Menkıbevî İmge ve Gerçek

Anlam Kaydırmacalı 71 Devrimciliği

1. Başlangıç

Menkıbe, en iyi yorumla bir ‘simülasyon’dur. Ortalama yorumun kötümser gerçekçisini tercih edersek, onun bir ‘online kafadarlar oyunu’ndan başka bir şey olmadığını söylemek durumundayız.

2013’ün ilk aylarında yazılmasıyla, birkaç ay sonra patlayacak ve ülkenin ilk genel ayaklanması sayılması gereken Gezi Ayaklanması’nın heterojen gençlik profillerinin önemli birini temsil etmektedir bu broşür. Olumlu özellikleri ve yönelimleri, sorunları ve açmazlarıyla birlikte, geride kalan onyılın politik ortamının bazı parıltılı ve zehirli köpüklerini görmek yanında, derin arayış içindeki dip akıntılarını da çıkarmak mümkün olmaktadır Menkıbe’den.

Menkıbe, Gezi Ayaklanması’ndan bu yana tazelenen bir özelliği, Türkiye sol hareketinin ‘uygarlaşmış Batıcı’ kesimlere dayanmasının yapısal bir sorun olduğunu duyan bir birikimin eseridir. (Gerçi, tarih sol hareketi yine aynı havzaya sürüklemiştir.) Menkıbe bu boşluğa laf yetiştirmektedir. Örgütlü sol hareketin civarında ve içindedir, ama kendini onunla bağlamaya da razı değildir. Kürdistan Hareketine kesin eleştirileri vardır, ama dinamiğine ilgisiz kalmaya da gönlü razı olmamaktadır.

Menkıbe’nin, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın ‘giderken’ yazdığı mektupta da olduğu üzere, Türkiye’de devrimin ancak toplumsal eksen değiştirmekle mümkün olabileceği düşüncesinin değeri toprak altındaki altın gibidir. Bu düşünce, Türkiye’de 1930’lardan ve 1971’den beri dillendirilir, ama bir türlü pratik sonucuna ulaşamaz. Menkıbe, bu döngüden çıkamadığı için Türkiye’de devrimciliğin bir idare-i maslahatçılığa dönüştüğünü döne döne vurgular.

Nitekim, tam da merkezsiz bir dönemin eseri olduğunu kanıtlarcasına, sırf yeterince güçlü bir çekim merkezi bulamadığı için dolaşan varlığı, ışığa koşan gece kelebekleri gibi, yeterince çekim bulduğunda koşa koşa gidecektir.

Bu ortamda, asıl eksikliğin Kürdistan’a gitmek olmadığını bilmektedir. Bu-taraflarda, bu-tarafa özgü, bu-tarafın dinamiği içinde ve bu-taraflı bir şeyler yapmak gerekmektedir. Bu-taraftaki “demokratik” ve liberal muhalefeti de lanetle anmakta beis görmemektedir. Bu, Kürt Hareketiyle dayanışma şeklinde cereyan etse de…

Menkıbe’nin, solu sarıp sarmalayan “EZLN hayranlığına” uzak oluşu, “Wallstreet’i işgal et!” maskaralarının etkisine kapalı oluşu, “Öcalan’ın hegemonik siyasete karşı olduğunu anlatırken bir yandan da KCK sisteminin mimarı oluşu”na ilişkin uyarısı, “Bugünkü ‘doğrusal tarih anlatısı’ eleştirileri altında mutlak bir belirsizliği öğütleyenleri” reddetmesi, “steril ‘anti-kapitalizm’[in] de, ‘çok kültürcülük’[ün] de yapısal bir tahlilden yoksun, [yani lanetlediği anlamda] demokrat” olduğunu ileri sürmesi gibi hususlar önemle vurgulanmalıdır. Fakat Menkıbe, öngördüğü çıkış için gerekli olduğunu bilmesi beklenen ideolojik, toplumsal ve politik merkezleşme konusunda sorunludur. İdeolojisini verili ideolojik ortamın kovuklarında, çatlaklarında bulmak gerektiğini yazar. Bunun anlaşılır bir duyarlık olduğu reddedilemez; ne olursa olsun, içinde olunan ortamla bağlantı kurmak zorunludur.

Menkıbe, Türkiye’deki yetmezliğin yarattığı dağınıklığı, o atmosferde büyüdüğü için nesnel ve öznel olarak içselleştirmiş bir gençlik tipinin düşünce dünyasının ‒elbette ortalama değil özgül bir‒ yansımasıdır. Dağınıklığın, merkezsizliğin aşılamayacağı bilgisiyle sezgisi birleşmiş, dağınıklığa ilişkin dolaşımda olan teorilerle ilişkilenilmiş ve Menkıbe ortaya çıkmıştır.

Menkıbe, Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin güç yetiremediği için iktidarı istememeye ve bunu teorize etmeye yöneldiğini isabetle vurgular. Ama kendisinin de aynı durumdan mustarip olduğunu söylemeliyiz. ‘Eski dönemler’in istekte ve hedefte azla yetinmeyen kudretli havasından uzak, hatta onu eleştirerek dışlayan bir yaklaşım inşa etmeye yönelmiştir. O tuhaf “komünist örgüt”ü bunun tipik belirtisidir. Var olan ama olmayan, adressiz, kurumsuz, yönergesiz, taktiksiz bir hayal ya da kendi diliyle, “tasavvur”. Menkıbe’ninki henüz gelişmemiş bir dünyadır. Sorunlar taşıdığı bünyesiyle gelişmeye, serpilmeye hazırlık yapmaktadır.

Menkıbe, söz konusu açmazı çözmek için, ama çözememeyi neredeyse garantileyerek ve kendini aldatarak umarsızca iki sapma yaşar. Eksikliğin gücünün gerilimi, onu iki alana ilişkin gerçeklikten kopmaya yöneltmiştir. Bunlardan biri, somut iki toplumsal kesimdir: “Ogün Samastlar” ve “Ayşe Paşalılar”. Öteki, sözün büyüsüne kaçıştır. Menkıbe, bir büyü kitabıdır.

Bunları ‒basılı‒ Menkıbe’nin kapağından başlayarak izleyebiliriz.

Arka kapak yazısı, “fark”ını değil, tam iddia ettiği ve istediği gibi “bambaşka”lığını şoke edici şekilde gösterir: Menkıbe, “Ayşe Paşalı’da Deniz Gezmiş’i görme girişimidir!” Menkıbe’nin yolunun tıkalı olduğunu bu cümlecik simgeliyor. Kocası tarafından öldürülen, “kadın cinayeti” kurbanı Ayşe Paşalı ile devlet tarafından öldürülen Deniz Gezmiş’i hangi “kısa devre” özdeşleştirebilir! Hangi çılgın, Ayşe Paşalı’da Deniz Gezmiş’i görebilir!

“Statükoya ve iktidara âşık bir sol”dan söz ediyor arka kapak yazısı. Statükoya aşkı lanetlemede “iştirak” edilebilir Menkıbe’ye. Ama “iktidar aşkı” sözü, ‘iktidar olmaya aşkı’ da kapsar ve burada ayrım yapmak zorunludur. Sol, cari iktidara mı âşıktır; iktidar olmaya mı? Menkıbe, bu ikisi arasında bir ayrım yaptığına ilişkin bir belirti vermez. Öyleyse, politik yordam olarak, Menkıbe’de, yaygın libertaryen örneklerden birini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Menkıbe’nin zarfıyla sorunumuz bitmedi.

“Bu broşürle ne haliniz varsa görün” diyor okurlarına iç kapağında. Hiçbir sorumluluk, bağlantı, ‘örgütleme’ yükümlülüğünde bulunmuyor. Bu zihniyeti biliyoruz; zamane libertaryenizmi, eski zamana özgü ‘vesayetçi merkeziyetçiliği’ bu şekilde mahkûm ediyor.

Menkıbe’nin başlangıcındaki mesaj, metnin tamamen alıcıya emanet edilmesi, herhangi bir ulaşım olanağı tanımaması, alıcıyı kategorik olarak iletişimsiz bırakarak ayırması, aslında onun tarihsel işlevini göstermeye adaydır. Tarihsiz olarak alındığında, ‘zamanımıza özgü’ diyebileceğimiz sistemsiz ve kendini bağlamayan zihni ve politik yönelim tarzının tipik bir simgesi gibi duruyor. Fakat, Ağırnaslı’nın devrimci tarzda şehitliği, Menkıbe’yi, Türkiye’de devrimcilik teriminin kullanımının onsuz olamayacağı 71 devrimciliğine kopmaz bağlarla bağlamıştır.Yazılışıyla yazarının Kobane’de ölümü arasındaki süre, Menkıbe’nin kaderini çizmektedir. Menkıbe, artık yazıldığı zamanki metin değildir; o, yazarının yaşamıyla özdeşleşmiştir ve “okura” artık, yazarının istediğinden çok daha fazla ya da hiç istemeyeceği türden bir serbestlik tanımaktadır.

*

Menkıbe, bir büyü kitabıdır. Gereçlerini, çok sık yinelenen, farklı bağlamlarda kurulan birtakım sözcükler oluşturuyor. Seküler bir ifadeyle, dil oyunları oynadığı da söylenebilir. Çağrışımlı ya da imgesel anlam kaydırmaca oyunu oynuyor sayfalar boyunca. İç savaş, devrim, gerilla, komünizm, örgüt, kurum terimleri bu oyunun kurbanlarından…

Başlığından başlayarak, terimlerin kökeni ve her bir dil evrenindeki anlamı üzerine onca durması, cümlelerini sözcüklerin ses ve anlam benzerlikleri üzerine kurması, eski bir skolastik tarzdır ve söze gerçeği doğurtma işlemidir. Menkıbe, muhalif kültürün söylem radikalizminin ve radikalizmi söylemde kurma ve tüketme yöneliminin bir görünümü olarak geri dönüyor ve bizatihi bu yönelimi ve içinde olduğu ama çıkmaya da çalışmadığı gibi tersine varlığını konsolide ettiği evreni radikal olarak eleştiriyor.

Menkıbe’ye dönük bu değerlendirme, değerlendirmenin kendisine, söz konusu terimlerin imgesinin ulaşılamayacak bir idealizasyonunu inşa etme yükümlülüğü vermiyor. Ama Menkıbe’nin kategorik olarak yoksun olduğu bir şeyi, gerçeğin imgesiyle kendisi arasında indirgenemez bir ayrım konulmasını, gerçekle ilişkilenişte zorunlu bir işlem olarak görmeyi gerekli kılıyor.

Terimlerle dans, broşürün sonunda kafadarların konuşturulmasında dendiği gibi, bir “artislik”tir. Menkıbe’nin tıpkı adındaki büyü gibi bunlarda büyüsel bir yön vardır. Büyünün somut etkisi olabilir; Menkıbe buna bir yol açıyor.

*

‘M’evcut, ‘m’enkul ve ‘m’üşterek komünizm için ‘M’enkıbe! Birikim dergisinin sol kültür alanındaki hegemonyasına teslim olmuş bir yazı ve düşünüş tarzını izliyoruz Menkıbe’de. ‘Osmanlıca’ denileni dilde zenginlik sanan bir yoldan öte, seçkincilikte berikinden az olmayan bir sözümona halkçılık tarzıydı bu. Egemenlerin bir kesiminden ‘kurtulurken’, varlığını öteki kesiminin alanına bırakmak şeklinde cereyan ediyor bu tarz.. Menkıbe’de bu liberal ‘derya içre’ olunduğuna ilişkin bir farkındalık da gözlenmiyor üstelik.

Burada, söylemin kurucu mu, yoksa içeriğin anlaşılması için kolaycı ve cezbedici bir hile mi olduğu metinle girişilecek kuralsız bir kavgayla tayin edilecektir. Ancak hevesini dil ve sözcük oyunlarından çıkaran yazım tarzı ile işaret ettiği komünizm arasında bir bağlantı (kısa devre!) varsa, bu kesinlikle onun aleyhine işleyecektir.

 

2. Deniz’e sırtını, Ayşe Paşalı’ya yüzünü dönmek

Türkiye’de 1971-72 yıllarında yoğunlaşan ve öznelerini Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’nın adlarıyla birlikte THKO, THKP-C, TKP/ML örgütlerinde bulan bir olaylar dizisinin tarihsel bir kategoriye karşılık getirilmesine ‘71 devrimciliği’ denir.

Menkıbe’nin kendine pozitif dayanak aldığı tek tarihsel kıstağı 71 devrimciliği oluşturmaktadır. Menkıbe, 71 devrimciliğini, komünizme yönelmenin ideal başlangıcı ve “hakikat”i sayar. 71 ile kendini var eden devrimci özgür özne sayesinde yeni bir toplumsallık inşa edilmiş, toplumun ve özdeş olduğu rejimin karşısında başka bir evrenin olanağı ortaya çıkarılmıştır. 71 devrimciliği, onu kurumsallaştırmadan, tekrarlamaya çalışmadan ve yeni özgüllüklerde yeni öznellikler yaratarak izlenmelidir. Bu bakımdan Menkıbe’nin anlaşılması ve bir yere oturtulmasında 71 devrimciliği ve onun Menkıbe’de ele alınış tarzı belirleyici bir yere sahiptir.

68 değil 71

Menkıbe, öncesi ve sonrasıyla ‘diyalektik’ bir ilişki kurarak 71 devrimciliğini tanımlayıcı ve pozitif bir kategorinin konusu yapar: “1968’de Dev-Genç, TİP karşısında ne olmaktaydıysa, 1971’e doğru Dev-Genç, ‘çıkışı’ yapanlar için TİP olmaktaydı!” Menkıbe, burada, 71’i, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile değil, çoğu zaman birlikte anıldığı ‘68’ ile devrimci tarzda ayırmaktadır. Bu ayrımda Dev-Genç’in anılması ve 68’e dahil edilmesi vurgulanmalıdır.

Menkıbe’ye göre, 68, o günün kapitalizmini “tadil etmiş” ve Kemalist bir bağlamdan hareket etmiştir. Ama 71 bazı söylemlerine karşın bambaşka bir kozmostadır. 71 devrimcileri, içinden geldikleri ve sosyalizm bakımından daha geri olan ‘Milli demokratik devrim’ (MDD) tezini de kendi özgüllüklerinden “alımlamışlar”dır. Çok radikal görünen ‘Sosyalist devrim’ (SD) tezi bir “yaklaşım” iken, MDD bir “pozisyon”, yani somut bir konum alıştır ve “Kemalist rejim ile uzlaşır görünen” MDD’ciler olarak 71 devrimcileri “namlularını o devlete çevirecektir”.

Söz konusu paradoksallık günümüzdeki birtakım ayrımlarda da izlenir ve günümüzün pek radikal “anti-kapitalistler”i de Menkıbe’nin bu şamarından payını alır. Anti-kapitalistler, “şimdiyi aşırı politize ederek politikayı ekonomize” etmektedir. “[B]u yüzden, somut durumlarda anti-emperyalist ve anti-faşistler söylemsel düzlemde demokratlık yaparken eylemsel düzeyde otonomistliğin imkânlarını açabiliyor; otonomistler bu meselelere demokratça bakıp pek de ses çıkarmıyor.”

Anti-otoriter yönü bakımından da eleştirilir 68. “Anti-otoritercilik”, Menkıbe’ye göre düzeni eylemli olarak reddedemeyen bir kudretsizlik ideolojisidir ve 68’in 71’e yönelmeyen niteliği budur. Peki, Menkıbe, 71 devrimcilerini otoriter mi bulmaktadır? Hayır, böyle değerlendirdiğine ilişkin hiçbir işaret yoktur Menkıbe’de.

Menkıbe’ye göre, 71 devrimcilerinin söylemi, “ulusu tadil etmek”tir. Onlar, söylemsel olarak ne devrimcidir ne de komünist; ama eylemsel olarak, 71, “kurulu düzen ile onun kurulmuş muhalefetinin ötesine işaret etme girişimidir.”

“Bambaşka”lık önemli bir başka konuda da yaşanmıştır. Kürt meselesi, 68’de, ‘Doğu’nun geri bıraktırılmışlığına’ karşı çıkan bir “kalkınma meselesi” olarak alınırken, artık “Deniz”de “Kürtler” olarak politik yerini bulur. “İbo”, “Kemalizme işaret” etmiş, “Mahir” “suni denge, bunalım dönemi ve emperyalizmin içsel olgu olması” üzerinde durmuştur. Tüm bunlar, 71 devrimcilerinin içinde bulundukları anın henüz ortaya çıkmamış kurucu niteliğini gördüklerini göstermektedir.

Menkıbe, 71’in devrimciliğini biricikleştirirken, onu sonraki değil önceki sol ile olgusal veya fiziksel olarak ayrıştıran unsura, 71 devrimcilerinin silahlı olmasına özel bir önem vermez. “1971 çıkışını silahlı mücadeleye indirgemek” onu savunanlar ile karşı çıkanların ortak yanlışıdır. Peki, nedir Menkıbe açısından 71’in değeri ve önemi?

‘Sonrası’ değil, 71

Menkıbe, 71 devrimciliğini öncesiyle ayırırken, sonrasıyla da kuvvetli vurgularla ayırır. ‘Sonra’ya, zaman zaman, Menkıbe’de rastlanmayan bir şekilde ‘78’ diyeceğiz.

Menkıbe’ye göre, 71, ne 68’in ne de 78’in almaşığıdır. Birbirine karşıttırlar ama buna aldanmamalıdır; zira düzenin evrenselliği içindeki ayrımları temsil eder 68 ile 78. Anti-otoriterliğiyle düzen içinde olan 68’e karşılık 71 sonrası, “kurumsallığı”yla, bir başka anlamda otoriterliğiyle, düzen içindedir.

71, “projeye içkin, projenin konusu ve yazarı, kendisini kuran” özneler yaratan bir anlama sahipken; ‘78’, “mimar değil icracı” özneler yaratır ‒ne kadar özne iseler. “İlkinde kendi mümkünat alanını yaratan bir ‘olay’, diğerinde ilkine atıfta bulunan bir icra vardır.”

Menkıbe’nin “kurumsal” olana mesafesi hatta karşıtlığı, onu 1976-80 arasında sol hareketlerin ‘partisel’ yorumuna soğuk kılmıştır. Kurumsallık, “ucu sonu belli görünen (veya öyle gösterilen) bir yol”dur. Bu yoldan devrimcilik çıkmaz. Ama 71 devrimcileri, “ayaklarına kurşun sıkma pahasına yol açmış”tır. Burada, duyarlıkla izlendiği gibi, kurumsal olan, devrimci bireye bir şey ve nitelik “bahşeder”. Oysa, 71, başı ve sonuyla öznenin yarattığı, inşa ettiği ve sonu görünmeyen yola girdiği bir süreçtir. Bu süreçte, özne gerçekten öznedir; kurumsal olanda ise özne yoktur; basit uygulayıcı ve teknisyen vardır. Ayrıca, 71’in istismarına ve “kurumsal olarak üretilen temsili”ne mesafeli olmak gerekmektedir. Çünkü kurumsallık, “olanakları kapatan bir işlev görmektedir.” Bu, 71’deki kavramların “bugün bir yaklaşım olarak iş görmelerine müsaade etmemek” şeklinde tecelli etmektedir ve bu, ayrıca, bugünkü “ortak mutabakatımızdır”.

1980 12 Eylülü’nün arifesindeki bir “kurumsal” örgüt, çocuk yaşında idam edilen devrimci Erdal Eren’in örgütü, cismani olarak çok büyük olduğu “Deniz’in partisi”nden çok daha dardır. Menkıbe, söz konusu kurumsal yapının ne kadar küçük olduğunu, devrim iddiası karşısında ne kadar geride olduğunu, “toplumsal çatışmanın tarafı” olmanın ne kadar uzağında konumlandığını anlatır. Buna rağmen “Erdal”, olumlu bir figür olarak, söz konusu “kurumsal” yapıya değil “Deniz’in partisine mensuptur”.

Kurumsallaşmanın marazları, PKK’nin askeri örgütü HPG’de (Halk Savunma Güçleri) de gösterir kendini. “Kurumsallaşmış HPG’nin ölüleri anlatış tarzı, örgütsel bir anlam üretme çabası ve okumadır. ‘Kişilik çözümlemesi’ gibi gayet başka ilişkilere kapı aralamış devrimci bir yaklaşım, devlet ile şiddet mübadelesinin yol açtığı milliyetçi kurumsallaşmada bir kes, kopyala, yapıştır tekniğine dönüşmüştür.” (Oysa, HPG’nin değil, eski askeri örgüt olan ARGK’nin [Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu] anlatımı da Menkıbe’nin hoşlanmayacağı cinstendir.)

Menkıbe’ye göre, “kurumsallık”, “örgütleri” “devlet açısından yönetilebilir ve denetlenebilir kılmaktadır.” Örgütlerin, 12 Eylül darbesine direnememeleri, kurumsallaşmama değil, bilakis “kurumsallaşma”ları, 71 devrimcilerinde olan bir şeyi kaybetmelerinde yatmaktadır. Kurumsallık, devrimciliği öldürmektedir.

71 Devrimciliği, kurumsal olanın dışına çıktığı için önemlidir. 71, “kurulu düzen ile onun kurulmuş muhalefetinin ötesine işaret etme girişimidir; 1971 muhalif olmakla kopuş girişimidir!” 71 aynı zamanda, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu düzeninin vekili olan aile kurumu”na karşı çıkışın ilk örneğidir. “[A]ilesi gibi olmak, onlar gibi yaşamak istemeyen[ler], kendi hayatlarını ele almış ve asilce ölmüştür.”Bu bağlamda, Menkıbe, “siyasetin bir sevk ve idare meselesi olduğu” anlayışına kategorik olarak karşıdır. Bu bir kurumsallık özelliğidir. 71’den sonraki mevcut “kurumsal” “komünist örgütler”, “gayet etkin bir sevk ve idare yöntemine sahip”tir ve bu yüzden elbette politik değildir. Bu anlayış, bir “toplumsal tasavvur içermez”.

Kurumsallık o denli düzen içi bir hale gelmiştir ki, kurumsal “komünist” partiler, 12 Eylül’ü sorgulamaya kalksa bizzat kendi varlıklarını sorgulamakla karşı karşıya kalacaktır. Zira, “parti” ile “kurumsallık” ve buna karşılık “proje” ile komünistlik neredeyse özdeştir.

Menkıbe, kurumsallığın, “silahlı ve pek de silahlı olmayan örgütler”ce paylaşıldığını ileri sürer. Her şey ve her şey, devletlerle aynı zihniyet dünyasının içindedir. “Silahlı örgütler de, HDK [Halkların Demokratik Kongresi] da [düzenin kurucu bir kavramı olan] demokrasi konusunda mutabıktır.”

Kurumsal komünist örgütlerin imkânsız çabası çarpıcı şekilde betimlenir. Bu örgütler, “halk”ın sorunlar yarattığını görürler ve kısa sürede, “komünist olmak için işçici” olurlar. Ama hiçbir şey değişmez. 12 Eylül’e doğru ‘halkın sülalesi’ denilen örgütlerin, 1980’lerin ikinci yarısında bu kez neredeyse ‘proletaryanın sülalesi’ haline gelmesini anıyor Menkıbe. Oysa bu hikâye tarihsizdir gerçekten Menkıbe’nin dediği gibi. İşçi sınıfının tarihteki mümtaz yerini keşfetmekle komünist olunmamaktadır. Komünist nitelik başka bir şeydir. Peki ama ne?

68’i ve 71 sonrasını reddediyor, ama 71 devrimciliğinin hangi özelliğini neden benimsediğini üçüncü kişilerin anlayabileceği terimlerle anlatamıyor Menkıbe.

Menkıbe, “Deniz”deki eksiği idealize etmektedir. Deniz Gezmişlerin hedefinin, ancak Menkıbe’nin antipati şimşeklerini çeken kurumsal bir örgütlenmeyle gerçekleşebileceğinin, üzerinden geçen onyıllardan sonra anlaşılamaması, bunun karşısına kötü “kurumsallık” örneklerinin çıkarılması, Menkıbe’nin bizi 71’in eksiğine hapsetmesi anlamına gelmektedir. Burada, ya 71’in içinde yol alınacak ve “Deniz”den “Mahir”e ve giderek “İbo”ya yönelinecek ve örgüt hedefi vurgulanacaktır ya da 71 tümden kararlı bir tarzda 68’e çekilecektir. Menkıbe, hiçbir önemli hükmü olmayan bir 71 / 78 ayrımını esas kabul ediyor ve ancak kısmen savunulabilir bir 71 çıkarıyor ortaya.

Menkıbe’nin kurumsallaşmanın getirdiği donukluğa düşmemek için “program” meselesini de devreden çıkarması anlaşılır. Fakat, Deniz Gezmişlerin pratiğini idealize etmenin Menkıbe’ye ne kattığı sorulmalıdır. Menkıbe’ye göre, program değil, “bir okuma ve eyleme yöntemi geliştirilmelidir.”

Aslında Menkıbe, 71’i anlamamayı ve onu idealize ederek bir kez daha anlamamayı, günümüz “anti-faşist ve anti-emperyalistleri”ni değerlendirirken de sürdürüyor. Ona göre, bunlar, “söylemsel düzlemde demokratlık yaparken eylemsel düzlemde otonomistliğin imkânlarını açabiliyor.” Menkıbe, bu yönüyle, devrimci kuruculuk denilen şeyin ortasındaki gerilimin tam üzerinde durmaktadır. Bir yandan, anti-otoritaryenizme kuvvetli bir karşı-duruş sergilemekte, öte yandan, “kurumsal” olana anti-otoriter olduğu gözden kaçamayan bir reaksiyonla saldırmaktadır.

Menkıbe, aynı kurumsal antipatisini Kürdistan Hareketi ve Abdullah Öcalan’dan da esirgemez. PKK’nin kurumsallığına eleştirisini metin boyunca sürdürür.

Bugünün 71’i olarak “kadın sorunu”

Menkıbe’nin geçmiş tarihte yakaladığı halka 71 devrimciliği ise, içinde bulunduğu anda yakaladığı halka “kadın cinayetleri”dir. Menkıbe, bu iki halkayı bağlantılandırmaya gayret eder. Bağı, aile kavramı üzerinden kurduğunu göreceğiz.

Aile, Menkıbe’de toplumun ve onunla özdeş olan devletin adeta atomik birimidir ve bu atom parçalanmadan toplum / devlet parçalanamaz. Bu birime dönük bozucu, yıkıcı her dinamiğin komünizme ilişkin bir boyutu vardır. 71 Devrimcilerinin ailelerini terk etmesi ve başka bir toplumsal birim yani “topluluk” olarak arkadaşlıklar kurmasını tayin edici şekilde önemser. “Denizler”i örnekseyerek sorar: “[K]adının toplumsal cinsiyet anlamını üstlenmek istemediği için şiddet gördüğü, erkeğin eskisi kadar erkek olamadığı pozisyon değişikliği Denizlerin deneyiminden acaba ne kadar farklıdır?” Çünkü ikisinde de, “meçhule özlem, hasret vardır ve komünizm ihtimal olarak vardır.” “Bir genç kadının gizlice günlüğüne yazdıklarında” bile bu özlem saklıdır. Menkıbe, bu sorunun çok derin ve güçlü olduğuna ikna olmamızı kuvvetle istemektedir.

İşte bu yüzden, “Bugün eğer Deniz olunacaksa Deniz’e sırt çevirmek gerekir!” Çünkü “bir daha Deniz olunamaz.” 71 bir başlangıçtır; bugünün konjonktüründe 71’i tekrarlamak değil, 71 gibi bir dinamik çıkarmak gerekmektedir. Burada devreye “kadın cinayetleri” girecektir.

Kadın cinayetlerinin, “verili konjonktürü bileştiren her şeyi kesen –Mao’nun deyimiyle‒ ‘başat çelişki’” olduğu ileri sürülür. Kadın cinayetleri ortamında, Menkıbe, “kadınların özerklik eğilimlerini, erkekliğin çöküşünü, bir toplumun dağılışını” görür. Burada, “bin[lerce] yıllık toplumsal cinsiyet kurgusu üzerinden tüm bir toplumsal ilişkiler ağını kopuşa ve yeniden kuruluşa sürükleyebilecek bir iç savaş örgütleme”nin olanaklı olduğunu anlatır. “Kadının sorunu, bir kadınlık sorunu değildir [artık], bir toplumun organik yeniden üretimi dahil olmak üzere, devamlılığını yarandır.”

Menkıbe’nin 71 devrimcilerine dönük tarihyazımına, onu bugüne bağladığı bağlamdan ve somutluktan yola çıkarak itiraz edilmelidir. 71 devrimcilerinin yaptığı ile bugünün “kadın cinayetleri” ya da Ayşe Paşalı arasında bir bağlantı, 71 aleyhine ve bugünkü ‘dinamik’ lehinedir. Çubuğun bu denli bükülmesi, Menkıbe’nin 71 devrimcilerinde gördüğünün değeri konusunda güçlü kuşkular doğurmaya yeter. Hayır; ne Ayşe Paşalı, ne de Menkıbe’nin yazıldığı zamandan sonra kadın cinayetleri tarihine kaydolan bir ‘kahraman’ olarak Çilem Doğan (Temmuz 2015) dahil hiçbir örnek Deniz Gezmiş ile kıyaslanamaz. Menkıbe, anlamlar, düzlemler, kategoriler arasında düz ve çapraz tarzda serbestçe kayabileceğini sanmaktadır. Hindistan’ın, tecavüzcülerini öldürerek dağa çıkan ‘haydut kraliçesi’ Phoolan Devi ile Deniz Gezmiş arasında bir bağ bulunabilir, ama Menkıbe’nin kurduğu bağın sadece kurgusal bir oyun düzeyinde olduğunu söylemek zorunludur.

Kadın cinayetlerinin mağdur kahramanlarının ardından, aile kurumuna karşı komünizmi önceleyen bir ilişkiler ağı çıkmamıştır ortaya.

“Deniz” imajı ve “Mahir” simgesi

Menkıbe’de 71 devrimciliği bir simgedir aslında sadece. Onun için bir altın çağ değil ama ‘altın an’dır. Menkıbe’nin, 71 devrimcilerinin görüşleriyle ilgilendiği söylenemez. 71 devrimcilerinin görüşleri birer formül, bir menkıbe olmasa da söylencedir! 71 devrimciliğini, kendi kalkışı için kurguladığı tarihsel bir referans olarak görür. Bir simge olarak işlevlenen 71 devrimciliğiyle politik bir karşılaşmadan kaçınır Menkıbe.

Deniz Gezmiş, Menkıbe için en uygun bir imajdır. Birey nitelikleriyle öne çıkan, insanları cezbeden, kendisi gibi olmaya iten bir “münferit insan”. Oysa Mahir Çayan’ın imajıyla ilgili tek belirgin tema, Kızıldere’ye Denizlerin idamını engellemek için gitmesidir.

Mahir Çayan’a gösterilen ilginin öteki temel teması “suni denge” anlayışıdır ve Menkıbe’ye çok uyan bir simgedir bu. Ama kesinlikle simgesel bir “Mahir”ciliktir söz konusu olan. Suni dengenin bozulması, kırılmasıdır komünist projenin amacı. Toplumsal yapıdaki bu yapay / görünüşteki dengeyi bozacak bir şeyler yapmaktır aslolan. Verili andaki ezilenler, varlık ve “direnişleri”yle, “demokrasi talepleri”yle, “uzlaşma yönelimleri”yle, “mide-eksenli talepleri”yle ‒kısaca mücadele yanılsamalarıyla‒ suni dengenin sürdürülmesinin öğeleridir. Menkıbe’nin “Mahir”ciliği, gerillacılık, iç savaş terimleri benzeri bir niteliğe sahiptir; simgesel “Mahir”cilik. Mahir Çayan, suni dengeyi ‘gerçek’ gerilla savaşıyla bozacaksa, Menkıbe bunu çeşitli simülasyonlarla / oyunlarla yapacaktır.

İbrahim Kaypakkaya, Menkıbe’ye uygun bir figür değildir. Menkıbe’nin Kaypakkaya’da hem devrimcilik hem de kurumsallık görmesi beklenir. Hazzedemeyeceği ölçüde kurumsaldır Kaypakkaya’nın zihniyeti, ama buna karşılık reddedemeyeceği kadar da 71’lidir Kaypakkaya. Kaypakkaya’nın, bir kez daha, Menkıbe nezdinde, bir tarih şablonunu bozduğuna tanık oluyoruz. Zaten Menkıbe için Kaypakkaya, ezbere yinelenen anti-Kemalizm rumuzuyla anılır sadece.

Menkıbe, “Denizler”in “sonuna kadar milliyetçi” olduğunu söyler; bu, kendi içinde bile çelişkilidir. Oysa, “Deniz”in darağacında “Kürtler” demesini çok önemser. Menkıbe, “İbo dahil” olmak üzere, 71 devrimcilerinin bütün paradigmalarının “ulus-devlet eksenli” olduğunu söyler. “1971 çıkışının söylemsel düzleminde ulusu tadil etme bulunur.” Bu sav, Kaypakkaya örneğinde geçersizdir. Kaypakkaya için politik coğrafya bir realite olmaktan başka bir hükme sahip değildi. Politik bir gücün çizdiği ve gerçek kıldığı, dolayısıyla veri alınması gereken ama nihai olarak tanınması ve meşru olması akla bile gelmeyecek bir olgu.

Öte yandan, “Deniz’in Kürdü”nün, Malazgirt’te, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda Türk’ün zaferine hizmet eden Kürt olduğu açık değil midir? Deniz Gezmiş, idam sehpasında, açık bir eşitsiz ilişkiyle Türk Kurtuluş Savaşına katılan ‒ve ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’na katılmasını istediği‒ Kürtlerden söz etmiştir.

“Açıklanamayan 71”

“1971 açıklanamayandır” der Menkıbe. 68, “toplumsal olay ve makro ölçekteki gelişmelerle” anlatılabilmesine karşın, 71 ancak “kişiler ve vukuatlar silsilesi üzerinden anlatılabilir mahiyettedir”.

Menkıbe’nin, 68’in yapısal, 71’in ise arızi ya da kişisel unsurlarla açıklandığı değerlendirmesinin gücünü teslim etmeliyiz. Burada Menkıbe, 68’i, tarihin rayından çıkmamış hareketi şeklinde ‘olması gereken’ bir dinamik, 71’i ise bir arıza, sapma, yoldan çıkma şeklinde değerlendirenlerin ‘kategori hatası’nı kuvvetle gösteriyor.

Bugünü anlamak ve bugün “komünist hipotezi” oluşturmak, 71 devrimcilerini devrimci olmaya iten nedenleri çözümlemek ve anlamaktan, böylece bu cevapla “başkalarının da devrimcileştirilebileceği” yolu bulmaktan geçmektedir. “Birileri devrimci olabiliyorsa başkaları da olabilir.” Ardından, devrimci kopuşun teorisi olup olmadığını sorar.

Açıklanamayanın başka bir şey değil bizatihi “devrimcileşme” olduğunu söyler Menkıbe. Bu, sonraki silahlı ve silahsız tüm “kurumsal”ların ortak paydasıdır. Tarihteki en önemli sıçramayı açıklayamayan bir sol hareketi mahkûm eder Menkıbe.

Menkıbe, 71’deki niteliği şöyle anlatır: “Hayır, buradaki tasavvur sadece ve sadece silahlı mücadele biçiminin kendisi değildir! Buradaki tasavvur bir kopuş yaratıp el yordamıyla arayışta bulunma girişimidir, tam da aşikâr olmayan bir mevcudiyeti menkul kılma cüretidir, bir olasılık yoklamasıdır.”

Asıl Menkıbe’ye “hayır”! Silahlı mücadele, yani pratik devrimcilik, 71 devrimcilerinin her önemli vasfının vazgeçilmez bileşenidir.

Menkıbe, kategorik önem atfettiği 71 devrimcilerini bile gizemci mantığına hapsediyor. Oysa, bu devrimcilerin kopuşunu saptayabileceğimiz kesin ‘olay’, ellerindeki silahtır. 71 devrimcileri, ellerine silah aldıkları an kopmuşlardır. Menkıbe, asıl dönüştürücü olanın silahlı mücadele ya da şiddet-politika olmadığına ilişkin yüksek bir bent oluşturmuştur. Kaypakkaya hariç olmak üzere, 71’den silah çıkarsa geriye kategorik değerde bir şey kalmaz. Onların varlığını “devrimci” kılan tayin edici unsurun ellerindeki silah olduğunu, 71 devrimcilerini zamanlarında ve sonradan eleştirip duranların görüşlerine benzer şekilde, anlamaya direnir Menkıbe.

Menkıbe, seçmeliydi; silahlı mücadele ve onun getirdiği komünist yoldaşlık mı, silahın simgeleriyle verilen mücadele ve onun getirdiği kafadarlık mı? 71 devrimcilerinin niteliğine silahsız yoldan ulaşılamıyor.

*

Menkıbe’ye göre, 71 devrimciliği kurulu düzene sığmayandır. Ama daha öte bir değeri de vardır: “Hatta hiçbir politik rasyonaliteye sığmayacak ilişkilerin (dostluk/Kızıldere) söylemsel çerçevesi”nin evrenidir. Menkıbe, bu sözleri 71 devrimcilerini övmek için sarf ediyor: Hiçbir politik rasyonaliteye sığmayan bir hareket. Böyle anlatarak, Menkıbe’nin kendisi, 71’in açıklanamazlığını itiraf etmiş oluyor. Rasyonaliteyi illa düzen-içi bir ‘akıllılık’ olarak görmek, tam da kurumsal solculuğa özgüdür. Devrimcinin hiçbir politik rasyonaliteye sığmayan hareketlere girişmesinin övülecek bir tarafı olmadığından, bu sözler, 68’in ‘makul’ olduğunu ileri süren ama 71’in bu çemberden çıktığını, maceracılığa yöneldiğini öne süren kurumsal solculara özgüdür. Menkıbe’nin çok andığı “dışarıdan bilinç” politikacısı Lenin’in ve “Başkan Mao”nun, rasyonalite dışında sayılabilecek tek bir eylemi yoktur. Bu bakımdan, Mahir Çayan’ın Kızıldere eylemi, Marx’ın Paris’in Komünarlarına ilişkin sözü tarzında ‘göğü fethetme’ anlamında mitleştirilebilir, ama idealize edilemez. Zaten Menkıbe’nin Kızıldere’ye ilişkin yaptığı, metropoldeki kafadarların hiçbir rasyonaliteye sığmayan –‘alıp başını giden’!‒ düşüncelerine sembolik bir model bulmaktır. Mahir Çayan, devletin gözüne gözüne sıkarken kurşunu, Menkıbe’nin kafadarları, devleti aldatacaklarını sanıyor ve devlete karşı devletin haberi olmadan savaşacaklarını tasarlıyor.

*

Menkıbe’nin yazarının Kobane yolculuğu da “anlaşılamayan” kategorisindedir. Burada, açıklanamayan Ağırnaslı mı, açıklanabilen Ulaş Bayraktaroğlu mu “kurumsal”dır; hangisi 71, hangisi 68 veya 78’dir? Menkıbe’nin 71’i, Ağırnaslı’nın Kobane yolculuğudur. Ama Ağırnaslı, Ulaş Bayraktaroğlu’nda “kurumsallık” görecektir. Anlaşılamayan, Menkıbe midir, yazarının son eylemi mi?

 

3. İç savaş: İmgesel ve gerçek

Menkıbe’nin komünizminin ön koşulu iç savaştır. İç savaş olmadan komünizm “aşikâr” olamaz. Ama hemen burada bir Menkıbe gizemiyle karşı karşıya kalırız. Komünizm, sürmekte olan ve düzeni besleyen iç savaşın içinde ve ona karşı bir başka iç savaş çıkarmayı gerektirir.

Menkıbe, Türkiye’nin bir iç savaş yaşadığını ileri sürüyor. Bu iddiayı izlersek, Suriye’de son yıllar boyu yaşananın ne olduğunu elbette sormak zorundayız. Menkıbe, terimleri zorluyor; terimlerin konvansiyonel anlamından yararlanıp bizatihi o anlamı ret üzerine bir anlayış kurmaya çalışıyor. “İç savaş” bunların biri sadece.  ‘Gerilla bahçeciliği’ tabirindeki ‘gerilla’ neyse, simgesel şiddetin yanakta oluşturduğu kızarıklık neyse, şeker sözünün içerdiği tat neyse, köpek kavramı ne kadar havlıyorsa Menkıbe’deki “iç savaş” ve “gerilla” terimleri o kadar savaş ve gerilladır.

Devletin iç savaşı

Menkıbe’ye göre, bugün Türkiye’de iki ayrı düzlemde iç savaş sürmektedir. Bunların biri, görece daha kolay anlayabileceğimiz cinstendir. Türkiye bir “mülki birim” olarak teşkil edilemeyecek niteliktedir. 1923’ten beri Türkiye Cumhuriyeti hükümranlığı altında yaşadığımıza bakmayın siz. Bu bir yanılsamadan ibarettir. Türkiye, cumhuriyetin başından beri bir politik coğrafya olmasının olanaksızlığının dinamiklerince iç savaş tarzında itirazla karşılaşmaktadır. Sürekli iç savaş!

İç savaşın bu düzlemi, herkesin anlayacağı ayrımlar ve ikilikler üzerinden yürümektedir. “Laiklik, Müslümanlık, Alevilik, Kürtlük”… Ayrıca “işçi sınıfı”, “halk”, “ezilenler” türünden “kurulu” varlık ve kimlikler de iç savaşın öğeleridir. Bu iç savaş, devletin kendini tahkim ve konsolide ettiği bir niteliğe bürünmüştür. Devlet, bu terimlere karşılık gelen gerçek varlıkların hareketine bağışıklık kazanmış ve dolayısıyla sözü edilen “kurulu” varlık ve kimlikler artık rejimin “kurucu unsuru” haline gelmiştir. Menkıbe’ye göre, iç savaştan iç savaşa fark vardır ve “bambaşka” bir iç savaş açmak gerekmektedir.

Bu bakımdan, Menkıbe’nin politik radikalizmini izleyebileceğimiz temel bir hususu, sınıf gibi “kurumsal” nitelikteki “toplumsal” birimlere ‘önsel devrimci’ veya en azından ‘önsel olumlu’ nitelikler atfetmeyi kesin ret oluşturur.

Ona göre, ‘iş’çi sınıfı “işlediği ve işlemek istediği […] sürece” sınıfsal bir antagonizma aramak boştur. Sosyalistler, anakronik varlıklar haline gelmiştir ve “emeği iktidar yapmış kapitalizmde emeğin iktidarını savun[maktadırlar]!” “Halk” da aynı yaklaşıma tabi tutulur; “halk, devletin sivil toplumu olduğu sürece”, hiçbir önsel değere sahip değildir.

Menkıbe, sol hareketin söyleminin tamamını eleştiri konusu yapmaktadır. Söyleme, “Halklar, kadınlar, (çeşni olsun diye adları anılan) LGBTT bireyler, çevre, sakatlar, ataması yapılmayan öğretmenler vs.” dahildir. Bu tamamen boş bir protokolün yerine getirilmesinden ibaret bir sıralamadır ve komünist mücadeleye ilişkin hiçbir karşılığı yoktur.

Yani Menkıbe’ye göre genel olarak sol hareket, “kurulu kimliklere seslenip onları egemen[lik] altında ahenkli olmaya çağır[maktadır]”. Oysa komünizm olarak yapılması gereken, “o toplulukların içerisindeki ayrışmaları, potansiyelleri ve olasılıkları daha kapsamlı bir iç savaş içerisinde […] örgütlemeye çalış[maktır]”.

Artık Menkıbe’nin politik radikalizminin göstergesi olan öteki temel hususa gelebiliriz. Buna, verili politik düzlemin komünizme / politikaya kategorik kapalılığı diyebiliriz.

Menkıbe, kurulu kimliğe sahip “ezilenler” yanında, bu ayrımların politik temsilinin yani kurumsal sosyalist ya da kurumsal komünist politik örgütlerin de, tanımlı iç savaş gereği, “devletin kurucu unsuru” olduğu iddiasındadır. Sürmekte olan iç savaş, kuruluşu gereği, devletin her gün yendiği, ama tuhaf bir şekilde karşı tarafı da olmayan bir savaştır! İç savaşın karşı tarafları, “devletle savaşarak, devlete karşı çıkarak, ama devletin yörüngesini asla terk etmeyerek devleti kurmakta”dırlar. PKK, tam böyle bir iç savaş örgütüdür Menkıbe’nin gözünde. Aynı özelliği, örneğin, DHKP-C de taşımaktadır.

Menkıbe’nin radikalizmi, verili rejimi tanımlamasında yatıyor. Vurgulanmalıdır; silahlı mücadele yürütenler dahil politik örgütler, işçi sınıfı, halk, Kürtler, Aleviler, “bu düzenin kurucu unsuru”dur. Bu, müthiş bir radikalizmdir.

Bunlarla kalmaz Menkıbe. İç savaşı her iki tarafıyla reddeden, her iki tarafında da devlet gören “anti-otoriter”ler, düzenin başka bir öbeğini oluşturur. Bunlar, Menkıbe’ye göre, devletli düzlem karşısında “konumlanan”lar değil, “çözülenler”dir. Menkıbe bu kesimleri ezici eleştirir. “Karikatür”dür bunlar. “Zapatistalar da ne güzel, hadi birlikte farklı ilişkiler kuralım, hemen, şimdi; tarım yapalım, ufak bir kooperatif kuralım” der bu çözülmüş unsurlar. “Dili yananların kolektif emekliliği budur”.

Böylece, onlarca yıldır devlete karşı savaştığını sanan politik örgütler blok olarak devletin tarafına atılmış olur. Bu döngünün dışına çıkar gibi görünen bir örnek gösterir Menkıbe. PKK’nin ilk gerilla savaşı yılları ve KCK yönelimi, “komünalist gibi görünmekte”dir, ama buna aldanmamalıdır, çünkü o gerçekte hegemonik bir projedir. “Kişilik çözümlemesi”, “gayet başka ilişkilere kapı aralamış devrimci bir yaklaşım”dır. “Apo’nun Kürdün kişiliğine sıktığı kurşunlarla kurduğu Kürt”… “Zilan ve Beritan”, PKK’de bir “sosyal devrim” momentine tekabül etmektedir. Nihayet, “PKK’nin en çok ‘sosyal devrimci’ bir tavrı Güney Kürdistan’daki örgütlere ve TC’ye karşı koyabildiği bir andır.”

Bundan, Menkıbe’nin odağının ezme-ezilme ilişkileri değil, ezilenler arasındaki ilişkiler olduğunu çıkarabiliriz. Zaten, birçok kez, “iç savaşın yarılması” gibi sözlerle kastının bu olduğu anlaşılmaktadır. Bu iç savaş düzleminden komünizme yönelecek bir olanak görmez Menkıbe. 71’in ardından bugüne kadar sürdürülmeye çalışılan devrimci mücadele nafiledir. Yıkmaya çalıştığını yapmakta, konsolide etmektedir gerçekte.

Menkıbe’nin Türkiye sol ve devrimci hareketinin bütün tarihi yanında, ilk yılları hariç PKK’yi de yapısal bir açmazla mahkûm etmesinin açıklaması buradadır. Sol hareket, tümüyle “kurumsal”laşmıştır. Menkıbe, 71’i, kurumsallaşmaya fırsat bulamadığı için övmektedir.

Menkıbe, sol hareketin olanaklarına ilişkin güçlü şekilde karamsardır. Günlük yaşamda burnunun dibindeki ezilme örneklerine ilgisizlikten “fahişeleri cezalandırma”ya, çatışmaksızın teslim olan gerillalardan –Kürt Hareketi nezdinde‒ belediyecilik üzerinden bir anarşizm savunusuna ve plebyen devlet iklimine karşı “beyaz Türk” solculuğuna sığınmaya kadar solun geneline dönük bir yapısal eleştiri görülür Menkıbe boyunca. Ona göre, bugün örgütsel varlıklar “kendilerini polise ihbar etme kurumu” gibi çalışmaktadır.

1971’in üzerinden geçen yaklaşık yarım yüzyılın başarısız deneyimi göz önüne alındığında Menkıbe’nin önermesi gücünü pekiştirmektedir. Uzun ve menziline erişemeyen mücadelelerin, ters etkiyle, karşı olduğunu güçlendiren bir işlev üstlendiği reddedilemez. Bir anlamda, bu kurumsal varlıklar, devlet için antrenman olanağıdır. Devleti aşılayan zayıflatılmış mikroplardır.

Ama bu konuda Menkıbe’nin açmazı da açığa çıkacaktır. Menkıbe, “komünizm projesi” bakımından, devleti yenemeyeceği besbelli arkadaş gruplarından öteye gitme olanağını henüz bulamamış örgütlenmeleri alkışlarken, hiç olmazsa ilkede devleti yenmek üzere yapılanmış örgütleri sırf yapılandıkları için, yani devleti yenebilecek konuma gelmeyi göze alabildikleri için ‘ilkesel’ olarak reddetmektedir. Bununla da kalmamakta, bu hale gelmiş örgütü, devletin kurucu unsuru saymaktadır! Kurucu unsurlara, politik Marksist literatürde, eğer devrimci bir süreç söz konusuysa, ‘karşı-devrimci’ denmektedir.

Menkıbe, tanımlanmamış ve tanınmamış gizil olanakları işaret etmektedir. Ona göre, klasik komünist örgütlenmelerin kendilerini devlete bir devlet gibi ifşa etmelerinden dolayı başarı şansı yoktur. Bu durumda, mutlaka kurumsallaşmayı gerektireceğinden, genişlemek ve büyümek, devlete dahil olmak anlamına gelecektir. Komünist örgüt bir kafadarlar ekibi olmalı, iç örgüsü sıkı olmamalı, toplumdaki olası topluluklar ve insanlara başka bir dünyanın mümkün olduğunu nazik kırılma anlarında gösterebilmelidir. Menkıbe’nin, gerçek bir iç savaş açma projesi yoktur; o, imgesel bir iç savaştan söz etmektedir. İç savaşı gerçekten verenler, Menkıbevi devlet döngüsünden kurtulamayacak, karşı olmak için yola çıkmışken devletin muhibbi olacaklardır.

Radikal bireyciliğin iç savaşı

Menkıbe’nin ikinci düzlemdeki iç savaşı, gazetelerin üçüncü sayfalarına yansımaktadır. Bu savaş, birinci düzlemdekinden farklı olarak, tanımlı kimlikler ya da temsili varlıklar aracılığıyla değil, “bireyler tarafından” yürütülmektedir. Menkıbe, mecaz yapmamaktadır burada. Gazetelerin üçüncü sayfasına yansıyan cinayet, tecavüz, cinnet, fuhuş, canavarlık, saldırganlık örnekleri, devletin olmadığı Hobbesyan bir “herkesin herkese savaşı” ortamının yansımasıdır. Sınıflar savaşı ve öteki tanımlı kimliklerin savaşı, bir er meydanında kurallarla ve hukuk çerçevesinde yürümesine ve bu yüzden devlet tarafından kontrol edilebilir olmasına karşın, bu düzlemdeki savaşın hiçbir kuralı yoktur. Her türlü kalleşliğin hüküm sürdüğü ve Marx’ın ‘ilksel birikim’ kavramının Menkıbe tarafından “tadil” edilerek “asli birikim” olmasını izlemekle anlaşılan ve herkesin herkesle savaşabildiği, yani silahların eşit olduğu bir “demokratik” savaştır bu. “Demokratik asli birikim” savaşı.

Bu düzlemde, “radikal bireycilik” at koşturmaktadır. Ve bu düzlemin baş aktörü, “kadın cinayetleri”ne kurban giden kadınlardır. Menkıbe’nin ilginç diliyle, baş çelişki kadın cinayetleridir. “Komünizm gerçek, yani etkili, yani etkin bir hareket olarak burada [kadın cinayetlerinde!] aranmalıdır.” Bu düzlemde, toplumun çözülme, devletin çökme olanağı söz konusudur. Buraya yüklenilmelidir.

Devrimci durum ve kadın uzlaşmazlığı

Menkıbe, erkeklerin kadınları eskisi gibi yönetemediğini, kadınların da eskisi gibi yönetilmek istemediğini ve bu bakımdan Türkiye’de bir ‘devrimci durum’ olduğunu ileri sürüyor. Bugünün acil görevinin iç savaşı derinleştirmek, bunun ön koşulunun da suni dengenin sarsılması olduğunu savlayan Menkıbe, “Kadınlar[ın] erkekler karşısında hadlerini aşmış, ancak had bildirememiş” olduğunu ifade ediyor. “Bu, bir ‘kadın sorunu’ değildir!” artık. Onu aşmış ve bütün toplumu sarmıştır.

Baş çelişkiyi oluşturan kadın cinayetleri analizi, politik olarak bir de ‘baş düşman’ saptamalıdır. Mao, zihin egzersizi için değil politik hedefi belirginleştirmek için oluşturmuştur ‘baş çelişki’ anlayışını. Menkıbe’nin baş düşman anlayışı bulunmuyor. Bütün çelişkilerin kendisi yoluyla kavranacağı çelişki, bütün düşmanlıkların kendisi yoluyla bertaraf edilmesinin yolunun açılacağı düşman, Menkıbe için yoktur! Ama Menkıbe için zaten düşmana gerek yoktur; o, düşmandan kaçınmayı ve başka bir evrensellik kurmayı, kendi etrafında koza örmeyi öngörmektedir. “Bu, devleti yıkma meselesi değil, onun, yani meta ilişkisinin altını oymaktır!” Devlete değil, devletin dayandığı temele yönelik bir dinamikten söz ediyor. Devleti bypass eden ve bugün ‘hemen şimdi komünizm!’ arayanlardan ne farkı kalıyor Menkıbe’nin?

Menkıbe’nin 71 devrimcilerine verdiği önem, onların iç savaşı başka bir eksene oturtma girişiminden kaynaklanıyordu. Devletin tanımlı alanından çıkıyor ve kendi eylemli varoluşları üzerinden, gerçeği yepyeni bir paradigma üzerinden anlamaya yöneliyorlardı.

Peki, kadın cinayetleri mağdurları veya onların yarattığı etki ne gibi bir yenilik önermektedir? İşte bu momentte Menkıbe, Deniz Gezmiş ile Ayşe Paşalı arasında bir bağ kuracaktır. Günümüzün Deniz Gezmiş’idir Ayşe Paşalı! Sanki –videolarıyla fotoğraflarına yansıyan muzipliğiyle‒ hınzır bir şaka yapmaktadır Menkıbe yazarı!

Menkıbe, ısrarla, iç savaşı başka bir iç savaşla yarmaktan söz eder. Onun komünizmine böyle yönelinecektir. Bu önerme, soyut olarak alındığında, egemenin kural olarak egemenliğini sürdürebildiği bir iç savaşı kabulle alaşağı edilemeyeceği gibi bir gerçeği gösterir, ama somutlandığında, yani Menkıbe’nin bu önermeden ne anladığı izlendiğinde, söz konusu enerjinin yan yollarda kaybolacağı bir şeyden bahsedildiğini göreceğiz. Hayır; ezilenlerin veya mücadele etmeye hazır ezilenlerin, bir büyük ezen tanımı yapmadan ve somut yoğunlaşmış bir hedef belirlemeden mücadelesini ilerletecek bir yolu yoktur.

Menkıbe’ye göre, TC “sürekli bir iç savaş” rejimidir. Bunun ‘sürekli faşizm’ anlayışı ile bir farkı yoktur. Sürekli faşizm anlayışında, devrimciler, devlete karşı silahlı mücadelenin sürekliliğinin meşru gerekçesini buluyordu. Peki, Menkıbe için sürekli iç savaş saptaması neyin gerekçesi oluyor? Koca bir boşluk buluyoruz bu konuda Menkıbe’de.

Menkıbe’nin yazılışı üzerinden geçen yıllarda “kadın cinayetleri”nin politik akıbeti belirmiş sayılabilir. 71 devrimcileri hızla ortaya çıkmış, ortalığı sarsmış ve tarihsel yerlerine yerleşmişti birkaç yıl içinde. “Kadın cinayetleri” olgusunu bu bakımdan nasıl anlatabiliriz?

Bu durumda, Menkıbe için –pek sevdiği söz oyunlarıyla‒“mağdur” ve “maktul” Ayşe Paşalı değil, “mağrur” ve “katil” Çilem Doğan’dır kısa devre öğesi. Deniz Gezmiş’i Çilem Doğan’da görmektir. Peki, bu mümkün müdür? Menkıbe’nin açısından Çilem Doğan’da Deniz Gezmiş görülebilir mi? Öyleyse; Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nda da THKO görülebilir. Menkıbe bu bağlantıya isyan etmez mi? Bu bağlantı saçmadır; çünkü yıllardan beri, kadın cinayetleri, demokratik eylemleriyle “mahkemelerden adalet isteyen vatandaş solcular” sayesinde politikleşme eğilimindedir. Menkıbe’nin umduğu ve sandığı komünizm ya da “komünizm ihtimali” değil, demokrasinin zaferi çıkmıştır kadın cinayetlerinden…

Bunların, Menkıbe’nin yorumladığı anlamda, “biyo-politik mide eksenli tepkiler” olmadığı doğru, ama mideden yukarı çıktıkları söylenemez. Bunlar kaval kemiği acısı tepkileridir; bir anlamda yine –Menkıbe anlamında‒ biyo-politiktir.

Üçüncü sayfadan birinci sayfaya çıkan bir yol yoktur.

 

4. Büyüsel komünizm ve gizemli komünistler

Menkıbe, bir komünizm arayışıdır. Sorun, arayışın yolu ve sonudur.

Komünizm ile komünist örgüt, komünist “münferit insan”lar ile komünist arkadaş çevreleri, birbirinden habersiz olması kural mertebesindeki küçük topluluklar, Deniz Gezmiş ile Ayşe Paşalı, Ogün Samast ile hastanede doktor döven bıçkın türünden unsurların tümü komünizmin özdeş özne-nesneleridir. Ama komünizm, toplum, devlet ya da kurum değildir. Komünizm verili toplumun kovuklarında yaşayan içkinliktir, “kapitalizmi zorlayan”dır, “proje”dir, “etik”tir, “üst-ilke”dir, “ilişki biçimi”dir, “yeni toplumsallık”tır… Elle tutamaz, gözle göremeyiz, ama varlığını hissederiz. Menkıbe’nin alt-başlığındaki terimler varlığını buna borçludur. Komünizm, günümüzde içkin olarak ve belirtileriyle vardır: “mevcut”; yeni toplumsallığı aramaya ve yaratmaya dönük bir harekettir: “menkul”; topluluklara özgü ve topluluklar ilişkisidir: “müşterek”. Mesele, onu biraz belirgin ya da görünür hale getirmektir.

Komünizm Menkıbe için bir sentezdir. Ama onu, Hegelci üçlemeyi ardışık olarak alırsak anlayamayız. Sentez tezde içkindir, anti-tez aslında tezin kendisidir. Menkıbe, komünizm için tezin içine dalmayı önermektedir. Tezdeki sentez, çekilip ortaya çıkarılmalıdır. Mesele budur. Ama bu işlem için bir dışarısı gerekmektedir. Dışarıda yoktan var edilmiş bir yerden müdahale edilmelidir. Dışarıdakinin dayanağı nedir? Dışarıdaki Tanrısal ‘öznemsi’, boşlukta bizzat kendisi tarafından asılıdır. Kendinden menkuldür.

Garajlardan peydahlanan silikon komünizmi

Kavramları ve terimleri çok kolay harcar Menkıbe. Batı dünyasındaki gevezelikleri sanki gururla taşır. Mao’nun “başkan” sıfatı Steve Jobs’a yakıştırılır. Bu alanda da “karargâhlar bombalanır”, “uzun yürüyüş”ler yapılır. Kızıl bir kitabın olmaması ne gamdır!

Dağlardaki gerilla savaşıyla, bilişim teknolojisinin yeşerdiği garajlar “kapitalist işleyişin rotasını değiştirmek” bakımından benzerdir. “[G]erilla savaşının altında yatan volontarizm ve dünya üzerinde var olma/eyleme hali, bu ilahiyat ve inanç, kapitalizmin 1960’larda sınırını zorlayan” etmenlerdir.

Bilişim teknolojisindeki gelişmeler ve bu alandaki ayrımların her birinde komünizme ilişkin özsel bir şeyler bulur Menkıbe. “Linux, MacOs X’in ve hatta yer yer Windows’un altında yatan fantezi, onu sürekli zorlayan, anlamları bozan bir itkidir.” Anlam bozmak, Menkıbe sözlükçesinde komünist olmanın belirteçlerinden biridir. “MacOs X[’in] demokratik bir cumhuriyet projesi” olduğunu ve dolayısıyla düzen içi bir uğrağı temsil ettiğini, “Linux[’un] komünizm” olduğunu iddia eder. Çünkü kullanıcıyı bilmeye ve değiştirmeye zorlamaktadır! “Linux, iştirak ve müşterektir.” Ötekiler “ ‘kişisel’ bilgisayarlar”dır, ama “Linux kullanıcısı her daim bir ‘topluluğun’ parçası”dır!

İmgelere yüklenmiş bir komünizm, elbette açık ve fiziksel olarak bile ölçülebilir bir harekette ya da organik toplulukta aranacak değildir. Menkıbe’nin bu alanlarda komünizm bulmasının kendi yaklaşımı bakımından ne tutarsızlığı ne de yanlışlığı ileri sürülebilir. “Dağlar ile garajlar”ı birleştiren, “Beat Kuşağı” ile Che Guevara’yı “çağdaş”laştıran bir yaklaşımın, “1960’ları 70’lere deviren günler”den bu yana dünyanın devrimci tarzda anlaşılması ve eleştirisi bakımından devrimci sonuçlar vermeyeceği açıktır.

Kurgu ile gerçeğin ayrılmaması Menkıbe’nin yöntemidir. İkisini de aynı tartıya vurur büyük bir cüretle. Böylece, gerçek ile kurgunun indirgenemez ayrımı gerçek aleyhine silinir. Gerçek de artık kurgusallaşır. Garajlar denilince dağlar kaybolur sisler arasında. Dağ bir menkıbeye dönüşür. Dağ bir imge olarak vardır artık. Garajlardan komünizm değil, ‘özgür’ çalışma günleri, eleştirerek kapitalizmi geliştirmek çıktı. Komünizmin, pratik devrimcilik anlamında politik olmadıkça, kapitalizmin maskarası olmaktan başka bir şansı yoktur. 71 türünden bir pratik devrimci varoluş tarzı olmaksızın komünizm boş bir hayaldir.

Kırk yıldır tek bir silah sıkmadan Deniz Gezmiş mirasçısı geçinenlerin, kimsenin camına taş atmadan Mahir Çayancı olanların dünyasını reddetmiyor muydu Menkıbe? O halde, sıkıştığında soluğu plazalarda alan “münferit insan”ı bir yana bırakmalı, bunaldığında Kobanelere koşan bir kollektifin yitik bireylerini aramalıdır.

Üçüncü sayfanın adi suç komünizmi?

Menkıbe’ye göre, günümüz Türkiyesi ve dünyanın birçok bölgesinde, gazetelerin üçüncü sayfasına düşen haberler, bir iç savaşı yansıtmak yanında, komünizmin işaretini de çakmaktadır. Toplumların içindeki toplulukları dikine / “çapraz” kesen bir “radikal bireycilik” vardır ve “Proletaryanın yeni bir komünist enternasyonali” bu radikal bireycilik çemberinde aranmalıdır.

Hindistan’dan Meksika’ya, oradan Türkiye’ye kadar, gazetelerin üçüncü sayfasında yer bulan cinayet ya da şiddet haberlerinin kaynaştığı, bunda “kadın cinayetleri”nin ön plana çıktığı, “kadın cinayetlerinin bir mücadele alanı olduğu”, “herkesin herkese karşı savaştığı” yani “demokratik aslî birikim”in gerçekleştiği bu alanda aranmalıdır “komünizm gerçek, yani etkili, yani etkin bir hareket olarak”…

Menkıbe’ye göre, bu, “tam bir ezilenler siyaseti” alanıdır. RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) Almanya’daki eylemleri için, “sömürgelerdeki kalkışmayı metropollere taşıyoruz, savaşı canavarın kalbine taşıyoruz” demesi gibi, Muhteşem Yüzyıl adlı televizyon dizisinde Hürrem, sömürgeyi Süleyman’ın kalbine taşımıştır! Menkıbe, mucizevi bir “taşıma” yapar ve RAF’ın fiziksel silahı ile televizyon dizisindeki Hürrem’in bakışlarını özdeşleştirir (Deniz Gezmiş ile Ayşe Paşalı kısa devresini yinelemektedir!). Hürrem’in kaşları yay, kirpikleri oktur adeta ve komünizmi ta Sultan Süleyman’ın yüreğine gömer. Mecaz yapmamaktadır Menkıbe; komünizm hakikaten bir televizyon dizisindeki âşık olunan kadının manevralarında gizlidir.

“Orospu”ların, kadınların, “çalışıp, özerkleşme özlemini kendi şirketini kurarak gidermek isteyen tüm şizofren emekçiler”in içinde bulunduğu “zincirleme iktidar ilişkileri bize komünizme dair ipuçları veriyor” Menkıbe’ye göre. Ama yine de “kadınların bu durumunun komünizme kapı aralaması için tutarsız anlarını görmek gerek”iyor!

Kadın cinayetlerinde; kapitalizm, hukuk, devlet, toplum içerisinde bir çatlak, yani komünizme bir kapı görülmelidir. Bu şiddet üzerinden kadınların özerklik eğilimleri, erkekliğin çöküşü, bir toplumun dağılışı, yani komünizmin çıkagelişi, görülmelidir. Menkıbe, bir şamanı andırır sanrılar içinde sayıklamaktadır. Ona kalsa, bu kargaşalı çatışmayı gani gani yaşayan bütün sınıflı toplumlar tarihinin cürufunda, balçığında ve yozluğunda komünizm vardır.

Birinci sayfanın karşı-devrimci komünizmi!

Peki, Ogün Samast türü tepkilerde umut var mıdır? Menkıbe pek umutludur!

Ogün Samast’ta “komünar olabilme olasılığı” görebilecek yaklaşım, ABD’de birilerinin hezeyanla kalkıp okulları ya da konser alanlarını taramasının, “kapitalizmin çıldırtıcı ama bir o kadar da devrimci olabilecek bir öznellik krizi” olduğunu değerlendirir.

15 Temmuz 2016 akşamı sokaklara çıkanlar Ogün Samast’ın kollektif örneğidir. Bu güruhta da dolaylı ya da dolaysız plebyen olumluluklar arayanlar oldu. Konforundan görece kaybedenler ve “işgal et”çilerden “kapitalizmi tadil etmek” dışında bir şey çıkmayacağını çok net olarak görmektedir Menkıbe, ama plebyen ezilenlerin eylediği her şeyde bir komünizm saklı olduğu da safiyane bir kuruntudan başka bir şey değildir.

Ezilen bireylerin, ‒Menkıbe’nin tercih ettiği terimle‒ “münferit insan”ların, içinde bulundukları ortamda günlük yaşamda sivil isyanlarının devrimci bir olasılık taşıdığı, taşıması gerektiği düşüncesi son onyılların yaygın ‘aşağıdancı’ görüşüdür. Oysa, hayır, ezilen insan tekinin bireysel ve ezici çoğunlukla öteki ezilene dönük tepkisinin devrimci potansiyel taşıması söz konusu olamaz. Ezilen burada, kölece tepki göstermektedir. Kölenin kölece tepkisi ise efendiye hiçbir zaman tehdit olarak yansımaz. Efendi, kudretiyle onu alır ve kölelik alanına akıtır. Bu tepkiler ‘tarih-altı’ niteliktedir. ‘Tarihsel-olan’a atlaması için ‘metafizik’ bir moment gerekecektir.

Menkıbe’nin konumu, öznel olarak ne kadar tepki duyarsa duysun, birer emekçi olduklarından dolayı güvenlik güçlerine yapılan saldırıları kınayan “tırşıkçı solcular”dan çok da uzak değildir aslında.

İçinde yaşanılan toplumdaki çeşitli kesimlerde birikmiş enerjinin devlet ya da devrimciler tarafından kanalize edilebileceği gerçeği başka, Menkıbe’nin buralarda işlemsel bir olasılık bulması başkadır. Menkıbe, tanımlanmış kimlikler dışı yaygın ezilen kalabalıkların –işsizler, lümpenler, sınıf-altı kesimler, yeraltı toplulukları gibi‒ ‘özsel’ olarak karşı-devrimin aletleri olduğu şeklindeki “kurumsal” solcu zihniyeti yıkma gerekçesiyle, bu kalabalıklarda işlemsel bir değer görmeye savruluyor.

Ogün Samast’tan, devlete hizmete giden yoldan başka bir yol çıkmaz. Ezilenlerin devrimci potansiyeli bakımından Ogün Samast, ‒Menkıbe’nin takdirle andığı gibi, “Kürdü öldürerek Kürt yaratmak” türünden‒ “ezilecek” bir ezilmiş örneğidir. Negatif komünallik, negatif devrimcilik: Olsa olsa karşı-devrimcilik!

“Tırşıkçı beyaz Türkler”e tepki ne kadar güçlü ve yerindeyse, “tırşıkçı” ‘kara Türkler’e duyulması gereken tepki o kadar güçlü olmalıdır. Devletiyle patronaj ilişkisini salt “beyaz Türkler”in değil ‘kara Türkler’in de kurduğunu göz ardı ediyor Menkıbe. Devletin uslu ya da hırçın finosu olmak ile yavuz köpeği olmak arasındaki farkla –hiç olmazsa bu düzlemdeyken‒ ilgilenmenin gereği olmamalıdır.

Ama öte yandan, bugün Türkiye’de devlete egemen kesimlere karşı muhalefetin, bir tarih aranacaksa 2013’teki Gezi Ayaklanması’ndan beri, rejimi tam da tadil etmekten –Menkıbe’nin horladığı “demokrasi”yi istemekten‒ başka bir gayesi olamayacak ‘eğitimli’, ‘modern’, ‘yaşam tarzcı’, ‘laik’ ve ‘liberal’ geniş kesimlere kaldığı gerçeği, Menkıbe’nin gördüğü ama onca çabasına karşın bir türlü altından kalkamadığı bir sorundur. Evet, bu düzlemde Menkıbe’nin dertleri gerçek devrimci dertlerdir. Önerdikleri ise kuşkusuz derdin çaresi değildir.

Ama Menkıbe, ne olursa olsun, sihirli değnek arayışından vazgeçmeyecektir.

Mucizeler yaratacak proje komünizmi

Menkıbe, komünizmi bir ‘akıl-etmeme-hali’nden ‘akıl-etmeye-geçiş’ olarak tanımlıyor. Bazı şeyler akıl edilebilse, parmaklar özgürce şıklatılsa, toplumdaki komünist olanaklar ortaya çıkacaktır oysa!

1999 depreminde, “depremzedelere yardımda bulunmak, tam da gündelik hayatın bozulduğu noktada başka bir toplumsallık denemesi yapmak, […] halkı kışkırtıp çekilmek, bunun sonuçlarını örgütlemeye çalışmak mümkün değil miydi?” diye ‘akıl etme’ye çağırıyor bir retorik soruyla Menkıbe. Yanıt kısa ve kesindir: Hayır, mümkün değildi!

En azından ‘modern’ denilen çağın yaklaşık iki yüzyıllık deneyimiyle sabittir; gündelik hayatta komünizm arayışı, gündelik hayata egemen olanın egemenliğini konsolide etmesiyle sonuçlanmaktadır. Komünizm denebilecek bir yoğunluk sadece politik devrimci komünizm anlayışının izleri sürülerek görülebilir; o da çeşitli ülkelerin yaşadığı ‘sosyalizm deneyimleri’nin devrim öncesi ve devrim sonrası akıbetinde yatmaktadır. Menkıbe’nin görmeye direndiği sorun, ‘kurumsal komünizm’ ile ‘kurumsuz komünistlik’ ya da ‘komünalizm’in tarihsel olarak ‘kurumsal komünizm’in oluşturduğu tek bir kanala akmasıdır.

Deprem bölgelerinde “başka bir toplumsallık” denemesi yaptı bazı solcu kesimler ve cari toplumsallığa kapılıp gittiler. Birçoğu, tarım kooperatifi komünalizmine, emekli kooperatifi dayanışmasına ram olup gittiler. Acımasız meta dünyasının ona sırtını dönerek reddedilebileceği sanısı, Menkıbe’nin sözünün kapsamındaki nüfusta yaygınlaşıyor.

Menkıbe’nin kafalarda ampul patlatacak cinsten projeleri bitmiyor! 2001 krizi sırasında, “bizim kurumsal yapılardan bir tanesi tarafından sinsice örgütlenmiş olarak!” diye “sinsice” dalga geçmeyi de ihmal etmeden, “kalabalık, […] büyük bir alışveriş merkezini ve bankaları talan etmeye çalışsaydı…” diye hayıflanıyor! Oysa, o kalabalık, Menkıbe’nin kafadar komünizm projesinden daha ileri bir şey yaptı; polisle çatıştı! “Yağma yok, sosyalizm var!” diyen ‘kurumsal komünistler’in ürpertisi eşliğinde, politik olarak yağmadan daha önemliyi, devlet aygıtıyla çatışmayı seçti. Peki sonuç? ‘Politik komünistler’in yokluğundan dolayı geride hiçbir şeyin kalmadığını söyleyebiliriz.

Bir zekice proje daha: “Kadıköy ve Samatya’da Ermenilerin öldürülmesi karşısında 24 saat ulaşılabilir sokak devriyeleri ve acil müdahale timleri oluşturmayı ve mümkün mertebe hedef alınan kesimlerden mücadele etmeye niyetli insanları bunlara katmayı düşünebilmektir.”

Mucizevi komünizm projelerinin son örneği, Menkıbe’nin kafadar –komünist!‒ takımının planladığı “kerhane” eylemidir. Menkıbe burada toplum içinde gizli bir komünist topluluklar ağı kurma projesine girişmiştir. Kerhane basılacak, kadınlar toplanacak, suça itilerek rejim dışına çekilecek, futbol sahaları büyüklüğünde proje komünlerine yerleştirilecek, ‘ezilen pedagojisi’ tarzında komünizm eğitimi verilecek ve topluma bozucu sorular soracak militanlar olarak dağıtılacak. Talimat şudur: Komünizm oyunu oynanacak!

Menkıbe’nin komünizmi komünizmcik, komünisti komünistçiktir.

Menkıbevî etik komünizm

Menkıbe’nin komünizmi salt toplumun sıradanlığında –çirkefinde gömülü ve parıltılar saçtığı imgelenen bir altın olarak‒ mevcut değildir. Yüce bir yer de bahşettiği komünizm bu kez “etik” olarak çıkacaktır karşımıza.

Komünizm, ezilen toplulukların mücadele içinde “yan yana geliş şartı”dır. “[B]ir örgütlenme ilkesi”, “bir rastlaşma ilkesi”dir. “Komünizm, özerkliğin yegâne düzlemi olan, iç savaşın yarattığı ve yaratılması olası toplulukların ilişki ilkesidir, etiğidir.” “Komünist hipotez bir etik olarak formüle edilmeli” ve iç savaş bu ilke etrafında örgütlenmelidir.

Özerk komünist topluluklar olacak, bu topluluklar arasında komünist ilişki ve hatta birlik bile kurulabilecektir! Bu komünizm, örneğin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümran olduğu topraklarda yaşayacaktır!

Menkıbe, ideallerin yücelerinde ve etin/kanın düzleminde arar ve bulur komünizmi. Bu komünizm etiktir ve etiği vardır ama ahlakla ilgilenmeyi, bu düzlemde hareket etmeyi tanımlanmış düzene ve düzenin solcularına bırakır. Ahlakı, emeği, halkı, demokrasiyi bir bütün olarak reddeder.

Ona göre etik, “insanların nasıl davranması veya davranmaması gerektiğine dair önermeler” dizisidir. Etik komünizmin gerçek öznesi, bilinçli ve sorumlu bireydir. Menkıbe buna “münferit insan” der. Toplumdaki bağlarından, aileden ve temsilden özgürleşmiş birey! Mümkün mertebe “daha fazla yürekte hücre örgütlenmesi yapmak”tır mesele. “Topluluklar”, “münferit insan”ı aşan birimler değildir; bilakis “münferit insan”lardan oluşacaktır.

Münferit insan, liberalizmin ‘özgür birey özne’sinden başkası değildir. Bu özgür özne, Rojava’ya da gider, buralarda da dolaşır. Menkıbe, Suphi Nejatları örgütlemeli ve Rojava’ya gitmelerini sağlamalıdır.

Politik olmayan komünizm

Menkıbe’de harekete sürekli vurgu yapılması, iktidar sorununun hiç gündeme getirilmemesi, kendi diliyle, “manidar”dır. Devlete karşı nasıl mücadele edileceğine ilişkin hiçbir şey bulunmuyor Menkıbe’de. Devlet görmezden gelinecek –ve böylece devlet de komünistleri göremeyecek!‒, onun baş aktörü olduğu toplumun içinden komünizm ya da komünallik çekip çıkarılacaktır. Bu yüzden, Menkıbe, politik olmayan, hatta belki anti-politik bir komünizm arayışındadır.

71 devrimcileri, “sadece siyasal bir mücadele yürütme”miştir, onlar aynı zamanda, ve aslında daha yüce olarak, “arkadaş çevrelerine başka bir form vererek bir toplumsallık inşa et[miştir]”. Menkıbe’nin politik olmayan komünizmi 71 devrimcilerini değerlendirirken açığa çıkıyor. Menkıbe için, 71 devrimcileri politik mücadeleleriyle anlaşılamaz. Tanımlayıcı olan, inşa ettikleri yeni toplumsallık, etik, ailelerinden ve kurulu düzenden kopmaktır.

Oysa, 71 devrimcileri, Menkıbe’nin atfettiği her şeyi politik mücadele için yapmıştır. Devrimci bir politik mücadele tarzı tutturdukları için gerçek arkadaşlıklar kurabilmiş, yoldaşlığı –protokoler bir söz değil‒ canını siper etmek olarak somutlamışlardır. Menkıbe’nin değiştirdiği sıralama, arabayı atın önüne koşmak anlamına gelmektedir.

Ayrıca, Menkıbe’nın 71 devrimcilerine atfettiği özgüllüğün, sert koşullarda yaşayan her toplulukta, hatta 71 devrimcilerini katleden kolluk birimlerinde de bulunabileceği göz ardı edilemez. Özgeciliğin komünistlere, bencilliğin faşistlere ayrıldığı bir dünya ancak naif kurguda yer bulabilir. Fakat Menkıbe’nin çapraşık ve çatışkılı kategorileri, karşı-topluluklarda da komünizmin saklı olabileceğini hesaba katıyor. Bu durumda da politik nitelik zaten öncelik olmaktan çıkıyor. “Arkadaşlık”, “dayanışma” gibi değerlerden uzak olmayan her topluluk Menkıbe’nin komünizminin ‘kapsama alanı’ndadır.

Bugünün komünist hipotezi için…

Böylece, Menkıbe’nin bugünün komünist hipotezi için vurguları ortaya çıkmış oluyor: “71’i anlamak”, “Ogün Samast’ı yaratan düzlemde onun bir komünar olabilme olasılıklarını yakalamak”, kadın cinayetlerini “başat çelişki” olarak kavramak, “Kürtseverlikten öte Türkiye coğrafyasında devrimci ihtimalleri keşfe çıkmaktır”. “Kilit soru”, Alevi ve Kürt olmayan “minik azınlığın mücadelede neler bulup [mücadeleye] neden katıldığıdır”. “[G]eleneksel Kürt/Alevi mekanları” aşılmalıdır. Başka bir hareket başlatmak isteyen, PKK’yi “dünyada bir şeyler öğrenilebilecek örgütlerden biri olarak” görmeli, onunla “eşit ilişki” kurmalıdır. Onunla ne “sorgusuz sualsiz ilişki”lenmeli, ne de onu “yerin dibine batırma”lıdır. “Biyo-politika endeksli olmayan bir politika” ile hayatlara nüfuz edilmelidir. Nüfuz edilen hayatların, kendilerini üst-politik etik ilke doğrultusunda örgütleyerek harekete geçmeye yönelmesi gerekecektir.

Menkıbe’nin komünizmi, somut olarak, tıpkı komünist örgütü gibidir. Somut olarak, hayatına ulaşılmaya çalışıldığı ilan edilen devrimci adayına somut bir yoldaşlık, somut bir örgüt vermez. Bunu yer yer övgüleyerek anlatır Menkıbe. Hiçbir yerde olmayan ama varlığı hissedilen, sezilen bir komünist örgüt. Bir menkıbe!

Almanya’daki Spartaküs Birliği’nin ortaya çıkış sürecinde olduğu gibi, Menkıbe’de Türkiye için aranan komünizm “metafizikleşir, somut şimdiliğin ve kesin bir yarının ötesinde bir menkıbeye dönüşür”.

Ona göre, komünist örgüt, “ideolojisini yalıtık bir şey olarak formüle etmez, dolaşımda bulunan söylemleri kırarak ve yeniden kurgulayarak mesaj verir. Her ideolojide anlam ve komünizmin bir sorunsal olduğunu kabul eder ve buradan hareket eder. […] Yıkıcılık her yerden çıkabilir, dağınıktır.” Menkıbe, ideolojiyi, topluluklara ve insana ulaşmak için özel bir söylem olarak anlıyor. Komünizmin, her ideoloji için bir sorunsal, bir anlamda her ideolojiye içkin olduğunu söylemesi, yaygın solcu anlayış bakımından skandal niteliğindedir. Hiçbir ideolojinin kendi başına bir öze sahip olmadığı ve özellikle komünist örgütün verili ideolojileri karşıya alarak değil bilakis onların içine girerek mücadele edeceği görüşü özel olarak vurgulanmalıdır. Menkıbe, bu konuda derin bir görüye sahip olduğunu gösteriyor. Ama o, somut bir sorumluluk üstlenmekten her durumda özenle kaçınacaktır. Menkıbe, adeta geniş bir araziye, arazinin kısımlarının farkını önemsemeden, homojen bir şekilde tohum atıyor ve tohumun hedefine ulaşacağını, içkin komünizmi yakalayacağını öngörüyor. Kadın sorununu başka bir yerde baş çelişki olarak saptamasına bakmayın; serbest ve uçuşan yazım bu tür sorumluluklardan azadedir.

Menkıbe, tam bir menkıbe ya da söylenti gibi bir örgüt anlayışına sahiptir. “Mutlak olarak görünmezdir ama gösterir, nispet yapar. Legalite ve illegalitenin Türkiye’de anlamsız olduğunu, esas olanın görünmezlik olduğunu, sır olduğunu bilir.” Etkileriyle var olan müthiş bir varlık! Bilmeyen ama yapanlara karşı, Menkıbe, bu anlayışların ütopya kategorisine girdiğini biliyor, ama yine de yapıyor!

“Üst hakikat” olarak komünizm

Türkiye sol hareketinde kolayca uğraşabileceği bir yığın gören Menkıbe’nin aradığı komünizmin ne olduğuna ilişkin somut bir izi ‘Kürdistan Özgürlük Hareketi’ eleştirisinde buluyoruz. Bu hareketin, bütün özgüllükleri “Kürtlük” adında bir üst ilkeye bağlamasını eleştiriyor ve bir “üst-hakikat”ten söz ediyor: “O kadar ‘anlam sorununda’ ısrar eden bu hareket bu hakikatlerin içinden bir üst-hakikate dair çatlakları zorlayamaz, zira Kürtlük diye bir düzlem var; buna ancak örgütlü PKK’lilerin bir kısmı erişebilir.”

Evet; Menkıbe’nin ilgilenmediği bir gerçek düzlem ve sınırlarda hareket etmek durumundadır Kürdistan Hareketi. Menkıbe’nin ilgilenmediği, ilgilenir görünmeyi çok istediği ‘teritoryal’ boyut, Kürdistan Hareketinin yerleşmiş ‒belki “kurumsal” demeli Menkıbe’nin eleştirmesi için‒ temelidir. Bu hareketin varlığına içkin olan bir hususu eleştirmesi, gerçekte, hareketin Menkıbe’nin komünizmine yapısal zorunlukla uzak olduğu anlamına gelir.

Menkıbe, KCK’nin, her şeye karşın, komünist projenin alanına geçer gibi olduğunu, düzen sınırlarının “ötesine geçer gibi oldu[ğunu]”, ancak “Kürtlük diye bir düzlem var” olduğu için, “toplulukların esasını” sorgulayamadığını, “Alevi ile Şafi[nin], ne Alevilik ne de Şafilik sorgulanmadan yan yana durmakta” olduğunu ifade eder. “Kürt Kadın Hareketi’nin erkek egemenliğinin eleştirisinde toslayacağı sınır, daima Kürtlerin bir arada tutulma kaygısı tarafından ziyadesiyle belirlenecektir.” Kürtlerin bir arada tutulmasının ne gibi bir sorun oluşturabileceği sorulmalıdır. Menkıbe’nin soyut ve kurgusal üst-ilkesi olarak “etik” burada elbette karşılıksız kalacaktır. Kürt Hareketinin gayet somut bir üst-ilkesi bulunmakta ve elbette bir bileşen olarak “Kürt Kadın Hareketi”ni de bu üst-ilke bağlamında değerlendirmektedir.

Menkıbe, üst-ilkenin hangi somut varlığa dayandığını ya da dayanma iddiası olduğunu anlatmalıdır. Ama kendine eleştiri misyonu verdiğinden bu sorumluluktan azadedir. Çelişik önermelerini, bizzat kendisinin ifade ettiği hedeflerine ve bizzat kendisinin kabul ettiği olguların sağlamasına vurduğumuzda, aslında Menkıbe’nin PKK’de komünist örgütü gördüğünü söylemeliyiz. Üst-hakikati bir sürecin sonuna ulaşılmamışsa zaten ancak “örgütlü olanların bir kısmı” görebilir. PKK, gerçekte Kürtlük düzleminden öte bir üst-ilke peşinde olduğunu çoktan ilan etmiştir. PKK, Ortadoğu ve civarının ezilen mücadelelerinin ideolojik ve politik önderi olma iddiasındadır. Kürtlük düzleminin ötesine erişmenin PKK’nin önder kadrolarına has bir olgu olduğunu görmüşse, ne mutlu Menkıbe’ye… İşte bulmuş komünizmini! Eğer, yazarının Kobane yolculuğu bu soruların bir yanıtı olarak değerlendirilebilirse, Menkıbe’nin ‘mutlu son’u belirecektir.

 

5. Sonuç: Menkıbe’nin büyüsünün alıcıları

Menkıbe yabanıl çağrışımlar yaratması istenen bir şarkıdır. Ama göç etme güdüsünü artık geri gelmeyecek şekilde yitirmiş olduğunun ayırdında olmadan hâlâ içli iskân türküleri çığıran eski göçebeler gibi olma ihtimali yabana atılamaz. Türkiye sol hareketinin eksenini değiştirmeye çalışan her çabanın bu hüsranla karşılaşması yüksek olasılıktır.

Menkıbe, nereyi işaret ederse etsin, toplam varlığıyla, 71’e doğru yönelen 68’dir. Henüz 71 olmayan bir 68.

Yazarının ölümü ardından yaşanan örgütsel aidiyet tartışması bile Menkıbe’ye dönük bir eleştiridir. 71’li için örgütü belirsiz olmak ayıptı. Ama 68’li ya da Dev-Genç’li için örgütsüzlük neredeyse onur…

Suphi Nejat Ağırnaslı’nın yazılı ve eylemsel eseri, orta sınıf solculuğunun kendini rahatlatma ayininin çerezi olmamalıdır.

O, muhtemelen “kurumsal” Marksizm dışında bir teori arayışıyla çevirmiştir Louis Auguste Blanqui’nin Devrimci Teorileri adlı kitabı. Ama Blanqui’de bir teori bulamadığı muhakkaktır. “Kurumsal” Marksizm dışında bir hareket ‘teo-politikası’, teorisi, ilkesi arayışının sonucu olduğunu tahmin ettiğimiz Menkıbe, Ağırnaslı’nın çabasının sonuçsuz kaldığını gösteriyor. Menkıbe’nin, bir kuşağın büyülü algı dünyasına ulaşması umulur, dilenir, istenir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar