Marksçı Sömürü Teorisinin Savunusu

Social Theory and Practice, Cilt 41, Sayı 2 (Nisan 2015): 286-308. 

 

Çeviri: Burak Kayan

Özet: John Roemer ve G.A. Cohen, Marksçı[1] sömürü teorisinin yeniden inşasına ufuk açıcı katkılarda bulundular. Ancak iki isim de Marksçı sömürü teorisinin sosyalist proje için öneminden şüphe eder hâle geldiler. Bu makale, onların vardığı şüpheci sonuçlara karşı Marksçı sömürü teorisini savunuyor. Bunu yaparken Marksçı sömürünün dağıtıcı ve ilişkisel boyutlarını, normatif ve açıklayıcı rollerini, karmaşık normatif ve nedensel yapısını açıklıyor.

1. Giriş

Marksizmin tarih teorisine, siyasal iktisadına, sınıf odaklı politika anlayışına ve normatif perspektifine nüfuz eden sömürü, onun en temel kavramlarından biridir. Bu önem göz önüne alındığında sömürünün, kendilerini çağdaş sosyal bilim ve felsefenin araçlarını kullanarak önemli Marksist görüşleri yeniden inşa etmeye, eleştirel bir şekilde değerlendirmeye ve savunmaya adamış bir grup düşünür olan analitik Marksistlerin ilgi odağı hâline gelmiş olması şaşırtıcı değildir. Önde gelen iki analitik Marksist, John Roemer ve G. A. Cohen, Marksist sömürü teorisine geniş kapsamlı ve titiz açıklamalar getirdiler. Elbette, emek değer teorisine dayanması, yeterince genel olmayı başaramaması ve normatif temellerinin yeterince açık olmaması gibi, geleneksel Marksist sömürü açıklamasındaki zayıflıklar olarak gördükleri şeyleri saptadılar. Ancak, daha savunulabilir bir teoriye ulaşmak için, bu zorluklarla doğrudan yüzleşmeye çalıştılar. Fakat nihayetinde, hem Roemer hem de Cohen sosyalizme bağlı kalmış olsalar da, Marksist sömürü teorisinin bu projenin ilerletilmesindeki rolünden giderek şüphe eder hâle geldiler. Roemer, Marksist sömürü kavramının rasyonel özü bir kez açıklığa kavuşturulduğunda, bunun kendi başına normatif açıdan ilgiye değer olmadığının, ancak en iyi ihtimalle asıl önem göstermemiz gereken dağıtım adaletsizliklerine göre ikincil konumda olduğunun açık hâle geleceğini savundu. Roemer’a göre bunun farkına varılması, başlangıçta Marksist sömürü teorisiyle ilgilenenleri liberal eşitlikçiliğe götürmelidir. Öte yandan Cohen, sömürünün açıklayıcı rolü ile ilgili olarak, çağdaş toplumların sınıfsal yapısındaki değişikliklerin bir zamanlar güçlü bir açıklayıcı teori olan sömürü teorisini etkisiz kıldığını, dolayısıyla temel normatif ilkelerin araştırılmasının sosyalistlerin en yakıcı meselesi hâline gelmesi gerektiğini iddia etti. Böylelikle, Roemer ve Cohen’in çalışmaları genel olarak ve sömürü ile ilgili belirli Marksist teorik konumlara bağlılıktan bağımsız şekilde sosyalizmin normatif ve kurumsal temellerine odaklanır hâle geldi.

Yazının ilerleyen bölümlerindeki amacım Marksist sömürü teorisinin Roemer ve Cohen’in ulaştığı şüpheci sonuçlardan kaçınabileceğini ve sosyalist normatif siyaset felsefesi için savunulabilir ve hayati önemde olmayı sürdürdüğünü iddia etmektir. Kendi açıklamamı geliştirirken, iki şeyin farkına varmanın çok önemli olduğunu savunuyorum. Bunların ilki, sömürünün Marksist teoride birbiriyle ilişkili iki rolü olduğudur. Sömürü, kapitalizmi mahkûm etmek ve onun temelden değiştirilmesi için nedenler sunmak için kullanılan, adaletsizlik ve kötülüğü ima eden, normatif olarak yüklü bir kavramdır. Ancak sömürü aynı zamanda sınıf çatışmasını, sınıf mücadelesini, toplumsal değişimi ve bunlarla bağlantılı olan politikayı anlamaya çalışan açıklayıcı bir toplumsal teorinin parçasıdır. Bu nedenle, bundan sonraki bölümlerde ilgimi hem Marksist teoriye göre sömürünün açıklayıcı önemi hem de sömürünün normatif içeriği, yani onu kötü ya da yanlış yapan şeyin ne olduğu sorularına yöneltiyorum.[2] Farkına varılması gereken ikinci şey ise sömürünün kendi başına karmaşık bir fenomen olduğudur. Sömürücü ilişkilerde farklı şeyler meydana gelir, bu farklı olaylar normatif ve açıklayıcı ilginin yöneleceği potansiyel alanlardır.

Bazı eleştirmenler Roemer’ın teorisini “dağıtımcılığı” nedeniyle hatalı buldu ve zor, savunmasızlık, tahakküm ve güç gibi, dağıtımın dışındaki kavramlara dayanan alternatifler önerdiler. Açıklamada basitlik adına, bu son saydıklarımı “ilişkisel anlayışlar” olarak adlandıracağım. Yeterli bir Marksist sömürü kavrayışının sömürünün dağıtıcı ve ilişkisel boyutlarına, normatif ve açıklayıcı rollerine, karmaşık nedensel ve normatif yapısına değinmesi gerektiğini göstermeye çalışacağım. Böyle bir kavrayış, şu anda alana hâkim olan liberal teorilere alternatif olabilecek ayrı bir anti-kapitalist normatif siyaset felsefesine temel sağlama potansiyeline sahiptir. Roemer, Cohen ve onları eleştirenlerle eleştirel bir ilişki kurarak muhtemel bir Marksist sömürü teorisinin ana hatlarını belirlemeyi umuyorum.

Bir sonraki bölüm, Roemer’ın sömürü teorisini serimliyor. Özel olarak da Marksçı sömürü kavramının önemini yitirdiği düşüncesinin nedenlerine odaklanıyor. Üçüncü bölümde, Roemer’ı vardığı sonuçlara götüren şeyin sömürü anlayışının dar dağıtımcı doğası olduğu ve bu sonuçların dağıtımcı olmayan, ilişkisel bir sömürü anlayışının benimsenmesi durumunda kaçınılabilir olduğu yönündeki eleştiriyi tartışıyorum. Özellikle tartışmalı normatif konulara odaklanarak bu eleştirinin sırasıyla Jeffrey Reiman, Allen Wood ve Nicholas Vrousalis tarafından ortaya koyulan farklı versiyonlarını inceliyorum. İki temel argüman geliştiriyorum. Bunların ilki, kapitalist sömürüyü dağıtımsal nedenlerden ötürü adaletsiz bulmak ile ilişkisel nedenlerden ötürü adaletsiz bulmak arasında hiçbir tutarsızlığın olmadığıdır. Roemer’ı eleştirenler, kendisinin kabul etmediği sömürü ile ilişkili normatif meseleleri tespit etmekte haklıdırlar. Reiman örneğinde sömürünün normatif açıdan itiraz edilebilir oluşu, dağıtım adaletsizliğinden ayırdığı bir tür adaletsizlikten kaynaklanmaktadır. Wood örneğinde sömürülenlerin haysiyetini çiğneyen bir tür saygısızlık ve aşağılama, Vrousalis için ise bir tür tahakküm söz konusudur. Bununla birlikte, bu ilişkisel normatif boyutu tanımanın sömürüyü ayrıca dağıtımsal nedenlerden dolayı yanlış bulmayı engellemediğini savunuyorum. İkinci ve bu son noktayla ilgili olarak, Roemer’ın vardığı şüpheci sonucun kendi başına dağıtım adaletsizliğine odaklanmasından değil, üretken varlıkların başlangıçtaki dağıtımının kökenleri ile ilgilenen ve bu varlıkların başlangıçtaki dağıtımının daha sonraki dağıtımsal sonuçlarını görmezden gelen spesifik anlayışından ileri geldiğini savunuyorum. 4. Bölüm, Cohen’in sömürü temelli bir politikanın çağdaş toplumların sınıf yapısındaki değişiklikler nedeniyle artık savunulamaz olduğu argümanını eleştirel bir şekilde tartışıyor ve Cohen’in argümanını çürütmek için Erik Olin Wright’ın sınıf ve sömürü üzerine olan çalışmasından yararlanıyor. Bölüm 5, makalenin ana sonuçlarını özetliyor ve ele alınması gereken diğer sorulara işaret ediyor.

2. Roemer’ın Sömürü Hakkındaki Görüşleri

Roemer sömürü teorisini geliştirirken, ona daha sağlam teorik temeller sağlayarak, gerekli kurumsal koşullarını belirleyerek, alabileceği çeşitli biçimleri ayırt ederek ve etik dayanağını temellendirerek geleneksel Marksist sömürü açıklamasının temel sezgilerinin doğruluğunu göstermeye çalıştı.[3] Kapitalizmin sömürücü olduğu ithamını destekleyen geleneksel Marksçı argüman, artı değeri ve işçilerin ücretleriyle satın alınabilecek ürünlerden daha değerli mallar ürettikleri için sömürüldüğü iddiasını merkezine alır. Bu ilave değere, ayrı herhangi bir üretken katkıları nedeniyle değil, üretim araçlarına sahip olma konumlarından dolayı kapitalistler tarafından el konur ve böylece sömürü meydana gelir. Bu nedenle kapitalist sömürünün geleneksel Marksçı açıklaması emek değer teorisine, yani herhangi bir metanın değerinin, onu üretmek için toplumsal olarak gerekli emek miktarıyla belirlendiği iddiasına dayanıyordu. Roemer’ın göstermeye çalıştığı bir şey Marksçı sömürü teorisinin savunusunun emek değer teorisine dayanmasının gerekli olmadığı, bunun yerine, genel denge teorisi ve oyun teorisi gibi çağdaş ekonomik analiz araçlarının kullanımıyla titizlikle ele alınabileceğiydi. İkinci olarak, Roemer iki anlamda Marx’ınkinden daha genel olacak bir sömürü teorisini amaçladı. Kapitalist sömürünün geleneksel Marksist teorisi, sömürüyü belirli kurumsal düzenlemelerle ilişkilendirmişti: üreticilerin üretim araçlarından ayrılması, ardından emek piyasasına bağlanmaları ve sonuç olarak üretim sürecinde emeklerine el konulması. Bu kurumlar tarihsel olarak en belirgin örneklerinde kapitalist sömürüye eşlik etseler bile, Roemer onların sömürünün asli bir parçası olmadığını düşünüyordu. Belki de vardığı en önemli sonucu, yani sömürünün ortaya çıkışının arkasındaki temel kurumun, işgücü piyasasından ya da işgücüne el konulmasından ziyade, kıt üretken varlıkların farklı şekilde mülk edinilmesi olduğu sonucunu savunmak için bir dizi formel model geliştirdi. Roemer şöyle yazıyor: “Sömürünün ortaya çıkmasına neden olan … özellikler nelerdir? Bunlardan ikisinin adını anmaya değer: sermayenin, istihdam edebileceği emeğe göre kıt oluşu ve sermaye stokunun farklı mülkiyeti.”[4] İkinci türden genellik ise Roemer’ın kapitalizm sonrası toplumlarda varlığını sürdüren sömürü biçimlerini açıklayabilecek bir sömürü teorisi geliştirme girişimiyle ilgiliydi. Tıpkı Marx’ın feodal üretim ilişkilerinin ekonomi-dışı dolaysız zorlaması olmadan sömürünün devam edebileceğini gösterdiği gibi, Roemer da devredilebilir üretken varlıklar üzerindeki kontrole değil, yetenek ve statü sahipliğine (bu ikincisi, konumlara erişme bakımından bir tür ayrıcalık olarak anlaşılır) dayanan, varlığını sürdüren sosyalist sömürü biçimlerini açıklamaya çalıştı.[5] Bir diğer amaç ise Marksçı sömürü açıklamasındaki etik buyruğu açıklığa kavuşturmak ya da Roemer’ın deyimiyle, Marksçı teoriye dayanarak teknik olarak tanımlanmış sömürü anlayışının normatif açıdan ilgi çekici olduğunu göstermekti. Roemer, geleneksel açıklamanın sömürüyü yanlış kılanın ne olduğu konusunda yeterince net olmama gibi bir kusuru olduğunu ileri sürdü. Bu nedenle onu daha kesin ve böylelikle kapitalizm eleştirisi için daha yararlı hâle getirmeye çalıştı.

Roemer, kendi sömürü açıklaması üzerine çalışırken iki sömürü tanımı geliştirdi. Bunların ilki, eşitsiz mübadele (EM) tanımı ve ikincisi, mülkiyet ilişkileri (Mİ) tanımı idi. Roemer, EM tanımını, Marx’ın artı değere dayanan sömürü anlayışının emek değer teorisine dayanmayan bir genelleştirilmesi olarak düşünüyordu. Bu tanım, insanların üretimde, satın alabilecekleri mallarda cisimleşenden daha fazla vakit harcadıklarında sömürülen; üretimde, satın alabilecekleri mallarda cisimleşenden daha az vakit harcadıklarında ise sömürücü olduklarını söylüyor. Roemer, bir dizi biçimsel modelin inşası yoluyla, bir kişinin sömürü statüsünün kendisine başlangıçta bahşedilen devredilebilir üretken varlıklardan türetilebileceğini gösterdi. Yani, sömürüyü anlamak için açıklayıcı olarak temel olan şey üretken varlıkların dağıtımıydı (ÜVD). Roemer’ın modellerinde, altta yatan ÜVD, EM üzerinden tanımlanan sömürüyü ortaya çıkarmak için, ticaret ilişkileri, sermaye piyasaları ve işgücü piyasaları gibi çeşitli ara ekonomik kurumlar aracılığıyla işler. Toprak ve teknoloji gibi kıt üretken varlıkların eşitsiz dağılımı ve faillerin tercihleri hakkındaki belirli varsayımlar verildiğinde, Roemer, hem sömürünün hem de sınıfın bu şekilde konumlandırılan faillerin optimize edici tercihleri nedeniyle ortaya çıktığını göstermiştir. Bu nedenle Roemer ÜVD’nin, sömürünün nedeninin en genel teşhisini ortaya koyduğu sonucuna vardı.

Ancak Roemer sömürü analizinde ÜVD’nin merkezi rolünü kabul etmeye devam ederken, EM tanımının sınırlılıkları olduğuna inanmaya başladı. Bu nedenle, sömürüyü ele almakta EM’den daha iyi bir iş çıkardığını düşündüğü mülkiyet ilişkileri (Mİ) tanımını geliştirdi. Roemer, Mİ tanımı için farklı versiyonlar önerdi. Yeniden dağıtım versiyonu olarak bahsettiği tanım, kişinin belirli mülkiyet düzenlemelerinde, herkesin kişi başına bir paya sahip olduğu üretken varlıkların yeniden dağıtımından yararlanıp yararlanmayacağına bağlı olarak sömürüldüğünü veya sömürücü olduğunu ifade eder.[6] Mİ tanımıyla ilgili dikkat edilmesi gereken bir nokta, ÜVD’yi sömürü tanımına açıkça dahil etmesidir, oysa Roemer’ın önceki modellerinde sömürüyü oluşturan EM idi ve ÜVD sömürünün nedeni olarak belirlenmişti. Bu değişim Roemer için önemliydi çünkü sömürünün arkasındaki etik buyruğu, yani üretken varlıkların başlangıçtaki eşitsiz dağıtımının adaletsiz olduğunu netleştirmeye yardımcı oldu. Mİ tanımının ikinci bir avantajı, sömürüyü temel nedenine, yani üretken varlıkların eşitsiz dağıtımına daha sağlam bir şekilde yerleştirmiş olmasıdır. Bu şekilde, Mİ tanımı, sömürünün nedensel bileşenlerinin onun neden yanlış olduğuna dair açıklamaya dahil olması anlamında, sömürünün normatif ve açıklayıcı yönlerini bir araya getiriyor olarak görülebilir. Bu yaklaşım sömürünün nedeninin, sömürünün kendisinden ayrı olmadığını düşünmeyi gerektirir: Sömürü, EM tanımında olduğu gibi, basitçe eşitsiz bir emek sarfı ve mal dağıtım örüntüsü değildir, böyle bir örüntünün nasıl ortaya çıktığına dair nedensel bir hikaye içerir. Bu neden de üretken varlıkların daha önceki adaletsiz dağıtımıdır.

Roemer, çoğu durumda, Mİ ve EM tanımlarının sömürü konusunda aynı hükmü verdiğini savundu. Bunun nedeni, EM’nin tarif ettiği eşitsiz emek sarfının, Mİ tanımında vurgulanan üretken varlıkların temeldeki dağılımından kaynaklanmasıydı. Bununla birlikte, Roemer bu ikisinin farklı hükümler verdikleri, yani üretken varlıkların eşitsiz dağıtımının eşitsiz mübadele ile sonuçlanmadığı örnekler de oluşturmuştur. Bu durumlarda, sezgisel olarak doğru kararlar verdiği için Mİ tanımı tercih edilmelidir. İkisi birbirinden ayrıldığında, esas normatif ilginin yöneltildiği EM değil ÜVD idi. Roemer’ın bu ayrılığı göstermek için geliştirdiği modelde, ilgili aktörler (i) emek ve tüketim için farklı ve zıt tercihlere ve (ii) üretken varlıklardan eşit olmayan paylara sahiptir. Daha az zengin olan Karl daha az çalışmayı ve daha az tüketmeyi tercih ederken, nispeten daha zengin olan Adam daha fazla çalışmayı ve daha fazla tüketmeyi tercih eder. Roemer, bu senaryoda varlık bakımından daha yoksul olan Karl’ın, varlık bakımından daha zengin olan Adam’ı, kendisinden varlıklarının bir kısmını ödünç alarak sömürdüğünü gösterir. Fakat o, bu şekilde tanımlandığında sömürü ile ilgili yanlış bir şey olup olmadığını sorgular.[7]

Roemer’ın Mİ tanımına geçişinin başka sonuçları da oldu. İlk olarak, Mİ tanımı, diğer dağıtım adaletsizliği biçimlerinden farklı şekilde, sömürünün özel olarak neden yanlış olduğunu ele almakta başarısız oldu. Roemer, Mİ tanımına ilave koşullar ekleyerek bu güçlüğü gidermeye çalıştı. Başta bir tahakküm koşulu ekledi. Daha sonra, kendi varlıklarını geri çekecek olanların böylelikle daha kötü durumda olacaklarında sömürücü olacaklarını belirten bir koşul önerdi. Daha sonraki bir makalede ise bir iş gücü bağımlılığı koşulu getiriyor. Buna göre sömürenler, sömürdüklerinin emeğinden yararlanmalıdır. Bu koşulların amacı, sömürüde var olan ve diğer dağıtım adaletsizliği biçimlerinde bulunmayan özel türden bağımlılık ilişkisini yakalamaktı. Bununla birlikte, bu koşulların Roemer’ın genel sömürü açıklaması için önemi belirsiz ve gelişmemiş olarak kaldı.[8]

Belki daha da önemli olarak, Mİ sömürü tanımı, tam da Roemer’ın savunmaya çalıştığı sömürünün Marksist teorideki merkezi rolünü zayıflatıyor gibiydi. Bu, Roemer’ın sömürü ile ilişkili ahlaki itham üzerine incelemesinde açığa çıkmıştır. Mİ açıklamasında sömürünün adaletsizliği üretken varlıkların başlangıçtaki eşitsiz dağıtımından türetilmektedir: Ancak başlangıçtaki dağıtımın adaletsiz olduğu tespit edilirse, bundan kaynaklanan sonraki dağıtımlar sömürücü sayılabilir. Roemer şöyle yazıyor:

“Çıkarılacak sonuç … şudur: Sömürü adaletsiz olduğunda bunun nedeni kendi başına sömürü değil, sömürü durumunda sarf edilen emeğin ve elde edilen gelirin dağıtımının başlangıçtaki varlıkların adaletsiz dağıtımının sonuçları olmalarıdır. Sömürücü bir paylaşımın adaletsizliği, başlangıçtaki dağıtım adaletsizliğine bağlıdır.”[9]

Ancak hâl böyleyse, görünen o ki Roemer’ın ilk projesinin hedeflerinin tam tersine, sömürünün kendi başına ilgi çekici olma durumu veya merkezi rolü yok gibi görünüyor. Belki daha da endişe verici olan, kapitalizmin temelde sömürücü olduğu ithamının bile sorunlu hâle gelmesidir. Bunun nedeni, Roemer’ın açıklamasının, varlıkların başlangıçtaki dağıtımını meydana getiren süreçler adaletsizlik içermediği sürece temiz yoldan kapitalist birikime imkân tanıyor gibi görünmesidir. Eğer ilk eşitsiz dağıtım temiz bir şekilde ‒örneğin, Karl/Adam hikayesindeki gibi, farklı emek ve boş zaman tercihleri yoluyla‒ ortaya çıktıysa, o zaman bu eşitsiz dağıtımdan kaynaklanan sonraki eşitsizlikler adaletsizlik içermeyecek ve dolayısıyla sömürücü olmayacaktır. Önceden, sömürünün yeniden inşasının ve savunusunun Marksçı teoriye rakipleriyle yapılan tartışmalarda ek bir araç vermesi gerektiği düşünülürken, Roemer, sömürü ithamı zayıflatılmış bir Marksçı teoriye ulaştı. Liberal eşitlikçiliğin sınırlılıklarını eleştirmek için Marksist sömürü teorisini kullanmak yerine, Roemer, nihayetinde Marksist sömürü teorisinin sınırlılıkları nedeniyle liberal eşitlikçiliğe yöneldi.

3. Roemer’ın Dağıtımcılığının Eleştirileri

Roemer’ın çalışması önemli bir eleştirel literatür ortaya çıkardı. Tekrarlanan bir eleştiri onu dağıtımcılığından, yani sömürünün normatif içeriğini mübadelede veya varlıkların mülkiyetindeki bir tür dağıtım adaletsizliğinde görmesinden dolayı kusurlu buldu. Bu bölümde, bu eleştirinin sırasıyla Jeffrey Reiman, Allen Wood ve Nicholas Vrousalis tarafından ortaya koyulan versiyonlarına odaklanıyorum.[10] Bu düşünürlerin ileri sürdükleri Roemer eleştirilerinde ve kapitalist sömürünün normatif önemine ilişkin alternatif yaklaşım önerilerinde bazı farklılıklar mevcuttur. Ancak, Roemer’ın açıklamasının dağıtım meselelerine odaklanması ve bununla ilişkili olarak sömürü için gücün ya da savunmasızlığın önemini inkâr etmesi nedeniyle yanlış yolda olduğu konusunda hemfikirler. Dahası, bu düşünürlerin her biri sömürünün normatif içeriğine dönük, benim “ilişkisel” özellikler dediğim ve Roemer’in açıklamasında eksik olan şeyi vurgulayan alternatif bir yaklaşım öneriyor. Bu ilişkisel özellikler Reiman için toplumsal boyun eğdirme, Wood için aşağılama ve insani özelliklerden ayırma, Vrousalis için ise tahakkümdür.

Roemer’ı eleştiren bu insanların söylediklerinin çoğuna, özellikle de Marksçı sömürü teorisinin önemini koruduğunu kabul etmelerine katılıyorum. Ne var ki, dağıtımcılığa yönelik eleştirilerinin önemli açılardan hedefi ıskaladığını ve sömürünün bir dağıtım adaletsizliği içerdiği fikri reddedilmeksizin Roemer’ın kendine has dağıtımcılığının reddedilebileceğini savunmak istiyorum. Bununla birlikte, sömürünün normatif öneminin dağıtım adaletsizliğinden ibaret olmadığı da doğrudur. Sömürüye ilişkin, ifade ettiği toplumsal ilişki türünü içeren ek bir normatif bakış açısı vardır.

Reiman, Roemer’ın sömürü teorisinin onu dağıtımcı kılan üç farklı unsuru olduğunu iddia eder. İlk olarak, bu teori sömürünün adaletsizliğini bir dağıtım adaletsizliği, özel olarak da üretken varlıkların dağıtımındaki bir adaletsizlik olarak görüyor. İkincisi, her iki tarafın da kabul edilebilir alternatiflere sahip olduğu ve dolayısıyla mübadeleye zorlanmadıkları durumlarda bile sömürünün var olabileceğini savunduğundan, Roemer’ın sömürü tanımı için zor gerekli değildir. Üçüncüsü, sömürünün üretim sürecinde meydana gelmesi gerekmez, bağımsız olarak üretilen malların ticaretini yapanlar arasında da meydana gelebilir.

Wood ve Vrousalis de Roemer’ın dağıtıcı yaklaşımını eleştirel şekilde ele alıyorlar. Vrousalis, hem Cohen hem de Roemer’ın “sömürüyü varlıkların adaletsiz dağıtımı bağlamında gerçekleşen eşitsiz mübadeleyle özdeşleştirmekle hata ettikleri”ni yazar.[11] Wood, Roemer’ınki gibi, sömürüyü farklı varlık sahipliğinin kullanımına dayanan bir mübadele ilişkisi olarak gören açıklamalara eleştirel yaklaşıyor.[12] Daha genel olarak da, sömürü için temel önemde olan şeyin “faydanın sömürülenden sömürene aktarıldığı bir fayda-zarar yeniden dağıtımı” olduğunu varsayan veya sömürüyü “haksız ya da eşitsiz mübadele” olarak gören Marksçı sömürü yorumlarına eleştirel yaklaşıyor.[13]

Reiman sömürücü mübadelelerin sistematik ve zora dayalı doğasını ve sömürünün üretim alanındaki yerinin önemini vurguluyor. Wood sermaye ile emek arasındaki ilişkiyi emeğin bazen zora veya baskıya maruz kaldığı, ancak tam anlamıyla zora maruz kalmasa bile daha genel olarak sermayeye karşı savunmasız olduğu bir ilişki olarak tanımlar. Wood’un görüşüne göre savunmasızlık, güç veya baskıdan daha zayıf bir koşuldur ancak yine de sömürü için yeterlidir: Ücret pazarlığının alternatifi açlık olmasa bile, kapitalistler üretim araçlarına erişimlerinin eksikliğinden yararlandıkları için işçiler sömürülebilir. Bu, çoğu zaman olduğu gibi, işçilerin bu tür işlemlere isteyerek dahil olup onlardan fayda sağladıkları durumda bile geçerlidir.[14] Vrousalis de kendi açıklamasında savunmasızlığı vurguluyor, sömürüyü “kişinin kendisini zenginleştirmek için başka birinin savunmasızlığını araçsallaştırması olarak” tanımlıyor.[15] Özetle eleştirmenler, Roemer’ınki gibi, zora dayanmayan, savunmasızlığa dayanmayan, dağıtımcı bir sömürü yaklaşımının Marksçı sömürü açıklaması için merkezi önemde olan ayırt edici toplumsal ilişkiyi gözden kaçırdığını ve böylelikle de sömürünün normatif öneminin can alıcı kısmını ıskaladığını düşünüyorlar.

Reiman’ın “toplumsal Marksizm” olarak adlandırdığı dağıtımcı Marksizme alternatifi, sömürüye içkin olan toplumsal ilişkiyi ve ona eşlik eden toplumsal adaletsizliği vurguluyor. Reiman kendi sömürü tanımını şöyle ortaya koyuyor: “Bir toplum, toplumsal yapısı ücretsiz emeği haksız ve sistematik bir şekilde bir sınıftan zorla alıp başka bir sınıfın tasarrufuna tabi kılacak şekilde örgütlendiği zaman sömürücüdür.”[16] Reiman’ın tanımı, her ikisi de toplumsal boyun eğdirme kavramı ve eşit egemenlik ideali aracılığıyla adaletsizliğe bağlanan güce ve ücretsiz emeğe değiniyor. Reiman güç içeren toplumsal ilişkilerin sömürünün zorunlu bir niteliği olduğunu ve sömürünün adaletsizliğine dair uygun açıklamanın dağıtımsal olgulardan çok sömürü hakkındaki bu olguya odaklanması gerektiğini düşünür. Dolayısıyla, Roemer ile anlaşmazlığı hem sömürünün ne olduğu hem de neden yanlış olduğu hakkındadır: Tamamen dağıtımsal bir tanım dağıtımsal bir normatif analize yol açarken, zoru içeren bir tanım toplumsal ilişkisel bir normatif analize ve Reiman’a göre daha sağlam bir sömürü anlayışına götürür. Wood, Reiman’ın Roemer’ın dağıtıma odaklanmasına yönelik eleştirisine katılırken, sömürünün normatif önemini kişinin savunmasızlığından fayda sağlanmasından ileri gelen aşağılamada görmesiyle Reiman’dan ayrışır. Sömürü, sömürülen bireyleri aşağılamaktadır çünkü “onları insanlık onuru için temel olan özgürlükten yoksun bırakmaktadır”.[17] Vrousalis’e göre sömürünün kötülüğü, bir başkasının savunmasızlığının araçsallaştırılması durumudur, bu da “statü eşitliğini ihlal eden bir boyun eğdirme” olarak kötü bir tahakküm biçimidir.[18] Bu normatif açıklamalar arasında önemli farklılıklar olsa da mevcut amaçlar bakımından vurgulanması gereken nokta, dağıtım koşulları ve sonuçları yerine sömürünün ilişkisel yönlerine odaklanmalarıdır.

Reiman’ın dağıtımcılığa yönelik eleştirisini adalet düşüncesinin kendisine değil, Roemer’ın sömürünün etik temelini açıklığa kavuşturmak için kullandığı ve kendisinin sınırlı bir adalet versiyonu olarak gördüğü şeye yönelttiğine dikkat edilmelidir. Reiman sömürüyü adaletsiz bulmamamız, bunun yerine adalet dışı diğer nedenlerden dolayı kötü olduğunu düşünmemiz gerektiği şeklinde bir argüman ileri sürmüyor. Reiman sömürünün adaletsizliği nedeniyle kötü olduğu şeklindeki Marksist teoriyi kabul ediyor. Mesele, benimsenmesi gereken belirli adaletsizlik anlayışıdır. Bu bakımdan, Wood ve Vrousalis’in her ikisi de, kapitalist sömürünün aşağılayıcı doğasına (Wood) ya da içerdiği tahakküme (Vrousalis) odaklanan normatif perspektifleri bakımından Reiman’dan ayrılıyor gibi görünüyorlar. Yine de, buradaki farklılıkları abartmamalıyız. Elbette ne Wood ne de Vrousalis aşağılama ve tahakkümün birtakım dağıtımsal özelliklerden dolayı kötü olduğunu savunuyorlar. Ne var ki bu kavramları eşitlik fikrinden ve eşit ahlaki eyleyenler olarak başkalarına borçlu olduğumuz şey fikrinden ‒böylelikle de en azından terimin geniş anlamında adaletten‒ kavramsal olarak ayırmak zordur. Vrousalis tahakkümde kötü olanın ne olduğuna dair yorumunda özel olarak statü eşitliğinden bahseder ve Wood tüm insanlara atfettiği bir statü olan onura/haysiyete gönderme yapar. Statü eşitliği veya onur/haysiyet dağıtımsal sonuçlar bakımından ele alınamayabilirse de, eşitlik ve adalet arasında kesinlikle doğal bir bağlantı mevcuttur ve Wood ile Vrousalis’in argümanları sömürünün bu bakımdan yetersiz kaldığını ima etmektedir. Bu nedenle, Wood ve Vrousalis normatif açıklamalarını burada tanımlanan geniş ilişkisel anlamda adaletle açık bir şekilde ilişkilendirmese de bu, esasa ilişkin olmaktan çok sözel bir mesele gibi görünüyor.

Reiman’ın “dağıtımsal” ve “toplumsal” terimlerini “sınırlı anlamlarda” kullandığına dair önemli uyarıyı eklediğinin de altı çizilmelidir.[19] Yani Reiman mülkiyet haklarının toplumsal olarak yürürlüğe konması gerektiğinden, üretken varlıkların herhangi bir dağıtımının hem toplumsal hem de zor içermekte olduğunu tamamıyla onaylar. Bu anlamda Reiman, Roemer’ın açıklamasının da mülkiyet ilişkilerinin devlet tarafından yürürlüğe konduğunu varsaymak zorunda olduğu için bir güç kavramı içerdiğini kabul eder. Diğer taraftan Reiman gücün kendisinin dağıtılabilecek bir şey olarak görülebileceğini ve bu nedenle kendi eşit egemenlik düşüncesinin eşit bir güç dağıtımını gerektirir şekilde anlaşılabileceğini kabul eder. Wood da işçilerin sermaye karşısındaki savunmasızlığını belirleyen arka plan koşulunun, tarihsel olarak “tarımsal nüfusun topraklarına el konulması”ndan kaynaklanan bir durum olan işçilerin üretim araçlarına sahip olmayışı olduğunu onaylar.[20] Benzer şekilde, Vrousalis de kapitalistlere “işçiler üzerindeki ekonomik iktidardan yararlanma” yeteneğini verenin “kapitalistlerin sahip olduğu servet” olduğunu kabul ediyor.[21]

Bu açıklamalar göz önüne alındığında, eleştirmenlerin Roemer’ın yaklaşımının dar anlamda dağıtımsal olduğu yönündeki suçlamasının hedefi tam olarak nedir? Bir hedef, üretken varlıkların dağıtımının toplumsal güç ilişkileri üzerindeki etkisinden ayrı olarak adil veya adaletsiz olarak değerlendirilebileceği varsayımı gibi görünmektedir. İkincisi, sömürü tanımında zora, savunmasızlığa ve toplumsal güç ilişkilerine atıfta bulunulmamasıdır. Üçüncüsü, sömürünün adaletsizliğinin, yalnızca kendisini ortaya çıkaran mal varlıklarının dağıtımındaki adaletsizlik meselesi olduğu varsayımıdır. Tersine, Reiman’a göre mülkiyet dağıtımı, normatif özünü, ortaya çıkardığı sömürüden alır, sömürü de üretim sürecine kök salmış eşitsiz güç ilişkilerini ve boyun eğdirmeyi içerecek şekilde anlaşılmaktadır.[22] Sırasıyla Wood ve Vrousalis için, mülkiyet dağıtımı işçiler ve mal sahipleri arasındaki savunmasızlık ilişkisini belirler ve böylece mal sahiplerinin işçilerin savunmasızlıklarından aşağılama ve tahakküm içeren yollardan fayda sağladığı bir durum ortaya çıkar. Bu nedenle, Roemer ile eleştirmenleri arasındaki anlaşmazlığı anlamanın yolu kısmen kapitalist sömürünün normatif önemini anlamak için güç ve savunmasızlığın gerekli olup olmadığından, kısmen de benimsedikleri normatif çerçevelerden geçmektedir. Ancak benim savunmak istediğim şey sömürünün adaletsizliği hakkında düşünmek için dağıtımsal ve ilişkisel normatif çerçeveler arasında seçim yapmak zorunda olmadığımızdır. Sömürünün adaletsizliğine ilişkin bir açıklama, hem sömürünün karmaşık yapısı hem de başvurulan temel normatif çerçevelerin tutarlılığı nedeniyle bunların her ikisini de içerebilir.

Dağıtımsal çerçeve, bireylerin kendi dağıtım paylarını hak edip etmediklerine ve bu sorunun ele alınmasında kullanılan ilgili ilkelere odaklanır. İlgi, “kimin, neye ve niçin sahip olduğu” sorusuna ve bu sorulara verilen cevapların insanların haklı olarak neye sahip olabileceklerine dair savunulabilir ilkeleri karşılayıp karşılamadığına yöneltilir. Sömürü, savunulabilir dağıtım adaleti ilkelerini ihlal ettiği iddia edilebilecek dağıtım sonuçları doğurmanın bir yolu olması nedeniyle dağıtımsal çerçeveyle ilgilidir. Bu nedenle, örneğin Roemer, eşitsiz mübadeleye neden olan üretken varlıkların ilk dağıtımının kendisi adaletsiz bir şekilde (örneğin, haksız bir ilksel el koyma veya hırsızlık yoluyla) ortaya çıkarsa, bunun bu eşitsiz mübadelenin adaletinin altını oyacağını ileri sürer. Bununla birlikte, mesela kaynakların göreli olarak daha iyi durumda olanlardan ihtiyaç sahiplerine aktarılmasında olduğu gibi, bu kusuru göstermeyecek eşitsiz aktarımlar da mevcuttur. Öyleyse sömürücü olan, kendi başına eşitsiz mübadele veya aktarım değildir, hatta zora dayalı eşitsiz mübadele bile değildir. Nedensel olarak izleri temeldeki varlık eşitsizliğine kadar sürülebilecek bir eşitsiz mübadele örüntüsü, ihtiyaçların eşit şekilde karşılanması gibi bir dağıtım adaleti ilkesini karşılama girişimine dayalı olarak daha iyi durumdakilerden ihtiyaç sahiplerine yapılan bir eşitsiz aktarım örüntüsünden normatif olarak ayrıdır. Dahası, sömürü içeren mübadelelerin ters düşebileceği başka dağıtım ilkeleri de vardır. Buna karşılık ilişkisel çerçeve toplumsal ilişkilerin niteliğine, özel olarak da ‒saygı, eşit statü, karşılıklılık, topluluk, yurttaşlar arasındaki dostluk gibi kavramlarla bağlantılı olan‒ ifade edici özelliklerine odaklanır. Buradaki fikir, bu kavramların, bireylerin dağıtımdan aldıkları payın uygun ilkeleri karşılayıp karşılamamasına indirgenmemesidir. Bu ilişkilerin kişilerin dağıtımdan aldıkları pay üzerindeki nedensel sonuçlarından çok, insanlar arasındaki ilişkilerin normatif özelliklerine dikkat çekilir. Toplumsal ilişkilerin kendilerinin dolaysız normatif özellikleri vardır fakat aynı zamanda ‒nedensel rolleri dolayımıyla‒ dağıtımsal sonuçları nedeniyle de normatif özellikleri vardır.

Sömürünün karmaşık yapısını göz önünde tutarsak bu iki yaklaşımın bağdaşabilir olduğu daha net görülebilir. Sömürü üç unsur barındırır: (i) arka plan koşulları (sömürü şartları da diyebiliriz), (ii) başlangıçtaki arka plan koşullarını takip eden mübadeleler veya işlemler ve (iii) ortaya çıkan dağıtım sonuçları. Kapitalist sömürü örneğinde bu, üretken varlıkların başlangıçtaki eşitsiz dağıtımı, farklı varlık sahipleri arasında bunu takip eden mübadeleler ve ardından gelen dağıtım sonuçları demektir. Dağıtımcı bir yaklaşım, normatif dikkati başlangıçtaki dağıtıma ve buna dayanan daha sonraki değişimlerin nasıl çarpık dağıtım sonuçlarına yol açtığına yöneltir. Öte yandan toplumsal ilişkilerin nitel özelliklerinin kendileri de, yani bu tür ilişkiler yoluyla bir tarafın diğer tarafın savunmasızlığını kendi yararına ve karşı tarafın zararına kullanma şekli de dikkate alınabilir. Dolayısıyla kapitalist toplumsal ilişkiler hem yarattıkları dağıtım hem de içsel özellikleriyle ilişkili nedenler dolayısıyla adaletsiz veya başka bir bakımdan normatif olarak kusurlu görülebilir.

Sömürünün adaletsizliğinin bu iki yönünün tutarlı olduğunu görmek için John Rawls’un fark ilkesini temellendirirken yaptığı paralel bir ayrımı düşünelim. Rawls’un fark ilkesi lehine argümanlarından biri dağıtımcı, diğeri ilişkiseldir. Rawls’un dağıtımcı argümanı adil fırsat eşitliği ilkesine ilişkin akıl yürütmesinin bir uzantısıdır. Adil fırsat eşitliği yalnızca fırsat eşitliğinin önündeki biçimsel engellerin kaldırılmasını değil, eşit olmayan ailevi ve toplumsal arka plan göz önünde tutularak fırsatı eşitlemek için olumlu adımlar atmayı da gerektirir. Bir bireyin doğduğu koşullar kendi seçiminin değil, Rawls’un doğal piyango dediği şeyin ürünüdür. Bu nedenle tamamen adil bir fırsat eşitliği ilkesi bu gibi koşullara atfedilebilir olan herhangi bir fırsat eşitsizliğinin ele alınmasını gerektirecektir.[23] Rawls’un demokratik eşitlik kavramı adil fırsat eşitliği ilkesini içerir ancak bunun ötesine geçer. Rawls ailevi arka plandan kaynaklanan toplumsal konum kadar, kişinin doğuştan gelen yeteneklerinin de doğal piyangonun ürünü olduğu sonucuna varır. Öyleyse her iki durumun yarattığı eşitsizlikleri gidermek için de dağıtım adaletinden ileri gelen nedenlerimiz vardır. Başka kısıtlama olmaksızın, yalnızca yeteneğe göre ödüllendirmenin yapıldığı dağıtımsal bir sonuç adaletsiz olacaktır. Fark ilkesi, toplumsal işbirliğinin fayda ve sorumlulukları herkesin yararına olacak şekilde dağıtıldığı ve avantajlı durumdakilerin daha iyi durumda olmasının dezavantajlı durumdakilerin de daha iyi durumda olmasına yol açtığı sürece yeteneklerdeki bu farkların adaleti geliştirecek şekilde kullanılabileceğini ifade eder. Rawls’un açıkladığı gibi, yetenekliler üretkenliği artıran teşviklerden yararlandıklarında, fark ilkesinin izin verdiği eşitsizlikler herkesin yararınadır. Öyle ki bu tür eşitsizliklerde aşağı konumda bulunanlar, böylesi teşviklerin yokluğunda olacaklarından daha iyi duruma getirilir. Fark ilkesi izin verilebilir eşitsizliklere bu ek kısıtlamayı getirdiği için tek başına adil fırsat eşitliği ilkesinden daha eşitlikçidir. İlki, yetenek farklılıklarından kaynaklanan dağıtım eşitsizliklerine müsaade ederken, fark ilkesi bu tür eşitsizliklerin dezavantajlı konumdakilerin lehine olmasını gerektirir. Ama daha önemlisi, Rawls’un bakış açısından fark ilkesi aynı zamanda karşılıklılık ve kardeşlik kavramlarını da ifade etmektedir.[24] Burada ilişkisel adaletsizlik anlayışı ile bir bağlantı buluyoruz. Aslında Rawls fark ilkesinin bir meziyetinin birçok teorisyenin öznel veya belirsiz bulduğu kardeşlik kavramını belirginleştirmemize ve ona bir adalet teorisinde yer vermemize imkân tanıması olduğunu savunur. Buradaki fikir, bu tür avantajlara sahip oldukları düzen aynı zamanda en dezavantajlı konumda olanlara da fayda sağlamadıkça daha iyi durumda olanların kendileri için daha büyük avantajlar istememesidir. Fark ilkesi ile karşılıklılık ve kardeşlik kavramları arasındaki bu bağlantı, Rawls için önemli olanın yalnızca bir toplumun dağıtım profilinin biçimi değil, aynı zamanda yurttaşların kendilerine ve diğer yurttaşlara ilişkin kavrayışları gibi toplumsal ilişkilere dair hususlar da olduğunu vurgular. Fark ilkesi böylesi bir ethosu ifade etmeyi amaçlamaktadır. Rawls, bu düşüncenin yol alması için üretkenliği artırıcı teşviklerle bağlantılı oldukları ve en dezavantajlı olanların beklentilerini yükselttikleri sürece eşitsizliklere izin vermenin gerekli olduğunu düşünür. Her iki grup da bu tür koşullarda sömürüldüğünü veya haksızlığa uğradığını düşünmeyecek ve dayanışma duyguları hem böylesi dağıtımsal sonuçların istikrarlı bir şekilde üretilmesine yardımcı olacak, hem de bu dağıtımsal sonuçlar tarafından sürdürülecektir.[25]

Bu açıklamanın nakledilmesindeki amaç Rawls’un spesifik adalet ilkelerini savunmak değil dağıtımsal ve ilişkisel normatif çerçevelerin ne şekilde tamamlayıcı olabileceklerinin bir örneğini sunmaktır. Rawls’un fark ilkesinin savunusunda olduğu gibi, sömürünün adaletsizliğini veya yanlışlığını açıklarken de bunların ikisine birden başvurulabilir. Böylelikle, sömürünün adaletsizliğine ilişkin dağıtım adaletsizliği anlayışından ayrı olarak ilişkisel bir anlayışın olduğu ve böyle bir anlayışın Marksist sömürü kavramının normatif içeriğini tam olarak kavramak için gerekli olduğu konusunda Reiman ile hemfikir olabiliriz. Wood ve Vrousalis’in savunmasızlıktan fayda sağlamanın aşağılayıcı doğasına (Wood) ve tahakküme (Vrousalis) odaklanan, yine ilişkisel nitelikteki açıklamaları için de benzer bir şey söylenebilir. Ancak asıl mesele şu ki, Reiman, Wood ve Vrousalis’in aksine, böyle bir ilişkisel anlayışın varlığını kabul etmek sömürünün adaletsizliğine ilişkin dağıtımsal anlayışları reddetmeyi gerektirmez. Dağıtımsal etmenleri sömürü açıklamasına yalnızca ilişkisel etmenler için araçsal olmaları nedeniyle dahil etmeyi de gerektirmez.

Dahası, güç ya da savunmasızlık kavramları hem dağıtıcı hem de ilişkisel adaletsizlik anlayışları ile ahlaki açıdan ilgili olabilir. Reiman, Wood ve Vrousalis zoru kapsayan veya savunmasızlığa odaklanan bir sömürü açıklamasının zorunlu olarak ilişkisel olduğunu varsayıyor gibi görünüyor. Ancak sömürünün tanımında güç veya savunmasızlığın varlığını kabul etmek sömürüyü dağıtım adaletsizliği nedeniyle yanlış bulmanın önüne geçmez. Sömürücü toplumsal ilişkilerdeki güç veya savunmasızlığın varlığı bu ilişkilerin özündeki bir kusur olsa da, bunlar aynı zamanda bu tür toplumsal ilişkilerin nedensel sonuçları olan fayda ve sorumlulukların dağıtımının adaletinin de altını oyar. Her iki argüman da sağlam olabilir. Durumun böyle olduğunu görmek için Roemer’ın dağıtımcılığını tekrar göz önüne alın. Roemer’ın dağıtımcılığı kısmen, sömürü yanlış olduğunda bunun kendisi dağıtım adaleti normlarını bir şekilde ihlal eden (mesela hak ihlalleri, fırsat eşitsizliği vs. yoluyla adaletsiz bir şekilde ortaya çıkan) bir başlangıç durumundan kaynaklandığı düşüncesine dayanıyor.[26] Ancak Roemer’ınki, sömürünün dağıtımsal adaletsizliğine yönelik yaklaşımlardan yalnızca biridir. Dağıtımsal bir yaklaşım sömürünün normatif önemini Roemer’ın yaptığı gibi sınırlandırmak zorunda değildir. Sömürünün adaletsizliğinin daha asli ve normatif olarak daha temel bir role sahip olduğu bir açıklama ortaya koymak mümkündür. Örneğin, (Roemer’ın aksine) ÜVD koşullarından kaynaklanan eşitsizliklerin ÜVD’nin önceden var olan adaletsizliğini miras aldıkları için değil, ÜVD’nin kendisinin ‒mesela farklı ihtiyaçların tatmini, çaba ya da başka bir dağıtım faktörünün tersine‒ bu eşitsizlikler için meşru bir nedensel kaynak olmadığı için sömürücü ve adaletsiz oldukları savunulabilir. Yine de böyle bir alternatif yorum sömürünün yanlışlığının kaynağı olarak toplumsal güç ilişkilerine ve savunmasızlığa doğrudan göndermede bulunmadığı, bunun yerine üretken varlıkların eşitsiz dağıtımının dağıtımsal çıktı üzerindeki nedensel sonuçlarına odaklandığı için Roemer’ın eleştirmenlerince dağıtımsal olarak kabul edilecektir. Aslında zor ve savunmasızlık Roemercı olmayan bir dağıtımsal açıklamaya şu şekilde dahil edilebilir: Varlık dağıtımında aşağı konumda bulunanlar artı emeklerini üretim araçlarının sahiplerine aktarmaya zorlandıkları için bu tür aktarımlar sömürücü ve adaletsizdir. Böyle bir argümanda, kıt üretken varlıkların eşitsiz dağıtımından kaynaklanan zorun veya savunmasızlığın rolü, bunu takip eden aktarımların adaletinin altını oyar. Eşit güç ilişkilerine, tahakkümün olmayışına ya da başka herhangi bir ilişkisel ideale atıfta bulunulmasına gerek yoktur.[27]

Kısaca özetlemek gerekirse, bu bölümde Roemer’ın dağıtımcılığının eleştirisi bağlamında aşağıdaki iddiaları savundum: (i) dağıtım adaletsizliğine indirgenemeyen ilişkisel bir sömürü adaletsizliği anlayışı vardır; (ii) böyle bir ilişkisel kavrayış, tutarlı bir şekilde, dağıtımcı bir anlayışla birlikte benimsenebilir; (iii) Roemer’ın dağıtımcı sömürü adaletsizliği anlayışı, ÜVD’nin nasıl ortaya çıktığına bakmaksızın dağıtım açısından doğurduğu sonuçları dikkate alan bir dağıtımcı anlayış lehine reddedilmelidir; (iv) zora veya savunmasızlığa dayalı sömürü kavrayışları sömürünün adaletsizliğinin dağıtımcı bir açıklamasıyla birleştirilebilir ve (v) sömürünün normatif içeriğine ilişkin burada tartışılan ilişkisel kavrayışların her biri geniş anlamda adaletsizlik düşüncesine atıfta bulunmaktadır.

4. Cohen’in Çözülme Argümanı

G. A. Cohen, Marksist sömürü kavramını birkaç çalışmasında tartıştı. Marx’ın tarih teorisine dönük çığır açıcı açıklamasında sömürünün tarihsel değişimdeki rolünün bir açıklamasını geliştirdi; sömürünün mantıksal olarak emek değer teorisinden bağımsız olduğuna dair güçlü bir argüman geliştirdi; sömürünün normatif temelini, özellikle de özsahiplik düşüncesi ile olan bağlantısını meydana çıkardı; normatif ve nedensel boyutları arasındaki karşıtlık dahil olmak üzere, sömürünün mantıksal yapısını netleştirdi.[28] Bu alanların her birinde Cohen, Marksist sömürü kavramının yeniden inşası ve savunulmasına önemli katkılarda bulundu. Bununla birlikte, 2000 tarihli “Equality: From Fact to Norm” [“Eşitlik: Olgudan Norma”] makalesinde Cohen, özellikle Marksçı teoride sömürünün açıklayıcı rolüne ilişkin daha eleştirel bir duruş sergiliyor.[29] Sömürü teorisi de dahil olmak üzere klasik Marksizmin açıklayıcı iddialarının önemini yitirdiğini ve bir zamanlar uygulanan türden sömürü temelli bir politikanın artık işe yaramaz olduğunu savunuyor. Bunun ima ettiği şeylerden biri, normatif soruların sosyalizmi savunma derdinde olanlar için odak noktası olması gerektiğidir. Sömürünün açıklayıcı ve politik rollerinin azaldığına dair bu iddiaları Cohen’in Marksist sömürü kavramının normatif içeriği üzerine önceki çalışmasını geçersiz kılan bir şey olarak görmemenin önemli olduğu belirtilmelidir. Bunun yerine, bu iddialar, sosyalist teori için sömürünün açıklayıcı önemi hakkında farklı bir soruyu ele alıyorlar. Aslında bir açıdan, sömürü ile ilgili açıklayıcı iddialardan uzaklaşılması göz önünde tutulursa, Marksist sömürünün normatif boyutlarına ilişkin önceki açıklamaları daha önemli bir rol üstleniyor. Dolayısıyla bu bakımdan konumu Roemer’ınkinden farklı.[30] Marksist sömürü kavramının normatif açıdan ilgi çekicilikten yoksun olması değil, daha ziyade, açıklayıcı bir öneme sahip olmaması söz konusudur. Bu nedenle, daha genel olarak sosyalizmin normatif temellerinin açıklığa kavuşturulmasıyla birlikte, sömürünün normatif içeriğinin netleştirilmesi acil hâle gelmektedir.[31]

Cohen’in argümanı kabaca şu şekildedir. Bir zamanlar, sömürü temelli politika Marksizm için çok güçlü bir pozisyondu, aslında o kadar güçlüydü ki kapitalizmin sömürücü olduğunu kanıtlamak için temelde yatan normatif ilkeler üzerinde düşünme ihtiyacını büyük ölçüde ortadan kaldırıyordu. Bununla birlikte, çağdaş toplumların sınıf yapısındaki değişiklikler nedeniyle, bir zamanlar güçlü olan bu konum artık inandırıcı değildir. Cohen bu iddiayı her biri kendine özgü bir normatif ilke ve politik pratik türüyle ilişkili olan dört özelliğin saptanmasıyla açıklar. Bu özellikler bir zamanlar tek bir kolektif toplumsal failde, proletaryada birleşmişti. Dolayısıyla ne normatif ilkeler ve temelleri arasında, ne de politik pratik türleri arasında dikkatli bir ayrım yapmaya ihtiyaç vardı. Bu dört özellik proletaryada kesiştiği için, bu tür soruların tartışılması tamamen akademikti.

Bu dört özellik şunları belirtir:

(i) üreticiler;

(ii) sömürülenler;

(iii) en ihtiyaç sahibi olanlar;

(iv) çoğunluktakiler.

Klasik Marksizmin proletarya örneğinde olduğunu düşündüğü gibi, bu dört özellik tek bir grupta bulunduğunda, ortaya çıkan konum hem normatif hem de politik olarak güçlüdür. Üretken katkıya göre dağıtım, ihtiyaca göre dağıtım veya demokratik karara göre dağıtım gibi rekabet eden normatif ilkeler arasından seçim yapmaya gerek yoktur çünkü tüm bu ilkeler, üreticilerden, sömürülenlerden, ihtiyaç sahiplerinden ve çoğunluktan müteşekkil olduğu için proletaryanın tarafındadır. Aynı şekilde bu farklı normatif ilkeler etrafında örgütlenebilecek siyaset biçimleri arasında ayrım yapılmasına da gerek yoktu. İhtiyaç temelli bir politika, pratikte sömürü temelli bir politikaya eşdeğer olacaktır.

Cohen’in çözülme tezi, kapitalizmin sınıf yapısındaki değişiklikler nedeniyle yukarıdaki özelliklerin artık bir grupta birleşmediği iddiasıdır. Bu nedenle teknokratik ya da diğer yüksek vasıflı profesyonel konumlarda bulunanlar gibi pek çok üreticinin sömürüldüğünü düşünmeyiz. Bunların ücret düzeyleri veya çalışırken istifade ettikleri özerklik bu düşünceyi geçersiz kılar. Belki de Cohen’in tespit ettiği daha önemli bir ayrışma, en ihtiyaç sahibi olanların sömürülenlerle örtüşmemesidir. Vasıfsız işleri olanlar bile, çoğu zaman işi olmayanlara göre çok daha iyi durumdadır. Joan Robinson’ın ünlü yorumuna değinecek olursak, sömürülmekten daha kötü olan bir şey vardır, o da sömürülmemektir. Dolayısıyla, bu bağlamda, sosyalistlerin temel normatif ilkeleri ve bu gibi ilkelerle ilişkili politikalar hakkında daha net düşünmeleri gerekir. Bu mesele Marksçı teoriyi öteden beri meşgul eden açıklayıcı ve ampirik odağın yerini alır. Cohen işçilerin sömürülmelerinin son bulduğunu iddia etmiyor. Sadece bu olgu, solcular için bir zamanlar olduğu kadar dikkat çekici değil. Cohen bu noktayı şöyle ortaya koyuyor:

“Eşitlik mücadelesi artık kapitalist endüstriyel sürecin stratejik bir noktasında yer alan bir failin refleks hareketi değildir; sosyalist değerler kapitalist toplumsal yapıdaki dayanağını kaybetmiştir.”[32]

Cohen’in çözülme argümanı Marksist sömürü teorisi için önemli bir güçlük ortaya koyuyor. Cohen’in klasik Marsizmin konumunu doğru kavrayıp kavramadığı sorgulanabilir.[33] Ancak ben bu yorumlama meselesini bir kenara bırakmak istiyorum. Bunun yerine, onun Marksçı sömürü temelli politikanın çok sıkı bir biçimi aleyhindeki iddiasını kabul edebileceğimizi, ancak buradan Marksist sömürü teorisinin herhangi bir açıklayıcı rolü olabileceğini reddetmemiz gerektiği sonucunun çıkmadığını savunmak istiyorum. Cohen, sömürünün dışında, rakip adaletsizlik biçimleri olduğu ve bu adaletsizliklerin genellikle ahlaki olarak sömürüden daha kötü olduğu konusunda kesinlikle haklıdır. Ancak bu husus sömürünün merkezi önemde kaldığı konusunda ısrarcı olarak da kabul edilebilir. Cohen’in düşünür göründüğünün aksine, açıklayıcı bir sömürü teorisi ile normatif bir teori arasında seçim yapmamıza da gerek yoktur. Saptadığı dört özellik dağılmış olsa ve sıkı Marksist pozisyon sürdürülebilir olmasa bile, daha az iddialı bir Marksçı açıklayıcı teorinin sürdürülebilir olduğu iddia edilebilir. Eşitlik mücadelesinin artık bir refleks hareketi olmaması maddi ve toplumsal bir temele sahip olmadığı anlamına gelmez. Yukarıdaki alıntıya dönecek olursak, Cohen’in aksine, bu konum otomatik olarak veya refleks olarak eşitsizliğe karşı bir harekete yol açmasa bile sömürülen işçilerin kapitalizmde stratejik bir noktayı işgal ettiği ileri sürülebilir. Eşitlik hareketinin, aleyhine bir dizi faktörün olduğu bir bağlamda oluşturulması gerekiyor. Sosyalist dönüşüm için kökten değişimde çıkarların bulunması, bu değişiklikleri meydana getirmek için kendilerine karşılık gelen kapasiteleri otomatik olarak açığa çıkarmaz. Sınıf odaklı politikanın şekli veya ana hatları Cohen’in saptadığı çeşitli ayrışmaları hesaba katmalıdır. Ancak bunu kabul etmek ve sömürünün bu siyasi proje için önemi konusunda ısrar etmek mümkündür.

Bu hususlar, Erik Wright’ın Marksist sınıf teorisini yeniden inşası bağlamında yaptığı sömürü tanımı dikkate alınarak detaylandırılabilir.[34] Wright, açıklamasını geliştirirken, gelişmiş kapitalizmin karmaşık sınıf yapısının ayırdındadır ancak sömürünün yalnızca kullanışlı bir kavram olmadığına, aynı zamanda sınıf ve eşitsizliğe Marksçı yaklaşımları liberal yaklaşımlardan ayırmaya hizmet ettiğine inanmayı da sürdürmektedir. Wright’ın sömürünün yapısına dair anlayışı, sömürünün karmaşık yapısı hakkındaki önceki tartışmamızı tamamlıyor ve o esas olarak açıklayıcı gücüyle ilgilense bile, sömürünün hem dağıtıcı hem de ilişkisel boyutlarının önemini vurguluyor.

Wright sömürüyü üç unsur ya da ilkeye sahip olacak şekilde tanımlıyor:[35]

(1) Ters karşılıklı bağımlılık refahı: Sömürücülerin maddi refahı, nedensel olarak sömürülenlerin maddi yoksunluklarına bağlıdır.

(2) Emeğe el koyma: Ters karşılıklı bağımlılık refahını yaratan nedensel mekanizma, ilgili üretken kaynakları kontrol edenler tarafından sömürülenlerin emeğinin ürünlerine el konulmasını içerir.

(3) Kaynaklardan dışlama: Emeğin ürünlerine el konulmasını mümkün kılan nedensel mekanizma, sömürücülerin ilgili üretken kaynaklar üzerindeki denetimdir.

Wright’ın tanımı daha önce tartıştığımız dağıtımsal ve ilişkisel meseleleri birleştiriyor, aynı zamanda sömürünün karmaşık yapısını da kavrıyor. Wright başlangıçtaki üretken kaynaklar üzerinde eşitsiz bir kontrol saptıyor (esasen Roemer’ın ÜVD koşuluyla aynı) ve taraflar arasındaki eşitsiz maddi refaha göndermede bulunuyor. Bunlar onun tanımının dağıtımsal yönleridir. Ancak Wright’ın tanımında sömürünün ilişkisel özellikleri de mevcuttur. Dolayısıyla tanımı Reiman’ınkinden biraz farklı olsa da onunla tutarlıdır. Reiman üretken varlıklardan yoksun olanları emek güçlerini satmaya ve böylece karşılıksız emek sarf etmeye mecbur bırakan zora odaklanıyor. Wright sömüren ile sömürülen arasındaki karşılıklı bağımlılığa ve bu karşılıklı bağımlılığın bağlantı noktasının emeğe el konulmasını içerme şekline odaklanıyor. Bu özellik, daha önce tartışılan nedenlerle bariz bir normatif öneme sahiptir. Ancak burada bizim ilgileneceğimiz onun açıklayıcı önemidir.

Wright’a göre sömürünün açıklayıcı önemi, karmaşık ve politik sonuçlar doğurabilme potansiyeline sahip şekilde farklı sınıf konumlarını işgal eden bireylerin çıkarlarını birbirine bağlama şekilleri ile ilgilidir. Bunun birkaç farklı boyutu vardır. Bunlardan biri, sömürücülerin, kendi refahlarının onların emeğine bağlı olması anlamında, sömürdüklerine ihtiyaç duymalarıdır. Bunun bir sonucu, kendi refah düzeylerinin, sömürdüklerinden emek sızdırma yeteneklerine bağlı olmasıdır. Bunun, işin ve sınıf mücadelesinin örgütlenmesi açısından sonuçları vardır. Emek düzeyleri hiçbir zaman verili değildir, her zaman hem ödüller hem de tehditler içeren bir çekişme meselesidir. Dahası, Wright’ın belirttiği gibi, bu mücadele yalnızca üretimde mikro-düzeyde vuku bulmaz, sınıf temelli politika açısından daha geniş imalar barındırır. Mesela temel gelir, tam istihdam politikaları ve toprağın yeniden dağıtımı için yapılan önerileri düşünün.[36] Kapitalistlerin bu politikalara karşı çıkmak için ‒yapısal ve stratejik‒ nedenleri vardır çünkü bu politikalar işçilerin konumunu güçlendirecek ve böylece kapitalistlerin onlardan emek sızdırma kapasitesini zayıflatacaktır.

İkinci olarak, bir anlamda sömürülenler de sömürenlere bağımlıdır. Yani, diğer türlü üretken kaynaklardan dışlanmış olduklarından, bu kaynakları kontrol edenlerin sundukları iş fırsatlarına bağımlıdırlar. Üstelik, yukarıda belirtildiği gibi, maddi teşvikler, sistemin kendisi temelde sömürücü olmaya devam etse bile, işçilerin kapitalist bir ekonomik sistem içinde yararlanabilecekleri yollar sunan bir işbirliğini ilerletme yoludur. Bu nedenle Joan Robinson’ın sömürülmekten daha kötü olan tek şeyin sömürülmemek olduğu yorumu Marksist sömürü teorisine karşı bir örnek değil, olmasını bekleyeceğimiz bir şeydir.

Üçüncü olarak, Wright’ın vurguladığı gibi, sömürülme ile ezilme arasında bir fark vardır. Sömürenler, kaynaklardan dışladıkları ama sömürmediklerine benzer şekilde bağımlı değildir. Burada önemli olan şu ki, sömürücüler dışlananların emeğine bağımlı olmasa da sömürdüklerinin emeğine el koyma kabiliyetleri dışlanan ancak sömürülmeyen bir grubun varlığına bağlıdır. Dolayısıyla, dışlananlar tam anlamıyla sömürülmüyor olsa bile, sömürü için dışlama bir anlamda gereklidir. Aslında bu ayrım Marx’ın yedek işgücü ordusu kavramında mevcuttur. Yedek işgücü ordusu herhangi bir zamanda sömürülmesi gerekmeyen ancak yararlanılabilecek bir emek gücü havuzu sağladıklarından kapitalist birikim ve sömürü sürecinin işleyiş şekli için hayati önemde olan bir grup insandır.

Bu nedenle, Cohen’in çağdaş kapitalizmde ihtiyaç ve sömürü unsurlarının farklı yönlerde gittiği görüşüne yanıt olarak sömürülen ile ihtiyaç sahibi arasındaki ya da Wright’ın terimleriyle sömürülen ile ezilen arasındaki ayrımın Marksçı teoride önemli bir ayrım olduğunu ve hem açıklayıcı hem de normatif boyutları olduğunu söyleyebiliriz. Ezilen ama sömürülmeyenlerin varlığının sömürülenler için nedensel sonuçları vardır. Ezilenlerin varlığı sömürüyü daha iyi bir seçenek hâline getirir ve böylece kapitalistlerin sermaye birikimini artırmak için uygun emek düzeylerini elde etmelerine yardımcı olur. Öte yandan, sömürülmekten daha iyi seçenekler varsa, bunun da sömürücülerin emek sızdırma yetenekleri açısından sonuçları olacaktır.

Özetle, Cohen’in iddiasının aksine, geleneksel olarak kendisiyle ilişkilendirilen daha güçlü iddiaların bazıları sürdürülebilir olmasa bile, Marksçı sömürü teorisi açıklayıcı bakımdan merkezi konumunu korumaktadır. Sömürü, kapitalizmin hem normatif olarak önemli hem de açıklayıcı bakımdan çarpıcı olan önemli bir yapısal özelliğini saptar. Normatif bir Marksist teori ile açıklayıcı bir Marksist teori arasında seçim yapmaya mecbur değiliz. Dahası, ihtiyaç sahipleri ve sömürülenler arasındaki bir ayrılık Marksist sömürü teorisini zayıflatmak yerine onunla tamamen tutarlıdır ve önemli normatif ve açıklayıcı hususlara işaret eder. Marksist teoride, özellikle de değişen sınıf çıkarlarını sınıf kapasitelerine dönüştürmeye yönelik büyük proje bağlamında, siyasetin görece bağımsız rolünün önemini vurgular.

5. Sonuç

Bu makalenin ana argümanı Roemer ve Cohen’in Marksist sömürü kavramı hakkında vardıkları şüpheci sonuçları reddetmemiz gerektiğiydi. Bu iddiayı savunma sürecinde, nerede yanıldıklarını netleştirmek adına, onların en önde gelen çağdaş eleştirmenlerinin bazılarının çalışmalarını eleştirel şekilde ele aldım. Tartışma konusu olan konuların doğru bir şekilde değerlendirilmesinin, sömürünün karmaşık yapısının, Marksçı teoride oynadığı ‒hem açıklayıcı hem de normatif‒ farklı rollerin ve normatif içeriğine dair dağıtımsal ve ilişkisel perspektifler arasındaki ayrımın tanınması da dahil olmak üzere, Marksist sömürü kavramının analiz edilmesini ve açıklığa kavuşturulmasını gerektirdiğini savundum. Bu son ayrımla ilgili olarak, sömürünün karmaşık yapısı göz önüne alındığında, sömürüyü hem dağıtımsal hem de ilişkisel nedenlerle yanlış bulmada zorunlu bir bağdaşmazlık olmadığını savundum. Sömürünün Marksçı teorideki açıklayıcı rolüyle ilgili olarak, onun kapitalizmin yapısal bir özelliği olarak açıklayıcı öneme sahip olmayı sürdürdüğünü ve Cohen’in ortaya koyduğu güçlüklerin ‒ondan vazgeçmemiz gerektiğine işaret etmek yerine‒ sömürünün politika ve normatif argüman için açıklayıcı öneme sahip olmayı sürdürdüğünü vurguladığını savundum.

Böylece bu tartışmadan Marksist sömürü teorisinin karmaşık ve incelikli bir resmi ortaya çıkıyor. Ancak bunun daha fazla geliştirilmeye ve savunulmaya ihtiyacı var. Sömürünün hem dağıtımsal hem de ilişkisel nedenlerle yanlış olabileceğini söylemek spesifik dağıtımsal ve ilişkisel argümanlar sunmak anlamına gelmemektedir. Açıklayıcı bir teori olarak önemini koruduğunu söylemek başka neye ihtiyaç duyulduğunu açıklamak değildir. Özel olarak, en az üç mesele daha dikkat gerektiriyor.

İlk olarak, sömürünün adaletsizliğinin dağıtımsal açıklaması yorumlanırken burada işaret edilenden daha fazlası söylenmelidir. Liberal eşitlikçilikle ‒özellikle de “şans eşitlikçiliği” ile‒, şans eşitlikçiliğinin Marksçı bakış açısına en iyi uyan versiyonlarının bir tartışmasını da içerecek daha kapsamlı bir karşılaşma uygun olacaktır. Tarihsel yönelimli dağıtım argümanlarının Marksçı ilksel birikim kavramıyla bağlantılı olarak da değerlendirilmesi gerekmektedir.

İkinci olarak, sömürünün adaletsizliğine ilişkin ilişkisel açıklamalar üzerine daha derin bir tartışmaya ihtiyaç vardır. Hem Reiman hem de Vrousalis açıkça eşitliğe göndermede bulunur. Reiman kişilerin eşit egemenliği, Vrousalis ise eşit statü kavramından bahseder. Sömürü, eşit egemenliğin veya eşit statünün altını oyar çünkü üretim araçlarına erişememeleri nedeniyle işçiler bu varlıkları kontrol edenlere tabidir ve böylelikle, kendileri benzer şekilde işçiler için çalışmayan bu kişiler için çalışmak zorundadırlar. Böylece bu argümanlar eşitliğe, ancak aynı zamanda özgürlük ve topluluk değerlerine de başvuruyor. Dolayısıyla sömürünün ilişkisel adaletsizliğinin daha kapsamlı bir açıklaması eşitlik, özgürlük ve topluluk arasındaki karmaşık bağlantılar hakkında daha fazla şey söylemeyi gerektirir.

Üçüncüsü, sömürü ve diğer yapısal adaletsizlik biçimleri arasındaki bağlantının hem açıklayıcı hem de normatif boyutlar bakımından incelenmesi gerekmektedir. Bu tür yapısal adaletsizlik biçimleri baskı, dışlama ve ötekileştirmeyi içerir, ki bunların da ırk ve toplumsal cinsiyet meseleleriyle birleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca kıt yetenek veya becerilere sahip olmayla ya da örgütsel konum sahipliğiyle bağlantılı olanlar gibi ek sömürü biçimleri de analize dahil edilmelidir.

Gelecekteki çalışmalarımda bu üç konu kümesini ele almayı ve böylece bu makalede taslağı çizilen Marksist sömürü teorisinin ana hatlarını daha da geliştirmeyi planlıyorum. Umudum, ortaya çıkacak açıklamanın bugün baskın konumda olan çeşitli liberalizm biçimlerine sosyalist bir alternatifin felsefi formülasyonuna ve nihai olarak da sosyalist projenin canlandırılmasına katkıda bulunabilmesidir.

 

[1] ‘Marksçı’ terimi özgün metindeki Marxian’ın karşılığı olarak tercih edilmiştir. (Çevirenin notu)

[2] Elbette sömürü daha genel şekilde ve Marksçı teorinin dışında da ele alınmıştır. Ancak burada genel olarak sömürünün ne olduğuna ya da sömürüyü daha geniş anlamda yanlış yapan şeyin ne olduğuna odaklanılmıyor. Sömürü kavramına ilişkin Marksçı olmayan tartışmalar için bakınız: Alan Wertheimer, Exploitation (Princeton: Princeton University Press, 1996) ve Ruth Sample, Exploitation: What It Is and Why It’s Wrong (Lanham, Md.: Rowman & Littlefield, 2003). Marksist sömürü tartışmamın sömürü hakkında sorulabilecek daha genel sorularla ne şekilde bağlantılı olduğu sorusunu açık bırakıyorum.

[3] Bkz.: John Roemer, A General Theory of Class and Exploitation (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1982) ve Free to Lose (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1988).

[4] Roemer, Free to Lose, s. 23.

[5] A.g.e., ss. 139-41.

[6] Roemer’ın Mİ tanımının oyun teorisine dayanan versiyonu, farklı sömürü türlerini tanımlayan, farklı varlıklara ve belirli geri çekilme kurallarına sahip faillerin koalisyonları fikrini kullanır.

[7] Roemer, Free to Lose, ss. 54-57.

[8] Sömürü tanımında tahakküm ve karşılıklı bağımlılığın önemi, Roemer’ı eleştirenlerin odak noktası hâline gelir ve metnin devamındaki 3. ve 4. bölümlerde bu tartışılmaktadır. Roberto Veneziani’ye, tahakkümün Roemer’ın sömürü teorisindeki sorunlu rolü üzerine yürüttüğü tartışma için teşekkür etmek istiyorum. Bkz.: Roberto Veneziani, “Exploitation, Inequality and Power,” Journal of Theoretical Politics 25 (2013): 526-45.

[9] Roemer, Free to Lose, s. 57.

[10] Bkz.: Jeffrey Reiman, “An Alternative to ‘Distributive’ Marxism: Further Thoughts on Roemer, Cohen and Exploitation,” Canadian Journal of Philosophy 19, suppl. 1 (1989): 299-331; “Why Worry about How Exploitation is Defined? Reply to John Roemer,” Social Theory and Practice 16 (1990): 101-13; ve As Free and as Just as Possible: The Theory of Marxian Liberalism (Chichester: Wiley-Blackwell, 2012). Ayrıca bkz.: Allen Wood, Karl Marx, 2nd ed. (New York: Routledge and Kegan Paul, 2004), ss. 242-64, ve The Free Development of Each (Oxford: Oxford University Press, 2014), ss. 296-302; Nicholas Vrousalis, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination,” Philosophy & Public Affairs 41 (2013): 131-57.

[11] Vrousalis, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination,” s. 131.

[12] Wood, Karl Marx, s. 248.

[13] A.g.e., ss. 249-50.

[14] A.g.e., ss. 252-3.

[15] Vrousalis, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination,” ss. 131-32.

[16] Reiman, “An Alternative to ‘Distributive’ Marxism,” s. 321.

[17] Wood, The Free Development of Each, s. 298.

[18] Vrousalis, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination,” s. 159.

[19] Reiman, “An Alternative to ‘Distributive’ Marxism,” s. 301.

[20] Wood, Karl Marx, s. 246.

[21] Vrousalis, “Exploitation, Vulnerability, and Social Domination,” s. 137.

[22] Reiman, “An Alternative to ‘Distributive’ Marxism,” s. 305.

[23] John Rawls, A Theory of Justice, revised ed. (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1999), ss. 63-65.

[24] A.g.e., ss. 90-91.

[25] Cohen, temellendirmede kullanılan karşılıklılık ethosunun Rawls’un farklılık ilkesi lehine teşvik temelli argümanında başvurulan daha benmerkezci, maksimize edici motivasyonla tutarlı olup olmadığını sorgular. Bkz.: G.A. Cohen, “Where the Action Is: On the Site of Distributive Justice,” Philosophy & Public Affairs 26 (1997): 3-30. Ancak eğer böyle bir tutarsızlık varsa, bu, dağıtımsal ve ilişkisel normatif çerçeveler arasındaki bir tutarsızlık değildir.

[26] Daha önce alıntılanan pasaja bakınız (8 numaralı dipnot).

[27] Bu minvalde birkaç argüman için şu yazıma bakınız: “Should Marxists Be Liberal Egalitarians?,” Journal of Political Philosophy 5 (1997): 47-68.

[28] Sırasıyla bkz.: G.A. Cohen, Karl Marx’s Theory of History: A Defence, expanded ed. (Princeton: Princeton University Press, 2000); “The Labor Theory of Value and the Concept of Exploitation,” History, Labour, and Freedom: Themes From Marx (Oxford: Clarendon Press, 1988) içinde; “Marxism and Contemporary Political Philosophy, Or: Why Nozick Exercises Some Marxists More Than He Does Any Egalitarian Liberals,” Self-Ownership, Freedom, and Equality (Cambridge: Cambridge University Press, 1995) içinde, 6. Bölüm, ve “Exploitation in Marx: What Makes It Unjust?”  a.g.e., 8. Bölüm.

[29] Yazı, şu eserin 6. Bölümünde bulunuyor: G.A. Cohen, If You’re an Egalitarian, How Come You’re So Rich? (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2000).

[30] Cohen, Roemer’ın sömürü açıklamasıyla olan anlaşmazlığını “Exploitation in Marx: What Makes It Unjust?” yazısında açıklıyor.

[31] Son yayınlanan kitabı Why Not Socialism?’de (Princeton: Princeton University Press, 2009) Cohen, Marksist teoriyi veya sömürü kavramını ele almıyor. Fakat bu şaşırtıcı değildir çünkü kitabın konusu kapitalizmin neden kötü olduğu değil, sosyalizmin neden arzu edilir ve uygulanabilir olduğudur. Ancak, bu birkaç argüman gerektirse de, Cohen’in bu kitapta sosyalizmi savunurken benimsediği iki ilkenin ‒eşitlikçi bir ilke ve bir topluluk ilkesi‒ ikisine de kapitalist sömürünün neden kötü olduğuna dair açıklamalarda başvurulabileceğine inanıyorum. Dahası, bu ilkelerin bu makalede tartışılan dağıtımsal/ilişkisel ayrımına paralel olduğu da ileri sürülebilir.

[32] Cohen, If You’re an Egalitarian, How Come You’re So Rich?, s. 105.

[33] Minnettar olduğum bu eleştiri ve Cohen’in argümanına ilişkin diğer eleştirel tartışmalar için bkz.: Alex Callinicos, “Having Your Cake and Eating It,” Historical Materialism 9 (2001): 169-95.

[34] Erik Olin Wright, Class Counts (Cambridge: Cambridge University Press, 1997).

[35] A.g.e., s. 10.

[36] Wright bu hususlara Shmoo hikayesi hakkındaki tartışması bağlamında değinir. A.g.e., ss. 1-9.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar