Ana SayfaArşivSayı 6Dinazorların Sessiz Gecesi

Dinazorların Sessiz Gecesi

T a n ı t m a  /  E l e ş t i r i

 

 

 

Bir Kitap, Bir Düşünce

Dinazorların Sessiz Gecesi

Jale Karakaş

Dinozorların Sessiz Gecesi adıyla altı kitap halinde Veysel Atayman tarafından çevrilen Hoimar Von Ditfurth’un kitabı, hem akıcı kurgusu, hem de karmaşık bilimsel verileri gündelik yaşamdan örneklerle, anlaşılır ve kavranılır kılması özellikleriyle okunmaya değer bir kitap. Ancak bu yazıda V. Ditfurth’un popüler bilim yazarlığı yeteneğiyle değil, özellikle dizinin 4. kitabında yoğunlaşan insana ilişkin bir dizi felsefi problemle ilgili V. Ditfurth’un açıklamalarını tartışmaya çalışacağım.

 V. Ditfurth altı kitap boyunca pek çok insan merkezci önyargıyı bilimsel verilerle mahkum ediyor. Bunların en önemlisi olan “tarihi insanın yaptığı” ya da “tarihin inşanla başladığı” önyargısı, kitabın en önemli ve en kayda değer tezi ile sarsılıyor, insanın tarihi (toplumsal anlamdaki tarihi de), doğanın dolayısıyla evrenin tarihinin (evriminin) bir parçasıdır. Bu teze bağlı olarak, insanın sadece bir “tinbilim” konusu olarak ya da sadece biyolojik olarak incelenmesinin tek yanlı olacağı ve bir bütünsel İncelemenin gerekliliği ileri sürülüyor. “İnsanı tek yanlı olarak, antropolojik, manevi, tinbilimin konusu olan bir varlık olarak ele aldığımızda, biyolojik tarihimizin bir ifadesi ve sonucu olan özelliklerimizi gözden kaçırdığımızı tecrübelerimizden biliyoruz.”* İnsanın ve buna bağlı olarak toplumsal tarihin, insanın biyolojik gelişimi ve insan türünün evrimi göz önüne alınmadan açıklanmasının örneklerini felsefe tarihinde bolca görmekteyiz. Zaman zaman dahiyane saçmalıklar dizilerine dek uzanan bu açıklamalar, hep insanı doğadan ayrı ve üstün tutan, gelişmesini tamamlayıp mükemmelliğe ulaşmış bir akıl varlığı olarak tasarlamaktan kaynaklanıyor. Bu anlamda baktığımızda, insanı sözü edilen bütünsel bir incelemenin konusu yapmak belki pek çok yanıtsız sorunun da kapısını açabilecek. Çünkü insan ve insan toplumu, kabul etse de etmese de, hala doğanın bir parçası; ve insanın gelişimini tamamlayıp son noktaya ulaştığına dair hiçbir bilimsel veri yok; insan hala oluşmakta. Bu gelişmenin, bu oluşmanın farkında olmamamız türümüzün sınırlılıklarına (burada fiziksel ömrümüze) bağlı. “Evrim, bizim kavrama yeteneğimize göre öylesine ağır yol almaktadır ki, bizim yaşantımız, bu yol alışın hızını algılayışımız açısından, soyut bir gelişmeden bile söz edebiliriz. Evrenin saati bize göre, durmuş bir saattir. Bizim tasarlama ve algılama yeteneğimiz bakımından, evrimde zaman akışı durmuş sayılır. Akan sadece kendi, bireysel ömrümüzle endeksli zamandır. Geçip giden odur.” (s.189-190)

V. Ditfurth beynin evrimini anlatırken, öğrenmenin ve zekanın sadece insana özgü olmadığı tezini bilimsel verilerle ortaya koyarak bir kez daha insanı sarsıyor. Beyni üç ana bölüm olarak ele alan V. Ditfurth, evrimsel olarak en yaşlı olan ve en altta bulunan beyin sapının vejatatif faaliyetleri düzenlediğini, bir üstte bulunan ve evrimsel açıdan daha yakın bir tarihi temsil eden ortabeynin bir dizi paket programı hazır tuttuğunu ve nihayet evrimsel açıdan en genç ve en üstteki büyükbeynin (alnımızın arkasındaki kısım) henüz evrimsel gelişmesini tamamlamamış olmasına karşın bireysel bilincin oluştuğu (ya da oluşmaya başladığı) kısım olduğunu söylüyor. Ortabeyindeki tamamlanmış hazır bekleyen paket programlar türün öğrenmesinin kanıtıdırlar. Bu aşamadaki öğrenme (deneyim) bilinçsizdir, çünkü henüz bireysel bilince sahip bir özne ortalıkta yoktur. “Büyükbeyin aşamasına geçmiş belli bir birey, normal durumlarda, bildik ‘öğrenme’ yoluyla, önüne konan sonuçlardan kısa süre içinde birçok deneyim çıkartır. Tür ise, aynı şeyi yapabilmek için, yüz binlerce yılla ifade edilen bir zaman süresine ihtiyaç duyar.” (s.21) Türün, bizim zaman anlayışımızla hayal edilemeyecek kadar uzun sürelerde biriktirdiği ve aktardığı bu paket programlara “içgüdü” diyoruz. Bu paket programlar ya da içgüdüler büyükbeyin aşamasına geçmiş bulunan insan türü için de söz konusudur elbet. Daha ilginç olan ise, beyin fizyolojisine ilişkin biyokimyasal incelemeler sonucu, türe özgü öğrenme (deneyim biriktirme) ile bireysel öğrenme arasında ilkece hiçbir farklılığın olmamasının ortaya konmuş olmasıdır. “İçgüdüler, doğuştan ‘deneyimlerden’ başka bir şey değildirler. Bireyin, kendine yarayan davranışları seçerek biriktirdiği deneyimler değillerdir bunlar; onun ait olduğu türün yüzmilyonlarca yıl içinde topladığı deneyimlerdir. Bu işin içinde öyle doğaüstü, metafizikle ilintili bir yan aramak beyhudedir. Sadece düşünce tarihi geleneği içinde oluşmuş olan ve bedensel, maddi gelişme ile ruhsal gelişmeyi birbirinden tamamen kopuk, iki ayrı boyut olarak algılamamıza yol açan bir önyargıya öylesine paçamızı kaptırmışızdır ki, içgüdülerin, öteki deyişle paket programların oluşum süreçlerini sırf bu yüzden kavramakta güçlük çekeriz.” (s.17) Hatta öyle ki, “Duygular ve ruhsal çalkantılar; psişik dünyamızda ortaya çıkan etkiler, kendi içgüdülerimizi yaşayış tarzımızdan başka bir şey değildiler aslında.” (s.200)

“Evrimde hiçbir şey nedensiz değildir” diyor V. Ditfurth. Öyleyse, paket programların oluşmasının nedeni nedir? Evrimin en temel ilkelerinden biri olan “Olabildiğince az dış dünya ilkesi”nin açıklanması bu sorunun da yanıtı olacak. Evrimin herhangi bir amacı ya da hedefinden söz edilebilecekse şayet, bu tek amaç, evrimin ürünü olan canlının hayatta kalmasıdır. Hayatta kalabilmek içinse, organizma çevreye uyum sağlamak zorundadır. “Canlı bir yapının iç düzeni, dış dünyanın görece düzensizliği karşısında, ancak, çok kesin koşullara şaşmaz bir ayak uydurmayla mümkündü. Bunlardan biri de, organizmanın buyur ettiği çevre özelliklerinin, biyolojik yönden mutlaka organizmaya dahil edilmesi gerekenin ‘en azıyla’ sınırlı olması zorunluluğuydu.” (s.200) Yani organizma sadece hayatta kalmasına yarayacak ya da hayatını tehdit eden dış dünya unsurlarına karşı duyarlıdır. Bu iki durum dışındaki tüm durumlar ya da bu iki durum dışındaki dış dünya, organizma için “yoktur”. İşte bu ilkeye göre çevreye uyum sağlayan organizma hayatta kalır Uyum sağlama, deneyim biriktirmedir, yani öğrenmedir. “Her biyolojik uyum sağlama edimi, bir bilgi edimidir.” (s.243) Ortabeyindeki paket programlar (aslında ortabeyin aşamasından önceki aşamalarda da aynı ilke söz konusudur) bu ilkeye göre şekillenir. Tüm bu söylenenlerden çıkan sonuç ise, kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığı doruklara taşıyor. Dış dünyanın “izdüşümü” (ya da kopyaları), organizma dış dünya ile karşılaşmadan önce, o organizmanın ortabeyninde paket programlar şeklinde vardır. “Bize istediği kadar alışıldık dışı, istediği kadar paradoksal görünsün, …bu çözümleme, bizi beyin gelişmesinin bu aşamasında, kopyanın aslından önce varolduğunu kabul etmeye zorlamaktadır.” (s.47) Bu durum, yani dış dünyanın kopyalarının, organizma dış dünyayla karşılaşmadan, ortabeyinde hazır bulunması, sadece ortabeyin aşamasındaki canlılar için değil, büyükbeyin aşamasına geçmiş olan insan için de geçerlidir. Çünkü, büyükbeyin taşıdığı olanaklara ve gelişmişlik düzeyine karşın dış dünya ile özerk bir biçimde, doğrudan bağlantı kuramamaktadır. “Beyne ulaşan her enformasyon, önce, ortabeynin arkaik merkezleri içinden dolanıp gelmek zorundadır.” (s.176) Bu söylenenler karşısında, -insanın bilgi edinme biçimi bakımından- Locke’un beynin boş olduğu (tabula rasa) biçimindeki klasikleşmiş ve düşünce dünyamızda iyice yer etmiş bilgi kuramsal görüşü gümbürdeyerek çöküyor. İnsan, “idealist filozoflar da (bu konuyla ilgisinde Platon, Descartes) doğru şeyler söylemiş ancak yanlış duraklara mı varmışlardı?” diye sormadan edemiyor.

Paket programların ortabeyinde hazır bulunuşundan ortaya çıkan sonuç ise, en sarsıcı, en şaşırtıcı sonuç: “…olup bitene istediğimiz kadar ayrıntılı bakalım, içinde yaşadığımız gerçekliğin, bizim ruhsal durumumuza göre karakter değiştirdiğinin ne anlama geldiğini, istediğimiz kadar ince bir yorumla açıklayalım, bu saptamamız, İçinde yaşadığımız dünyanın ‘objektifliği’nin bir yanılsama olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.” (s.203) “Çünkü, bu saptama, sadece ortabeynin değil, büyükbeyne yansıyan dünyanın gerçekliğinin de, ‘bilinçli’ olarak yaşadığımız dünyanın da, ‘hala’ aslının aynısı olmadığı anlamına gelmektedir. Dünyayı ve kendimizi kavrayışımız da, ihtilal sayılacak bir saptamadır bu aslında.” (s.194). Bu son söylenenlerden, sanki buram buram saf idealizm kokulan gelmektedir. Her anlamda görecilik mi meşru kılınıyor, yoksa işin aslı başka mı? Sözü edilen “nesnellik yanılsaması” felsefi olarak baktığımızda bir güreciliktir ama, türe özgü bir görecilik. Yani bu görecilik, insan türü için istisnasız bir kuraldır. O zaman buna görecilik demek doğru olur mu? “Olabildiğince az dış dünya ilkesi” çerçevesinde amacı sadece uyum sağlamak ve hayatta kalmak olan insanın (organizmanın, canlının), dünyayı nasılsa öyle yani objektif bir şekilde kavrayamayışı aslında, insanın bilgi edinmesinin de temel ilkesidir. Yani, türe özgü olan bu “nesnel algılayamama” durumu aslında, bilgi ve bilime olanak tanıyan dolayısıyla görecilik denemeyecek temel bir “yaşam ve bilgi” ilkesidir. “Çünkü beyin bu basamakta ‘dünya’ya ilişkin bilgi, toplama gibi bir derdi olmayan, organizmanın hayatta kalmasını hedeflemiş bir organdan başka bir şey değildir. Algılama amaç değildir…” (s.130) “Evrimin, bütün öteki özelliklerimiz gibi, beynimizi de, dünyayı öğrenmemiz için değil de, hayatta kalabilmemizi sağlayacak uyuma katkıda bulunması için yönlendirmiş olması, bu gelişme ilkesi, kaçınılmaz sonuçlarını da birlikte getirmiştir. Dünyaya bakışımız gerçi ‘doğru’dur, ama bu doğruluğun derecesi, hayatta kalabilmemizi sağlayabilecek sınırlar içinde gerekli olan çizgiyi geçemez. Evrimde, hayatta kalma ilkesinin ötesine taşacak bir gelişmeyi destekleyecek hiçbir neden bulunmamaktadır.” (s.245)

Buraya kadar çok kaba olarak özetlediğim V. Ditfurth’un görüşlerinin hakkını verebildim mi, bilmiyorum. Ama bu kitabın okunması halinde çizdiğim bu kaba tablo, daha ayrıntılı ve bütünlüklü bir şekilde aydınlanacak. Şimdi bu düşüncelerin kılavuzluğunda, kendi düşüncelerimi ortaya koymaya çalışacağım.

Türe özgü olan, nesnel algılayamama durumunun, temel bir yaşam ve bilgi ilkesi olduğunu söylemiştik son olarak. Bu ilke, aynı zamanda insan özünün (eğer bir “özü” varsa), neden pozitivist ve pragmatist oluşunu da açıklamıyor mu? İnsan türü pozitivist ve pragmatist olmayı başardıktan sonra (yani hayatta kalmak için uyum sağlamayı yetkinleştirdikten sonra), bilim ve uygarlığını yaratmadı mı?

Klasik mantığın “ya … ya” kategorileriyle düşünmekten kurtulamayışımızın (“hem … hem” diyemeyişimizin) kökeninde ortabeynin rolü ne? Bu mantık, türümüzün hayatta kalmak için, olabildiğince az dış dünya ilkesine göre biriktirdiği ve aktardığı, tamamen, algılayabildiğimiz olgulara ilişkin mantıktır. İnsan türü, artık kendi dışında, nasılsa öyle, objektif bir dünyanın varlığından emindir, bu dünyayı henüz objektif bir biçimde algılayamıyor oluşunun, bu objektif dünyanın varlığını etkilemediğinin de farkındadır. İnsan türü artık, mükemmelliğe ulaşmış bir saf akıl varlığı olma kuruntusundan da kurtulmaya başlamalıdır. İnsan “bir geçiş-aşaması varlığadır. “Evrimin seyrindeki herhangi bir geçiş aşaması ürünü, bir İstisna değil, bir kural durumu oluşturur. Her canlı organizma, kendine uygun dünyaya uyum sağlayışıyla bize tamamlanmış, kusursuz görünür…. evrimde, tam sağlanmış bir uyum ile, evrime ayak uydurucu, sürekli değişmelere açık olma yeteneği, elele yolalırlar. Sadece bizim kafamızda varolan, aklımıza özgü olan ama doğanın gerçekliği içinde yer almayan çelişkili durum paradokslara bir başka örnektir bu. Bizim aklımız için bir ikilemdir böyle bir ilişki; doğa için değil.” (s.208-209) Klasik mantığın kategorileriyle düşünmeye, algılamaya ve kavramaya alışkın beyinlerimiz için, sözü edilen çelişkiyi kavramak ya da Marksizmin diyalektik mantığını kavramak hiç kolay bir iş değildir. Ama şunu da eklemek zorunlu; bu pozitivist mantık “eksik”, “işe yaramaz” değil, sadece doğabilimlerinin vardığı bu noktada, evrimin işleyişini kavramaya başladığımız bu noktada, bu mantığın da evrime uğraması gerekiyor, ki bu süreç başlamıştır aslında. Bilindiği gibi evrim, uyum sağlama yeteneğini geliştirmiş hiçbir ürününü yok etmeden, o ürünün uyum sağlama yeteneğiyle ortaya çıkan olanakları değerlendirerek bir üst aşamaya sıçrıyor, “…evrimin elinden kesinlikle bir şey gelmez: Gelişmenin herhangi bir aşamasında, bir uğrakta, radikal, sıfır bir başlangıç yapamaz. Canlı yapıların ilerlemesi, ancak hep mevcut ve verilmiş bir ön-örneğin, adım adım yapı değiştirip boyutlanmasıyla mümkündür.” (s.179) Bu anlamda, pozitivizmin uyum sağlama yeteneği bir yetkinliğe, mükemmelliğe ulaşmıştır (bundan hoşlansak da hoşlanmasak da). Yani pozitivizm yok edilip “radikal sıfır bir başlangıç” yapılamaz. Çünkü pozitivizm insan türünün bir deneyimidir. Pozitivizmin yetkinliğe ulaştığı noktada, onun ortaya çıkardığı olanakların neler olduğuna bakmak bir zorunluluk artık. Bu yeni olanaklarla, yanıtsız alanlarda yanıtlar bulup bulamayacağım izdir önemli olan. Yoksa sorun, pozitivizmin ezilip geçilmesi değil. Zaten pozitivizm, bu yeni olanaklarla yanıtlar bulmayı başardığımız zaman bile, aynı ortabeyin gibi canlı bir fosil olarak işbaşında olacak.

Şu an insan düşüncesinin yaşadığı evrim sürecinin özelliği, evrimin paradokslarından birini yansıtıyor sanki. Gelenek ile ilerlemenin uzlaştırılması… “Evrimin yasaları istedikleri kadar güçlükleri aşabilecek kapasitede olsunlar, onlar da, biyolojik gelişme yasalarının sınırlarıyla ellerinin kollarının bağlanmasını önleyemezler. Bu yasalardan biri, doğanın onca zahmette, milyonlarca milyonlarca yılda bulup ortaya koyduğu bir sonucu, kolay kolay gözden çıkartamaması yasasıdır. Onun işi gücü, yeniyi, daha önce bulduklarının üstüne inşa etmektir/’ (s. 178) Pozitivizm de gözden çıkarılamaz; biz onu gözden çıkarsak bile, insan düşüncesinin evriminin bu aşamasında, o bizi bırakmaz. İnsanın bilgisi pozitivizmin sınırlarını aşmaya başlamıştır ama, pozitivizm hala insan türünün en köklü bilgi edinme ilkesidir. İlginçtir ki, pozitivizme yöneltilen tavizsiz eleştiriler hep saçmalamak zorunda kalmaktadırlar. Bu eleştiriler, ya tanrıya (ya metafizik ilkelere) ya da güreciliğin “her şey mümkündür” sloganına gelip dayanıyor ve bir adım öteye bite gidemiyorlar. Neden acaba? Pozitivizmi gözden çıkaramayız ama, pozitivizmi sorgulamaktan da asla vazgeçemeyiz. Gelenek ile ilerlemenin uzlaştırılması mücadelesi… “Yeninin eskinin üzerine kurulması zorunluğu, bir bakıma zaten, yeninin gelişmesini tahrik eden, onu körükleyen bir zorunluktur da.” (s.179)

Buraya kadar tüm iddialar, bu kitabın verilerinin yörüngesinde temellendirildi, ama temellendirildi. Elbette bu kitabın ve iddialarımın (sorularımın) her şeyi açıkladığı gibi bir yaklaşımım sözkonusu değil. Ama bir kitapla, doğabilimlerinin eşliğinde, alışılmadık bir bakış açısının ortaya çıktığı kimse tarafından yadsınamaz. İhtiyacımız olan, böyle bir değil, pek çok bakış açısının gerekliliği. İşte o zaman evrimin yapageldiğini, insan düşüncesi de yapabilecek belki ve bu olanaklardan biriyle eskinin (pozitivizmin) üstüne yeniyi inşa edebilecek. Bu olanakların en kayda değer ve yetkin görüneni, şimdilik, hala Marksizm. İnsan düşüncesi henüz, onu aşabilen bir olanak ortaya koyamadı çünkü.

Pozitivizm insan düşüncesinin ortabeynidir, Marksizm ise büyükbeyni. Marksizmin pozitivist bir yanının olması kaçınılmazdır, çünkü biliyoruz ki büyükbeynin oluşmasıyla ortabeyin devreden çıkmaz. Tam tersine, bu iki kısım eş zamanlı olarak çalışıp “bir tür alaşım” oluştururlar. Bu anlamda Marksizm, diyalektik materyalizm ile yeni olanaklar açmıştır önümüze ve bizi dünyayla çelişkiye düşürmüştür. “İçinde bulunduğumuz ruhsal, duygusal durum ile bu dünyanın karakteri, bu anlamda, hep karşılıklı bir uyum içindedir. İki yan arasında hiçbir zaman çelişki yoktur. Bu ahenkli ilişkinin, dünyayı yaşantılaştırışımızda devreye girmiş arkaik bir boyutun ifadesi olduğunu unutmamalıyız… Bizi, içinde yaşadığımız dünya ile ancak büyükbeyin çelişkiye sürükler.” (s.203-204) Marksizmi büyükbeyne benzetmeye devam edersek, henüz gelişmesini tamamlamamış ama, işlevsiz olmayan bir alan olduğunu söyleyebiliriz. Sorun, diyalektik materyalizmin mantığıyla bakabilmek ve pozitivizmin işlevsiz kaldığı noktada, onu devreye sokabilmek. Bu noktada ise, İçinden çıkılması güç felsefi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz açık. En önemli güçlük ise, diyalektik mantığı bu sorunların çözümünde ortaya koyabilmek. Kavranması güç olsa da, saçma gibi görünse de, bilim, evrimin mantığının, insanoğlunun mantığıyla hiçbir benzerlik taşımadığını gösteriyor. Pek çok çelişik durum aynı anda sözkonusu olabiliyor doğada ya da evrim tarihinde. Bu noktada pek çok felsefi kavram ve kategori (örneğin, mantık, evrim-devrim, diyalektik, özne-nesne) doğabilimsel veriler

eşliğinde gözden geçirilip yeniden tanımlanmalı belki de. Ama bu çok çeşitli ve çok zengin bir olanaklar tablosuna sahip olmakla mümkün sadece. Marksizmin kendinde (özünde, aslında) bu olanakların mevcut olduğu kesin. Çünkü bu temel bilgi ilkesinin (ya da teorinin) pek çok noktada boşluklar içerdiği kesin. Bu boşlukların, bu atlandığı, eksik bırakıldığı düşünülen noktaların aslında onun zenginliği ve çeşitliliği olduğunu düşünüyorum. Bu çeşitliliği koruyarak, bu temel bilgi ilkesinin işlevsel hale getirilmesi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

 

 



* Hoimar Von Ditgurth, Dinazorlann Sessiz Gecesi – 4. Kitap, Çev.: Veysel Atayman, Alan. Yay., İstanbul 1995, s.191. Bundan sonraki atıflar metinde parantez İçinde belirtilecektir.

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar