Özellikle proletarya-parti ilişkisinde Marx’ın kullandığı kavramlar sınıf mücadelesi için kritik niteliktedir.

I. Wallerstein, “Benim iki Marx’ım var” diyor.[6] Bunlardan birisi liberaller tarafından siyasal uzlaşmaya hazır bulunan Marx, öteki can sıkıcı Marx’tır: Liberaller ondan korktukları gibi entellektüel meşruiyetini de reddederler. Wallerstein haklı! Herkes seçicilik hakkını kullanarak kendi Marx’ından istediğini alabilir…

Problem, Marksizmin sınıf temsiliyetinde değildir; Marx’ın, parti terimini yanlış kullanımı ile ilgilidir. Marx ve Engels’te parti, merkezi bir konumu işgal eder. Çünkü sınıf mücadelesini bir sır olmaktan çıkaracak olan partidir.

Marx ve Engels’te parti, sınıf mücadelesinin ön koşulu olabiliyordu. Alman İdeolojisinde (Feuerbach’ın ham ifadeleri üzerinde dururken) “gökten yeryüzüne iner” diye eleştirdikleri Alman Felsefesine verdikleri cevapta gerçek faaliyetleri içindeki insandan hareket ederek, “yerden gökyüzüne çıkılır” ifadesi, Parti düşüncesiyle Manifesto’da sınıf kavgasına yansımaktadır. Şöyle: “Hegel’de … devlet, toplumu sağlam bir şekilde ayakta tutar ve onun doruğunu oluşturur. Devlet olmasa sosyal gerçekliğin öğeleri ve uğrakları yani ‘zümreler’… nihayet ihtiyaçlar ve düzenler çözülüp dağılır. Anayasal modern devlette, tarihin sonuna ulaşılır. Ne zamandan, ne eylemden, bir şey beklenemez artık… Hegelci sistem eylemi yasaklar; çünkü geleceği kapatır ve oluşu durdurur.”[7]

Marksizm vazettiği mekanda, kendisinin henüz geldiği yere müdahaleyle politikaya girer. Yani Marx ve Engelsin deyimiyle, komünist için sorun, bulmuş olduğu duruma müdahale etmek ve değiştirmektir. Komünistler bir sistemi parça parça değerlendirmiyor, müdahaleyi içinde bulundukları sistemin bütünlüğüne doğru gerçekleştiriyorlar. Müdahalenin sınıf kavgasındaki karşılığını belirleyecek olan sınıf ve partidir.

Şimdi Marx’ın çeşitli yazılarında parti tanımlarına bakalım.

“Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. Tüm proletaryanın çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir. Komünistler… bütün ötekileri ileri iterler; öte yandan ise teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, hareket hattını, koşulları ve proleter hareketin nihai genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptirler.”[8] Manifesto’da yer alan bu pasajın ilk cümlesinde geçen “ayrı parti kurulamaz” ifadesi yıllar sonra I. Enternasyonal’de yerini koruyacaktır. Marx, aynı parti terimini sekt-komplocu örgütlere karşı durmak pahasına yanlış kullanıyor. Marx, bir yandan hareketin nihayetini anlayacak üstünlüğe sahip komünistler diyerek, “dışarıdan bilinç” kavramının içine giriyor; fakat öteki taraftan, aynı partiye karşı çıkarak, Manifesto’nun partisi şahsında bütün partilere cepheden bakıyor. Marx, komünistliği, Manifesto’nun kavramlarıyla tanımlıyor. Bu kavramların dışında kalan partilere komünizm çağrısı yapıyor. Marx, Manifesto ve Enternasyonal arasında kalan dönemde pratik karşılığı olan bütün partileri eleştiriyor.

Marx ve Engels, 1879 tarihli bir mektupta, dışarıdan bilinç ve parti konusunda şunları söylüyorlar: “İşçi  sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olacaktır. Bu nedenle, işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar cahil olduklarını, o yüzden de üst ve alt-orta sınıflardan insan sever kişiler eliyle özgürleştirilmeleri gerektiğini açıkça belirten insanlarla biz işbirliği yapamayız. Yeni parti organı bu bayların görüşüne uygun bir çizgiyi, proleter-olmayan orta-sınıf görüş çizgisini benimserse… bağlarımızı kopardığımızı ilan etmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmaz…”[9]

Marx ve Engels’in anlatmak istediği, işçi sınıfının özden gelen bir güçle kendi kendini kurtarabileceği mi, yoksa insansever ve özgürlükçü alt-orta sınıf vs. aracılığıyla kurtarılamayacağı mı? Aklımıza hemen, Althusser’in, “tamirci ya da cerrah olmayan politikacı Lenin”i geliyor. Marx’ın proleter dediği, politikacı Lenin olsa gerek. Ama yine de bu pasaj Marx tarafından yanlış kullanılarak bir sorun taşıyor.

Marx, parti kavramının önemli öğelerinden birini, yani dışarıdan taşınacak bilincin tarihsel bağları ile eksikli bir gerçekliği sergileyebileceğini, gerçek dünyanın çelişkilerini çözme girişiminde proletaryaya, kendi tarihi- gerçeğini sunmanın gerekliliğini öneriyor. Fakat, proletaryanın kendi tarihi gerçekliğini nasıl kavrayacağı probleminde: isçi sınıfının cahil olmadığını, kurtuluşunun kendi eseri olacağını söylemekle yetinebiliyor. Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce baskısına yapılan ekte de Engels ütopik sosyalistleri eleştirirken (bu mektubu açıklayıcı tarzda) “kendiliğinden” sözcüğünü ekliyor ve şunları yazıyor:

“… bunların kişisel yaratıcı eylemi; tarihsel olarak yaratılmış kurtuluş koşullarının yerini, hayali olanlar; ve proletaryanın tedrici, kendiliğinden sınıf örgütlenmesinin yerini, bu yaratıcılar tarafından özel olarak tasarlanmış toplum örgütlenmesi alacaktır…”[10] Burada, mektuptaki cehalet sözcüğüyle tedrici ve kendiliğinden terimleri birleştirildiğinde (1888’den, 1879’a ve 1847’ye bakılıyor çünkü), Lenin’e rastlamak olanaksız gibi görünüyor. Çünkü, Marx’ın “proleter değiller” diye kapının dışına koymakla tehdit ettiği alt-orta sınıftan bilinç taşıyıcılar, düşüyor; bütün bilinç taşıyıcılar eleştiriliyor. Bunun yanında Lenin, bir örgütü tasarlayarak sınıf kavgasında bu örgütün vazgeçilmezliğinin mücadelesini veriyor. Tabiî, Althusser’in Lenin’i de yok burada!

Proletaryanın değerlerini benimseyen ve Marx’ın deyişiyle “proletaryaya gerçek kültürel öğeler sağlayacak insanların ne kadar içeriden ve proleter olacakları netameli bir meseledir, işte bu durum, “proletarya cahil değildir” ifadesiyle birleşince problem ciddiyet kazanıyor.

Marx’ı Marx’ın karşısına koyalım: “İlişkilerin içsel bağlantısı değil, ilk bakıştaki görüntülerine değgin biçimlerinin yansıdığı, sorunlara bakışlarının böylece biçimlendiği ortaya çıkacaktır… öyle olmasaydı bilime ne gerek olurdu?”[11] Sadece “nehrin üzerindeki köpüklerle” yetinebilseydik bilime gerek duymazdık. İşçi sınıfı kendi kendine ancak suyun yüzündeki köpükleri, köpük olarak algılar. Marx’ın burada söylediği bu olsa gerek…

Marx ve Engels’te parti nesneldir ve nesnellik, toplumsal sınıfların tarihsel varoluş koşullarına dayandırılır. Partinin böyle tanımlanması, partinin sınıflarla ilgili pratiklerine ve ait olduğu toplumsal sınıfın tarihsel konumuna göre ilerici ve gerici olarak yansımaktadır. Şu oldukça açık: İşçi sınıfı ile ilişkide ancak “Yeni Bilim”in öğrenilmesi ve işçi sınıfına Alman Felsefesi’nin kalıntılarını götürmek yerine hiçbir eklemleme yapmadan bu yeni bilimin götürülmesi gerekir. Bu bağlamda Marksizmin kuramcıları cehalete bilinç taşımak ve “içeriden birileri olmak” için teoriyi öne çıkarıyorlar. Ama alt ve orta sınıftan birileri ile sınıf adına hesaplaşmaya giriştiklerinde de ideolojik tutuma sığınarak; eğer ortada Alman Felsefesi’ne ait bir şeyler var ise teoriye ihtiyaçtan söz etmiyor ve cehaleti ortadan kaldırıyorlar. Ve sınıfın kendi kendini kurtarabileceği riskini sırtlarına vurarak, sorun iletebiliyorlar.

Marx, bazı yazılarında, hiç kuşku yoktur ki, işçi sınıfı hareketinin kendi kendine devrimci olabileceğini söylemiyor. Yeni Bilimle devrimcileşebileceklerini, karmaşayı ortadan kaldırmak için tek bir partide temsil edilmek gerektiğini, böylece dışarıdan taşınan alt-orta sınıfın bilinciyle proletarya hareketinin “sivriliklerinin” demokratik ifadeler verilerek kazınmasının önünde duruyor.

Marx, “Parti teriminden sözcüğün geniş tarihsel anlamında partiyi anlıyorum”[12] diyor. Engels, 1895 yılında, Fransa’da Sınıf Savaşları’na yazdığı önsözde;”… sonuç olarak, materyalist yöntem, burada sık sık, siyasal çatışmaları ekonomik gelişmenin doğurduğu mevcut toplumsal sınıflar arasındaki savaşıma indirgemekle ve çeşitli siyasal partilerin bu aynı sınıfların ye sınıf kesimlerinin az çok aslına uygun siyasal ifadeleri olduklarını göstermekle yetinmek zorunda kalacaktır”[13] diyor.

Marx ve Engels, partinin ne olmak gerektiği konusunda ve proletaryaya dışarıdan bilinç taşımak gerekliliğinde ısrarcılar. Ama partinin varlığında, bir kez daha geriye, Komünistler Birliği sürecine dönmüyorlar.Hatta dönmedikleri ve bunların dışında kaldıkları için de rahatlar.*

Marx’ın parti karşısındaki tutumu, örneğin Owen ve Fourier’in, Babeuf ve Blanqui karşısındaki durumundan pek az farklıdır.

Ayrım, Marx’ın bir partide ya da birlikde olması ve bunun, tüzüğü ve merkez organıyla kapitalist toplumsal mekandaki bir örgütlülük olmasındadır. Marx, kendinden önceki ve çağdaşı bütün partileri sekt, komplocu vs. olarak eleştiriyor. Ama bunun karşısına da ortaya koyduğu parti tanımından başka bir örgüt ilişkisi koymuyor. Varolanı da dağıtıyor.

Marx, Manifesto ile politikaya giriyor, I. Enternasyonal’de politika yapıyor, fakat esas olarak sınıf kavgasını teoride yürütüyor.

Marx’ın Enternasyonal’de ve Manifesto’da, partiden hareketle parçalanmışlığa ısrarlı karşı duruşu, bir kıta partisi niyeti olduğunu çağrıştırmaktadır.

Marx, Enternasyonalin fiilen dağılmasına iki, resmen dağılmasına beş yıl kala Bolte’a yazdığı mektupta sektleri şöyle eleştiriyor: “Enternasyonal, sosyalist ya da yan-sosyalist mezheplerin yerine, işçi sınıfının etkili bir savaş örgütünü koymak amacıyla kurulmuştur… Enternasyonalin tarihinde, tarihin her yerde gösterdiği şeyin yinelendiği görüldü… Enternasyonal’in çerçevesi içinde işçi sınıfının gerçek hareketine karşı… (vurgu bana ait M.S.) Paris’te Proudhoncular… Almanya’da Lasalle kliği… Rus olan Bakunin… siyasal hareketin dışında kalma, hareketin amacına varış noktası olarak kabul ediyordu…” Marx, aynı mektupta dışarıdan bilinç sorununa da giriyor: “(İşçi sınıfı hareketi) daha önceden belli bir örgütlenmeyi varsayıyorsa, bunlar, kendileri de aynı ölçüde bu örgütlenmenin gelişmesini sağlayan araçlardır. İşçi sınıfının, kollektif iktidara karşı, yani egemen sınıfların iktidarına karşı kesin bir savaşım verecek kadar örgütlü bulunmadıkları, gene de işçi sınıfını, egemen sınıf tarafından politika alanında benimsenmiş olan tutuma… bize düşmanca olan tutuma karşı, sürekli propaganda ile harekete geçirmek gerekir. Eğer bu yapılmazsa, işçi sınıfı onların elinde bir oyuncak durumuna düşer.”[14]

Enternasyonal, Marx’ın otoritesini kurduğu bir örgüttür. Ve Marx sadece, Enternasyonal kapsamındaki hareketi doğru buluyor. Bakunin’i ayrı bir örgütlenme içinde olduğundan, Enternasyonal’den ihraç ettiriyor: Demek ki ayrı bir örgüt olabilir ama Enternasyonalin içinde ayrı bir örgüt kurulamaz. (Bu önemli ayıraç, Lenin’in çokça eleştirilen “iki ideoloji vardır, daha fazlası yoktur” sözünün doğruluğunu, ileride değineceğimiz gibi, net bir şekilde ortaya koyuyor.)

Marx işte burada sınıf mücadelesine gerçek bir işçi örgütü olan Enternasyonal’de giriyor, Manifesto’yu gerçekten o zaman aşmış oluyor ve Lenin’e yöneliyor. Lenin’e bir kapı aralıyor.

Marx ve Engels, dünyayı, yeni bilimi kabul edenler ve etmeyenler olarak ikiye bölüyor. Bölerek, Komünist Materyalistler dışındaki herkesi eleştiriyorlar.

Lenin bu bölme işlemini ikircikliğe ve yanlış anlamaya yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde Parti’de tanımlayıncaya kadar, Marx ve Engels bilinç taşımak gerektiğinden ve bilinç taşınmaz ise sınıfın radikal demokratlardan başlayarak egemenlerin elinde oyuncak olacağından, üstüne basa basa bahsediyorlar: Ama öte yandan, Alman Felsefesinin korkusuyla öncü azınlığın bütün yönelimini Manifesto öncesine dönerek yanlışlamaktan da geri duramıyorlar.

Marx bu anlamda öncünün ve herhangi bir devrimci azınlığın dışarıdan müdahalesini genelde işçiler adına, gökyüzünden yeryüzüne inmek biçiminde değerlendiriyor. Esasında Marx, öncünün sınıf hareketi ile ilişkisini yukarıda değindiğimiz gibi, bulmuş-görmüş olmakla değil, bir anlamda yaratmakla eşleştiriyor. Böylece partinin (tarihsel olarak), sınıfların siyasi ifadesi (ideolojik tavrı dışlarsak) ve sınıfa dışarıdan bilinç taşıyacak organ olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama Marx’ta bütün bunlara karşın “parti ile neyin kastedildiği açıkça belirtilmez”. “Marx’ın belirgin bir siyasal parti kavramından   yoksun oluşu… kariyerinin büyük bölümünde modern anlamda siyasal partilerin … varolmaması olgusunu yansıtır.” “Marx’a göre tarihin itici gücü sınıf mücadelesi, kendi amacı ise işçi sınıfının kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesi idi. Partinin işlevi proletaryaya, vereceği savaşlarda önderlik… etmekti; kendilerine ait sekter ilkeleri, proletarya hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek için dayatmak değil.”[15] Marx’ta kalıba dökmekten ve otoriteden anlatılmaya çalışılan genelde saklıdır ama vurgu; Alman Felsefesi’ne ve karşısına hiçbir zaman alternatif koymadığı (alternatifi Enternasyonal’dir aslında) sekt’lere yapılır.

Marx, böylece politikaya bakıyor ama girmiyor.

Marx, bilimsel olarak kendinden öncekilerin çözüm diye baktıklarına, sorun olarak bakmaktadır (Engels). Parti ve partinin işlevsel karşılığını tanımlama sorununa gelince; kendinden önceki sektlerin çözümüne yine tam bir sorun olarak bakmaktadır. Oyuncak olmaya elverişli, bilinen gerçekliğin alanına, yatay çoğunluğu ya da (yanlış kullandığı anlamda) kendiliğindenciliği, Enternasyonal aracılığıyla çözüm olarak koyar.

Marx’ın bu yanaşımı, kendini bilim alanında değil de, dolaysız mekanik-ekonomik alanda tanımlamak zorundadır. Mekanik alanda tanımlandığı için de bugüne taşınan sorun güçlüdür: örneğin, Enternasyonal döneminde bir Alman sendikacılar heyeti ile konuşurken şöyle diyordu: “Hangi partiye mensup olurlarsa olsunlar işçilerin oluşturduğu büyük kitle maddi koşullarının iyileştirilmesi gerektiğini sonunda anlamıştır. Fakat maddi durumu bir kez iyileşince işçi kendisini çocuklarının eğitimine adar; karısı ve çocukları fabrikaya gitme ihtiyacı duymazlar; bizzat kendisi daha fazla bilinç kazanabilir, sağlığına dikkat eder ve farkına varmaksızın sosyalist olur.”[16] Burada, komünistlik yerini kendiliğindenciliğe-mekanizme      bırakmaktadır. Ama bunun tam aksi ifadeleri yukarıda değindiğimiz gibi, fazlasıyla bulmak mümkündür. Mekanizmin sebebini Molyneux kendince güzel açıklıyor: “Temel sorun Marx’ın politik işçi sınıfı reformizminin mümkün olduğunu ve bunun zamanla hareketi kendini dönüştürememesi ve devrimci eyleme girişmemesi için ciddi biçimde tutmakla kalmayacağını … devrim yolunu tıkayan büyük bir engel oluşturacağını kavramayı ‘başaramaması idi. Marx tehlikeyi görmediği için onunla savaşmak için gerekli aracı da -görece dar ve disiplinli bir öncü parti kurulması- görmedi.”[17] Molyneux, Marx’ta güçlü bir kadercilik vardı derken pek haksız sayılmasa da yanılıyor. Bizim için önemli olan Marx ve Engelsin açtıkları alanda mekanı vazederek ortaya koydukları iradedir, yani eski sınıf mücadelesini hatalı bulmalarıdır. Marksizm “mülk sahibi sınıflara ve onların bütün partilerine karşı hareketin güvence altına alınabilmesi için tarihsel olarak bir sınıfı temsil eden partiyi, merkeze koyuyor”, fakat egemenlerin partisinin ve ilerici tüm partilerin karşısına: Enternasyonal bir partiyi, sınıf mücadelesinde kaldıraç kavramıyla ikame ederek bir iradeyi de belirtiyor.

Marx’a göre olması gereken, her şeyin, eskinin izlerini taşımayan bir partide cereyan etmesidir. Bu da Enternasyonal gibi bir oluşum olmalıdır. Marx ve Engels böylece, “sınıfa karşı sınıf” diyor: Sınıf bir kere partide örgütlenirse kendi kendine ilerleyecektir…. kadercilik demek gerekiyorsa böyle demek gerekiyor. Engels, proletarya partisinin gelişimini şöyle tanımlıyor: ”… İhtiyar Hegel bile diyor ki; bir parti bölünerek ve bölünmeyi göğüsleyerek utkusunu kanıtlar. Proletarya hareketi gelişmenin çeşitli evrelerini geçmek zorundadır; her evrede, bir bölük insan takılır kalır ve ileriki evreye katılmaz; yalnızca bu bile, ‘proletarya dayanışmasının’ neden, Roma İmparatorluğunda zulmün en kötüsü yaşanırken Hıristiyan sektlerin yaptığı gibi, birbiriyle ölüm-kalım kavgasına tutuşan farklı parti grublarında gerçekleştiğini açıklamaya yeter.”[18] Sektlere parti içinde özgürlük, geniş parti içinde dayanışma. Dolayısıyla sınıfın yanında olduğunu ilan eden sosyalist-komünist partiler parçalı olarak haklı olamaz. Kısmen gerçekleştirilen dayanışma tamamen gerçekleştiriImelidir. (Buradan “öteki Marx”a, bize sorun olarak taşınan kitle partisine giriyoruz.) Partiyi komünizm ideali kadar uzağa gitmeye zorlayarak, parti kavramının parçasız özü/parçasız sınıf temsiliyeti üzerine düşünerek, “mekan”da hiçbir zaman yaratılamayacak bir yanlış (ütopya) yaratılır. Dolayısıyla Marx – Engels’te, bir yarısı müdahaleci, bulduğu harekete bilinç taşıyan, onu yönetip/yönlendiren yani kaldıraç olan parti; öteki yarısı , ise temel bir kavramdan uzaklaşarak ayrılan mekanik nitelikte bir parti kavramı bulunuyor.

Kısacası sınıf kavgasına yaklaşım hiç kuşkusuz sağlam duruyor. Marx ütopistlerle çatışma sırasında sınıf kavgasındaki partinin köksüzlüğü pahasına tümüyle yeni kavramın gerçekleşmesini aramakta duraksamıyor. Böylece sınıfı parçasız temsil etmek iddiası taşıyan parti, sınıf kavgasını temsil edecek partiyi yerinden ediyor.

Oysa Marx’ın parti pratiği hep “içeride” (sınıfı temsil iddiasını taşıyanlarla) cereyan ediyor. Marx’ın partililiğinde; dönemlerinde proletaryanın burjuvaziyle neredeyse topyekün savaşta olması (Paris Komünü gibi) burjuvaziye karşı parçasız sınıf (mücadelesi) düşüncesinin ön plana çıkmasında belirleyici gibi görünüyor.

Çağdaş Ütopik Sosyalizm: Gramsci

Marksizmin artık hep varolacak biçimde kurulmuş olması, vazgeçilmez olduğunu ilan ettiği sınıf kavgasının zorunlu menzili, onu bir dünya görüşü haline getirmiştir. Marksizm bugün bir dünya görüşü olarak Marx-öncesi kuramları, Marksist kılığa girmeye mecbur etmiştir. Bu aslında Engels’i doğrular gibi: Engels, Marx’ın kuramı bundan sonra anlaşılacak ve işçi sınıfı, “Marx’ın kuramının çizdiği şekilde mücadele edecektir” diyordu. Mücadele, Marx’ın kuramına göre yürütülüyor, fakat geriye dönerek Marx-öncesi kanallardan.

Taşınan sorunların etkili olduğuna ve sınıf mücadelesi birkaç biçimde olduğuna göre, ütopizme ve “Alman Felsefesine bağlı (ya da genç Marx’a bağlı) bir Marksist pratiğin göründüğü açıktır.

Marksizm-öncesi kanallardan, Marksizme rağmen bugüne uzanan Gramsci ise en başından felsefede insan iradesini bir üst yapı[19] unsuru olarak tanımlıyor. Çünkü ona göre bütün insanlar filozoftur, o halde herkes raslansal maddi kabuğundan soyulduğunda ortaya zaten düşünce çıkacaktır. Hegel’den kuvvet bulan Gramsci, “birey… ya da tüm toplumsal grup olarak filozofun kendisi… bilinç içinde, çelişkileri yalnız kavramakla kalmaz, kendini de bir çelişki öğesi olarak gösterip, bu öğeyi bir bilgi ve dolayısıyla eylem ilkesine yükseltir” diyor.[20]

Gramsci’de bir felsefe aramıyoruz, ancak sunduğu kavramlar felsefe teriminde durarak ‘ileriye geriye gidiyor. Bir anlamda Gramsci’nin kavramlarını birbirine bağlayan ve bir praksis felsefesi çıkarmaya yol açan bu felsefi terimlerin kullanımındaki düzenliliktir. Dolayısıyla genel politika anlayışı; felsefenin tarihsel bir olgu olarak toplumsal bir dışavurumunun geniş pratik etkinliğidir. Bu bakımdan felsefi devinim ya da “geniş anlamda pratik”in amacı, halkın (Buradan rahatlıkla, insan doğası kavramından Rousseau’ya ya da ütopik sosyalistlere kadar erişmek mümkündür) düşüncelerini değiştirmek ve uzman filozofların ortaya koyduğu felsefeyle kitlelerin birliğini, aynı anlama gelmek üzere özgürlüğü yaratmaktadır. Eski felsefenin yerine merkezi bir konumu ve hatta bütün toplumu işgal eden bir başka felsefe geçiyor. “Bütün insanlar filozoftur, yani meslekten ya da uygulaman (teknisyen) filozoflarla öbür insanlar arasında ‘nitel’ bir ayrım değil, ama yalnızca ‘nicel’ bir ayrım” vardır. “Meslekten ya da uygulaman filozof, yalnızca öbür insanlardan daha mantıklı, daha tutarlı, daha dizgeli düşünmekle kalmaz, ama tüm düşünce tarihini de bilir… Uzman filozof, öbür uzmanlardan daha çok yaklaşır öbür insanlara … ama aynı zamanda düşünmeyen hiçbir insan düşünülemez.[21]

Aynı zamanda bir politikacı olarak felsefeci, her şeyin bilgisiyle mümkünlerin sentezini gerçekleştirmeyi hedefler. Uzman felsefeci-politikacı, doğuştan kendinin bilincinde olan ezilenleri hedefleyen felsefi devinimle halkın potansiyel gücünü en üst noktasına çıkarır, bütünün parçalarını oluşturmaya yönelir. Uzman felsefeci ile ezilenler arasındaki ilişki, her iki tarafın da filozof ya da düşünen varlıklar olmasında kuruluyor. Bu anlamıyla ikisi arasındaki fark, birinin her şeyi bilmesi, eşitsizliklerin bilincine varmış olması, ötekinin eşitsizliklerin bilincine varmamış olmasıdır. Hegel’de aynı durum, yurttaş, şekilsiz halk bağlamında tanımlanır. Hegelci anlayışa göre gerçeklik en sonunda akıl ya da ruhtur, özne- yurttaşın, sivil toplum kurumlarının her şeyi bilirliği ile halkın (halk-nesnenin) kabuğunu soyduğunda, zaten ortaya düşünce çıkacaktır. Gramsci de şöyle diyor Gerçek Filozofun tanımı için: “Birey öbür insanlarla yanyana gelmeyle değil, ama organik olarak, yani en basitinden en karmaşığına değin örgütlerle birleşip bütünleştiği ölçüde ilişki kurar… Etkin ve bilinçlidirler… Gerçek filozof işte bu anlamda politikacıdır… İlişkiler bütünlüğünü anlama koşuluyla, çevreyi değiştiren ‘etkin insan’dır (vurgu bana ait – M.S.).”[22]

Burada Gramsci’nin Hegel’den farklılığı şudur: Gramsci uzman filozofun (organik aydın) bilgisiyle filozofun (halkın) düşüncesini birbirinden kesin çizgilerle ayırmıyor gibi görünüyor. “Kendimize yani uzman filozofa kişilik yaratmak, örgütlülük ilişkilerinin bilincine ermek anlamına gelir; kendi öz kişiliğimizi değişikliğe uğratmak da bu ilişkiler bütünlüğünü değişikliğe uğratmak anlamına…” gelir. Halkı, uzman filozofun bir parçası kabul ediyor Gramsci. Yani, aslında tamı tamına Hegelci. Hegel’de, kendi olmak için sürekli karşıtına dönen şey, Gramsci’de , kabuğu soyulmak gereken halka gidiyor. Organik aydının görevi, bilgi erklik olduğuna göre, toplumsal bütünlüğün birliğini yaratmada karşılığını bulmaktadır.

Böylece Gramsci’nin tarih çerçevesinde yapılan felsefeyi merkez alan, felsefeye içkin politik açılımı, hem nesnenin özü, hem de bu özün nesneden soyutlanması yani bilgi edinilmesi sürecinde, nesnede içkinleşmiş haldedir. Nesnenin bilgisi, o nesnenin özü ve o nesnenin parçası olarak nesnede içerilmiştir. Erklik olarak bu bilgi hem nesnenin özü ve hem de bu özün nesneden soyutlanmasıdır. Bilgi edinilmesi işlemi de nesnede içerilmiş durumdadır.

Marx ve Engels Alman felsefesine karşı “bir felsefeyi değil yeni bilimi” öne çıkarıyorlar. Gramsci’de felsefe, bütünselliği oluşturan bir eylemi yerine getirmektedir.

“G. Lukacs’ın gözünde ise klasik felsefenin yerine geçen şey, proletaryanın sınıf bilincidir. Proletarya bütünselliği getirir; yani, mevcut gerçekliğin köklü bir olumsuzlanması içinde, geçmişin, halin, geleceğin (olabilirliklerin), gerçek-olanın kavranmasını sağlar. Lukacs, klasik felsefenin yerine bir proletarya felsefesi koymaktadır. Bu felsefe, felsefi iktidarı, yani gerçeğin ortaya konulmasını ve sistemleştirilmesi yetkisini bir düşünüre vermektedir… Lukacs’ın sınıf bilinci teorisi, A. Gramsci’nin praksis felsefesinin taşıdığı aynı sakıncaları taşımaktadır. Her iki Marksist teorisyen de, felsefenin gerçekleşmesini göz önünde tutmadan, felsefenin sona erebileceğini düşünmüşlerdir.”[23]

Marksizm gerçekliği önünde buluyor, kendisinin gerçekleştiği bir gerçeklikten hiçbir yerde söz etmiyor. Fakat Gramsa ve özellikle Lukacs’ta gerçeklik, oluşan bir şey olduğu gibi, buna aynı zamanda düşüncenin katılımı ya da “ol!” demesi gerekiyor. Sınıf kavgası ya da gerçeklik düşüncede toplanıyor. Gramsci ve Lukacs’ta kurulan bilinç, gerçeği kendinde toplayan, kendi kendine kaynaklık eden özne-nesne kategorisiyle tam bir uyum içerisinde görünüyor. Yani her şeye hakim olan felsefi eylemci, parti/kollektif cisimleşmesinde faydalı bir nesne halinde kendi siyasal bilincini, kendiliğinden bilincin eylemine atfederek, kendiliğindenliğe kişilik-bilinç kazandırmaktadır yani kabuğu soymaktadır. (Hegel’in Prusya Devletinde sonlanan devleti de böyledir.)

Ama bu kavramların Hegelci sistemden farkı, burada başlamaktadır. Hegel’de “atfedilen bilinç” kendine döner. Ve bu döngü devamlıdır. Lukacs ve Gramsci’de ise, bilginler ve aydınlar tarafından işlenen kavramsal bilgi ile kendiliğinden bilincin istençle bütünleşmesi devrimle nihayetlendiğinde, felsefe ortadan kalkacaktır. Hegel’de devlet ortadan kalkmıyor, çünkü Hegel, “bir özgürlük sistemi verememiştir” (Lefebvre); bundan dolayı bilakis sivil toplum kurumlan aracılığıyla güçleniyor. Fakat Lukacs ve özellikle Gramsci’de felsefenin ortadan kalkması ya da aşılması, devrim nedeniyle özgürlük ortamının yaratılmış olmasındandır. Filozofun (buna ister birey, ister topluluk deyin) artık soyacağı kabuk, atfedeceği bilinç kalmamıştır. Özgürlük yapılmış, herkes kendini kurtaracak duruma hazırlanmıştır. Gramsci şöyle diyor: “Toplumu bölen iç çelişkilerin belirtisi olmuşlardır şimdiye değin bütün felsefeler… tarihle doğanın birliğini dışavurduğuna inanır her filozof… böyle birşey olmasaydı, felsefeler ideoloji durumuna gelemez… özdeksel güçlerin güçlerine denk olan halk inançlarının o bağnaz granit sertliğini alamazlardı… Öyleyse çelişkilerin ortadan kalkacakları tanıtlanırsa praksis felsefesinin de ortadan kalkacağı, yani aşılacağı tanıtlanmış olur.”[24] Çelişkilerin ortadan kalkması ideolojilerin sonu ile anıldığına göre; bu, eski bir hikayeyi, insan doğasına yeniden dönüşü (uzman filozofluğun herkeste, bütün düşünenlerde gerçekleşmesini, herkesin her şeyi bilmesini yani özgürlüğü, çağrıştırıyor.

“A Gramsci’nin ortaya koyduğu praksis felsefesine gelince; bu felsefe, herhangi belirlenmiş bir praksisin; partinin praksisinin, o Modern Hükümdarın praksisinin haklı çıkarılması haline gelmektedir. Demek ki, siyasal pragmatizme felsefe şahadetnamesi sağlayarak, makyavelizmin felsefesi haline gelmektedir bu görüş.”[25]

Böylece gerçekleşme gerçeklikten önce geliyor. Felsefenin bu önceliği bilimi yerinden ediyor. Bilimi yerinden eden felsefe, bir praksis olarak dünyayı değiştirmeyi parti ile gerçekleştiriyor.

Gramsci’de parti, Machiavelli’nin prensinden esinlendiği üzere, ikna ederek bütünleştiği, kendi hakkında akıl yürüterek içsel bir düşünce eylemini gerçekleştiren halkın kendisidir. Parti, Machiavelli’nin prensinde olduğu gibi somut bir kişilik değildir, bir organizma olarak kollektif iradenin belirmeye başladığı yerin bir öğesidir. Ancak Machiavelli’nin prensinde olduğu gibi somut bir kişilik olmayan “Modern Prens; unsuru olduğu, içinde ayrı cinsten birçok unsur bulunan toplumun/kollektif iradenin ilk hücresi olarak canlılık kazandığı siyasal eylemde bir bireyin somutluğumda temsil olunabilir. Modern Prens temeli üzerinde bir tarihsel devinimin ortaya çıkışı; etkin politik gruplarla, ideolojinin birleştiği ve somut bireylerin yönettiği kollektif iradelerin kavranması anlamına gelecektir. Kavranmaya yol açan önsel öğe, bilimsel felsefeden ayrılamayacak olan halksal felsefenin yapıcısı durumundaki sağduyunun çekirdeği olduğu ortakduyudur. Ortakduyu ya da varolan kültür dünyasının açılması, Modern Prens’te temsil olunan Praksis Felsefesini ortaya çıkarır. Bu yol hegemonyaya çıkmaktadır. Praksis Felsefesi, toplumdaki seçkinlerin ortakduyusunun ve halk sağduyusunun yani varolan etkinliğin eleştirel yeniliği ile ortaya çıkacaktır. Praksis felsefesi ve ortakduyu arasındaki bağ yine Praksis Felsefesini temsil eden Modern Prens/Parti, yani politika ile sağlanacaktır. Bu yol hegemonyaya çıkıyor. (Tabii bu merkezde, Gramsci’nin, çok önce işlemiş olduğu ideolojik aygıtlar, Althusser’in ideolojik aygıtlarından doğal haliyle geride kalıyor.)

”… İlk bakışta, Hegemonya kavramıyla sınıf egemenliğinin, güç ve şiddet ile kurulan bir egemenlik anlamına indirgenmiş olmayıp, bir yönetsel işlevi ve bir özgür ideolojik işlevi içeren ve bunların sonucunda, egemenlik altındaki sınıfların bir aktif onayına dayanan, bir egemen olan – boyun eğen ilişkisinin kurulduğu, bir tarihsel durum ifade edilir gibidir. Bu yeterince muğlak ve, ilk bakışta, Lukacs’ın, Hegelci özne sorunsalı ile bağdaşık olan, sınıf bilinci-dünya görüşü kavrayışı ile yakınlığı var gibi görünen bir anlayıştır. Marksizme sokulan bu sorunsal, burada Hegelci kavramın rolüne bürünen, tarihin genetik bütünleyici ilkesi niteliğini kazanan, özne-sınıf kavrayışına varır. Bu bağlamda, bir oluşumun bütünlüğünü oluşturan, bağımlı sınıfların belirli bir egemenlik sistemine uyumlarını sağlaması ölçüsünde, tarihin özne sınıfının, hegemonyacı sınıfın ideolojisi-bilinci-dünya görüşüdür.[26]

Hegemonya bir anlamda “felsefenin ve çelişkilerin” (ideolojilerin) ortadan kalkmasını önceleyen süreçte içinde ayrı cinsten birçok unsur bulunan toplumun (egemenlik altında bulunan sınıfların), modern prens/kollektif irade ile egemenliğin sahiplenilmesidir. Ya da politik bir gücün bütün toplum üzerindeki güç ilişkilerini çözmesidir. İşte Gramsci burada ideolojik aygıtların (kilise, sendika, okul gibi…) gördüğü işlevi çözündürüyor. Böylece politik toplumsal bir grubun sivil toplum kurumlarıyla dengelenmesi sağlanarak hemegonya en üst noktasına çıkartılacaktır.

Gramsci’nin hegemonya örgütü de olan Modern Prens, Lenin’in Partisinin tersine ideolojik aygıtlar sisteminden dışarıya kaçamıyor, daha doğrusu alanını tanımlayarak kaçmıyor. Tarihsel BIok’un içine çekiliyor.

Gramsci’ye göre, “kendi kendinin eleştirel kavranışı, siyasal bilinç, teoriyle pratiğin birleştiği özbilinç ve ortakduyunun aşılması” ve en son felsefi ilerleme hegemonya kavramında simgelenmektedir. Hegemonyadaki dolaysız çelişiklerin ve farklılaşıkların birliğini yani Partiyi şöyle tanımlıyor Gramsci : “Modern Prens gelişmesinin, her eylemin yalnız Modern Prens’e göndermeyle (referansla) ve onun erkliğini arttırmaya ya da bu erkliğe karşı çıkmaya yaradığına göre, yararlı ya da zararlı, erdemli ya da erdemsiz olarak kavranmış bulunduğu anlamına geldiği ölçüde gelişirken, tüm entelektüel ve moral ilişkiler sistemini de alt üst eder. Prens, bilinçlerde tanrısallığın ya da koşulsuz buyruğun yerini alır, modern bir laisizmin ve tüm yaşam ile töreleri belirleyen bütün ilişkilerin tam bir laikleştirilmesinin temeli durumuna gelir.”[27]

Böylece aygıtlar güç ilişkileri içinde çözümlenince politik laik bir güç olarak bunların tümünün yerini parti almaktadır. Ya da isterseniz buna Praksis Felsefesi deyin. Her şeyin yerini alan bir şey. Ortakduyu aşımı, özgürlükçü bir yer edimi. Ama Marksizmin “mekan”ını, partinin temelini Gramsci’de göremiyoruz. Proletarya ve işçi konseylerine ilişkin Gramsci’de onca söz olmasına rağmen bugün post-Marksizm’de ifade edilen Marksist ontolojik tabanın dağılmasının tarihsel tabanını net biçimiyle Gramsci’nin tarihsel blok zeminini oluşturan “halk duyuları’nda buluyoruz. Marksizm, kapitalizmi mekan kabul ederken, proletarya ve burjuvazi diyor. Yıkıcı ve tutucu tarafa temel vurguyu yapıyor. Gramci ise temel vurguyu tarihsel blok bağlamında, duyulara yapıyor, örneğin; kadın sorunu, demokrasi, çevre hareketleri vs. vs. çeşitli sağduyu ve ortak duyular yaratır. Sınıf aidiyetleri, yerini, sınıfsız temele dayalı bir yığın duyuya bırakır.

Lenin’in Kanalı

Marx’ın “mekan”ı burada yine devreye giriyor.

Marx öncelleri ile rastlaşıyor. Lenin, Marx’tan teorinin köşe taşlarını alıyor ve her bakımdan geliştiriyor. “Çatışan karşıtlar önünde çelişkiye öncelik tanıyarak” (Althusser) sınıf kavgasını birinci sıraya alıyor. Marksizm-Leninizm tarafından öne alınan çelişkinin köşe taşlan, Manifesto ve I. Enternasyonal’in somutluğunda Marx-Engels’e aittir. Ama bu konuda kesinliği ortaya koymak, fiiliyata dökmek, çelişkiyi bir gerçeklik olarak kavrayan Lenin’e ya da Partisine aittir.

Marksizm-Leninizm çelişkiyi öne alıyor, fakat çelişkisiz doğru bir temeli (örneğin hegemonya ve önceli ortakduyuyu) bulmaya gayret ederek değil. Çelişkinin mantıki çıkarsamalarla çözülmesinin olanaksızlığını veri kabul ederek, çelişkinin toplumsal bir gerçek halinde kavranmasına imkan veren bütünlüklü temeli; yani sınıf kavgasını birinci sıraya alıyor.

Marx’tan itibaren köşe taşlarıyla hayat bulan Parti’nin ortaya konulma gerekçesi; çelişkinin kapitalizm içinde örgütlü bulunan ideolojik ve siyasal yapılarla belirlenmesidir.

Lenin’in “akranı” Korsch, mantığını, burjuva bilinci ve felsefesinin karşısına, proleter sınıfın felsefesi aracılığıyla felsefe üzerine oturtuyor. Gramsci gibi, gerçekleşmeden önce, o da gerçekliği yerinden ediyor.

Bu temelden, Korsch, “Felsefe açısından devrimci görevlerle taban tabana zıt bir tavır içinde… Marksist ve Hegelci olarak kalmak isteyen”, “felsefeye sırt çeviren” ve “proletaryanın gelişme aşamasına uygun düşmeyen” “Leninist Materyalist felsefedeki” .adam dediği Lenin’in tarih karşısındaki gerilek işlevini şöyle tanımlıyor: “Hegel’in idealist diyalektiğinden Marx-Engels’in diyalektik materyalizmine geçmeyi, Hegel’in bu diyalektik yöntemini esas alan idealist dünya görüşünü başka bir, yani artık idealist olmayan ‘materyalist’ bir felsefi dünya görüşüyle değiş tokuş etmekle sahiden bir tutuyor Lenin… çünkü mutlak’ı tersine kıvırınca sadece adı değişiyor, yani *akıl-ruh’ birdenbire ‘madde’ adını alıyor.”[28] Marx ve Engels’in kavramının Lenin tarafından Kant’a kadar geriletildiğini söyleyerek bunların tümünün, Bolşevik Partisi’nin başında olduğu Rus Devrimi ve fiilen ortaya çıkan pratik-siyasal ve kuramsal-siyasal problemlerden kaynaklandığını söylüyor Korsch.[29]

Marx’tan aldığı zincirin ara halkalarını tamamlamaya, bulmaya uğraşan Lenin’in partisi ya da Marksist-Leninist parti; sınıf kavgasının kendisini üretmek ve buradan kendi konumunu üretmek gibi bir saçmalığa girişmiyor. Ancak sınıf kavgasında etkililiğin materyalist koşullarının cebren tanınmasını istiyor ve yönetiyor. İşte, bu Marksizmin uyuyan yanıdır. Marx partiyi; bütünün parçaları üzerindeki etkililiği ve bütün içindeki parçaların eylemini açıklayan ve bir sınıfın bütününü birleştiren bir kavram olarak açıkladı. Ancak ortaya koyduğu sınıf kavgasında (mekan) bölünmeyi, – henüz bir kanala oturmamış olan sınıf hareketi bağlamında- cepheden başlattı, sınıfa karşı sınıf ve Enternasyonal gibi parti oluşumu düşüncesiyle bunu sabitledi. Lenin bölmeyi-parçalamayı, oluşmuş olarak bulduğu Marksist hareket içinden gerçekleştirdi.

Marx uzlaşmazlığı parti-sınıf şahsında karşıt sınıfla, karşıt sınıftan gelenlerle çatışmada aradı; Lenin uzlaşmazlığı oluşmuş bulunan Marksist hareket içinde mücadele ederek aradı. Nihayetinde Lenin ve Marksist hareket içindeki hasımları referans olarak Marx’ı gösterdiler. Lenin kuramını oluştururken Marksist hareket içindeki yabancıları (Marksist olmayanları), kendine taşıyıcı-destek yapıyor. Ancak bundan sonra, sınıf kavgası için gereken kavramları oluşturuyor. Daha doğrusu politik mücadelenin kavramlarını, Marksist hareket içindeki yabancıların kendi kavramları içinde yakalayarak anlaşılır hale getiriyor. Somut uzlaşmazlığı ya da uzlaşmaya yatkınlığı bir sınır çizgisi çekerek Marksizmin içinden geçiriyor. Yani Marksist hareketin içinden geçirdiği çizgiyle, “sınıfın dostlarıyla düşmanlarını ayırmak” işini gerçekleştiriyor. Lenin şunları yazıyor: “Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden sözedilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor – ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol, yoktur. Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.”[30] Sınıf kavgasının muhtaç olduğu uzlaşmazlık kategorisini Lenin, Marksist hareket içindeki yabancı unsurlarla hesaplaşarak gerçekleştiriyor. Hareketin içinde oluşan kavramlar, sınıfsal uzlaşmazlığın yapıcı çelişkilerini gösterme olanağını bulduğu ideolojiye bundan sonra yansıyor.

Daha doğrusu bilinç, işçi sınıfına bu işlemle taşınıyor; kendiliğindenlik, (sadece biçimsel ve sığ olan) içeriğine, olmak gerektiği uzlaşmazlığa kavuşturuluyor. Uzlaşmazlık yalnızca imgesel ya da ajitatif bir genelleme değildir. Politik sınıfların eylem sınırlarını belirleyen menzilin oluşturulmasıdır: Lenin/Bolşevik Partisi, Marksist Hareketin içinde sürdürülen bu mücadelede, Marx’ın geri dönüşsüz çerçevesinden bakarak “Nereye gidiyoruz?”, sınıf mücadelesinin “acele cevap bekleyen” sorunlarında “Nasıl hareket etmeliyiz?”, “Hangi yöne gitmeli?”, “Ne Yapmalıyız?” sorularını (Althusser) sormaktadır. Lenin’in, bir Bolşevik Partili olarak yaptığı, bu sorulara Tarihi okuyarak yanıt vermek oluyor. Uzlaşmazlık, Tarih Bilimi aracılığıyla, tarihin motorunun yani sınıf kavgasının okunmasının karşılığıdır.

Uzlaşmazlık, ideolojinin ya da sınıf kavgasının cereyan ettiği alanlara dışarıdan taşınan bilincin ta kendisidir. Eğer böyle olmasaydı, Marksizmden önce de tarihte hep varolmuş olan sınıf mücadelesinin ve ideolojilerin zorunlu olarak proleter devrime- uzlaşmazlığa erişebileceği fikrini rahatlıkla dilimize dolayabilirdik.

Üyelerinin nasıl olması, nasıl davranması gerektiğini (Marx’ın karşı çıktığı haliyle) oldukça otoriter bir tarzda saptamış olan Bolşevik Partisi, uzlaşmazlığı, Althusser’in Lenin şahsında tanımladığı gibi, dışarıdan değil içeriden iletiyor: “Elindeki parçayı ayarlayan motor tamircisi önceden varolduğunu bilmektedir: motor onun dışındadır cerrah hastanın bir parçası değildir… ‘kafalarındaki bir fikre* göre hareket eden bu özneler… motorun ya da tedavi edilecek hastanın kendilerinin dışında, kafalarının dışında”dır. “Siyaset adamı Lenin eylemde bulunduğu ve değiştirmek istediği konjonktürün içindedir… O, kafasındaki bir fikri izleyen ve onu dışarıdan kabul ettirmek isteyen bir özne değildir: O, halk yığınlarının öncüsü, bir sınıf mücadelesi örgütünün lideridir… O bizzat kendisinin de içinde bulunduğu bir güç ilişkisini yansıtmaktadır.”[31]

Bu, iki yanlı bir güç ilişkisidir: Bir yandan iktidar ilişkileri bağlamındaki politikada temsil olunan, “içinde bulunulan zaman birimi’ni (anı) (Poluantzas) muhafaza eden, öte yandan, içinde bulunan zamanı kendine nesne kabul eden politikanın, tarihle ilişkisinde, Marksist hareket içinden gelerek bilimi kovmaya uğraşan ideolojilerle yaşanan güç ilişkisi vardır. İşte • sınıf kavgasına ve uzlaşmazlığa asıl karakterini veren bu durum; Lenin’e ve Bolşevik Partisi’ne ne yapacağını ve amacını; tanımlanması son bulması için “ayarlayan” dışarıdan bir şey değil, içeriden bir proleter tavrını ve bir siyasal önder kimliğini kazandırmıştır.

Marksizm-Leninizmin merkezi kavramı olan öncü partiyi, Marx’ı referans kabul ederek tanımlamıyoruz. Marx’ı referans olarak alırsak, Leninist Parti’yi yanlışlamak mümkün olabilir. Bu nedenle, Marx kaynağına dönmek yerine Marksizm-Leninizm kaynağına dönmemiz gerekiyor. Marksist-Leninistlerin, Bolşevik Partisi için referansları ancak “Marx’ın bilimsel buluşunun yol açmış olduğu kanaldan”, Marksizmi, II. Enternasyonal “Marksistleri”nin felsefesinden arındıran Leninizm olabilir.

Çünkü Lenin; Marx ve Engels’in ikircikli, mekanik parti ve politika pratiğinde takındıkları olası Fourierci, Owencı (ve belki de yarım kalan imam yeminli; Komünistler Birliği örgütlenmesindeki Babeufcu) maskeyi çıkartmıştır. Böylelikle, Marksizmin kopuşuna, Bolşevik Partisi’nin bütünlüklü eylemiyle, politika alanında geri çevrilemezlik kazandırmıştır.

Marksist-Leninist öncü Parti, sınıfların yapısında bulunan eksikli durumdan hareket etmektedir. İşçi sınıfının önsel-kendiliğinden mücadelesi kavramlardan uzaktır. Olsa olsa “kendinde bilinç” olarak tarihsel kavganın hayat içerisindeki ideolojisi ile donanmış bir mücadele sözkonusudur ki, bu da salt ekonomik ilişkileri hedefleyen, bir ekonomicilikten sıyrılamaz. (Gramsci ve Lukacs gibi benzerlerin ideoloji meselesinden dolayı takılıp kaldıkları yer burasıdır.) Devlet, ekonomik mücadeleyi sosyal haklar denilen ilişkilere yayarak (bütünlük içerisinde) politik çıkarlarını korumak yoluna gider.

Önsel-kendiliğinden mücadelenin sınıfsal kavramlardan uzak oluşu, (Gramsci’de ve daha sonra Althusseride geliştirilen) devletin ideolojik aygıtlarının, sınıf hareketi üzerindeki baskı ve kontrolünü doğal olarak basitleştirecektir.

Öncü Parti burada Marksist-Leninist Teoriyi temsilen “pratiğin birleştiriciliğinde”, eylemi yani sınıf tavrını bildiren bir görev yükümlenmektedir. “Proleter bir sınıf tavrı, ‘proleter bir sınıf içgüdüsü’nden daha fazla bir şeydir. Proletaryanın sınıf kavgasıyla nesnel gerçeklik arasındaki uyumu sağlayan bilinç ve pratiktir. (Vurgu bana ait – M.S.) Sınıf içgüdüsü öznel ve kendiliğindendir. Sınıf tavrı ise nesnel ve akılcıdır. Proletaryanın sınıf tavrına varabilmesi ancak sınıf içgüdüsünün eğitilmesiyle sağlanır, öte yandan küçük burjuvazinin aydınlarının sınıf içgüdüleriyse devrimci niteliğe kavuşturulmak durumundadır. Bu eğitim ve devrimi son analizde, Marksist-Leninist teorinin ilkeleri temel alınarak yürütülen bir sınıf kavgası belirler.”[32] Althusser, “Ne Yapmalı?”yı tekrarlıyor.

Buradaki sıkıntı tabii ki öznedir.

Parti müdahale ediyor; hatta Marx’ın karşı çıktığı şekliyle üyelerini kalıba döküyor, bilerek onların şekil almasını söylüyor. Bu durum, sözünü ettiğimiz gibi, Marksizmin ya da Marksist hareketin kanallarıyla çarpışmanın doğal sonucudur.

Fakat öncü Partinin sınıf hareketine müdahalesi hiçbir zaman, Hegelci tanrı öznenin yanılmazlığını, her şeyi bilirliğini ya da mutlak iradesini ortaya koymuyor.

Öncü Parti, adı üstünde proletaryanın öncülüğünü yaparak “bir adım önden yürüyor”. Yaratmıyor. İmal etmiyor.

Aynı zamanda kendisi de bir örgütleyici olan önsel örgütlülüğe, bir kaldıraç vazifesi ile uzlaşmazlığın derinliğini ve çatışmanın menzilini bildiriyor.

 



[1] K. Marx-F. Engels, Komünist Manifesto, Çev.: M.

Erdost, Sol Yay., Ankara 1991, s. 107-108.

[2] V.İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Çev.: A. Tokatlı, Sosyal Yay., İstanbul 1976, s. 17.

[3] F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: O. Ünalan, Sol Yay., Ankara 1993, s. 82.

[4] L. Althusser, J. Lewis’e Cevap, Çev.: M. Ökmen, Verso Yay., Ankara 1987, s. 16-17.

[5] A.g.e., s. 18.

[6] Wallerstein, “Marx ve Tarih”; Balibar ve Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf, Çev.: N. Oktan, Metis Yay., İstanbul 1993, içinde, s. 158.

[7] H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.: S. Hilav, Öncü Yay., İstanbul 1976, s.32-33.

[8] Marx-Engels, Komünist Manifesto, Çev: M. Erdost Sol Yay., Ankara 1991, s. 126-27.

[9] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar II, Çev.: Y. Fincancı, Sol Yay., Ankara 1996, s. 125.

[10] Marx-Engels, Komünist Manifesto, a.g.e., s. 152.

[11] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar I, Çev.: Y.Fincancı, Sol Yay., Ankara 1995, s. 224.

[12] J. Molyneux, Marksizm ve Parti, Çev.: Y. Alogan, Belge Yay., İstanbul 1991, s. 16.

[13] Kari Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları, Çev.: S. Belli, Sol Yay., Ankara 1976, s. 8.

* Marx, bu dönemde hem sağlık sorunlarıyla uğraşıyor, hem de teorik çalışmaları üzerinde yoğunlaşıyordu.

[14] Marx’tan Newyork’taki Bolte’a mektup (Kasım 1871); K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev.: M. Kabagil, Sol Yay., Ankara 1989, içinde, s. 119.

 

[15] J. Molyneux, a.g.e., s. 15, 17, 25.

[16] A.g.e., s. 32.

[17] A.g.e., s. 34.

[18] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar II, a.g.e., s.74.

[19] A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev.: K. Somer, Onur Yay., İstanbul 1986, s.262.

[20] A.g.e., s.264.

[21] A.g.e., s.227-28.

[22] A.g.e., s.234

[23] H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.: S. Hilav, öncü Yay., İstanbul 1976, s.43-44.

[24] A. Gramsci, a.g.e., s.264-265

[25] Lefebvre, a.g.e., s.43.

[26] N. Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Ş. Süer, LF. Topaçoğlu, Belge Yay., İstanbul 1992, s. 141-142.

[27] A. Gramsci, a.g.e., s. 98.

[28] K. Korsch, Marksizm ve Felsefe, Çev.: Y. Öner, Belge Yay., İstanbul 1991, s. 91.

[29] A.g.e., s. 119.

[30]  [30] Lenin, Ne Yapmalı?, Çev,: M. Erdost, Sol Yay., Ankara 1990, s. 48.

[31] L Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi., Çev.: Ö. Sezgin, Verso Yay., Ankara 1990, s. 69.

[32] L Althusser, Lenin ve Felsefe, Çev.: B. Aksoy, E.Tulpar, M.Belge, İletişim Yay., İstanbul 1989, s. 22.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar