Ana SayfaArşivSayı 38İstanbul Toplantısı

İstanbul Toplantısı

 

 

  

10. yılında Teori ve Politika’yı tartışıyoruz

İstanbul Toplantısı

28 Mayıs 2005

 

 

OTURUM BAŞKANI (ALİ İHSAN TOPÇU)- Sorum şu: Teori ve Politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tüm panelist arkadaşlarımıza ayrıca başka bir soru yöneltmeyeceğiz, sadece düşüncelerini, bu konudaki fikirlerini rica edeceğiz.

Sözü Mehmet Güneş’e bırakıyorum.

MEHMET GÜNEŞ (Bilinç ve Eylem Dergisi)- Teşekkür ederim.

Hem ilk sözü almak, hem de teori üzerine on dakikada  bir şeyler söylemek… Biraz ısınma payı ile, toparlamaya çalışayım.      

Bir şeyi söyleyerek başlamak istiyorum: Teori ve Politika teoriyle uğraşıyor, Türkiye’de biraz çöl durumunda olan bir alanla uğraşıyor ve hakkını vererek uğraşıyor. Bu konuda başardıkları ve başaramadıklarıyla arkadaşları kutlayarak konuya girmek istiyorum. Bir daha altını çizeyim, bu alanda doğru/yanlış ayrımından önce teoriyi bir bilim olarak ele alıyor ve bilimsel ciddiyetle teorinin üzerinde duruyor; bu gelişkin bir yanı, tebrik edilecek bir yanı. Üstelik, Türkiye’deki mevcut teorik keşmekeşin ilerisinde, oldukça ilerisinde bir düzeyde teorik faaliyet sürdürüyor.

Şimdi, Teori ve Politika’ya ilişkin söyleyeceklerime geçmeden, Türkiye’de teoriyle en çok uğraşmış biri olan Dr.

 

Hikmet Kıvılcımı’nın teoriye yaklaşımıyla ilgili kısa bir şeyler söylemek istiyorum: Herhalde devrimci mücadeleye girdikten bir 10 yıl sonra zorunluluklar, şartlar kendisini itiyor; ve bu teori işi bizim partimizde nasıl yürütülmüştür, arşivi nedir, belgelerimiz ne, neler söylenmiş ona bir bakayım diyor. Sorunlara daha derinlemesine yaklaşıp bu teori hazinemize bir giriş yapayım diyor. 10 yıllık bir devrimci mücadele pratiğinin sonunda ve o zaman, kendi deyimiyle “farelerin cirit attığı bir ambar buldum” diyor, yani hiçbir şey yok. 1930’ları işaret ediyor bu tarih. Buradan aldığı hırsla, “Yol serisi” diye devrimci hareketin ve Türkiye gerçeklerinin bugün de aşılmamış olan, bugün de can alıcı sorunları olagelen çok temel sorunların hepsine dokunuyor ve hepsiyle uğraşıyor. Bu araştırmasında, Marksizm alanına, devrimci mücadelenin alanına giren hemen her konuya giriyor. Teori konusunda da orada ayrı bir başlıkla teori, niçin teori, nasıl teori, sorularına cevap arıyor. Orada teoriye  yaklaşımını bir sözle ifade ediyor; ” bizim teorimiz en yüksek pratiğimizden başka bir şey değildir” diyor. Şimdi böyle bir giriş, Teori ve Politika’ya belden aşağı vurmak olarak anlaşılmasın, bu bir güzel söz olarak da söylenmiyor. En yüksek pratiğimizdir diyor ve basit bir biçimde şu söylenmiyor, yani “pratik olmadan, pratiksiz teori anlamsızdır” gibi genel geçer doğruyu tekrar etmiyor. Bir bütünlük halinde teorinin de hakkını vererek çok güzel bir açıklama yapıyor ve bugün için de önemli bir tespittir.

Teori ve Politika’ya ilişkin tartışmaya gelirsek, şöyle diyebilirim: Teori ve Politika’dan önce, bu çevre, 10-11 yıl önce bir “Taslak”la ortaya çıktı. Bu taslakta, genel olarak hem evrensel alanda Marksizm ve Marksist hareketin sorunlarının, hem Türkiye’deki Marksizmin durumunun oldukça yetkin bir biçimde ve alabildiğine dikkatli tasniflendiğini görüyoruz. Bu taslakta, bir “Marksizm alanı” tarif ediliyor, bu kavram bugünkü gerçeklik içinde anlamlı ve üzerinde düşünülerek yol alınabilecek bir kavram olarak ortaya çıkıyor, yani dünya ahvalini sergiliyor, bir anlamda altüst olan bugünkü dünyada veya terimleri daha da net kullanabiliriz, kan ve ateş içinde yanan ve kavrulan dünyada Marksistlerin nerede durduğunu anlatmaya çalışırken, tasvir etmeye çalışırken, özgün Marksizm alanını tarif ediyor. Bu tarifin kendisi sorunlu, sorunlu bir tarif yapıyor, fakat bu sorun bence Teori ve Politika’dan kaynaklanmıyor, gerçeğin kendisinden kaynaklanıyor, gerçeğin kendisi sorunlu. Bu alanın içine eklemeler olabilir, çıkarmalar olabilir, ama sonuç olarak bu altüst olan dünyada, Marksizmin alan tarifi, olabilecek dikkatlilikte tasvir edilmiş.

Türkiye zemininde de benzeri bir şeyi görüyoruz. Türkiye’de devrimci hareketin seçilmiş, dikkatli bir tasnifini yapıyor, bu tasnifin ve bu değerlendirmelerin sonucunda kendisini bir noktada konumlandırıyor, kendisini yanlış bir noktada konumlandırarak bence doğru bir şey yapıyor. Şimdi bu yanlış meselesini de şöyle anlıyorum: Yanlış gene arkadaşların kendisinden kaynaklanmıyor, yanlış mevcut durumdan kaynaklanıyor. Mevcut atomize olmuş sol gerçekliği ve işlevsizleşmesini, bilumum grup, çevre, parti, örgüt, ama gene alabildiğine sert bir kapışma coğrafyası olan bu bölgede devrimci hareketin, bu parçalı ve giderek de atomize olan ve çok temel sorunlarda hemen hiçbir görevini gerçek anlamıyla yerine getiremeyen bu halini tarif ediyor ve  kendisini burada, pratik politikanın ve örgütsel pratik mücadelenin dışında bir konuma yerleştiriyor.

Veriyi anlamaya çalışıyoruz, yani hem taslağın kendisinden, hem sonradan bütün o Teori ve Politika ciltlerinde, bakabildiğimiz kadarıyla, söylenenlerle bu bir sorun; ayrıca bu  yalnızca Teori ve Politika’nın sorunu da değil. Basbayağı problemli olan gerçeğin kendisi; burada doğru yok, mevcut devrimci ortam kimseyi doğrulamıyor. Kimileri veya ben kendimi çok doğru bir noktaya koyabiliyorum, ama bu doğrunun ölçütü yok. Varolan gruplar dünyasında yanlış bir noktada konumlanma meselesi şöyle bir gerçekliğin üzerine  oturuyor. Mevcut gerçeklikte varolan hiçbir öznenin, hem teorik alanda, hem pratik ve örgütsel mücadele alanında görevlerini yapmak bir yana, buna yetişemediğini, böyle bir yetememezlik durumunu tarif ediyor ve bu yetememezlik durumunda kendisini teorinin alanına hapsediyor.

Bu nasıl bir durum? Türkiye’deki devrimci ortamın kendisine baktığımızda şu somut sorunu görebiliyoruz. Çok değişik düzeylerde ve değişik yöntemlerle mücadele eden grupların yanına bir yenisi daha gerekmez, diyor. Bu varolan mevcut düzeyi aşmaya çalışıyor, burada tarif ettiği yanlış, ortamın çıkışsızlığından kaynaklanıyor. Şöyle, ucuz eleştirilerde bulunmak istemiyorum: yani pratiği anlamıyor, pratiğin dışında kalıyor. Kaldı ki arkadaşlarımızın  bunu açık olarak ve yapıcı, üstelik sancılı bir biçimde hissettiklerini de görüyoruz yazdıklarından. Ama buna rağmen sonuçta, varolanlar gibi bütün alanlarda yetersiz ve tümüyle günlük pratiğe ve varolma kaygısına kilitlenmektense en  yetenekli olduğu veya herkesin kendisini az çok yeterli gördüğü alandan bir birikim yapmaya çalışıyor. Doğruları ve yanlışları –burada bir terazi yok tabii ki şu doğru bu yanlış diye–, ama söyledikleriyle gerçekten bugün Türkiye’deki baştan başa çöle dönmüş  teori alanında küçük de olsa bir vaha görüntüsü veriyor. Tabii bu diğer sorunları ortadan kaldırmıyor, yani bir örgüt olarak çıkmayarak, örgütten kaçarak, mevcut eleştirilen konumun bir parçası olmaktan kurtulunmuyor

Teorinin hakkını veriyor veya vermeye çalışıyor dedim, evet Türkiye’deki mevcut ortamdan oldukça ileri bir düzeyde teoriyle ve teorinin sorunlarıyla uğraşıyor. Kendini teorinin alanına hapsetmekle birlikte Türkiye’de devrimci pratik anlamında var olan bütün gelişmelerle duyarlı, yapıcı bir eleştirellik üzerinden bağ kurmaya çalışıyor. Türkiye Devriminin Kürt meselesi başta olmak üzere çok önemli sorunlarına pratik mücadele yürütme iddiasında olan birçok kesimden daha sağlıklı yaklaşıyor. Aynı zamanda dünyadaki bütün devrimci çabaları görmeye, anlamaya çalışıyor. Marksizm yerel devrimci pratikten öteye, evrensel olarak teorinin sorunlarıyla ilgili bir şeyse, bu alanda da herkesten fazla şeyler söylüyor. Buraya kadar söylediklerimiz ileri ve olumlu yanları.

Fakat birkaç konuda çok önemli sorunları var. Mesela, sınıflar mücadelesi veya sınıfsal yaklaşım Marksizmin temel tariflerinden biridir, yani sınıflar yoksa Marksizme de hak getire; yandı kül oldu. Marksizm diye bir şeyi sınıflardan ayrı olarak göremeyiz. Eğer şu bir gerçeklikse, “Marksizm bilimsel bir teoridir” diyor arkadaşlar, bu bakımdan en az bu tanım kadar “Marksizm sınıfsaldır” tanımı da bilimseldir. Yok, Marx’ta  sınıflar üzerine fazla bir şey yokmuş, Kapital’in son cildinde bir-iki sayfa söylemiş, veya benzeri şeyler çok fazla dillendiriliyor. Marksizm baştan aşağıya, tepeden tırnağa sınıfsaldır. Sınıfsallık sınıfların verili durumunun ötesinde bir şeydir, proletaryanın veya diğer sınıfların verili durumunun ötesinde bir şeydir. Marksizmin esası sınıfsaldır, yani bütün olaylara sınıfsal açıdan bakılır, sınıf pusulasını kaçırdığımızda Marksizm diye bir şey ortada kalmaz. Teori ve Politika’nın bu konudaki yaklaşımları oldukça sorunlu ve bu alandaki zorlamalar arkadaşları  Marksizmin, üzerine titredikleri bilimsel alanının dışına düşürüyor.

Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür, bunu böyle biliyoruz. Bu genel kutsal kelam gibi bir şey değil elbette; fakat bu da şu anda zorlanması gereken bir kavram değil, üstelik geliştirici de değil. Asıl mesele, Teori ve Politika, buradan çıkarak sorunlu bir özne tartışmasına giriyor veya öznenin reddine giriyor, kısmen reddediyor. Determinizme vurgu yapması anlaşılır ve doğru bir tavır. Ama özneyi ortadan kaldırdığımız zaman farkında olmadan çok üzerine titrenen determinizm de uçup gidiyor ve Marksizm iyilikseverler arayan iyilik vaazlarına dönüşüyor. Şöyle bir şey çıkıyor; o çabaladığı ve devrimcileştirmek istediği, bir silaha dönüştürmek istediği fikirleri de kullanacak bir şey kalmıyor ortada. İşçi sınıfından ve Marksizmin sınıfsal bakışından şüpheye düşülmesi veya bu konuda herhangi bir bulanıklık, o silahları da, o cephaneleri de ortada bırakıyor, onu kullanacak eli kırıyor. Sınıf konusu çok daha geniş bir sorundur, sınıf konusu doğru konulduğunda, “ezilenler” anlamlı bir tariftir. Aynı zamanda klasik sınıfsal teori tüm ezilenlerin kurtuluşunu birbirine bağlı olarak ele alır. Kaldı ki Çin, Küba ve benzeri deneylerde nesnel sınıfsal özgünlükler pratik olarak çözülmüş, bu alanda büyük birikim oluşmuştur.

Ezilenler dünyasına nasıl yaklaşılmalı? Mevcut gerçeklikte oldukça önemli bir konu. En başta kendi zorunlu görevlerimizin hakkını verdiğimiz oranda ezilenlerin tüm bölükleriyle daha yakınlaşırız.  Ama ezilenlerin kendisinin zaten cephaneleri de var, silahları da var, yani dışarıdan bakıp, bu en iyisidir vb. gibi, onlara yeni yollar önermemiz fazla anlamlı olmaz. Onlar kendi dertlerinin içinde, kendi silahlarıyla, kendi geleneksel veya nereden getiriyorsa varolan araçlarıyla mücadelenin içindeler ve oldukça da yetkin olarak kullanıyorlar; ve bu acımasız dünyada kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Bence onların değil, yetkinleşmiş ve gelişkin silahlara, savaş yöntemlerine  yani savaşçı bir Marksizme bizim daha çok ihtiyacımız var.

Teoriyle bu kadar uğraşınca şu eksiklik göze çarpıyor: Tümden bu alan da boş demiyorum, ama Marksizm diye bir teori varsa, yaşıyorsa bunu 20. yüzyıl devrimlerine borçluyuz. Birileri, “1917 Ekim Devrimi olmasaydı Marx ve Marksizm tarihe düşülmüş bir dipnot olurdu” anlamına gelen bir şeyler söyler; buna çok da yanlış denemez. Şöyle bir durum var; Ekim Devrimi ve daha sonraki pratikler biraz ruh ve beden gibidir, yani Marksizm ruh ise, sosyalizm deneyleri onun bedenidir, et ve tırnak gibi diyebiliriz. Bunu birbirinden ayırdığımız zaman, teoriye vurgu yaparak, teori doğruydu pratikler yanlıştı veya, tersinden ele alarak Marksizmin alanının dışına düşeriz. Büyük devrimci sürecin bugün yenilmiş olması, bugün her kesim tarafından, içindekiler ve dışındakiler tarafından, her cephanesi olanın oraya bir taş fırlatması hiçbir şeyi değiştirmez. İnsanlık nefes nefese bir yüzyıl yaşadı, Marksizm fikirleriyle yola çıktı, bu fikirleri maddi bir güce dönüştürdü, bu fikirlerle gerçek anlamda bu dünyanın altını üstüne getirdi. İhtilaller, devrimler, Rus devrimi,  Çin devrimi, Küba devrimi, devrimler, ayaklanmalar, genel grevler, ulusal savaşlar… Bütün bu sürece Marksizm damgasını vurdu. Şimdi, buraya saldırılar olabilir ve gözden düşmüş olabilir, ama Marksizmde ısrar edenler yaşanmış  deneyleri görmeden edemezler. Teoriye bir ölçü, teoriye bir anlam katacaksak bizatihi bütün bu yaşanmış deneylerin dışında nerede arayabiliriz? Bütün insanlığın bir altüst oluşla yaşadığı bu kitle pratiklerinin dışında teorik arayışlar gene bizi Marksizm alanının dışına düşürür.

Teori ve Politika Marksizmin krizi tespitinden yola çıkıyor. Bazı suret-i haktan Marksistler için dinden sapma olarak anlaşılsa da, bu tespitte bir mahsur görmüyoruz. Materyalizmin alanında duruyor ve oradan Marksizmden bahsediyorsak, Marksizm de bütün fikir akımları gibi sorunludur, kendi içinde çatışmalıdır ve çelişkilidir, gelişmesi de bu çelişkilerin süreç içinde çözülüp, yeniden gelişimin sancılı sarmalına  girerek olur. Bu anlamda, teoriye yaklaşımda belli bir anormalliği aşmak zorundayız. Bu dogmatizmdir. Gene Doktor’dan bir hatırlatma ile daha iyi anlayabiliriz. Doktor, “mükemmel insan yoktur” diyor, “mükemmel insan ölmüş insandır” diyor. Teori anlamında da, mükemmel teori yoktur, veya saf, bulaşık olmayan teori yoktur, böyle bir şey olamaz; yani Marksizm bilimseldir, ama aynı zamanda tarihseldir. Tarihsel olduğu anlamıyla da kendi döneminin koşullarıyla sınırlıdır, bu koşullardan etkilenmekte, bu koşulları etkilemektedir, ve onunla iç içedir. Teori ve Politika’nın, teori alanına yaptığı vurgu doğrudur, çubuğu bu tarafa bükmesi doğrudur, ama buradan, bütünüyle teoride çözümler araması gene Marksizm alanının dışındadır; yani aslolan pratiktir, fikirlerin dünyayı değiştirdiği hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Genel anlamda Marksizm ve bilimsellik üzerine çok iddialı şeyler söylüyor arkadaşlar; özel olarak teori ve pratik ilişkisine de bu iddialarıyla uyumlu yaklaşmaları gerekir. Özellikle kriz tespiti yapıldığında, yaşanmış sosyalizm pratikleri ve bu pratiklerin çökmesinin, teorik krizin derinleşmesinden öte, oluşmasına etkileri de irdelenmek zorundadır.

Teori konusunda son bir şey; arkadaşlar teraziyi kırıyorlar, pratiğin dışında bir teorinin olacağını varsayıyorlar veya teorinin kendine özgü bir gücü olduğunu, özel bir yeri olduğunu ve buradan etkisi olabileceğini söylüyorlar: Teraziyi kırmak, teoriyi düşüncenin spekülatif alanına hapsetmektir. Teorinin doğruluğu veya gerçekliğinin ölçütü gene kendisi oluyor. Olabilir de olmayabilir de… Bu bizim tartışma alanımızın dışındadır. Bu kutsalın alanına giren bir şey gibidir

Teori ve Politika’nın Batı Marksizmi ile ilişkilenmesi de sorunlu. Hem oradan besleniyor hem eleştiriyor. İlişkilenmesi besliyor onu, tabii olumlu ve olumsuz anlamda da besliyor, o alanda da sorun pratik. Batı Marksizminin, Marksizmin içinde mi dışında mı olduğu sorusundan önce, pratik dışı olduğu anlaşılmalıdır. Pratik dışıdır, yani onun pratiği yok, düşünce alanında yığınla söylenmiş şeyler var.

Şunu söylemeden bitirmeyeyim. Arkadaşların 10 yıldır söylediklerini bu 10 dakikada bütün boyutlarıyla irdelemek mümkün değil. Söyleyebildiklerime ek olarak Teori ve Politika’nın bence, mevcut varolan gerçekliğe teslim olan ve onun rehaveti içinde olanlardan eksik yanları olabilir, ama bugünkü sorunların ağırlığını ve sancıyı daha bir ciddiyetle hissediyorlar; bu devrimci bir olgu. 10’uncu yıl vesilesiyle yaptıkları değerlendirmelerde de belli ki bulundukları mevcut konumu teorileştirmiyorlar; en güzeli budur demiyorlar, mevcut gerçeklik içinde bunu yapabiliriz diyorlar ve bu yönüyle de bugünkü mevcut durumda geliştirici  bir rol oynuyorlar.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz Mehmet Güneş’e.

Hemen sözü Cem Özatalay’a bırakıyorum.

CEM ÖZATALAY (Bedreddini Hareket)- Konuşmama şu soruyu yanıtlayarak başlayabilirim: Teori ve Politika kolektifi bundan 10 yıl önce benzeri bir panel düzenleseydi ve konuşmacı olarak katılmamı teklif etseydi, yanıtım ne olurdu? Açık söyleyeyim, sorumun yanıtı kesinlikle olumsuz olurdu. Hatta, değil konuşmacı, dinleyici olarak katılmayı bile zaman kaybı olarak görürdüm. Ama diyelim Teori ve Politikacıların içinde yakın bir arkadaşım var ve beni konuşmacı olarak panele katılmaya ikna etti. O taktirde de Bedreddini Hareket isimli bir yapıyı temsilen konuşmam söz konusu olmazdı. Bugün Teori ve Politika’nın düzenlediği bir panelde konuşuyor olmamın, hem de Bedreddini Hareket isimli bir oluşumu temsilen konuşuyor olmamın bence birbiriyle ilişkili olan açıklanabilir nedenleri bulunuyor. Konuşmamda bu nedenler üzerinde bir miktar durmak istiyorum.

Ama öncelikle 10 yıl öncesine dair muhtemelen takınacağımı söylediğim olumsuz tutumun gerekçeleri hakkında bir çift söz söyleyeyim. Türkiyeli aydının ilgisinin tarihsel olarak fikirlerden çok somut gerçeklere dönük olarak biçimlendiğini düşünüyorum. Bu biçimlenişin etkileri, yalnızca Türkiye’deki devletlu aydınlara da özgü değil üstelik. Tıpkı İslamcı veya Ulusalcı aydınlar gibi Türkiye’de Marksist hareketin kurucusu ve sürdürücüsü olan aydınlarda da aynı biçimlenişin etkileri net biçimde gözlemlenebilir. Somut gerçeğe müdahale etmeye dönük eğilimin, ki bu pratik olarak politikanın öznesi olmaya olanak sağlar, teori alanında zafiyete yol açtığını düşünüyorum. Reel politiker damarımız her zaman daha güçlü olmuştur. Bu güç, Marksizmin dünya ölçeğindeki teorik ve politik gücüyle örtüştüğü dönemlerde, özellikle 1970’lerde bir sorun yaratmamış, tam tersine politik kabiliyetimizi artırmıştır. Ancak bir bütün olarak Türkiye sol hareketinin tarihine baktığımızda, Marksist teoriyle kurulan yüzeysel ilişkilenme biçiminin ve Marksizmi ideolojik olarak edinmenin teorik faaliyet olarak algılanmasının olumsuz sonuçlarıyla bugün fazlasıyla yüz yüzeyiz diye düşünüyorum. Aynı zafiyet Türkiye Marksizmi diye anılabilecek ve ülke topraklarına kök salan bir akımın oluşmamış olması gerçeğinde de açığa çıkıyor. İşte tam da bu zafiyeti o dönem göremiyor veya en azından görsem de önemsemiyor olmamdan ötürü 10 yıl önce böyle bir panele katılmayı düşünmezdim.     

Peki bugün neden buradayım? Az önce bahsetmiş olduğum olumsuz sonuçlardan bağımsız bir yanıt vermem mümkün değil bu soruya. Türkiye sol hareketinin krizinden bahsediyorum. Yani teorik, ideolojik ve politik içerikler taşıyan bu krize yanıt üretemiyor oluşumuzdan. Bu krizin en somut göstergesi ise bir yandan ilerlemeci ulusal ideolojinin, diğer yandan ise postmodernist kozmopolit ideolojilerin sol içinde günden güne güç kazanması. Solun, bu iki burjuva akımı arasından sıyrılıp kendi yolunu açamaması bir vakıa. Ne var ki, bu durum yapısal bir zaafa işaret ediyor. Benzeri bir dönemi daha önce de yaşamış olmamız bunun göstergesi.   

Türkiye’nin ideolojik düzlemine rengini vuran iki ana akımdan bahsedebiliriz. Birincisi, Batıcı-aydınlanmacı diye adlandırabileceğimiz ve Türkiye’de Kemalizm’le özdeşleşen akımdır. Diğeri ise, Prens Sabahattin’den bu yana varlığını sürdüren, genellikle politik olarak muhafazakâr, iktisadi olarak ise mutlaka liberalizme yaslanan akımdır. Her ne kadar, Türkiye burjuva politikası bu iki akımın mücadelesinden ibaretmiş gibi görünse de aslında her ikisinin de ortak özelliğinin devletlu olmak olduğunu görebiliriz. Gerçekten de 1970’lere gelene kadar, Türkiye’de politik yaşam bu iki akımın  belirleyiciliğinde gelişmiştir. Türkiye’de solun tarihine bakıldığında 1970’lere gelene kadar hep bu iki ana akım arasında bir pozisyon alma çabasını gözlemleriz. Sol kimi zaman aydınlanmacı Kemalist akımla belirli ilişkiler geliştirmiştir, kimi zaman tek parti diktatörlüğünün yıkılabilmesi, demokrasi alanının genişlemesi vb. gerekçelerle diğer kanada belirli ölçülerde meyletmiştir. TKP’nin tarihi de bu zaafla maluldür. 1970’lere gelene kadar gerçekten de burjuva politika düzleminin dışına çıkabilen bir Marksizmin varlığından da bahsedebilmek çok mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede tek anlamlı çabayı Hikmet Kıvılcımlı’nın sarf ettiğini ama onun da bu çabasını politik bir akım oluşturma düzeyine yükseltemediğini söyleyebiliriz. Kopuş 1970’lerde yaşanıyor ve Marksizm bağımsız bir politik akım olarak bu topraklarda kendine alan açmaya başlıyor. Ama burada da şöyle bir sorun var: 1971 her ne kadar devletten ve devletlu politikadan devrimci bir kopuşu temsil ediyor olsa da, öte yandan, suçlama olarak ya da bir eleştiri olarak görülmesin, ama belki yine konjonktürün bir zorunlu sonucu olarak, pratik politika düzeyindeki net devrimci kopuş, Marksist hareketi devletlu ideolojilere alternatif bir ideolojiyi oluşturmaya götürmüyor. En fazla ileri gitmeyi başaranlardan olan İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm konusundaki kopuşunun da aynı zafiyeti içerdiğini düşünüyorum. Çünkü bu politik kopuş teorik düzeyde bir karşılığını bulmuyor. Teorik düzeydeki eksiklik, ideoloji ithaliyle geçiştirilmeye çalışılıyor. Söz konusu ideolojiler Latin Amerika’dan, Arnavutluk’tan, Sovyetler Birliği’nden veya Çin’den devşiriliyor. Söz konusu ülke yerelliklerinde, o ülkelerin gerçekliğinde üretilmiş ideolojiler Türkiye’ye getirilmiş ve bunlarla politika sahnesinde yer almaya çalışılmıştır diye düşünüyorum. O dönemde, bu tarz bir ithalat girişiminin konjonktürel nedenlerle politik bir karşılığı olmadığını iddia edemeyiz. İşe yaradığı ortada. Marksizmin Türkiye’de ilk kez kitlelerle devrimci bir siyasal eksende bu dönemde buluşabildiği açıktır. Yani bu türden bir ideolojik edinimin iş gördüğünü ve bizi 1980’lere kadar getirdiğini söyleyebiliriz.

Ancak 1980’lerden itibaren durum değişmiştir. Önce 12 Eylül darbesi, daha sonra 1990’larda sosyalist dünyanın çözülüşü…  Neticede bugün daha önce bahsetmiş olduğum iki damardan akan burjuva ideolojilerinin eksenine girmeye dönük yine güçlü bir eğilim görülüyor. Özellikle sosyalizm deneyimlerinin de çözülmesiyle birlikte, 1970’lerde ona referansta bulunarak çıkış yapan devrimci hareketin de kendi ideolojisinin maddi dayanaklarını yitirmiş olması, burjuva ideolojilerine kayışı hızlandırıyor.

Hal böyle olunca, Türkiye solunun reformizmle malul kesimlerinin bir kısmı yurtseverlik söylemiyle ilkel milliyetçiliğin ve Kemalist aydınlanmacılığın etki alanına girerken, diğer bir kısmı ise Avrupa Birliği’nden medet uman ve postmodernist liberalizmin etkisi altında öbekleşiyor. Yani biz yine o klasik, geleneksel Türkiye’deki iki ideolojik politik akımın belirlediği ikili hattın içine düştük kaldık.

Kendi pozisyonumuza dönersek; 10 yıl önce  açıkçası bu durumu öngörmüş değildik. Tam da az önce Mehmet Güneş’in söylediği gibi düşünüyorduk. Pratiğe girelim, pratiğin içerisinde işçileri örgütleyelim, ezilenleri örgütleyelim yeter diye düşünüyorduk. Haşa, lafız olarak teoriyi küçümsemiyorduk. Teoriyi yeniden üretme söylemini ağzımızdan düşürmüyorduk. Ama açık söyleyeyim, teoriyi, biraz tarih bilgisini kimi istatistiki rakamları harmanlayarak, tabii biraz da yaratıcı düşünsel üretimle hallederiz diye düşünüyorduk. Ama mütevazı mücadele deneyimimizde gördük ki, karşı karşıya kaldığımız sorun çok daha boyutlu. Kendimizi yeniden şekillendirmeye, teorik olarak da şekillendirmeye, pratik olarak da şekillendirmeye, ideolojik olarak da yeniden şekillendirmeye ihtiyacımız olduğumuz gerçeğiyle yüzyüze kaldık. Teorik olarak yeniden şekillenmeye ihtiyacımız olduğunu, bunların içinde en son fark ettiğimizi söyleyebilirim. Önceliği pratik düzlemde yeniden şekillenmeye vermiştik. Çünkü pratiğin içinde gördük ki, Türkiye devrimcisi mevcut araç ve yöntemleriyle, aynı zamanda kullandığı söylemiyle geniş kitleleri örgütleme şansına sahip değildi. Devrimci hareketin söylemi ve halihazırdaki eylemi tarihsel nedenlerden ötürü yalnızca Alevi kesimin içerisinde belli karşılıklar bulabiliyordu. Bu olanağın da son dönemde zayıfladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, örneğin İstanbul’da bulunan emekçi mahallelerinde, yoksulların, ezilenlerin oturdukları mahallelerde ve buraları çevreleyen irili ufaklı işyerlerinde halihazırdaki anlayışla daha ileri gidemeyeceğimizi tespit ettik. Buradan, araçlarımızı ve yöntemlerimizi değiştirmemiz gerektiği sonucuna vardık.

İkinci olarak ise, kitlelere nasıl sesleneceğimiz konusunda yoğunlaştık. Çünkü kitlelerin eski söylemlerle kendilerini ilişkilendiremediklerini tespit etmiştik. İki kutuplu dünya dönemine özgü söylemlerin kitleler nezdinde karşılık bulmasının maddi olanakları ortadan kaybolmuştu. Bu nedenle, yeni bir ideolojiye ihtiyacımız olduğunu tespit ettik. Dönemin ruhuna uygun, yeni ama daha yerel ve daha otantik devrimci bir ideolojiye ihtiyaç olduğu fikrine ulaştık. Ne var ki, bu topraklardan kökünü alan bir ideolojiyi o güne kadar sahip olduğumuz teorik arka plan üzerinden üretebilmemiz çok mümkün görünmüyordu. Söz konusu arka plan, bize ulusalcı ya da postmodernist ideolojiler üzerinden Marksizm dışı bir eksende politikleşmeyle, geçmiş dönemimize ait ve artık anakronikleşmiş ideolojilerimize marjinalleşme pahasına sığınma arasında bir tercihi dayatıyordu. Tam da o noktada teori sorunlarına eğilmeye başladık. Çünkü içinden geldiğimiz ve kendisini geleneksel sol olarak adlandıran geleneğin teorik öncüllerini sorgulamamız gerekiyordu. Bilindiği gibi, bu gelenek, Sovyetik karakterli bir ideolojik edinimle ve Türkiye özgülünde tarihsel olarak reformizmle malul bir gelenekti. Tam da bu dönemde Teori ve Politika’ya daha yakın alaka göstermeye başladık. Bu çevreyle daha önceden tanışıyorduk. Ama açıkçası önceki dönemde üretimleriyle çok fazla ilgilenmiyorduk. Özellikle Teori ve Politika’nın bilimle politikanın, süreçle anın düzeylerini farklılaştırması ve Lenin-Kautsky ayrışmasında açığa çıkan bilimci-ilerlemeci  politikadan kopuş ve Marksizmin böylelikle devrimci bir politik akım olarak kuruluşunu saptamaları bizim için, içinden çıktığımız gelenekle hesaplaşmak açısından önemliydi. Çünkü Türkiye’de geleneksel sol olarak tabir edilen akım, Marksizmin bilimini veri aldığı ve buna dayanarak politika yaptığı için kendisini diğer akımlardan, devrimci demokrat olarak tanımladığı akımlardan ayırma eğilimindeydi. Kuşkusuz bir ayrılma vardı. Ama bu devrimcilik-reformculuk ayrımında somutlanıyordu. Teori ve Politika, pratikte açıkça algıladığımız bu olguyu teorik olarak da açıklamamızı sağladı. Yine Teori ve Politika’nın verili bir konjonktürde yapılan politikayı, o anın somut dinamiklerinin dışında tanımlamamaya dönük vurguları da bizim için önem taşıyordu. Teori ve Politika’nın, içinde politika yapılan dönemin özgüllüğüne ve bu özgüllük içinde kendi öz gücüne dayanarak politika yapan öznelerin özgürlüğüne yaptığı vurgu, özellikle otantik bir ideoloji yaratma ihtiyacını yakıcı bir biçimde hissetmemizden ötürü bize elverişli bir teorik arka plan sunuyordu.  

Devrimci pratikten arayışımızdan kaynağını alan ve ideolojik bir yenilenme arayışına dayanarak teori işini önemser hale gelmemizin ve bu bağlamda Teori ve Politika’yla daha yakın bir ilişki içine girişimizin kısa serüveni böyle özetlenebilir. Kuşkusuz sıraladığım gerekçelerin oldukça yüzeysel kaldığını fark ediyorum. Teori ve Politika’nın son sayısında İlker T. Şahinoğlu imzasıyla kaleme alınan yazıda, kaba taslak ifade edebildiğim görüşlerimiz daha detaylı biçimde ele alınıyor. 

Teori ve Politika’nın 10 yıldır düzenli biçimde gerçekleştirdiği teorik üretiminin bir yerlerde karşılık bulduğunun bir diğer kanıtının da bu toplantıda konuşmacı olarak bulunanlar olduğunu düşünüyorum. Örneğin, 10 yıl önce böyle bir toplantı olsaydı, teori tartışılacak denseydi ya da teori işi yapan bir çevre tartışılacak denseydi muhtemelen konuşmacılar bir miktar geleneksel soldan, bir miktar da Troçkist akımdan olurdu. Teori işi geçmişte bu sayılan akımların tekelindeydi. Ama Teori ve Politika, 10 yıl içinde iyi bir iş yapmış ki, burada, kendisini geleneksel sol addeden çevreden veya Troçkist akımdan gelmeyen, değişik bir yelpazeyi temsil eden konuşmacıları kendi üretimini tartışmak için buluşturabilmiş. Bu bence çok önemli.

Son olarak şunları söylemek istiyorum: Teori ve Politika, gerçekten Türkiye’de Marksizmin yenilenmesi, yeniden güçlenebilmesi için teori işini hakkıyla yapıyor. Bunun önemsenmesi gerektiğini ve bu çabaya katkı sunulması gerektiğini düşünüyorum. Ama, bu noktada bir sorunla karşı karşıya kalmıyor da değiliz. Teori ve Politika, kendi konumlanışını, pratik politika içindeki öznelerden ya da o iddiada olan öznelerden ayırıyor. Teori ve Politika politika yapma iddiasını taşımıyor. Bu ise, Teori ve Politika’nın politika hakkında görüş üretirken, Hasan Polat’ın tabiriyle, bizim dünyanın dışında kalmasına neden oluyor. Şöyle ki; Teori ve Politika, politika üzerine düşünürken, kaçınılmaz olarak eleştirmenlere özgü bir mantıktan hareket ediyor. Pratik politikadan bir fotoğraf karesi alıyor ve onu yorumluyor. İncelenen andaki özneleri, örneğin devrimcilik-reformculuk ayrımına tabi tutuyor. Bu ise politikanın içindeki yani o fotoğraf karesine giren öznelerinkiyle uyuşmaz bir pozisyon. Çünkü pratik politika yapan ya da yapma niyetinde olan özneler, belli planlar dahilinde hareket ediyorlar. Bu plan dahilinde o karenin içine giriyorlar. Ancak Teori ve Politika değerlendirmesini yaparken, doğal olarak, öznenin zihnindeki planlardan ve kurgulardan bağımsız olarak, o andaki pozisyonu veri alarak belli değerlendirmelerde bulunuyor. Bir yanda belirli kurgular dahilinde bir şeyleri değiştirmeye çalışanlar var, bir yanda Teori ve Politika o değiştirme işinin bileşeni olmaksızın, dışarıdan belli yorumlar yapıyor. Açıkçası bu ilişkilenme biçimini çok sağlıklı bulmuyorum. Şunu söylemiyorum ya da önermiyorum: “Hadi gelin önce siz de bizimle birlikte bildiri dağıtın da sonra söz söyleyin.” Böyle bir şeyden bahsetmiyorum. Ama Teori ve Politika’nın Türkiye’de Marksizm alanında gördüğü ve olumlu değerlendirdiği akımların projeleriyle ve planlarıyla daha fazla hemhal olması gerekiyor. Bu konularda söz üretmesi gerekiyor. Bu anlamda, eleştirmen pozisyonunu terk etmeksizin bir miktar daha dünyaları ortaklaşma çabası içinde olması gerekiyor. Bu anlamda, örneğin Türkiye toplumsal formasyonuna dair yapılmış üretimlere ihtiyaç var. Türkiye tarihi üzerine bilgi üretmeye ihtiyaç var. Teori ve Politika’nın buralarda eksikli kaldığı kanısındayım.

Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz.

Mehmet Güneş’ten sonra Cem Özatalay görüşlerini açıkladı. Mehmet Güneş, Teori ve Politika ile ilgili çeşitli eleştiriler yöneltti, çeşitli olumlu taraflarını ortaya koydu. Örneğin, Teori ve Politika’nın özne anlayışının olumsuzluk barındırdığını ifade etti ve Teori ve Politika’nın çok fazla duyduğu, ama çok fazla duyduğu için dikkate almamazlık da etmediği, tam tersine dikkate aldığı, pratikten yoksun bir teorinin olamayacağı görüşünü ortaya koydu.

Cem ise, tarihsel olarak anlattı Türkiye’deki sol hareketin, devrimci hareketin teoriyle ilişkilenişini. Ardından 1980’lerden sonra bu ilişkilenişin belirli bir noktaya geldiğini, tıkandığını ve Teori ve Politika’nın da bu anlamda bir işlevsellik kazandığını ifade etti. Tabi o da, Teori ve Politika’nın tasniflerinin statik olduğunu ve belirli bir dinamizm içerisindeyken bunların doğru olmayacağını söyledi. Sonuç olarakda Teori ve Politika’nın  dinamik bir projeyle mutlaka ilişkilenmesi gerektiğini ve ayaklarının bu şekilde yere basacağını ifade etti. Teşekkür ediyoruz.

Ben sözü İbrahim Horoz’a bırakıyorum.

İBRAHİM HOROZ (Maya Gazetesi)- Teşekkür ederim.

Ben şöyle başlamak istiyorum: Teori ve Politika’ya temel olan bildirgeyi göz önüne aldığımızda, çıkış koşulları dikkate alındığında, Türkiye sosyalist ve Marksist hareketinin son derece kritik bir dönemeçte olduğu dönemde, arkadaşlarımız “Genel Çerçeve Taslağı”nı hazırlamışlardı ve o platform taslağı, arkadaşların bu zamana kadarki süreçlerine, Teori ve Politika’nın 9 yıllık sürecine de ışık tutuyor. Türkiye Marksist hareketinde, sosyalist hareketinde –önceki konuşmalarda da dile getirildi– gerçekten teori sorunları, Marksist hareketin gündemine gerekli ağırlığıyla ve ciddiyetiyle hiçbir zaman girmedi. Dolayısıyla, Türkiye devrimci hareketi, teori sorunlarına daha çok aydınların veya aydın gruplarının yapacağı bir iş, kendilerinin de ondan olabildiği ölçüde faydalanabileceği bir alan olarak baktılar. Dolayısıyla, bu teori sorunlarının bu derece önemsiz algılanması, ama aynı zamanda da Türkiye devrimci ve Marksist hareketinin, toplam teorik düzeyi değerlendirildiğinde, yani politik olarak en gelişkin olduğu 1970’ler de dahil olmak üzere, hareketin bir dönem ilerleyip sonra tıkandığı ve sürekli kendini tekrar ettiği koşullarda, teori sorunlarına ilgi göstermek, bu bakımdan da bunu ciddiye almak gerçekten de önemli idi. Bu bakımdan, Teori ve Politika’daki arkadaşlar bir bakıma aslında son derece güç bir görevin ve sorumluluğun altına girdiler. Şimdi, bu güç ve ağır sorumluluğun altına girilmiş olması, bu zamana kadarki süreci göz önüne aldığımızda, aslında 9 yıllık sürecin toplamına bakıldığında, “acaba Teori ve Politika’nın 9 yıllık süreci, Marksist hareketin sıkıntılarına, sorunlarına, krizine ne derece yanıt oldu ve Marksist hareketin önünü ne kadar açacak, hareketin geleceğini görmesini sağlayacak bir noktaya evrilmesine katkıda bulundu?” sorusu ciddi bir soru olarak hâlâ ortada duruyor. Burada, gerçekten de ağır ve ciddi bir sorumluluk altına girilmesine –arkadaşların bu gayretleri ve çabaları küçümsenecek bir çaba ve gayret değil–, küçümsenemeyecek bir gayret ve enerji içerisinde bulunulmasına rağmen, ortaya çıkan görünüm, sizin niyetlerinize, sizin amaçlarınıza yeterince hizmet etmeyebilir. Bu bakımdan bakıldığında, aslında 10’uncu yıl yazısı, bence son derece önemli; Teori ve Politika’nın hem yaptığını, hem yapacağını, hem de misyonunu algılamak bakımından, hem de bunun gerçekten de Türkiye’deki Marksist, komünist hareketin evrimine katkısını görmek bakımından. Ortaya konulanlar, çelişkili ve karmaşık durumu beraberinde getiriyor. Doğrusu, 9 yıllık bir sürenin arkasından hâlâ Teori ve Politika’daki arkadaşların, kendilerinin değiştirilemez ilke olarak ortaya koydukları pratik-politik Marksizmin hep yanında olma, ona bakarak kendilerini konumlandırma tespitleri, son derece büyük bir anlam taşıyor. Yani, 9-10 yıl böyle kendini teoriye veren bir ekibin kolay ayakta kaldığı, hâlâ Marksizmin, devrimciliğin, bir bakıma da yaşanan devrimci pratiğin baskısını hissetmesi, kendini bir ölçüde de onunla ilişkilendirmek konumunda bulunabilmesi, bu topraklarda, Türkiye koşullarında, dünya koşullarında zor ve bu zoru bir bakıma arkadaşlar başarıyorlar. Ama, bu çelişki ne kadar devam edebilir? Yani 10’uncu yıl yazısında da ifade edildiği gibi, iki cami arasında kalma sorunu… Bir taraftan, arkadaşlar gerçekten de bu teorik sorunları önemsediğini düşünen muhataplarıyla ciddi bir etkileşime giremiyorlar, diğer taraftan, bu topraklarda devrimci ve Marksist hareketin temel bileşeni olarak gördükleri, politik Marksizmi temsil eden akımlarla da ciddi bir etkileşime giremiyorlar. Bu iki taraf açısından da bakıldığında, gerçekten de ciddi bir diyaloğa, etkileşime girilemediği görülüyor. Bence, bu, bir yanıyla belki hareketin kendi sınırlılıkları, sorunlarıyla ilgili, alışkanlıklarıyla ilgili, ama bir taraftan da, Teori ve Politika’nın kendisinin durduğu noktayla, yapısıyla ilgili bir sorun.

Öncelikle şuradan başlamak gerekiyor: Çerçeve Taslağında devrimci Marksist hareketin tablosunu çizmek bakımından, bence son derece anlamlı değerlendirmeler var, bugün de güncelliğini koruyor. Sorun tespiti ve formülasyonu bakımından da son derece anlamlı bir şey; hareketin gerçekliği göz önüne alındığında, bunlar önemsiz değil. Bugünkü tabloya, sorunlara işaret etmek önemsiz değil, ama arkadaşlar çıkarken bir noktadan hareket ettiler ve bence asıl sorun da orada. Devrimci Marksist teori ve politika, örgüt alanlarını, asla yaşamda olmayacak şekilde işlevlere ayırdılar; teori alanı, politika alanı, örgüt alanı. Bunlar bir hareketin tümüyle altından kalkabileceği işler değildir dediler. Dolayısıyla, bunu işlevlere ayırmak gerekir, burada biz bir işlevi yerine getirmeyi üstleniyoruz dediler. Bu,  –demin de söylediğim gibi– büyük bir cüretti, yani hareketin teorik bakımdan ihtiyaçlarını karşılayacak bir misyon oluşumu büyük bir cürettir, ama ne Marksizmi kendi içerisinde böyle işlevsel parçalara ayırabilirsiniz, ne hayatı böyle işlevlere ayırabilirsiniz, ne de gerçekten de devrimci politik mücadeleyi böyle işlevlere ayırarak, herkese bir yükümlülük verip; sen teori alanıyla uğraş, sen örgüt alanı ile uğraş, sen de politika alanıyla uğraş gibi bir duruma düşebiliriz. Bence, asıl hata burada yapıldı; hareketin toplam ihtiyaçları var, kriz toplamda vardır, teori alanındadır, politik alanındadır, örgüt alanındadır. Bugünkü öznelerin, bu görevlerin altından kalkamadığı şeklindeki, Teori ve Politika’nın teşhisi de kesinlikle doğrudur.

 

Bir başka daha doğru var, Teori ve Politika’nın teşhisinde: Şu anki örgütlü özneler, gerçekten de hareketin ideolojik ve teorik yenilenmesine uygun bir formda, bir anlayışta, bir yapıda değiller. Bunun dışına çıkmak gerektiği de doğru, ama dışına çıkma işi bütünsel görevleri kendi içerisinde işlevlendirmeyle olur, yoksa bunları parçalara ayırarak yapılacak iş değildir.

Ben gerçekten şunu anlamakta zorlanıyorum; haydi diyelim, teorik görevler kendi başına bir iş olarak alınabilir de, yazılabilir, söylenebilir ve bu noktada yol alınabilir. Peki, teorisiz politika alanı nasıl bir şey olacak? Politikasız örgüt alanı nasıl bir şey olacak? Orada nasıl bir işlev üstlenecek insanlar? Yani ben doğru bildiğim yolda giderim, diğerleri de ne yaparsa yapsın deme lüksümüz var mı bizim?

Hayır; Teori ve Politika’nın deneyiminden, hele bugün özellikle, yani bütün yaşananlardan sonra, geçen 9-10 yılın arkasından, Türkiye topraklarında komünist hareketin kendini yeniden var edebilmesi, gerçekten de devrimci bir sınıf mücadelesinin öznesi olabilmesi bu bakışla olanaklı değil. Bugün teori alanında da, politika alanı ya da örgüt alanında da bütünsel işlevleri üstlenecek bir yapılanmaya ihtiyaç var. Bugünkü yapıların bunu karşıladığını söylemiyorum, yeni yapılanmaya ihtiyaç var diyorum.

Böyle bir ihtiyacın hissedildiğini gösteren veriler 10’uncu yıl değerlendirmesinin sunuşunda vardı; ama sunuşta başka bazı değerlendirmeler var ki, bence bir anlamda da söylenenleri anlamsız hale getiriyor. Örneğin, arkadaşlarımız öznesiz tarih anlayışı diye bir tarih anlayışını ortaya koyabiliyorlar, yani başarılı bir sosyalist devrim için, sosyalist öznenin zorunlu olmadığını pekâlâ söyleyebiliyorlar. Böyle bir devrim kavrayışı, tarihsel deneyimler de hesaba katıldığında, bence Marksizmin felsefesine, mantığına aykırıdır.

Söylenemez mi? Tabii ki söylenebilir, söyleyenler de var; ama bu Marksizm alanında kalınarak söylenebilecek bir söz değildir. Yani Marksizm alanı dediğimiz alanı, hele özellikle de Marksizmin yeniden ayakları üzerine dikildiği bir süreçte gerçekleşen Ekim Devrimi ve Bolşevizm gerçekliğinin arkasından ulaşılan evrensel sonuçları göz önüne aldığımızda, bence bu Marksizm zemininde kalınarak ifade edilecek bir husus değildir.

Teori dediğimizde birçok tanım yapılabilir, ama teori bence yaşamı anlama, kavrama gücüdür. Yaşamı anlama ve kavrama gücü olarak algıladığımız ölçüde, teori, değiştirme gücünü de içinde taşır. Bu boyutuyla bakıldığında, bence arkadaşların teori sorunlarına yaklaşımında bir eksikliklerinin de olduğunu görmek gerekir. Yani bir yanıyla bakıldığında Marksizmin, özellikle de doğuş koşulları ve bugün bize devredilen egemen kavrayış göz önüne alındığında, düzenin sunduğu veya yaşanan pratiğin kendisine bakıldığında, Marksizm âdeta batan dünyanın tekelinde, ondan ibaret bir olgu olarak görülüyor, Marksizm bugünün kavrayışıyla ele alınıyor. Bu kavrayışla yetinirsek, bu cephenin içerisine sıkıştığımız sürece, bu tür bir Marksizm kavrayışı, yol almamızın olanaksız olduğu bir kaos ortamıdır.

Marksizmin Batı’da doğduğu doğrudur, o anlamda Batı gerçekliğini daha çok ele aldığı, Doğu gerçekliğine, Marx’ın ancak son dönemlerinde yöneldiği de doğrudur, ama buradan bakarak Marksizmi Batı aydınlarının tekelinde görmek gerekmiyor. Aynı zamanda, Marksizmi Batı aydınlarının tekelinden çıkaran ve bunu Doğu’ya taşıyan Bolşeviklerin ideolojik, teorik çabaları, üzerinden atlanacak bir şey değildir.

Teori denildiğinde; bir, Marksizmin kuruluş dönemi, iki, 20’nci yüzyılda 1915-1925 arasında teorik tartışmaların en üst düzeye çıktığı bir dönem var. Marksizmle bir hesaplaşma veya Marksizmi algılama, geliştirme sorumluluğu olanlar, bu iki dönemi değerlendirmek, yani Marksizmin kuruluş dönemini yeniden ele almak durumundalar ve diğer yandan, 1915-1925 dönemindeki teorik tartışma ve düzeyle hesaplaşmak durumundalar. İkinci dönemde, Marksizmi Batı aydınlarının tekelinden çıkartan kesinlikle tarihsel önemde bir gelişme olmuştur.

Bu bakımdan bakıldığında, Batı Marksizminin bu gelişmede etkisi yok mu? O ayrı bir tartışmadır; ama artık Batı’daki klasik kapitalist gelişme aşamalarından kopulmuş, sınıf mücadelesine farklı bir bakış, Rus toplumunun ihtiyaçlarına, sorunlarına dönük bir bakış ortaya konulmuştur. Bu bakış, sadece bir bakış olarak kalmamış, aynı zamanda Ekim Devrimi gibi dünyayı altüst eden, 20. yüzyıla damgasını vuran bir olayın gerçekleşmesini sağlamıştır.

Dolayısıyla eğer Marksizm alanında kalarak teori konularında tartışmak istiyorsak, bu referanslar üzerinden bakmak durumundayız. Referanslara bakmak derken, bunu illa bugüne kopya etmek anlamında söylemiyorum, hesaplaşmak anlamında da buraya bakmak durumundayız. Ayağımızı basacağımız zemini tanımlamak bakımından da buraya bakmak durumundayız. Gerçek anlamda şunu söylüyorum: Bugün Batı Marksizmini temsil eden aydınlar ve akımların, âdeta bir kuraklık içerisinde debelendiğini ve  devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu, son 60-70 yıllık süreçte görebiliyoruz. O bakımdan, Marksizmi eğer geliştireceksek, eğer Marksizmi dünkü konumundan kurtaracaksak, hayatı değiştiren, dönüştüren, proletaryanın, tüm insanlığın ihtiyaçlarına yanıt veren devrimci bir özne haline getirmek istiyorsak, o zaman bizim bakışımızın, Batı Marksizminin alanından, gerçek anlamda dünyanın geri kalanına, Güney Amerika’ya, Asya’ya, Afrika’ya, Ortadoğu’ya yönelmesi gerekiyor. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve sorunlarından bir soyutlamaya giderek, gerekli teoriye ulaşmamız ancak böyle olabilir. Bu tabii zor bir iş; ama yapılması gereken de bu.

Burada bir parantez açmak istiyorum: Aslında teori sorunlarına ilgimiz 3 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık bir süreyi kapsamıyor, –kişi olarak veya Maya olarak– belki izleyenler bilir, biz teorik sorunlara öteden beri özel bir ilgi gösteriyoruz. Hep örgüt ve pratik alandaki ihtiyaçları gözeterek, teori alanındaki açlığı giderme gayreti içerisinde bir kişi olarak da teori sorunlarını önemsedim; 25 yıl önce durduğum noktadan bakarken bile, teori sorunlarının ne kadar da önemli olduğunu gördüm, ağırlığını hissettim. Ama toplam kendi deneyimim, Türkiye devrimci hareketin deneyimi ve diğer tüm deneyimlere baktığımda görüyorum ki, teorik olarak ne kadar gelişkin, ne kadar zeki, donanımlı olursa olsun, teori sorunları tek tek aydınların işi olmayacak kadar ciddidir. Teori alanı ciddi bir ekip çalışmasını zorunlu kılıyor, bu ekip çalışması, aynı zamanda toplam hareketin ihtiyaçlarıyla sürekli beslenme ve etkileşim içerisinde olmak durumundadır, motivasyonunu oradan almak durumundadır. Çalışmanın değişik alanlarında bir bütünlük sağlayamadığınız sürece, Marksist teori alanında yapılabileceklerin, ciddi bir şekilde sıkıntılarla ve sorunlarla yüz yüze olduğunu düşünürüm. Mesela, arkadaşlar 10’uncu yıl değerlendirmesinde, 10 yıl geçmiştir de, bir de 5 yıllık gelecek için teorik alan tanımlıyorlar. Belki de gerçekten de, teori sorunlarının ağırlığı 5 yılda da bitmeyecek. Ama bir 5 yıl daha bu teorik sorunlarla ilgilenmek, bir 5 yıl daha bu tarzda bir alan açmak ve kendi asli işlevlerimizi oraya yoğunlaştırmak gerçekten doğru bir yaklaşım mı?

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Gerçekten de arkadaşlar asli sorunların son derece farkında, üzerlerindeki baskıların da farkında, 10’uncu yıl değerlendirmesi bunu aslında çok net gösteriyor. Kendilerinin deyimiyle, dünden, geçen 10 yıldan farklı tempolarla, enerjilerle artacak yeni bir yönelişe girme perspektifleri, oraya girildiği andan itibaren farklı bir anlam kazanacak, teorinin gerçekten de maddi bir şey olduğu ya da kalıcı ihtiyaçlara nasıl yanıt verebileceği görülecektir. Teori konusunun bu süreçte çok daha ciddi bir şekilde anlaşılabileceğine, teorinin Marksist ve komünist hareketi nerede geliştirilebileceğinin anlaşılacağına, işte o zaman gerekli katkının yapabileceğine inanıyorum.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- İbrahim Horoz gerçekten anlamlı şeyler söyledi, 10 dakika gerçekten kısa bir süre imiş. Arkadaşlar biraz aşıyorlar, dolayısıyla biz de  sizin sabrınıza sığınmak istiyoruz bu noktada. Bu konuşmam aynı zamanda diğer arkadaşlara da bu bir uyarı olsun.

Ben, İbrahim Horoz’un konuşmasında sol harekete dair yapmış olduğu genel eleştirilerin dışındaki bize dönük, özgün eleştirilerin altını çizmek istiyorum: Teori ve Politika’nın muhataplarıyla arasında ciddi bir etkileşim sorunu olduğunu söyledi, diyalog ve etkileşimin zayıf olduğunu belirtti. Bunu tek tek Teori ve Politikacıların güçleriyle, enerjisiyle de açıklamadı. Bunun Teori ve Politikanın çıkışındaki yapısal sorunlarından kaynaklandığını ortaya koydu. Sanırım Teori ve Politikacılar olarak bizler açısından bu dikkate alınacak bir eleştiri.

Evet, Köz Gazetesinden Ercan Coşkun arkadaşımıza sözü bırakıyorum.

ERCAN COŞKUN (Köz Gazetesi)- Doğrusu konuşulanlardan sonra benim biraz kafam karıştı. Çünkü bir sürü mesele konuşuluyor bir yandan ve bunlara bir şekilde bir şeyler söylemek gerekiyor.

Öncelikle, burada bir muhasebe yapılmaya çalışılması, doğru bir muhasebe yapılmaya çalışılması önemli bir şey. Bunun açık bir toplantıyla, tartışma toplantısıyla yapılması olumlu, ama bu muhasebeyi elbette Teori ve Politika’nın kendisi çıkartacak. 10 yılın muhasebesini kimse onların yerine çıkartamaz. Teori ve Politika’nın iddiaları neydi ve bu iddiaların arkasında ne kadar duruldu veya bunlar ne kadar gerçekleşti? Çıkartılacak muhasebe bu sorunun yanıtlanmasına hizmet etmeli. Ancak bizim gözlemleyebildiğimiz bir şey var: Teori ve Politika bugüne kadar, yani 10 yıl boyunca düzenli olarak dergi çıkardı ve kendini tarif ettiği noktada önüne koyduğu çalışmayı sürdürdü. Bu ısrar önemlidir. Yani bu nokta neydi? Teori ve Politika, örgütsel ve siyasi sorunların temelinde bir teori sorununu saptayarak, bu teori sorununun çözülmesi için özel olarak bununla ilgilenmek ve hatta örgütlerin dışına çıkarak teori sorununu gündeme almak ve bunlarla meşgul olmak gerekir diye önüne bir hedef koydu ve bugüne kadar çalışmasını sürdürdü. Bu konudaki ısrar önemlidir. Asıl önemlisi 10 sene içerisinde birtakım başka tespitleri olduğu halde, bu tespitlerin arkasında duramayarak başka yollara gidenler veya Teori ve Politika’nın tercihlerini tercih edenler oldukça arttı, hatta bu konuda bir enflasyondan söz etmek mümkün. Yani örgütsel ve siyasal sorunların teoride olduğunu saptayarak buna ilgi duyanlar oldu. Her ne kadar siz bir etkileşim içinde olmasanız da öyle çalışmaları sürdürenler var, en azından bulundukları yerlerde, bulundukları çerçevede sürdürmeye çalışan, farklı konular üzerinden de olsa sürdürmeye çalışanlar var.

Bizce bu teorik çalışmalarda seçilen konulardan veya bir etkileşim sorunu olup olmamasından ziyade daha esaslı bir sorun var, o da, teorik sorunların örgütsel, siyasal alanın dışına çıkarak çözülüp çözülemeyeceği veya örgütsel, siyasal alanın dışına çıkmanın illa şart olup olmadığı. Biz, doğrusu böyle görmüyoruz. Teorik tartışmalar niçin önemlidir? Örgüt ve siyaset niçin önemlidir? gibi sorular sorduğumuz zaman bunları ayrı ayrı ele almıyoruz. Bunlar ayrı ayrı ele alınıp çözülmesi gereken sorunlar mı? Birbirinden ayırt edilerek, yani siyaset var, örgüt var, teori var; bunların hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmek lazım, ayrı ayrı işlerdir bunlar denmiştir. Herhangi bir öncelik sırası veya herhangi bir bağlam olmadan bunların böyle tarif edilmesini doğru bulmayız. Biz asıl olarak politikanın, siyasetin ve devrimci siyasetin merkezde durduğunu düşünüyoruz, yapılacak her şeyin de buna tâbi olması gerektiğini düşünüyoruz. Teori sorununu da bu bağlamda gündemimize alıyoruz. Yani “bugün devrimci siyaset nasıl olmalıdır?” gibi bir soruyu kendimize sorduğumuz zaman, bunun karşılığını bulmaya çalıştığımız andan itibaren teori sorunlarıyla da belli bir şekilde ilgileniyoruz ve teori sorunlarını gündemimize alıyoruz. Aynı şekilde, bir örgüt yaratmaya çalışırken de devrimci politikanın gereklerini yerine getirebilecek bir örgütlenme oluşturmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan örgüt sorununu da devrimci siyaset bağlamında ele alıyoruz. O yüzden mesele devrimci siyasetin gerekleri noktasında, buraya kilitleniyoruz.

Doğrusu geçen 10 yılı değerlendirmeden önce bir sayısı vardı Teori ve Politika’nın, orada “Ezilenlerin Marksizmi” diye Metin Kayaoğlu imzalı bir yazı vardı. Mehmet Güneş de aynı yazıya referansla birtakım şeyler söyledi. O yazı üzerinde biraz durmak istiyorum, onun üzerinde biraz durup tekrar konuyu bağlamayı düşünüyorum.

Teori ve Politika ne yapıyor? Burada bilmeyenler de olabilir, Teori ve Politika’nın görüşlerini bilmeyen, tanımayanlar da olabilir. Onu biraz aktarmak lazım. Teori ve Politika, bilim ve politika diye iki alan tarif ediyor: Öznesiz, ereksiz, determinist bir biçimde ilerleyen, mekanik bir şekilde, hatta vurguyla söylenen bir bilim alanı var; bir yandan da bir politika alanı var, konjonktüre göre belli olan, belli bir konjonktür içerisinde tarif edilebilecek bir politika alanı var. Bilim ve politika diye iki alan tarif ediliyor. Politika alanına da, bilim alanından bakmanın doğru olmadığı, yanlış olacağı gibi bir varsayım var. O yazıda, “Ezilenlerin Marksizmi” yazısında şöyle metafizik bir önermeden hareketle yola çıkılıyor: “Her türden canlıya yapılan eziyet ve zulme karşı duygudaşlık.” Bütün Marksistlerin aslında böyle bir duygudaşlığı içinde hissettiği veya hissetmesi gerektiği, yani ezilenlere yapılan zulme karşı bir duygudaşlık hissetmesi gerektiği, “halkın yoksulluğunun amansız çığlığını duymak” şeklinde de ifade ediliyor bu, bunun bir içgüdü olduğu, ezilenlerden yana olmak gibi bir içgüdü olması gerektiği ifade ediliyor. Bu yazı politikanın nasıl yapılacağı konusunda bence birtakım şeyler söylüyor; bu bakımdan önemlidir. Biz de dedik ya; “merkeze devrimci politikayı koyuyoruz”. O açıdan önemsiyoruz. Ve buradan şöyle bir sonuca varılıyor: ezilen hareketlerle bağlantı kurmak gerekir, yani Marksizmin bunu yapması gerekir, “Marksizm kendi somut arzusunu bu şekilde yeniler.” “Marksizmin politik uzamı ezilenler için olmalıdır” ve devrimcilik de bu noktada şekillenir, bu konuda ne yapıp ne yapmadığınıza göre şekillenir diyen bir yazı. Lenin’le de birtakım bağlantılar kuruluyor, bunlar da doğrudur. Kendi içerisinde tutarlı bir yanı vardır.

Buradan şöyle bir sonuca varılıyor: Marksistlerin bütün ezilenlerle bir duygudaşlık içerisinde olması gerekir, konjonktür ne gerektiriyorsa, yani konjonktürde ezilenler kimlerse, Marksistlerin de gidip o ezilenlerle dayanışma ve destek içerisinde olması gerekir gibi bir tez var. Bu bizim için şu açıdan da önemli, biz buna istinaden de Teori ve Politika tarafından yapılan bir doktrinerlik suçlamasıyla da karşı karşıyayız. Çünkü KöZ gazetesi olarak, biz tarihsel birtakım kavramları veya bilimin konusu olması gereken kavramlardan yola çıkarak politika üretmeye çalıştığımız noktada doktrinerlik suçlamasıyla karşılaştık. “Ezilenlerin Marksizmi” yazısında ortaya konan çerçeveden hareketle ortaya çıkan politik sonuç da, birçok hareketle, yani Filistin’deki direniş olabilir, Irak direnişi, Cenova’daki küreselleşme karşıtı hareketler, İtalya’daki işçilerin grevi gibi benzeri bir dizi ezilenlerin hareketleriyle bir destek ve dayanışma içerisinde olmak, yani konjonktürde devrimci olan akımlara destek sunmak gibi bir somut siyasi mücadele hattı ortaya çıkıyor. Ve burada, yazıda özellikle belirtildiği gibi, işçi sınıfı da özel olarak sömürülüyor olması dolayısıyla diğer ezilen gruplarından çok ayrı bir noktada değil, hatta tersini öne sürmenin de doktrinerlik olduğu söyleniyor.

Burada şöyle bir sorun var, ezilenler dediğiniz zaman kimleri kastediyorsunuz, yani ezilenler kavramı içerisine kimler girer? Ezilenler içerisinde bir ayrım yapmak mümkün müdür, değil midir? Mesela, Güney Kürdistan’daki Kürtler, bağımsızlık ve özgürlük isteyen, bir Kürdistan talebini dile getiren Kürtler, ezilenler kategorisine girmez mi? Eğer onlar ezilenler kategorisine giriyorlarsa, onları da destekleyip onlarla dayanışma içerisinde olmak gerekecek. Ama hem onlarla hem de onların tepesine binecek bir devlet kurmak için mücadele eden Baaslılarla destek ve dayanışma içinde olmak aynı anda mümkün müdür? Bu mümkünse, bu nasıl bir siyasi çizgi olacak? Yani burada bir siyasetin ciddiyeti, tutarlılığı nasıl mümkün olabilir? O yüzden, tek başına ezilenlerden bahsetmek ne kadar olanaklı? Veya aynı şekilde şunu demek mümkün mü? Ölüm oruçlarında hayatını ortaya koyan devrimcilerle, Seattle’da, Cenova’da birtakım ayrıcalıklarını yitirmemek için sokaklara dökülen öğrenci kesimler arasında bir ayrım gözetmeden, aynı şekilde “ezilen” olarak tarif etmek mümkün mü?

Doğrusu biz burada birtakım ayrımlar yapıyoruz. Ayrımlar yapmak gerektiğini düşünüyoruz. Siz de birtakım ayrımlar yapmak durumundasınız. Bir konjonktür ve buna bağlı olarak kimin devrimci kimin devrimci olmadığını tarif etmeye çalıştığınız zaman, sizin de bizim kadar teoriye ihtiyaç duyduğunuzu ve en azından birtakım kalkış noktalarınızın olması gerektiğini düşünüyoruz. Olmadığını söylemeniz doğru olmaz, çünkü olması gerekir ki birtakım şeyleri tarif edeceksiniz. Biz kime dönük siyaset yaptığımızı bilerek bu ayrımı yapıyoruz.

Bununla birlikte konjonktür içerisinde birtakım ezilenlere destek ve dayanışma sunmak devrimci politika için yeterli midir? Bu akımları devrimcileştirmek, ileri çekmek için onları eleştirmek, devrimci potansiyeli olanlarla olmayanları birbirinden ayırt etmek gerekmez mi?

Biz şöyle yapıyoruz, teori sorunlarının belli bir araç, bir ekip tarafından özel olarak ele alınması gerektiğini doğru bulmuyoruz. Meseleyi başka bir yerden tutuyoruz. Teori sorunlarını çözerek ilerlemenin mümkün olmadığını düşünüyoruz, çünkü teori dediğiniz şey zaten pratikte birtakım olaylardan, olgulardan çıkardığınız sonuçların bütününü oluşturuyor. Yani Aristo da birtakım nesnelere bakıyor ve bu nesnelerin ortak özelliklerinden hareketle birtakım genellemelere varıyor. Teorik çalışma bu şekilde yapılmalı. Yoksa bu genellemeleri alıp tekrar onun üstüne bir şeyler eklemeye ve bu genellemeler üzerinden bir şeyler yapıp çıkarmaya çalıştığınız zaman, vardığınız nokta belli bir skolastiklik oluyor. Aristo için söylediğimiz şey Marx için de geçerlidir. Marx da kendinden menkul bir teorik çalışma sonucunda birtakım sonuçlara varmadı, siyasal mücadele içinde elde edilen deneyimleri genelleştiren bir teorik çalışma yapmıştır. Örneğin proletarya diktatörlüğü kavramı. Marksizmde proletarya diktatörlüğü kavramı ancak Paris Komünü yaşandıktan sonra, ondan gereken derslerin çıkartılması sonucu yerleşmiştir. Yoksa Marx Hegel’in birtakım kavramlarını alt alta, üst üste koyarak veya birtakım çıkarımlar yaparak bu kavrama ulaşmamıştır. Yani teorinin gelişebilmesi için bir pratik mücadele gerekiyor, ama basit bir şekilde pratik mücadele olarak da algılamamak gerekir. Ancak devrimci politikanın ihtiyaçları, devrimci politikanın gereği teorinin gelişmesine katkı sağlar.

Burada elbette bizim için bir kalkış noktası vardır, bunları biz yüzde 100 doğru, tamamlanmış, asla yanlış olmayacak bir şey olarak görmüyoruz, bunu belirtelim. Bizim için, bu kalkış noktası Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde tarif edilen ilke ve esaslardır. Genel bir Marksizm, Leninizm alanı tarif etmektense, bizim için somut, net birtakım maddeler vardır burada. Bunları kendimize kalkış noktası olarak alıyoruz, bu çerçevenin gerisini düşünmemeye çalışıyoruz. Bu çerçeveyi bir araç olarak kullanıp bir yandan mücadele içerisinde birtakım şeyler yaparken, bu çerçevedeki maddeleri de sınamaya çalışıyoruz. Sınayabildiğimiz, düzeltebildiğimiz durumda, eğer karşımıza böyle bir örnek çıkarsa bunları değiştirmekte, yerine yenilerini eklemekte, doğrularını eklemekte hiçbir sorunumuz olmaz.

Ama burada, Teori ve Politika’nın devrimci politika gibi somut bir probleminin olduğuna biz samimi olarak inanıyoruz. Gerekli devrimci politika için gerekli devrimci teoriyi de üretebildiğini sanmıyoruz, çünkü eğer öyle olsaydı bugüne kadar böyle çalışmalara rastlardık. Örneğin, bir Körfez Savaşı oldu ve buradan “şöyle şöyle somut sonuçlar çıkardık biz, doğrusu budur, şöyle yanlışlar yapıldı, ama Marksist bir bakış açısı şöyle olmalıdır” diye bir şeye rastlamadık biz. Aynı zamanda, bir savaş gerçekleşiyor, bir işgal oldu, “bundan şöyle sonuçlar çıkarmak gerekir ve böyle bir tutum almak gerekir, doğrusu budur” diye bir şeye rastlamadık. Güney Kürdistan’da birtakım olaylar oluyor, bunlarla ilgili bir çerçeveye rastlamadık. Küreselleşme karşıtı hareketler oluyor, “buna Marksistler böyle bakmalıdır” diye bir şeye rastlamadık. Bizim elimizde iyi kötü bir çerçeve var ve bununla hareket ediyoruz, bu çerçeveye göre birtakım şeyleri belli yerlere oturtmaya çalışıyoruz. Bu açıdan elimizde bir miğferimiz var, ama sizin daha iyi bir miğfer veya kötü de olsa bir miğfer önerdiğinizden emin değiliz.

Son olarak şunu söyleyebilirim: Biz amaçlarımızı bağımsız olarak tarif ediyoruz, bizim için bağımsız olarak, hiç kimseye bakmadan söylediğimiz bir şey var. Birincisi komünistiz; öyle bir topluma ulaşmak istiyoruz, özgür üreticilerin birliği olan bir topluma ulaşmak istiyoruz. Böyle bir hedefimiz var. Bu hedefe gitmek için gereken bir geçiş süreci var. Bu geçiş sürecinin başlaması için bir proleter diktatörlüğüne ihtiyaç var. Böyle bir proleter diktatörlüğün kurulması için devletin yıkılması ve parçalanması gerekiyor. Bunu yıkacak, parçalayacak bir devrimci partiye ve onun siyaset anlayışına ihtiyaç var. Böyle bir siyaset anlayışının, birtakım örneklerle somutlarsak parlamentarizm, silahlı mücadele gibi şekillerde olamayacağını öngörüyoruz. Devrimci bir partinin, işçi sınıfını iktidarı almaya hazırlaması gerektiğini, işçi sınıfını siyasallaştırması ve öz örgütlenmesini sağlaması gerektiğine inanıyoruz. Bu bakımdan, siyaseti de bu hedefe ve amaca uygun olarak üretmeye çalışıyoruz, böyle bir siyaset yaratmaya çalışıyoruz. Bu siyaseti üretmeye çalışırken de, teori sorunları elbette gündemimize giriyor, bunları tartışıyoruz. Sanıyor musunuz ki, biz seçimler konusundaki tutumumuzu tartışmaya başladığımız zaman eski teorik çerçevelere bakmıyoruz, bunlarla ilgilenmiyoruz. Kim ne demiş, ne denmiş, bunlar bizim de gündemimize giriyor. Bunlar girer, ama “teorik bir çalışma” diye ayrı bir çalışma yapmayı doğru bulmuyoruz. Teorinin devrimci politikaya tâbi olması gerektiğini ve bundan bağımsız olarak yapılmaması gerektiğine inanıyoruz.

Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Ercan Coşkun konuştu son olarak. Diğer arkadaşlardan daha farklı olarak Teori ve Politika’ya ilişkin sürekli yapılan eleştiriyi daha da özet haline getirdi, teori işi siyasetten ayrı değildir, birlikte düşünülmesi gerekiyor ve birlikte yapılması gerekiyor, dedi.

ERCAN COŞKUN- Birlikte yapılması gerekiyor derken, teorinin devrimci politikaya tabii olması gerektiğini ve bundan bağımsız olarak yapılmaması gerektiğini anlatmak istedim.

OTURUM BAŞKANI- Polemik yaratmak açısından söylemiyorum, ama diğer arkadaşlarımın belki biraz daha eleştirilerinin çeşidini arttırması bakımından söylemek istiyorum: partiler, özellikle 1980 sonrası mücadelelerinde bu teori işiyle ne kadar uğraştılar? Uğraştıklarında ne kadar başarılı oldular? Yani bu pratiği teori ile birlikte götürmeyi amaçlayan ve bununla da o kadar ömür tüketmiş olan yapılardan söz ediyorum, buradaki sorun nedir? Yani bu sorunla birlikte ortaya koyarsak Teori ve Politika’yı yargılarken daha adaletli olabileceğiz diye düşünüyorum ve ben Hakan Öztürk’e sözü bırakıyorum.

(SORU)- Bir 5 dakika ara versek, insanlar biraz dinlense olmaz mı?

OTURUM BAŞKANI- Olur, Hakan’ın konuşmasından sonra bir 5 dakika ara verelim o zaman, çünkü konuşma süreleri gerçekten uzadı, yeni bir program yapmak durumundayız.

HAKAN ÖZTÜRK (Emekçi Hareket Partisi)- Şimdi, son arkadaşımızın söylediği nokta ile ilgili görüşümü söylemek istiyorum. O, “teori asıl olarak politik mücadeleye hizmet etmeli” tutumunu çeşitli yönleriyle vurgulayarak açıklamaya çalıştı. Buna karşılık oturumu yöneten arkadaşımız konuya farklı yönlerden, daha zengin bakabiliriz değerlendirmesini yaptı. Şimdi elbette öyle yapmaya çalışalım ama Teori ve Politika’dan arkadaşların da çok sevdiği, ilgilendiği felsefe alanından bir örnekle hareket etmek istersek, Lenin, Materyalizm ve Ampiriyokritisizm kitabında, 500 sayfa boyunca, aslında yalnızca “bilincin maddeden türediğini” anlatıyor. Bu önemli bir konu, yani ne neden türüyor, ne neden önce gelir, ne nasıldır? Bir açıdan tabii ki, Teori ve Politika’dan arkadaşların yaptığı şeylere genel olarak bakmak lazım, derinlemesine bakmak lazım.

Teori ve Politika Dergisinden arkadaşlarla hep iyi ilişkilerimiz oldu ve arkadaşlarımızın gerçekten iyi yönleri var. Birincisi, bir kere böyle bir dergiyi ortaya koyabilmiş olmak açısından çok iyi bir şey yapmış durumdalar. Ama, Birikim Dergisinin yaptığından farklı olarak… Bir zamanlar ölüm oruçlarındaki devrimcilerin durumunun arka planını izah etmeye çalışan ve Kürt hareketini bir derece gözettikleri yazılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Ezilenleri destekleyen tutumlarıyla ayrıştıklarını ve bu durumlarının iyi olduğunu düşünüyorum. Ama burada onların, bence bir destekleme sorunu yok. Destekliyorlar ve bu destekleme pozisyonu, Teori ve Politika’dan arkadaşlarımın belki iyi yönleri, ama aynı zamanda da birinci dereceden eleştirilmesi gereken yönleri. Çünkü, arkadaşlarımız bu tür şeyleri destekliyorlar. Bence mesela, bir devrimci girişim Türkiye’yi altüst etse, onun içerisinde birinci derecede olacak arkadaşlardır, katılacak arkadaşlardır. Ama onlar kendilerini bir politik özne olarak kurmaz.

Bilim – politika ayrıştırması mantığı, genelde de politikaya yaklaşım tarzları bir devrimci süreci kurmaya bence müsaade etmiyor. Yani onlarda belki asıl eleştirmemiz gereken yan bu. Yoksa, arkadaşlarımızın gelişen devrimci süreçte yer almamak, ya da ezilenlerin kendilerini kurtarma pratiklerini desteklememek gibi, izlememek gibi bir sorunları yok. Aksine, onlarda sorun olan böyle bir pozisyonla yetiniyor olmak.

Bundan sonra onlarla ilgili ilk söyleyebileceğim şey, yani kafama yatmayan şey, bugün de yaptıkları gibi, kendi konularına başladıkları yer, yani “büyük bir kriz var!” demeleri. Birincisi, aslında şu ilgimi çekiyor. Teori ve Politika Dergisinden arkadaşlar böylece ne yapmak istiyorlar? İkinci Enternasyonale karşı Lenin’in ayrı bir şey söylemesi, bunun başarıyla sonuçlanması, bunun kendini ispat etmiş olması, ama Lenin’in soğukkanlılığı, belki de o anlamıyla o kadar sıçramayan, savrulmayan hali, bu konuda temkinli oluşu arkadaşlarımızda yok. Bu nedenle, aslına bakarsanız zaman zaman şöyle bir şey oluyor: Bir arkadaşımız daha andı, Bolşeviklerin prestijine çok inanıyorlar ve çok bağlı kaldıklarını söylüyorlar. Ama, genelde böyle olmuyor, genelde buraya çok referans yapıyor vaziyette olmayabiliyorlar. Çok takdir ettikleri Lenin’in yaklaşımlarına, Marx ve Engels’e aslında o kadar bağlı kalmıyorlar. Aksine, bilhassa şöyle bir eğilim oluyor: Postmodernistlerin ne yaptıklarına bakıyor, sonunda onları kültürelci olmakla suçlasalar bile inanılmaz bir eforla onları inceliyorlar. Olumsuzlamak açısından söylemiyorum ama Marksist geleneğin dışında olmaları açısından anıyorum, anarşist arkadaşların yaklaşımlarına da tam bir şekilde dönüyorlar. Benzeri bir şekilde Batı Marksizmine dönüyorlar. Fakat bence bütün bu süreçte Bolşeviklerin pratiği veya Marksizmin Leninizmin temel kavramları eksik kalıyor.

Bununla birlikte arkadaşlarımız, bütün konuyu “çok dramatik bir kriz” meselesinden başlatıyorlar, “çok büyük bir kriz vardır” diye başlıyorlar. Bu kadar büyük bir kriz var deyince tabii ki herkes bir kenara çekiliyor ve bu, onların da bir kenara çekilmesini getiriyor. Yani onlar da, “bu kadar büyük bir kriz varsa, bu büyük krizi çözmemiz gerekir” gibi pozisyon elde ediyorlar. Bu büyük krizi de, aslına bakarsanız daha çok teorinin alanında çözme eğiliminde oluyorlar.

Aslına bakarsanız koşulların getirdiği durumları veya uygulamadaki sorunları alıyor olsalar da, yine Althusser’in andığı yaklaşımla, bir dinamik olarak, yani bir eğilim olarak, ana eğilim olarak oradan gitmiyorlar, ana eğilim olarak bu işin teori alanında çözüleceğini ve bunun çok önemli olduğunu ısrarla vurguluyorlar.

Buradan olanaksız bir vazife çıkıyor. Böyle büyük bir sorumluluksa tabii ki, yani ben mesela, sonlarına doğru buna ikna oluyorum (!), o zaman böyle büyük bir sorunla ilgilenecek olan, ayrı duran, başka hiçbir şeyle uğraşmayan bir ekip olabilir gibi geliyor.

Bence bu açıdan da, böyle bir durum yok. Elbette teorinin geliştirilmesi gereken yanları vardır, ama bu kadar dramatik bir kriz olduğu yaklaşımına sahip değilim ben. Bu anlamıyla da, durağanlıkla eleştirilen arkadaşlarımız, o durağan pozisyonlarını devam ettirecek derecede, “büyük bir kriz” değerlendirmesi yapıyorlar.

Sonuçta mesela, örgüt konusunun geri planda kaldığı, siyasal pratiklerin geri kaldığı, somut olarak aynen böyle olduğu bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Ben, arkadaşlarımızın “büyük kriz var” değerlendirmesinden sonra sistematik olarak devam ettiklerini düşünüyorum.

Yine, haksızlık etmişim gibi anlamasınlar; Metin Kayaoğlu’nun Metin Çulhaoğlu’nu eleştirirken saydığı kimi noktalar kendisi için daha beter geçerli. Yönsüzlük, teorisizm, elitizm gibi birçok alandan eleştiri yaptığını biliyorum ben Metin Kayaoğlu’nun, ama bunlar kendileri açısından da geçerli. O nedenle, bunun dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Ben bunun tam da Sovyetler Birliği’nde yaşanan dağılmadan sonraya denk geldiğini gözlemliyorum. O anlamıyla, krizin büyük olduğu duygusunun arkadaşlarımıza yüklenmiş olması elbette mümkündür. Fakat bu durumda, örgütün kendisinden, eylemci sürecin kendisinden bir merkezkaç şeklinde uzaklaşan pozisyonda, teorinin alanlarına çekilinen bir pozisyonda kalındığını düşünüyorum. Ama mesela, bu bana şu açıdan da ilginç geliyor.Hep andıkları, üzerinden birçok yaklaşımlarını kurduklarını söyledikleri Althusser bile, aslında tam da bu kadar, sihirli bir şekilde, belirtik bir şekilde teorinin alanına çekilinebileceğinden bahsetmiyor. Aksine Marx’ın sürekli bir şekilde sınıf hareketinin yöneticisi olduğundan bahsediyor. Marx’ın kendi teorik gelişiminin bile politik gelişimine bağlı olduğundan bahsediyor. Sürekli sınıflardan bahsediyor, onda bu bir dinamik. Ama Teori ve Politikacı arkadaşlar bunu o kadar fazla dikkate almıyorlar. Genelde de, iyi andıkları ustalar, iyi andıkları, referans yapmak istedikleri bütün büyük devrimci önderlerin, –yani Lenin olsun, Lüksembourg, Mao olsun, Kaypakkaya olsun, Mahir olsun– teori ve pratiğin ilişkisini kurma anlayışını asla örnek almıyorlar.

Bundan sonra da, bütün bu büyük kriz tespitinden ve bu durumda, “çekilip bunu değerlendirmeliyiz” davranışından sonra da, çok sık kullandıkları, çok ayrıştırıcı iki kavram ortaya çıkıyor.

Birisinde demiş oluyorlar ki; bilim ve politika birbiriyle ilişkilendirilemez, bu anlamıyla politika yapacak olan bütün o bilimsel birikimden, bütün o ortaya çıkmış olan şeyden bağımsız olarak bunu yapmak mecburiyetindedir, bu kaderiyle baş başadır ve bundan öte bir şey iddia etmesin, burada yapılan şey bir ayarlamadır. Bu, çok belirgin bir şekilde, yani bugüne kadarki ele alış tarzından ya da Althusser’in dışındaki ele alış tarzından filan çok farklı bir yaklaşım ve bunu böyle ele alalım. Birinci parametre olarak böyle bir mantık kuralım, çünkü tarih başkadır, tarihi yorumlamak başkadır, bilim alanı başkadır, konjonktür alanı başkadır diyorlar. O yüzden, kurma faaliyetinin eksik kalacağı ya da kurma faaliyetine kolay kolay yönelmeyeceklerini de düşünüyorum, ben, bu temele bağlı olarak.

Bir ikinci şey de, böyle bir olanaktan mahrum olduğumuzu, yani bilinçle varlığın, bilinçle eylemin böyle bir etkileşimde olamayacağını ifade etmekle birlikte, öznenin olmadığını da söylemiş oluyorlar. Proletaryanın da artık devrim yapacak bir sınıf olarak alınmaması gerektiğini düşünüyorlar. Mesela, ilginçtir, referans yaptıkları Althusser’e oranla daha az anıyorlar; Althusser en azından, kitleler veya sömürülen sınıflar diye anabiliyor bunu, daha sıklıkla anıyor. Sınıfı kesinlikle ele almamak mı gerekir, ya da sadece ezilenler demiş olmakla bu meseleyi çözmüş olur muyuz? Hani dinlemek de isterim, sormuş da olayım.

Bundan sonra, şöyle bir hava yaratma eğiliminde oluyorlar: Bütün bu sorunlar vardır, bütün bu sorunlarla uğraşmak gerekir, ama bununla uğraşırken de cesur olalım, sakınmayalım, bir nevi abdestimizden emin olalım. Postmodernizmle ilişkiye girelim, bizden ayrı geleneklerle ilişkiye girelim, bu çok büyük bir mesele değildir, diye düşünüyor Teori ve Politikacı arkadaşlar. Bu anlamıyla, bir düzeltici, bir revize edici eğilim çok net olarak görünüyor. Ama, bu bir şekilde, mesela Lenin’in birtakım katkıları gibi anılacak bir durum gibi gelmiyor bana. Bu anlamıyla aksine Lenin’in değil, Lenin’in eleştirdiği Bernstein’ın eğilimiymiş gibi gözüküyor. Bu açıdan durum şöyle benzerlik de taşıyor: Bernstein’ın, “Hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şey” yaklaşımını çok belirtik bir şekilde eleştiriyor Lenin. Ama  bunlarla ilgili bir hesaplaşma yok Teori ve Politika’dan arkadaşlarımızda. Aslına bakarsanız, Teori ve Politikacı arkadaşların hiç de iyi bir “düzeltme” hamlesine rastlamıyoruz. Aksine hem özne konusunda, hem de politikanın bütün bilinebilir bilinç düzeylerinden ayrı yapılması gerektiği konusu ile ilgili söyledikleri noktalar, revize etmenin bile bazen ötesine gidiyor, yani o alanı likide etmiş gibi bir pozisyona getiriyor arkadaşları. O anlamıyla, her ne kadar baştan bu tür yenilik girişimleri, biraz böyle çirkin ördek yavrusuna benzerse de (sanki ilk etapta anlaşılmaz olan ama aslında iyi bir fikir gibi), aslına bakarsanız her yeni gelişim böyle alınabilir vaziyette değildir. Bu anlamıyla, bu revize etme eyleminin pek isabetli olmadığını düşünüyorum.

Bütün bunlardan sonra, ortaya çıkan ne oluyor, bunlar neye bağlanıyor diye baktığımızda, politik tezahür olarak, politik süreçleri izleyen ve destekleyen, ve kültürel formatta kalan bir pozisyon ortaya çıkıyor. Bu, bence onlar için iyi bir durum değil. Sendikal bir hareketi, demokratik bir hareketi ve hatta devrimci hareketi bile  destekliyor duruma düşmüş isek, bu bence yeterli bir pozisyon değil. Aksine böyle bir pozisyonla kendini sınırlıyor olmak, bugüne kadar bu türden, yani daha kültürel formatta kalma eğiliminde olan geleneklere, bir de böyle bir “destekleyici” gelenek ilave etmiş olur. O nedenle bu pozisyonu ben çok hayırla anmış olmayacağım. Bunun yerine, mutlaka kendi gücüne güvenen bir politik özne olmaya soyunmak gereklidir. Böyle olmadığı takdirde, bunun “kabul edilebilir bir eksiklik” olduğu şeklinde bir ele alış tarzını doğru bulmuyorum. Bu anlamıyla, bu süreç böyle bir formatla devam ediyor olduğu durumda da, biraz siyasal pratikten ve örgütsel görevlerden kaçınan bir profil ortaya çıkmış olacaktır. Bu da, aslına bakarsanız, ampirik olarak yeterince beslenmemiş bir fikirler bileşimini ortaya çıkarmış oluyor diye söylüyorum.

Benim şimdilik diyeceklerim bu kadar.

OTURUM BAŞKANI- Evet arkadaşlar, panelin başında yapmış olduğumuz programa uyamayacağız, teori ve pratik burada yine ayrıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ OTURUM

 

OTURUM BAŞKANI- İkinci bölümü başlatıyoruz arkadaşlar, Marksizm alanın dışından, Özgür-Der’den bir arkadaşa söz vereceğiz. Ezilenlerin farklı bir cephesinden bir arkadaş, Kenan Alpay konuşacak, ama ben konuşmadan önce bir kez daha anımsatmak istiyorum: Kenan Alpay’dan sonra 3 konuşmacımız daha var, ondan sonra sözü siz konuklarımıza bırakacağız. Sözü Kenan Alpay’a bırakıyorum.

KENAN ALPAY (Özgür-Der)- Değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime Kur’an-ı Kerim’den bir ayetle başlamak istiyorum: Allah Teala şöyle buyuruyor: “…Biz istiyoruz ki yeryüzünde mustaz’aflara/ezilenlere lütfedelim, onları önderler ve varisler kılalım.” (28/Kasas-5)

Ezilenler kelimesi Kur’an-ı Kerim’de “mustaz’af” kavramıyla karşılık bulur ve mustaz’af kelimesinin tam karşılığı “mahrum bırakılmış, yalın ayaklı, açlık ve sefalet içerisinde bulunan”dır. Ayetin devamında geçen “önderler ve varisler kılalım” ifadesiyle de, Hazreti Musa’nın karşı karşıya kaldığı oligarşi’nin ezdiği kitlelere çıkış yolu gösterir. Hz. Musa’nın kendisine karşı kıyam ettiği oligarşi’nin tepe noktasında, siyasi liderliğin tepesinde Fir’avun vardır. Oligarşinin askeri kanadını Haman ve sermaye kanadını da Karun temsil eder. İşte Kur’an-ı Kerim’in, oligarşi’nin tepe noktasında bulunan Firavun’un yerine “mustaz’afları önder kılmak”, sermayenin tepe noktasını temsil eden Karun’un yerine de yine “mustaz’afları varis kılmak” ister. Yani Kur’an siyasal önderliği ve iktisadi kaynakları bizatihi mustaz’aflara, ezilenlere, yalın ayaklılara devretmek ister.

Şimdi, benim Özgür-Der’i temsilen burada olmam noktasına gelince, ben veya biz neden buradayız? Biz değişik zamanlarda, değişik platformlarda farklı siyasal hareketlerin temsilcileriyle olduğu gibi Marksist ideolojiyi benimseyen siyasi hareketlerle, bu hareketlerin temsilcileri ile de ortak etkinlikler yaptık. Bazı konularda ortak tavırlar aldık. Bu tutum ve duruş bizim açımızdan, öncelikle ve özellikle belirtmek isterim ilkesel bir husustur.  Bu tutumumuz fayda veya kendini ispat  merkezli politik bir açılım değildir. Müslümanlar olarak İslam çizgisi dışında da olsa tüm insanlara karşı adaletle davranmamız gerekiyor. Size haksızlık yapmamızı Kur’an haram sayar ve engeller. Karşımızdaki insanlar Müslüman olmasa, İslam’ı kabul etmese ve İslam’ı yeryüzünden silmeye çalışıyor olsa bile, Kur’an bizim adaletsizlik yapmamızı asla onaylamaz. Ben bu ilkesel çerçeve içerisinde buradayım.

Teori ve Politika ekibini, farklı Marksist, Leninist, Troçkist veya anarşist siyasetler önünde kendisini tartışmaya açması ve bu tartışma zemininde Müslüman bir temsilciyi de konuk etmesi açısından takdir ediyorum.

Şimdi, burada daha çok benim değerlendirmeyi uygun gördüğüm husus, Türkiye’deki Müslümanlarla Marksistler arasındaki ilişki olabilir. Ben burada tutarlılık açısından şunun üzerinde durmak isterim: benim, Marksizmi ya da Marksist hareketleri analiz edip eleştirirken besleneceğim kaynak, Marksizmin temel değerleridir veya Marksist hareketi temsil eden kurumlardır. Ahlâki açıdan benim yapmam gereken budur. Tersinden düşünüldüğünde de, Marksist hareket içerisinde bulunan insanların da İslam’ı veya İslami hareketleri analiz etmek için başvurması gereken temel kaynağın Kur’an ve Hz. Muhammed’in örnekliği ve İslami hareket temsilcileri olması gerekir.

Nedenine gelince; benim Marksizmi liberallerden öğrenmem tutarsız bir şeydir, Kemalistlerden Marksist ideoloji ve hareketleri öğrenmem de saçmadır. Tersinden düşündüğümüz zaman da, İslami hareketi, Müslümanları, Kur’an’ı kapitalist Batı’nın kapıkulu aydınlarından, liberalizmin maaşlı aydınlarından, akademisyenlerinden öğrenmek de tutarlılık değildir. Olması gereken bir tutum varsa, öncelikli olarak herkesi kendini temel referanslarında tanımladığı gibi tanımlamaktır, yani ben kendimi nasıl tanımlıyorsam öyle tanımlanırım, öyle tanımlanmak isterim.

Türkiye’deki Müslümanlarla Marksistler arasındaki ilişkilere dair ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde oluşturulan Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu tecrübesi bizim açımızdan üzerinde durulmayı hak eden önemli bir süreçti. Özgür-Der olarak biz de Irak’ta Savaş Hayır Koordinasyonu içerisinde bulunduk. 2,5 yıl gibi bir zaman, istikrarlı bir biçimde hemen tüm etkinliklerine katılmaya gayret ettik, oraya güç aktardık. ISHK içerisinde yer alırken bizim için bir kriter vardı. ISHK içerisinde yer alan 150 küsur hareket, kurum vardı. Her hareket bizim için kendine özgü bir hareketti. Fakat bu tecrübeden önce de hiçbir zaman için mesela bir TKP ile ESP’yi, mesela bir İP’le HÖC’ü bir tutmadık. Hiçbir zaman için, bunların hepsi sol, sosyalist veya Marksisttir, bunların hepsi birdir gibi bir söylem sahibi olmadık. Bu tür bir tutumun doğru olmadığı açıktır. Kimin gerçek anlamda muhalif bir tutum sahibi olduğu, kiminse düzene ve egemenlere hizmet ettiği bellidir. 

Biz bu toplumu değiştirmeye, dönüştürmeye talibiz. Ben bir ideolojik hareketin mensubuyum, siyasi bir kimliğim ve bir hedefim var. Burada bulunan  herkes de böyledir. Benim için asıl olan iktisadi, siyasi, toplumsal, tarihsel süreç ve durumların sağlıklı bir analizini yapmaktır ve ben aynı sağlıklı analizin yapılmasını muhatap olduğum, aynı oturumu, aynı eylemi paylaşma gereğini hissettiğim insan ve kurumlardan da bekliyorum.

Ben fazla zamanınızı almamak için kısaca bir iki hususa değinmek istiyorum: Teori ve Politika’nın İslam ve Marksizm sayısına baktım, gerçekten ciddi bir emek sarf edilmiş. Fakat kanaatimce, burada ve birçok yerde gördüğüm gibi temel zaaflar var. 19. ve 20. yüzyıl konjonktüründe üretilmiş ve neredeyse kutsallık atfedilir hale gelmiş bilimsellik şablonuyla İslam değerlendiriliyor. Temel zaaflardan biri,  tartışmaya kapalı bir bilimsel paradigmadan bahsediliyor. Marksizmin tarih, toplum ve ekonomi değerlendirmesinden bahsediliyor ve bütün bunların hepsine bir bilimsellik sıfatı uygun görülüyor. Bir tarafta mutlak ilerlemeci bir tarih anlayışı var, diğer tarafta da o ilerlemeci tarih anlayışının dışında tarih dışı kalmış, tarihin akışına ayak uyduramamış ilkel bir zihniyet, ilkel bir anlayış var. Maalesef, özellikle İslam değerlendirilirken genel bir din çerçevesinde yapılıyor tüm değerlendirmeler. İslam dini genel bir din çerçevesinde değerlendiriliyor. Ne demek bu? Şu demek; genel bir “din tanımı” yapılıyor, ama “tanım”ın bizatihi kendisi ideolojik değil mi? Yani tanımlama çabasının kendisi ideolojik değil mi?

Mesela, bir tarafta Antik Yunan’ın çok tanrılı din anlayışı var, bu bir dindir, diğer tarafta tek tanrılı bir İslam var, bu da bir dindir.

Bir tarafta aristokrasi’nin kilisesi ve Katoliklik dini var, bu bir dindir, bir de kapitalizmin temel itici gücü olan Protestanlık var, bu da bir dindir.

Şimdi bunların hepsini bir “din” tanımı altında birleştirmek, tarif etmek mümkün müdür? “Din”in tanımını kim yapıyor ve kaç tür din tanımı var? Tartışmaya açık mı, kapalı mı? Dolayısıyla her siyasi hareket nasıl “ideolojik bir insan” tanımı yapıyorsa aynı şekilde “ideolojik bir din” tanımı da yapıyor. Dinin bilimsel tanımı diye bir şey olmaz, olamaz. Tıpkı bilimsel bir ideoloji olmayacağı gibi. Bu açıdan Batı merkezli tarih ve toplum okuma çabaları çelişkilerle malul olmaktadır.

Türkiye açısından, günümüz dünyası açısından bakacak olursak, bir tarafta TC’nin Diyanet teşkilatı var ve bu teşkilat Kemalist rejimin bekası için Müslümanların nefes aldığı her alanı kontrol altına almaya çalışıyor. Diğer taraftan Kemalist oligarşiye karşı mücadele eden İslami hareketler var.

Bir tarafta dün Yeşil Kuşak projesi, bugün Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında emperyalizm ile işbirliği yapan “İslamsı” organizasyonların karşısında Filistin’den Cezayir’e, Lübnan’dan Irak’a, Özbekistan’dan, Filipinler’e, Sudan’a, Afganistan’dan İran’a, Çeçenistan’a kadar adalet ve özgürlük için başkaldıran, direnen bir İslam var, Dolayısıyla her din anlayışının, dine dayalı hareketin mutlaka kendi özgünü içerisinde değerlendirilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla, tanımlama mutlaka ideolojik bir perspektifin ürünüdür ve bu tanımlama da kendi içerisinde bir doğallığı taşımaktadır. Siz bir ideolojinin mensubu iseniz tanımlamak da sizin hakkınızdır. Ancak şu da önemlidir; karşı taraf da acaba kendisini sizin “bilimsel şablonunuz” içerisinde mi tanımlamaktadır?

Bu bilimsellik mevzusuna dönecek olursak, mesela, –az önce söyledik– Marksizm bilimsellik üzerinden kendisini tanımlıyor. Bilimin tanımlarına baktığımız zaman, “bilim nedir?” sorusunun cevabını birkaç farklı şekilde görebiliyoruz. Fakat genelde değişmeyen bir kuralı olan, determinizm’in eksiksiz, noksansız işlemesi karşımıza çıkıyor. Suyun kaynama derecesinde olduğu gibi. İşte bunun gibi herhangi bir kuralın istisnası olmayacak, olmaması gerekiyor, ama dinin tanımını yaptığımız zaman da, bunun da istisnası olmayacak, istisna burada kaideyi bozar. Dolayısıyla, o bilimsellik sıfatı ile hareket ettiğini iddia edenlerin, aslında bilimin kendi sıfatına, kendi tanımına, kendi çerçevesine uygun hareket etmediğini söyleyebiliriz.

Bilim tartışmaya, eleştiriye açıktır, din ise dogmatiktir. İşte genel olarak böyle tanımlanır bilim ile din arasındaki farklılık. Nereden aldık bu tespitleri? Mesela Orhan Hançerlioğlu’ndan aldık. Hançerlioğlu nereden aldı bu tanımı? O da Auguste Comte’un “Pozitivizmin İlmihali”nden tercüme etti. Al sana dinin tanımı budur, diye. Bizdeki aydınlanmış bilim adamları din tanımını kendi somutlarından kalkarak mı yapıyorlar yoksa tercüme mi ediyorlar? Onların da kaynaklarına baktığımız zaman, kapitalist Batı’nın burjuva aydınlarını görüyoruz. Emperyalizmin öncü gücü oryantalistlerin Batı-dışı toplumları tanımlarını, Batı-dışı toplumların “aydınlanmış ve ilerici” bilim adamı sıfatlı kişileri alıp kendi toplumlarına bir deli gömleği gibi giydirmeye kalkışıyorlar. Maalesef ideolojik hareketler içerisinde çok ciddi bir biçimde oryantalist teorilerin bizatihi buraya uyarlandığını, iktibas edildiğini, tercümeler yoluyla toplumun değerlendirildiğini görüyoruz.

Marksizm veya komünizm evet bir sınıf mücadelesidir, bir iktidar mücadelesi veriyor. Ama Türkiye’de özellikle, Marksizm denildiği zaman dinle kavgalı olan bir ideoloji anlamına geliyor. İlk akla gelen budur. Mesela bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de çok yaygın kullanılan sözlüklerden bir tanesi olan D. Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlük’ünde komünizm maddesini açıyorsunuz. Sözlükte şöyle yazıyor; “Komünist: Dinsiz, imansız. Ahlâksız” aynen böyle. Şimdi, peki komünizm bu mudur? Türkiye’de komünizm böyle mi anlaşılmalı veya böyle anlaşıldığı zaman doğru anlaşılmış olur mu? Ben olmaz kanaatindeyim, olmadığı kanaatindeyim, Tabii, buna en çok Marksist ideolojiye mensup olanların kendisi karar verecektir. Her ideoloji şu iddiadadır: “biz yeterince anlaşılamadık.” Marksizm yeterince anlaşılamadı. Bu şikayet her zaman vardır. İdeali anlamak ve yaşamak zordur. Ama anlaşılamamak konusunda Marksistlerin hareketlerinde çokça hatalarının olduğu kanaatini taşıyorum.

“Peki biz ne yapabiliriz?” sorusuna gelince, toplumun içerisinden gelen, toplumda bir taban bulmuş veya teorik olarak doğru şeyleri söylediğini, ahlâken tutarlı olduğunu düşündüğümüz insanlarla somut iş alanlarında beraber olunması kanaatini taşıyorum. Mesela, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nu bu çerçevede olumlu bir örnek olarak görüyorum. İşkenceye, faili meçhul cinayetlere, F tipi cezaevlerinde uygulanan tecrite veya Filistin sorununa karşı veya Türkiye’deki darbe politikalarına karşı tutarlı olan insanların/kurumların her birinin bu noktada dayanışmasını, bu noktada birbirini desteklemesini ahlâki olarak, duygusal olarak ve ideolojik olarak karşılıklı birbirini tanıma, anlama noktasında yakınlaştırıcı bir politik araç, politik bir zemin olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, teorik tartışmaları yapmamız gerekiyor, fakat teorik tartışmaların bir noktada pratikte yapılacak işlerin beraberinde olacak şekilde sürdürülmesi gerekiyor.

Bir noktaya kadar kelami tartışmalar, felsefi tartışmalar tabii güzeldir, iyidir. Fakat bunların sosyal hayatta karşılığı olduğu kadarıyla güzeldir. Felsefeciler tartışıyorlar, ama tartışma dünyayı değiştirmiyor. Dünyayı değiştirecek olan o felsefi tartışmayı yapan insanların, hareketlerin, siyasi örgütlerin dünyayı değiştirme çabası içerisinde ne kadar gayretli ve tutarlı olduklarıdır. Bu gayrete ve bu tutarlılığa önem verilmesi kanaatini taşıyorum.

İngiltere gidiyor Hindistan’ı işgal ediyor, sonra Marx 1853’te New York Tribune’de  iki yazı kaleme alıyor. Marx bu yazılarında diyor ki, İngiliz emperyalizmi Hindistan’daki geleneksel yapıları kıracak ve buna bağlı olarak Hindistan’daki “insanoğlunun yazgısını yerine getirmesine” imkan tanıyan bir toplumsal devrime sebep olacaktır. Böylelikle İngiliz emperyalizmi Marx’a göre “tarihin bilinçsiz aleti” olarak “ilerici” bir rol oynayacaktır.

Marx emperyalizmin olumlu sonuçlarından bahsederken mealen “tarihin ilerlemesi ve bu barbarların medeni dünyaya katılması için, bu toplumların  tarih dışılıktan kurtulması için bu işgal olumluluk getirecektir” diyor. Yani Marx; Hindistan’da ve diğer Batı-dışı toplumlarda işçi sınıfının ortaya çıkacağı hayalini kuruyor. Bu bir tür Batı/Avrupa merkezli zihniyetin (oryantalizmin) bir tezahürüdür. Eğer bu perspektif üzerinden yürüyecek olursak o zaman aynı sözleri bugün Irak için de söylememiz kaçınılmaz bir durum. Bakın Iraklıların hepsi demokrasiden mahrum kimi Şii, kimi Sünni,  bilim çağında hepsi de namaz kılan, oruç tutan insanlar. Erkekler sakallı, kadınlar peçeli. Bu durumda dün İngiliz sömürgeciliğiyle Hindistan’a gelen medeniyet bugün de ABD emperyalizmi tarafından Irak’a getiriliyor. Bu da iyi bir şey, demokrasi gelecek, aydınlanacak insanlar. O zaman ne yapmamız lazım? Bugünün Marksistlerinin de Marx’la aynı şekilde bakması tutarlı olmak açısından, temel kaynaklara, referanslarına sahip çıkmak açısından gerekli. Bugünün Marksistlerinin Irak’ın işgaline, Afganistan’ın işgaline taraftar olması gerekir. Ama ben emperyalist işgallere taraf olan Marksistler görmedim burada. Sadece bu ülkelerdeki İslami direnişi destekleme noktasında tartışmaların olduğunu biliyorum, o da doğaldır. Bu tür değerlendirmeleri düşünmemiz gerekiyor, Marx’ın İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı işgaline olumluluklar  yükleyen perspektifi ile ABD’nin Irak’ı işgaline şartsız ve kesintisiz bir biçimde karşı çıkan Marksistlerin perspektifi arasındaki çelişkiyi Marksizm veya sosyalist, devrimci hareket kaldırabilir mi? Ben kaldıramayacağı kanaatindeyim.

Dünyada büyük bir değişim yaşanıyor. Bugün yeryüzü coğrafyasının geniş bir bölümünde İslami kimlikli hareketler bir yandan emperyalistlere korkulu rüyalar gördürürken, kitlelere ümit oluyorlar. Tüm bu devasa gelişmeyi ABD’nin, CIA’nın ya da benzeri güçlerin komplolarıyla ya da geçmişteki birtakım icraatlarıyla izah etmek anlamsızdır. Soğuk Savaş döneminde yeşil kuşak projesi vardı. Bunu kimsenin inkar ettiği yok, ama bütün bir tarihin oluşumu, bütün bir toplumsal dönüşümü bir yeşil kuşak projesiyle veya bir komployla açıklamamız mümkün değil.

Burada bazı soruları gündeme getirmenin ve bu sorular üzerine tartışmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.

Mesela Marksist hareketlerin sıkça kullandığı bir retorik olan “ezilen kadınların yanındayız” söylemi “ezilen Müslüman kadınların yanındayız” mesajını da içermekte midir? ML hareketlerin Müslüman kadınların uğradığı zulümlere ilişkin bir çözüm önerisi var mı? Mesela “kültürel haklar, ana dille eğitim hakkı” gasp edilemez siyaseti içerisinde “Kur’an öğrenme ve İslami bir kimlik ile toplumsal alanda örgütlenme hakkı” yer bulabilecek mi?

Bosna’da, Çeçenistan’da, Cezayir’de İslami hareketlerin öncü rolü dolayısıyla kitlesel kıyımlar yapıldı. Ezilenlerin siyaseti söylemi bu konularda nasıl bir politika üretti? Filistin’de İslami Cihad ve Hamas, Lübnan’da Hizbullah ve son olarak Irak’ta emperyalist işgallere karşı İslami hareketler başkaldırıyor. ML hareketler bu konularda ne söylüyor?

İslami hareketleri oluşturan Müslüman kadın ve erkekleri Marksist perspektif nasıl tasvir ediyor? Aydınlanmamış, bilimsel algıdan nasibini almamış veya tarih-dışı zihin sahipleri olarak mı görüyorsunuz Müslümanları? Müslümanlara ve İslam’a dair Türkiye’deki Marksist hareketler hangi sözü söylüyor?

İşte bütün bunları düşündüğüm zaman, İslami hareketlerle ilgili olarak Marksist hareketlerin Batı merkezli kalıplaşmış söylemlerin dışında, köklü ve vakıaya dayalı analiz yapması kanaati bir kez daha ve iyice belirginleşiyor. Eğer, Marksist, Leninist, Troçkist, Maocu veya anarşist hareketler İslam’ı değerlendirecek, İslami hareketlere ilişkin bir şey söyleyeceklerse, bunu Batı’daki kapıkulu aydınların, entelektüel-akademisyen kılıklı ajanların tezlerini tercüme edip devşirmemeliler. Onları burada iktibas etmemeli, onları Türkçe’ye tercüme etmemeliler. Oryantalistlerin acentesi gibi davranmamalılar.

Ben, yayıncılık yapıyorum. 1988 yılından bugüne kadar yayınevimiz (Ekin-Yöneliş) 100’ü aşkın kitap yayınladı. 15 yıldır aylık bir dergi olan Haksöz’ü yayınlıyoruz. Türkiye’de herhangi bir ideolojik  hareketin mensubu tarafından, devrimci bir hareketin yayın organında İslam veya İslami hareketlerle  ilgili dergiye iktibas edebileceğimiz bir metin göremedik. Ki bu metni bizim çevremizdeki insanlar tartışsınlar, bilsinler sol/sosyalist hareketlerin perspektifinden İslami hareket şudur diye. Ama yayımladığımız makale ve kitaplar arasında Batı’dan birçok tercüme var. Batı’da, sömürgeci veya akademik kaygılarla bile olsa İslam’ı ve İslami hareketleri daha iyi analiz eden çalışmalar var…

(SORU)- Onlar oryantalist değil mi?

KENAN ALPAY- Tabii oryantalist ama objektif ölçülerle ve bilinçli bir yaklaşımla bu çevrelerin ürettiklerinden yararlanabiliriz. Öte yandan oryantalizm coğrafyaya has bir durum da değil. Bir zihin hali en temelde.Yerli oryantalistler de var. Oryantalizm memleketle, toprakla, milliyetle bağlantılı bir statü değil, zihniyetle ilgili bir statüdür. Mesela; Cengiz Çandar veya Ruşen Çakır oryantalist mi, değil mi? Oryantalizm kriterini belirleyen nedir ki? Kime hizmet ettiğiniz değil mi? Dolayısıyla, bu tür tartışmaları biz mutlaka yapmalıyız. Orhan Hançerlioğlu’nun sözlüğü ile İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un kitapları ile bu iş hiçbir zaman sağlıklı bir sonuca doğru gitmez, gidemez. Ben kendi adıma söylemek istiyorum: Biz Alevi ya da Sünni değiliz. Biz kendimizi “İslamcı, siyasal islamcı, fundamentalist” vb sıfatlarla da tanımlamıyoruz. Biz sadece, elhamdülillah Müslümanız, diyoruz. Allah’a hamd ediyoruz. Bizim için Kur’an ve Kur’an-ı Kerim’i örnekleyen Hazreti Muhammed temel bir referanstır. Biz Kur’an’a aykırı herhangi bir ilişki içine girmeyiz. Eğer ben burada bulunuyorsam, ben referanslarım içerisinde burada bulunmanın uygun olduğu kanaatine vardığım için buradayım. Dolayısıyla, bu noktada İslami harekete ilişkin yapılacak tanımlamalar, özgün tanımlamalar olmak durumundadır. Çünkü siz Marksistler toplumu değiştirme, dönüştürme gayreti içerisinde olan hareketlerin insanlarısınız. Ben, devrimci hareketleri bütün olumsuz şartlar içerisinde ayakta durmaya çalışan, bütün imkânsızlıklara rağmen imkân üretmeye çalışan küçük veya büyük, yaygın veya dar, derinlikli veya sığ hareketler olarak görüyorum ve bu noktada kendilerine saygı duyuyorum. İdeolojik anlamda kaygılarını saygıdeğer buluyorum. Bu noktada sizlerle arkadaş olmaktan, dayanışmaktan, sizi davet etmekten, davetinize icabet etmekten kendim ve arkadaşlarım adına mutlu oluyorum.

Bir cephe mantığı ile düşündüğüm zaman, bir tarafta ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri var, diğer tarafta da emperyalizmin bu tahakkümünü kırmak, küresel kapitalizmi yok etmek için çalışan hareketler var. Ben kapitalist emperyalizme karşı mücadele eden hareketlerden birinin, İslami hareketin içerisindeyim. İslami hareketin bir ferdi olarak “küreselleşen emperyalizme karşı küreselleşen intifada”nın içerisinde yer alan bütün hareketlerle –tutarlı ve ahlâklı olmak kaydıyla– dayanışmanın da kendi adıma bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

Teşekkür ediyorum.   

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz.

Kenan Alpay’ın daha sonraki konuşmasında, sol hareketin İslami harekete yaklaşımında çeşitli evrimleri var mı, yok mu? Özel olarak Teori ve Politika’nın bu yaklaşımlarına dair somut örnekler vermesini de isteyeceğim.

Sözü Muzaffer’e bırakıyorum.

MUZAFFER KAYA (Direniş Gazetesi)- Ben olabildiğince toparlamaya, yani uzun tutmamaya çalışacağım.

Arkadaşlar; Teori ve Politika’nın 10 yıllık bir yayın hayatı var, 36 sayı çıkmış durumda. Çok yüklü bir külliyat var yani, ben bu külliyatın tamamına dair bir şey söyleyebilecek durumda değilim, daha ziyade merkezi önem taşıyan konularına değinmeye çalışacağım.

Bu 10 yıllık yayın hayatı boyunca, Teori ve Politika temelde aslında bir tasnifçilik işi yaptı diye düşünüyorum. “Marksizm nedir? Devrimcilik nedir?” vesaire çeşitli tasniflemeler, yani sol harekete dair veya teorinin çeşitli alanlarına dair yeniden teorik konumlanma çabası. Bu arada şunu da söylemek istiyorum aklıma gelmişken; Teori ve Politika’nın politik konumlanışı meşru mu değil mi? Bu ayrı bir tartışma, o yüzden çok fazla girmeyeceğim, belki zaman kalırsa daha sonra konuşabiliriz onu.

Teori ve Politika’nın bir erdemi olarak şöyle bir şeyi vurgulamak istiyorum. Bu 10 yıllık teorik hayatları boyunca, çeşitli politik tutumlar da aldılar çeşitli dönemlerde. Örneğin, 1996 1 Mayısı’nı hatırlıyorum, o zaman Kadıköy alanında yaşanan çatışmalardan sonra bu çatışmalara katılanları barbar, vampir vesaire olmakla suçlayan bir sol hareket de vardı, yani solda bir tartışma yaşandı hatırlarsanız.  Kimilerince akıldışı bir davranış olarak nitelendirilmişti. İşte böyle momentlerde ya da 19 Aralık gibi bir momentte Teori ve Politika genellikle devrimcilerin safında oldu, daha devrimci konumlanışlar aldı, pratik olarak olmasa da teorik olarak bu tür duruşları savundu. Bu bir değer benim için, ya da Türkiye’nin genel politikasında Kürt hareketine yaklaşımı ya da İslami harekete yaklaşımı, yine bu klasik aydınlanmacı modernist çizginin dışında bir yaklaşım sunduğu için bir değerdir. Bütün bunların, Türkiye’de tarihsel kökenleri var tabii. Onlara zaten Mehmet Güneş değindi. Hikmet Kıvılcımlı’dan bu yana devam eden bir gelenek var. Modernleşmeci, aydınlanmacı sol damarın karşısında Türkiye’de her zaman başka bir damar da olmuştur ve Teori ve Politika’nın da ben bu damardan beslendiğini düşünüyorum, zaten kendileri de bunu zaman zaman ifade ediyorlar.

Merkezi konular dedim, bunları üç başlıkta ele almaya çalışacağım. Bir tanesi Marksizmin kendisi ve krizi diyelim, Marksizmi tanımlamak ve onun krizi. Özne sorunu ve ezilenler meselesi ayrı bir merkezi önemde konu. Son olarak günümüzde devrimci mücadeleye bakışı Teori ve Politika’nın. Bu sonuncusunu daha fazla önemsiyorum tabii, çünkü doğrudan bütün bu teorik faaliyetin, 10 yıllık teorik faaliyetin birtakım siyasi sonuçları olması lazım. Ne gibi siyasi sonuçlar üretiyor? Teorinin de tabii bir değeri var, yani bazen doğru bir teoriyle yanlış teorik siyasi sonuçlar üretmek de mümkündür; onu da hesaba katarak söylüyorum.

Teori ve Politika Marksizmi, belki çok yeni değil, daha önce başka düşünürlerin de yaptığı tarzda, felsefe, bilim ve politika diye üç boyutta ele alıyor. Benim bu tanımlamaya itirazım yok, yani bu şekilde tanımlanabilir Marksizm. Burada önemli bir şey yaptı bence Teori ve Politika, yani teorik olarak değerli bir çabası var. Bilim ve politika arasındaki ilişkinin pozitivist, doğrudan aktarmacı bir ilişki olmadığını, bir bağlantı olsa bile her alanın kendi özgünlüğünü düşünmek gerektiğini ve içinde bulunulan konjonktürü de hesaba katmak gerektiğini vurguladı. Yani belli bir andaki politik tutumun da farklılaşabileceğini vurguladı. Bu anlamda, devrimci politikanın daha esnek, gerçek hayatla daha rahat ve daha çabuk ilişki kurabilmesini sağlayacak bir teorik açıklık getirmeye çalıştı. Bunu şuna benzetebiliriz; bir harita çizmekle o haritaya göre arazide yürümek arasındaki fark gibi bir fark tanımladı, işte bunlar ne kadar birbirlerine benziyorlarsa, o kadar birbirine benziyor bilim ve politika. Bu tür ayrımlar koymak ve bu alanların özerkliğini savunmak bence yerinde bir tutum. Teori ve Politika bunu belki fazlasıyla yaptı, ancak şöyle bir eksik olduğunu düşünüyorum, bu farklı alanlar arasındaki ilişkileri kurmada bir sorun yaşadığını düşünüyorum, yani bilim ve politika arasında doğrudan bir ilişki kurmuyoruz, ama nasıl bir ilişki kuruyoruz? Ne kadar bir ilişki var? Bağlantı hangi kanallar üzerinden gerçekleşiyor? Buralarda sıkıntı olduğunu düşünüyorum izleyebildiğim kadarıyla. 

Şimdi Marksizmin krizi dediğimizde ise, herhalde iki şeyi anlamak lazım. Bir tanesi, dünyayı açıklama yeteneğindeki zayıflama diyelim. Yani bir teorimiz var, ama o teoriyle direkt uyuşmayan gözlemler yapıyoruz, yani o paradigmamızın biraz istikrarını bozan, onun bütünlüğünü zedeleyen çeşitli gelişmeler oluyor, yani sınıf hareketi veya onun dışındaki dinamikler, yeni toplumsal hareketler vs… Bu işin bilim boyutu, yani bir bilimsel teori olarak, tarihsel materyalizmin açıklama gücündeki sorunlar diyelim. Bir yanıyla ise politikada, ki asil krizin yaşandığı alan burası, dünyayı değiştirme çabamızda yaşadığımız sorunlar. Bu alanda yaşadığımız kriz, yani sol hareketlerin gerilemesi vs. bu herhalde daha açık, ayan beyan ortada. Teorik olarak hiçbir sorun olmadığını söyleyenler olabiliyor, ama siyasi mücadelede bir kriz yaşandığı açık, o çok daha gerçek olan bir şey.

Teori ve Politika, bütün bu ayrımları yapıp kriz tartışması yürütürken şöyle bir sıkıntı yaşadı bence, çoğunlukla felsefi kaldı, yani felsefe alanında kalarak bilim savunusu yaptı ya da oradan çeşitli politik açılımlar yapmaya çalıştı. Ben, bilimi atlayarak ya da bilim alanında bir derinleşme, yani tarihsel materyalizmin kendisinde bir bilim içi çalışma yapmadan, felsefeden politikaya atlamanın çok sağlıklı sonuçlar doğurmayacağını düşünüyorum. Bu ayağı hep eksik kaldı Teori ve Politika’nın. Genellikle bir felsefe, hatta uzunca bir süre salt bir felsefe dergisi izlenimi veriyordu, son yıllarda ise biraz daha politik sorunlara girerek, biraz daha gerçek sorunlarla temas eder bir pozisyona geldi diyebiliriz. Bilime bakışında ise, yani felsefede durup bilime bakarken, postmodernizm ile bir hesaplaşma yapmak zorunda idi tabii. Bilimin tamamen reddi yaşanıyor şu anda ana bir eğilim olarak, yani postmodern düşünceler. Zaman zaman, Teori ve Politika’nın bunun karşısında pozitivist noktalara savrulduğunu düşünüyorum ben, yani aşırı bilimcilik yaptığını. Bilim sanki normatif düşüncelerden tamamen bağımsız olabilirmiş gibi, salt ve mutlak doğruları içerirmiş gibi zaman zaman aşırı bilimci noktalarda olduğunu gözlemledim. Bilimin de kendi içinde sürekli değiştiğini, o derece mutlak kestirimlerde bulunamadığımızı biliyoruz.

Bu bölümü şöyle toparlamak istiyorum: Marksizmin üç boyutunun (bilim, felsefe, politika) birbiriyle ilişkisini açıklama konusunda Teori ve Politika’nın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Gerek felsefe bilim ilişkisi, gerekse bilim politika ilişkisi konularında genelde felsefenin alanında kalarak bir materyalizm savunusu sürdürüldü.

Başka bir merkezi konu, özne sorunu, şu anda dünyada ve Türkiye’de sosyalist hareketin, devrimci hareketlerin tartıştığı en önemli konulardan bir tanesi. Daha önce bir özne tartışması yoktu, işçi sınıfı yeterince kapsayıcı ve açıklayıcı bir kavramdı. Günümüzde ise bir özne krizi yaşandığını söyleyebiliriz. Bu tabii ciddi tartışmalara yol açıyor. Teori ve Politika bu alanda yeni bir şeyler söylemeye çalışıyor ve yeni bir kavram, hatta yeni bir şiar olarak “ezilenler” kavramını öne çıkarıyor. Daha önceki “işçiler birleşin” şiarına denk düşecek tarzda bir iddia ile, yani büyük bir iddia ile, “ezilenler birleşin” diyor. Teori ve Politika’ya göre artık yeni dönemin şiarı budur. O yüzden bunun üzerinde durmak lazım. Bu konuda Köz Dergisi’nden arkadaş da bahsetti. Ben de bazı sorular sormaya çalışacağım? Teori ve Politika’da Marksizmin, işçi sınıfının, devrimci olmanın vs. analitik tanımları yapılıyor, ama ezilen nedir? Ona dair analitik tanım ben göremedim, yeterince analitik bir çerçevesi yok. Oysa tasnifleme en çok yaptığı iş Teori ve Politika’nın bugüne kadar, burada ise bir tasnifleme yapmıyor nedense. Ezilenler deyince, Marksist bir örgüt de olabiliyor bu, kadınlar, köylüler, çevreci bir hareket, etnik bir grup vs., yani muazzam geniş. O yüzden açıklayıcılığı zayıf. Bu toplumsal ve siyasi grupların arasındaki farklılıkları da ortaya koymak lazım. Ezildiği için siyasete katılanlarla siyasete katıldığı için ezilenler arasında bir ayrım yapılmalı ya da ezilen bir kadınla, anti-nükleer hareketteki bir aktivisti karşılaştıralım, bu orta sınıf olabilir, beyaz olabilir, erkek olabilir vs. Hepsini ezilenler torbasına koymak ne kadar açıklayıcı? Bu biraz da sınıf dışı toplumsal hareketleri tanımlama çabası ile ilgili, yani bakıyoruz işçi sınıfının dışında da hareketler var bunları açıklamamız lazım, o zaman, ezme ezilme ilişkisinden yola çıkıyoruz. Ezilenler kavramı biraz muğlak ve belirsiz geliyor bana, daha analitik bir çerçeveye kavuşturulması lazım, yani tabii ki bu kavrama kavram olarak bir itirazım yok, yani hepimiz bunu kullanıyoruz zaten, ama yeni bir şiar var ortada, “işçiler birleşin” yerine “ezilenler birleşin” şiarının zamanı mı geldi? Tarihsel-toplumsal değişimler mi yoksa teorik gelişmemiz mi yeni bir şiarı zorunlu kılıyor? Bunun açılması, altının doldurulması lazım.

Evet, yine bununla bağlantılı bir şekilde gerçekten şöyle bir sorunumuz var. Bugün sınıf dinamiği ile, sınıf hareketi ile, kimlik kökenli veya belli bir konu üzerinden gelişen hareketler arasındaki ilişki üzerinde durmak gerekiyor. Yani savaş karşıtı hareket, çevre hareketi ya da kadın hareketi vs. bunların arasındaki bağlantılar, geçişkenlikler, çünkü bunların bir de kesişen kümeleri var, yani birbirlerinden tamamen bağımsız bir şekilde durmuyorlar, zaten sınıf dediğimiz hepsini birden kesen bir ayrım. O anlamda, bütün bu farklı dinamikler arasındaki ilişkileri tanımlayacak bir teorik açılıma ihtiyaç var, yani böyle bir sıkıntı olduğu kesin, ama bunu ne kadar çözebiliyoruz “ezilenler birleşin” demekle. Mesela, ben “halk” kavramının hâlâ politik açıdan oldukça işlevsel olduğunu düşünüyorum, halk dediğimizde hemen bir karşıtlığı koymuş oluyoruz, halk ve devlet ya da halk ve oligarşi vs. Daha önceden getirdiğimiz kavramları tükettik, bunların işlevi bitti artık denilerek “çokluk” ya da başka türlü kavramlar icat edilmesine karşıyım. En azından şimdilik hâlâ politik olarak işimizi gören kavramlar bunlar ya da bunun daha alt bileşeni olarak yoksullar, emekçiler vs. gibi politikada ihtiyacımız olan bütünleştirici kavramlarımız var, bu kavramlarla alabileceğimiz daha yol var diye düşünüyorum.

Bunların dışında devrimcilik meselesi ve bugün devrimci bir politika nasıl olmalıdır tartışması var. Teori ve Politika’nın son sayılarından birinde Melik Kara imzasıyla “Devrimci yıkıcılığın küresel yükselişi” başlıklı bir yazı yayınlandı. Ezilenlerle alakalı diğer yazılarda da yine benzer bir tartışma yürütülmüştü. Bu yazılarda ortaya konan düşünceye göre bugünün devrimciliği sistemde istikrarsızlık yaratmaktır, yani devrimci mücadele asıl olarak düzen içerisinde statükoya karşı istikrarsızlık yaratmaya çalışmalıdır, temel yönelim yıkıcılık olmalıdır. Çünkü artık kaybedecek bir mevziimiz yok, devrimciliğin yapıcılık ya da kuruculuk boyutu darbe almıştır, artık geçerli değildir, bütünüyle yıkıcı bir hat izlenmelidir.  

Burada, ben biraz daha Ortodoks bir pozisyonu savunacağım o yazıya karşı. Birincisi, varolan objektif koşulların oldukça karamsar bir yorumunun bu önermelere yol açtığını düşünüyorum, yani o kadar büyük bir güç var ki tepemizde, süper güç, artık bir mevzi yaratma imkânımız yok demeye getiriyor. Elbette bugün devrimci hareketlerin en azından bu coğrafyada siyasi iktidarlara karşı bir cephe savaşı yapamayacağı açık, yani onu herhalde rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama aynı rahatlıkla bugün yaratılacak mevziler olduğunu da söyleyebiliriz. Aksi takdirde devrimci harekete şu önerilmiş oluyor, “El Kaide tarzı bir örgütlenme” ya da “1970’li yılların MLSPB’sine benzer bir örgütlenme”, kitle bağlarını da önemsemeyen bir “öncü savaş” ön görülüyor. Mesela Kara’nın yazısında El Kaide ile Latin Amerika solu karşılaştırılıyor, hatta Nepal’daki Maoist gerillalar karşılaştırılıyor ve diğerlerine karşı El Kaide tercih ediliyor, çünkü asıl olan istikrarsızlık yaratmaktır. Bu yüzden statükoya karşı ideolojisi ne olursa olsun istikrarsızlığa yol açan her türlü hareketi desteklemeyiz vs.

Devrimciliğin yapıcılığı ile yıkıcılığı ayrıştırılıyor birbirinden, sadece yıkıcılık geçerli kabul ediliyor, hatta “devrime rağmen bir devrimcilik” tanımı var ki bu çok önemli, çünkü “devrim yapmak”la “devrimci olmak” arasındaki bağlantı koparılıyor. Ben, açıkçası koparılamaz diye düşünüyorum. Yani devrimci olmak, devrim yapmaya öncelenebilecek bir şey değil. Bir şeyi yaptığınızda öyle oluyorsunuz zaten, bu aynı zamanda felsefi bir tartışma, olmak ve yapmak arasındaki ilişkiyi kategorik olarak bölemeyiz diye düşünüyorum, yani devrimcilerin somut olarak işi hâlâ devrim yapmak ve devrim yapmaya çalıştığınız için devrimci oluyorsunuz. İçinde bulunduğumuz dönemde “devrim yapan devrimcilikten devrimci olan devrimciliğe” geçildiği iddia ediliyor. Bana biraz tuhaf geliyor açıkçası, yani bu tarz bir ayrım bırakalım işin felsefi boyutunu ne gibi bir politik ihtiyaç üzerinden geliştiriliyor ve nasıl politik sonuçlar doğurabilir? Siyasi iktidarı alma hedefiyle yürütülen devrimci mücadelede sürekli yeni mevziler yaratma çabasını değersizleştirip onu salt bir yıkıcı faaliyete indirgiyor Teori ve Politika. Hatta “araziye dağılmak” gerektiği söyleniyor. Yani tutunabileceğimiz hiçbir yer yok, araziye dağılalım öyleyse. Bu yaklaşımın biraz imparatorluk tezlerinden etkilendiğini düşünüyorum ben. O kadar büyük bir güç var ki üzerimizde, yapacağımız şey araziye dağılmak ve sürekli “bozgunculuk” yapmak, yani bozgunculuk yapılmasına da karşı değilim, ama bozgunculuk ve kuruculuk koparılamaz, yani hepsi aynı anda geçerli, hele ki örgütlü mücadele yürütüyorsanız bu ihtiyacı çok daha fazla hissedersiniz. Mesela, İslami hareketten örnek veriliyor, El Kaide’nin 11 Eylül saldırısı gibi. 11 Eylül’ün parlaklığı biraz gözümüzü kamaştırıyor galiba.  Ama dikkat edersek o “bozgunculuğun” altında da bir yapıcılık var, yani İslami hareketi bütün o farklı gruplarıyla düşünelim, ciddi bir yapıcılığı da var onun, sadece yıkıcı değil, çok ciddi taban örgütlenmeleri var, dayanışma örgütleri var, muazzam mevzileri var, yani bütün o örgütlenmelerin üzerine kurulu bir yıkıcılık var orada. Onun sadece yıkıcılığını görürsek işin örgütlenme, o tutulan mevziler vs. kısımlarını görmeyiz, yani orada da bir yanlış bakış var bence, onlar da salt yıkıcı değiller, yıkıcı ve yapıcılar aynı anda.

Şöyle ilginç bir eylem çizgisi önerilmiş oluyor; 1970’li yıllarda radikal hareketler oldukça iyimser değerlendirirler objektif koşulları ve bundan kaynaklı bir radikalizm vardır, yani öncü savaşı vesaire. Çünkü suni bir denge vardı ve her an o suni dengeyi bozabilirdik, bu eylemli bir radikalizm getiriyordu. Şimdi ise; objektif koşulları çok kötü değerlendiriyoruz, bence olduğundan da daha kötü değerlendiriyoruz, ama yine aynı eylem çizgisi, yani o ikisi eylem çizgisinde birleşiyor, çünkü sadece yapabileceğimiz şey istikrarsızlık yaratmak bugün.

Bir de şöyle bir sorun var: Sistem zaten sürekli istikrarsızlık yaratıyor, yani kapitalizm savaşlarla, ekonomik krizlerle vesaire sürekli istikrarsızlık yaratıyor, zaten öyle bir gerçek var, buradaki sorun o istikrarsızlık durumlarında ya da kriz momentlerinde inisiyatif alacak bir güç değiliz, yani inisiyatif alamıyoruz ve bu krizler gelip geçiyor. Sol içi tartışmalarda çoğu zaman şöyle bir varsayımdan hareket ediliyor; hazır bir güç var elimizde, onu nereye sevk etsek, Teori ve Politika’nın deyimiyle “atlarımızı Roma’ya mı sürelim yoksa Roma’dan mı sürelim”. Önce kaç tane atlımız var diye sormak lazım. Devrimci hareketin sorunu güç oluşturmak şu anda ve buna dair teorilere ihtiyacımız var aslında. Bugün sorun bu noktada bence ve buradan doğru bakmak lazım.

Peki devrimci yıkıcılıkla yapıcılığı nasıl bağlayacağız? Yine bir bağlantı sorunu var Teori ve Politika’nın, yani yıkıcılıktan devrim yapmaya geçiş arasında bir ilişki sorunu var. Bu durum Teori ve Politika’nın genel bir problemi gibi geliyor bana, bölüyor ayırıyor, ama birleştiremiyor, ondan sonra da bırakıyor ayırdığı gibi. Herhalde çok fazla örnek vermeye gerek yok, örneğin Ekim Devrimi, orada bir savaş ve kriz momentinde Bolşevikler inisiyatif alabildiler, çünkü olağanüstü işçi örgütlenmeleri, ciddi halk örgütlenmeleri vardı, böyle yapıcı tarafı da vardı, yapıcılık ve yıkıcılık rahatlıkla görebileceğimiz tarzda iç içe geçmişti.

Bir de, bence özgün bir yaklaşım ama çok ileri götürüldüğünde problem yaratacağını düşünüyorum; ideolojileri o kadar önemsemiyor Teori ve Politika, yani ideolojilere değil de öznelerin eyleyişine bakalım diyor, yani statükoyu yıpratıyor mu, yıpratmıyor mu? Onun hareketi, yani fiili varlığıdır belirleyici olan diyor. Ben de, siyasi öznelerin, ideolojilerin kölesi olduğunu düşünmüyorum. Salt ideolojik analiz yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Sosyalist hareket geçtiğimiz yüzyılda önemli iktidar deneyimleri yaşadı. Bugün biz bu deneyimlerin özeleştirisini yapıp, yani Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalizm deneyimlerinin özeleştirisini yapıp, mutlaka program sorunlarını tartışmak zorundayız. Alternatif bir dünya tasarımı hâlâ çok önemlidir. En az bunun kadar önemli olan başka bir konu ise strateji tartışmalarıdır. Bugün, devrim stratejisi üzerinde ciddi ve hararetli tartışmaların yapıldığını söylemek mümkün değil. İşte bilim ve politikanın kesiştiği alan burası, strateji oluşturmak, Teori ve Politika’da bu yok mesela, sadece taktik var, bir de teori var, ikisinin arası ise boş, yani strateji tartışması hiç yok. Teori ve Politika’nın bu eksikliği belki de onun pratik konumlanışıyla alakalı bir şeydir. Çünkü, nihayetinde pratik konumlanma düşüncelerin oluşumunu, nelerin önceliğe alınacağını etkiler. Ben de böyle bir sorgulama yapmış olayım.

Ben burada keseyim, daha sonra birkaç şey daha var, ama ikinci bölümde söz gelirse tekrar oradan devam ederiz.

OTURUM BAŞKANI- Muzaffer’le birlikte yavaş yavaş ayrıntılara girdik, ama 1,5 saat zamanımız kaldı. Bozgunculuk ve yapıcılığın bir arada yürütülmesi gerektiğini ifade etti Muzaffer arkadaşımız.

Sırada, yine değişik bir yelpazeden bir arkadaşımız var, Siyahi Dergisi’nden Kürşad Kızıltuğ.

KÜRŞAD KIZILTUĞ (Siyahi Dergisi)- Öncelikle geleneği oluşturma meselesinden bahsetmek istiyorum. 9 sene iyi bir zaman, hele ki bir siyasi angajmana, yani bir örgütlü yapının varlığına dayanmaksızın, sadece teorik bir inşa alanında politik bir problem koyup, sarsıntıya uğramadan 9 sene bir yayın çıkarmak, galiba epey az bulunan bir örnek. Bence, buradan eğer iyi gidilirse çok şey çıkar, bir ekol de çıkabilir, başka şeyler de. Bunun politik sonuçlarını değerlendirmek, açıkçası bana düşmüyor, zira burada hepsi de kendisini Marksist olarak tanımlayan birçok sosyalist arkadaşımız var ve kendilerince haklı oldukları birtakım değerlendirmeler yapıyorlar.

Buradaki konumum itibariyle başka bir açıdan bakmak istiyorum: bunun da kimi nedenleri var. Çıkarttığınız derginin, bizim çıkarttığımız dergi gibi teoriyle ilgilenen bir dergi olması, bir şekilde bir yakınlık hissini doğuruyor. Eninde sonunda, teori –burada teori hakkında görüş bildiren diğer arkadaşlarım gibi düşünmüyorum– çok uzun ve karmaşık dolayımlar yoluyla da olsa topluma etkir, teori (söylemleri, ideolojileri, siyasetleri) kurar, teori inşa eder. Mesela bunu Marx’tan hareketle de söylemek mümkün: işin beni de ilgilendiren kısmına meseleyi bağlayacağız. Marx 1848’ten sonra –bildiğim kadarıyla– Fransa’dan da ihraç edildikten sonra, İngiltere’ye yerleştiği zaman British Museum’un kütüphanesinde yıllar süren araştırmasını yapmaya başlıyor ve birçok çileli süreçlerden geçiyor. Engels’in para yardımları, çeşitli gazetelere para ile yazı yazmak gibi bir sürü başka zorluklarla uğraşıyor. Ama siyasi hareketle hep bir ilişkisi var. Kafasında çok temel bir meselesi var ki burada en trajik olan şudur: Planladığı çalışmanın sanırım yaklaşık on ikide birini filan gerçekleştirebiliyor. Engels’e yazdığı mektuplarda Kapital’i 6 bölüm olarak tasarlıyor, 6 bölümün 1’inci bölümü aslında bugün elimizdeki 3 cilt. Bu üç cildinse sadece ilk cildini yayınlamaya ömrü yetiyor. Bu kadar büyük bir teorik inşa meselesini, kendi hayatî sorunu haline getiren bir düşünür, ister istemez bütün 19. yüzyıl sosyalistleri arasından sıyrılıyor ve sosyalizmler arasındaki bir sosyalizmin, 20. yüzyıla doğru ve daha sonra 20. yüzyıl boyunca dünyadaki bütün sosyalist hareketi etkilemesine yol açıyor. İşte bu teorinin gücüdür. Elbette başka saiklerle de açıklanabilir. Mesela, 19. yüzyılın ulus-devletlerin kuruluş çağı olması ve Marksizmin komünizme geçişi bir devlet yoluyla tasavvur etmesiyle de açıklanabilir. Bu, Marksizmlerin, –Marksizm’ler diyorum, çünkü dünyanın farklı yerlerinde hayat bulan sosyalist pratikler ister istemez birtakım Marksizm yorumları da ortaya çıkartıyor– kendi zamanlarının konjonktürel ihtiyaçlarına karşılık gelen bir ilerleme, kalkınma, gelişme, sanayileşme, bağımsızlık modeli, bir sömürgecilikten kurtuluş modeli olarak da işlevlendirilebilmesine müsait olmasından ya da müsait kılınmasından da kaynaklanmıştır. Ne var ki teorik gücü olmasaydı bunlardan hiçbiri mümkün olamazdı.

Uzunca bir zamandır Marksizmi sosyalizmin ta kendisi olarak düşünmüyorum, uzunca bir zamandır diyeyim, yani 7-8 seneden beri Marksizm dediğim zaman, şöyle bir geri adım atıyorum, Marksist sosyalizm diyorum, çünkü daha önce de sosyalizmler vardı, daha sonra da sosyalizmler var oldu. Şöyle bir şey yaşandı: iktidarı eline alanın, tarihi yeniden yazmak gibi bir kudreti olduğundan ötürü, tarihin öncesine bir daha dolaysızca bakmak şansımız kalmıyor. Bundan ötürü, tarihsel materyalizme veya Marksizmin gelişimine hasredilmiş birtakım çalışmalarda da görüldüğü gibi Marksizm dışındaki diğer sosyalist/komünist akımlar, sosyalizmin bir tür prehistoryası, tarih öncesi haline getiriliyor, küçümseniyor. Bir tür ilkellik atfediliyor onlara, bir tür çocuksuluk atfediliyor, bir tür kavrayışsızlık, ama en önemlisi de bu: bir tür kavrayışsızlık atfediliyor. Mesela, bu Marx’la Bakunin, Marx’la Proudhon arasındaki tartışmalarda da vardır. Marx’ın müthiş haşiyeli diliyle çok iyi başardığı bir şey vardır: ham kafalıkla, anlamamakla suçlar, “filisten”likle suçlar. Sonuçta gerçekten de dünyayı değiştirmeyi hedefleyen bir kişinin, dünyayı değiştirmek isteyen bir harekete ruh vermek isteyen bir kişinin kurduğu çok güçlü bir teorinin verdiği güven duygusuyla başka sol akımlara karşı böyle küçümseyici davrandığını, bugünden baktığımda söyleyebilirim.

Teori ve Politika’ya bu nasıl gelip bağlanıyor? Şöyle bağlanıyor: Teori ve Politika Dergisi demin arkadaşın da söylediği gibi başlangıçta çok daha felsefe ağırlıklı bir dergi olarak görülüyor. Ama daha sonra siyasete, daha doğrusu siyaset felsefesine ve pratik siyasete dair bir dergi olarak kendini yeniden kurmaya başladı ve bu döneminde başka yönlere doğru bakmaya başladı. Az önce arkadaşımızın belirttiği gibi, mesela “İslam ve Marksizm” diye bir tartışma yaptı. 90’lı yıllarda Türkiye’de de tartışılmaya başlanan birtakım Marksist teorik problemlere yönelik tartışmalar yaptı. Ağırlıklı olarak Türkiye solunda çok az tanınan Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesi üzerinden, ama genel olarak da ekoloji meselesi üzerinden  “Marksizm ve Ekoloji” adlı bir sayı yaptı. Sonradan çok enteresan bir nedenle, Abdullah Öcalan’ın çok fazla bahsetmesi sayesinde gittikçe solda çok fazla tanınmaya başlanan bir figür haline geldi Bookchin. Onlar, o sayıyı yaptıklarında toplumsal ekoloji düşüncesinin bugün Kürt hareketi tarafından bu kadar benimsenip yeniden işlevlendirileceğini tahmin ederler miydi bilmiyorum, hiçbirimiz tahmin etmezdik, hatta ilk duyduğumuzda şaka filan zannetmiştik. “Abdullah Öcalan bu kadar çılgın mı?, hadi canım anarşist mi oldu?” falan diye, sonra baktık ki gerçekten Bookchin’i, anarşizmi okuyor ve gerçekten acil bir politika ihtiyacı üzerinden çeşitli yorumlar yapıyor. Bunu bir kafa karışıklığı olarak gören insanlar var, anarşist cephede de çok eleştirilmeye başlandı, Marksist solda bayağı çok insan bu konuda eleştiriler yazdı. Teori ve Politika’nın da bundan sonra bu konuda ne yazacağını merak ediyorum. İşte bu gibi örneklerin de gösterdiği gibi Teori ve Politika etrafına bakmaya başladı. Bu, bizim ülkemizde çok alışkın olmadığımız bir şey: “etrafına bakmak”, bu “etraf” çok geniş, çünkü etrafınızda başka Marksist oluşumlar olduğu gibi, sosyalizmi farklı şekillerde yorumlayan özgürlükçü, devletçi, işçici gibi çeşitli sıfatlarla adlandıran çeşitli sosyalizmler olduğu gibi sosyalist olmayan başkaları da vardır, mesela yeni toplumsal hareketler dendi bunlara. Anarşizm de Türkiye’de yeni yeni bir siyasi hareket haline gelmeyi hedefliyor, bu şekilde bir çaba içerisine girdi. Anarşizm, ekoloji, feminizm gibi sosyalizm dışı sol ve muhalif akımlar da vardır etrafınızda.

Şimdi, Marksistlerde genelde tersinden okuma vardır, bunu bir suçlama olarak söylemiyorum,  –ben de bir zamanlar kendimi Marksizm içinden tarif eden bir komünisttim. Mesela, Stalin’den anarşizm öğrenmek, Lenin’den Troçki’yi öğrenmek, Lenin’den Rosa Lüksemburg’u öğrenmek, Althusser’den işte filancayı öğrenmek gibi yöntemler çok olmuştur. Bu biraz Türkiye’nin kültürel hayatındaki zayıflıklarla da alakalıdır muhakkak, ama başka bir şeyle daha alakalı. Bulunduğu konumu terk etmeden, başka bir konum hakkında fikir sahibi olmak istediğin zaman güvenli pozisyon elde etmek istiyorsun. Yoksa elimi verirsem kolumu kaptırırım düşüncesi var, yani acaba anarşizmi, diyelim ki  Kropotkin’i okumaya başlarsam eksen kayar mı, ya da oturup Althusser’i okumaya başlarsak eksen kayar mı? Teori ve Politika’nın dikkate değer tarafı buydu, hâlâ da buna devam ediyor, hiç böyle bir endişeleri yok. Eksen kayar ya da kaymaz gibi bir kaygı duymaksızın, politik problemlerine cevap aramak için çeşitli yerlere bakıyorlar, anarşizme bakıyorlar, Postmodernizme bakıyorlar, Batı Marksizmine, İslamiyete, çeşitli yerlere bakıyorlar.

Şimdi, bir sürü şeyden bahsedildi bu dergi hakkında, kaldı ki ben bundan çok daha ayrıntılı bahsedemem, o kadar da hâkim değilim bu dergiye. Ama mesela, şöyle geçen gün oturdum çıkardım: 19-20’nci sayısında “Anarko-sendikalizm ve KESK” diye bir başlık var, yazının içeriğinden bahsetmiyorum. Bu çok ilginçtir, birileri oturup KESK’in mücadelesinden bahsederken Anarko-sendikalizm kavramını başlığa taşır, ister eleştirsin ister eleştirmesin, ama bu konuya bir ilgi var. Bir diğer örnek, 21’inci sayısında küreselleşme karşıtı muhalefet hareketi bir dosya boyutunda ele alınmış ve Kara Blok’un o dönemki metinlerine yer verilmiş. Daha sonra, 26’ncı sayısı olan “Mücadelenin Yeni Dönemi”nde de yine küreselleşme karşıtı harekete yönelik yazılar var. Ayrıca dönemden sonra, özellikle Cenova döneminden sonra çeşitli yazılarda küreselleşme karşıtı harekete ve bunun anarşizm ile olan ilişkisine de tabii ki değiniliyor Teori ve Politika tarafından.

Bu meseleye yönelik başka değiniler de oldu, “Devlet ve Devrim” sayısında, mesela özel bir problem, bir gerilim olduğunu hissediyorsunuz, çünkü biri kendisini tarihsel haklılık konumundan hareketle tanımlayan, ama yenik bir devrimci akım olan anarşizm ile diğer tarafta devrimi başarıya ulaştırmış bir teorisyen olan Lenin tartışılıyordu, bu da gerçekten çok rastlamadığımız bir şeydir. “Bolşevizm ve Anarşizmler” diye Hobsbawm’dan yapılmış bir çeviri var örneğin bu sayıda. Demin sözünü ettiğim “Ekoloji ve Marksizm” sayısında da ister istemez tabii Murray Bookchin’in ve toplumsal ekoloji  alanına girince, liberter düşünce alanına da giriliyor; “Ezilenlerin Marksizmi” sayısında da hem Metin Kayaoğlu’nun hem Ali Avcı’nın yazısında Bakunin ve Marx arasındaki tartışmalara dair birtakım saptamalar var; çok da ilginç, gerçekten çok ilginç ve bir anarşisti dehşete düşürecek sözler var. Dergiyi zaman zaman takip eden biri olarak dehşete düşmedim ama bahsi geçen yazının henüz başında, “Ne diyorlar, yani Lenin anarşist mi şimdi” filan diye kendi kendime epey şaşırmıştım. Bu bana 1917’de Lenin Devlet ve Devrim’i yazdığı zaman o zamanki anarşistlerin düştükleri şaşkınlık ve yakınlaşmayı  hatırlatıyor. Orada sonu hüsran oldu o ayrı mesele; ama en azından orada bir hadise vardı, yani bir toplumsal devrim meselesini düşünen farklı cephelerden insanlar var, ve bu insanlar belli dönemlerde yakınlaşabiliyorlar.

Şimdi, bunların içinde eksikler de var, şimdi biraz eksiklerden bahsedelim: Mesela, anarşizme, ya küreselleşme karşıtı hareketle gündeme gelen bir olgu olarak dergide yer veriliyor ya da çok tarihsel bir tartışmada, diyelim ki 1. Enternasyonal’deki Marx – Bakunin tartışmaları üzerinden, Ekim Devrimi üzerinden Lenin ile anarşizm ilişkisi üzerinden bakılıyor. Ben, burada bir eksiği fark ettim, böyle durup dururken; Allah Allah dedim, yani burada bir şey eksik, şimdi şüphesiz anarşizme anarşizm adını veren kişi Proudhon’dur, evet Marx onun defterini dürdü. Bakunin, onu bir siyasi hareket haline getirdi ve Marx onun da defterini dürdü. Stirner anarşist değildi, hiçbir zaman kendisini anarşist olarak tarif etmemiştir, anarşistlerin de çoğu zaten sevmez Stirner’i, fakat Marx ve Engels ısrarla onun anarşist olduğunu söyleyerek onun da defterini dürdü.

Oysa daha sonra, 1900’lerin başlarından itibaren Rusya’da, Kropotkin gibi bir adam var. Coğrafyacı, antropolojik araştırmalar yapmış, ve komünizm kavramıyla anarşizmi birleştiriyor. Kaldı ki bu yeni bir şey değil aslında, 19. yüzyıl anarşistleri arasında da komünizm kavramı var, kolektivistler, mütüalistler ya da komünist anarşistler var. Fakat bunu bir sistem haline getiren Kropotkin adlı çok ayrı, özel bir figür var. Daha sonra, başka daha bir sürü isim sayılabilir: Malatesta, Max Nettlau, Gustav Landauer gibi, Fransız anarşistleri, Meksika devriminde etkisi bulunduğu söylenen Ricardo Flores Magon gibi çok önemli anarşist figürler var. Bunların hepsi dünya devrim tarihlerinin figürleridir; benim için meselenin en önemli kısmı bu. Çin anarşizminden bahsediliyor. Mesela, Arif Dirlik’in Çin devriminde anarşistlerden bahseden koca bir çalışması vardır. Japonya’da, Hindistan’da, bir sürü yerde anarşizmden bahsediliyor, yani anarşizm sadece diyelim ki, bir Fransız ya da bir Rus akımı değil, çok Latin Amerikalı, çok Asyalı da bir akım aynı zamanda. Afrika’da bugün çok ciddi anarşist hareketler var.

Öyle olunca, insan şunu sorgulamadan edemiyor: Birincisi, tarihsel olarak yeraltına çekilmiş, itilmiş, yok olmuş, bir daha 1968’lerden sonra yeniden yerüstüne çıkmaya başlamış, yayılmış, –en önemlisini unutmadan lütfen anarşistler beni bağışlasın, yani İtalya’da çok büyük anarşist hareketler var, İspanya’da bir anarşist devrim var, gerçek bir devrim, yani öyle az buz bir şey değil, Ukrayna’da da anarşist komünler kurulmuş. Şimdi, bunlar çok önemli deneyimler, bunlar bence hangi cepheden bakarsa baksın komünistlerin deneyimleridir, ister anarşist komünistler olsun, ister Marksist komünistler olsun, bunlar komünist deneyimlerdir. Bunlar, mülksüzleştirme süreçlerinin, kolektifleştirme süreçlerinin, özgür üreticilerin işbirliğinin deneyimleridir. Konsey komünistleri de vardır, ama onu tartışmayı Marksistlere bırakıyorum. İşte benim eksik dediğim şey de bu: Şimdi bütün bu figürler, deneyimler atlanıyor ve anarşizm sadece Bakunin – Marx tartışması düzeyinde ve küreselleşme karşıtı hareketle gündeme gelen kısmıyla ele alınıyor.

Kropoktin’in Çağdaş Bilim ve Anarşi diye bir kitabı vardır, uzun uzun anarşizmin tarihini anlatır. Yaklaşık 200 sayfadır bu bölüm. Bu “Anarşizmin Tarihi” bölümünde şunu söyler, çok kritik bir laftır; “dünya tarihi iki ana akım şeklinde okunabilir; birincisi, imparatorlukların, egemenlerin, devletlerin akımı şeklinde gider. İkincisi, özgürlükçü işbirliklerinin, halk hareketlerinin, dayanışmanın, kolektivizm şeklinde gider” der. Biraz çarpıtmış olabilirim, ama bu sonuçta Kropotkinci bir anarşizmin özüne çok da ters değil. Böyle iki akım tarif ettiği zaman da, bu akımın tarihine uyabilecek birçok iz aramaya başlar. Bunu daha felsefi düzeyde Etikasında yapar, toplumsal ilişkiler düzeyinde ise Karşılıklı Yardımlaşma  kitabında yapar, ama nihayetinde toplumsal ilişkiler içerisinde bizatihi varolan komünal ilişkileri arar, yani devleti yıktıktan sonra kurulacak olan bir komünizmden bahsetmiyorum. Bunun zaten varolduğunu ve bu çizginin, bu hattın geliştirilmesi gerektiğini, bunun ilerletilmesi gerektiğini ve komünist bir topluma buradan geçilmesi gerektiğini söyler.

Şüphesiz kendisine Marksist bir teori politika dergisi sıfatını yakıştıran bir derginin ya da en azından öyle görebileceğimiz bir derginin, komünizm kavramına da herhangi bir antipatisi olmadığını görüyoruz, bu kısmını da tartışması gerekli görüyorum, tartışmadı diye suçlamıyorum, belki de günün birinde tartışacak. Kropotkin deyince aklıma ikinci bir mesele daha geliyor, şu ezilenler meselesi, ezilenleri eğer sadece işçi sınıfı, yani ücretli emeğiyle sömürülen insanlar, çalışanlar olarak tanımlamayacaksak daha geniş, daha işlevsel, daha konjonktürel bir tanım yapacaksak o zaman geriye dönüp bakmamız lazım. Böyle bir tanım 19. yüzyıl sosyalizminde vardı. Şimdi, benim için önemli olan, evet böylesi bir tartışmayı, Marksizmin, tarihsel materyalizmin kendi içinden bir teorik muhakeme yoluyla yürütmek de mümkün, ama bir de tarihsel olarak bu konuda başka akımlar ne demiş diye sormak da mümkün. Ben, Teori ve Politika’nın anarşizme böyle bir antipatisi olduğunu düşünmüyorum, belki de düşünülmemiş, belki de alışkanlık gereği bakılmamış, ama bundan sonra belki de bakılabilir, ben bakılmalıdır diyorum, yani burada aslında tam da anarşistlerin Marksizmin tarihini bilmeleri gerektiğini kadar ve onun teorik gücünü bilmeleri gerektiği kadar, Marksistlerin de anarşizmin çok önemli etik birtakım değerlerini bilmeleri gerektiğini söylüyorum.

Şimdi toparlayıcı son cümlem şu olacak: Teori ve Politika, hiç değilse şu az önce saydığım sayılarında küçük değinileriyle bile olsa anarşizmi korkusuzca, hatta bazı anarşist yazılara yer vererek, bir şekilde tartışabilmiş bir Marksist dergi olmasıyla benim için ayırt edici bir konum taşıyor. Bu, bence bütün sosyalistlerin dikkate alması gereken, yararlanacakları bir tavır, zararını görmeyecekleri bir tavırdır.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- 1996 yılında, derginin 3. sayısını çıkarttıktan sonra, İnsancıl Dergisinden Cengiz Gündoğdu’nun yazdığı bir yazı var, son cümlesini okumak istiyorum onun, “bu toplumda bir sorunu ciddiyetle tartışabilmek için, en azından 10 yıl o sorunu dönüp dönüp söylemek gerekir” diyor. 1996 yılında, Teori ve Politika’nın 3. sayısından sonra söylemişti bu sözleri, 37. sayımızda bu yazıya da yer verdik, her ne kadar Cengiz Gündoğdu ile dünyalarımız çok farklı olsa da.

Metin’e söz vermeden önce, arkadaşlar konuştu Metin, bu 10 yıl boyunca Teori ve Politika kendini anlatabilmiş mi? Arkadaşların söylemlerinden, konuşmalarından, görüşlerinden yola çıkarak, ne diyorsun?

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)– Ben, umduğumdan iyi bir tanınmışlık gördüm, yani bir bakıma sevinçliyim; arkadaşlar sağ olsunlar! Ama tabii bizim birçok konuda yanlış anlaşıldığımız hususunu da bu konuşmalar ortaya koyuyor, hani denir ya “anladı, ama yanlış anladı”. Hiç önemli değil. Bu tür bir tartışmanın konusu olabilmek, bizim için kıvanç vericidir. Sağ olun arkadaşlar!  

Bu arada şunu söylemek isterim: Bu bir teklif olabilir arkadaşlara. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız özel konular dahil olmak üzere,  genel olarak bazı meseleleri derinliğine ele alacak ayrı tartışmalar yapmak çok iyi olacak; öyle görünüyor. Burada birçok eleştiri getirildi, bizim görüşlerimizle ilgili birçok değerlendirme yapıldı. Zaten söyleyeceklerim eleştirilere yanıt getirme amacını taşımıyor; bu,  sonraki oturumda da hakkıyla yerine getirilemez. Ama belirli konuların derinliğine ele alındığı toplantılar bu ihtiyaca yanıt verebilir.

Şimdi söyleyeceklerim, hatta bazı iddiaların da önemli kısmı muhtemelen tartışmayı ve eleştiriye açık nitelikte olacak; ama biz bu yıl içinde öğrenmeye, etkilenmeye açık bir pozisyon almak gerektiği kanaatindeyiz. Ayrıca,  biz geride bıraktıklarımızdan bir şey öğrenmiş değil miyiz? Bazı kapıları kapatmış, kilitlemiş anahtarını da suya atmış değil miyiz? Evet, öyleyiz. Ama gerektiğine inanırsak –iknaya açığız- suya dalıp o anahtarı çıkarmaya hazırız. 

Meramımızı ifade etmeye bir anlatının yardımıyla girişeyim. Nazım Hikmet küçük bir çocukken, anasının ahbabı Yahya Kemal evlerinde imiş bir akşam. Nazım yazdığı bir şiiri büyük şair Yahya Kemal’e göstermiş. Kedisi üzerine bir şiirmiş bu, şiirde benim kedim şöyle güzel, böyle azametli, şöyle hoş, böyle hoş diyormuş. Yahya Kemal, kedinin özelliklerinin abartıldığını hissetmiş ve  “getir şu kedini göreyim” demiş. Nazım’ın kucağında odaya giren kedi kavruk kuvruk, şiirde anlatılan, betimlenen kediye hiç uymuyormuş. Yahya Kemal şiiri beğenmiş tabii… gerçek kediyle şiirde resmedilen kedi arasındaki farkı görmüş, “sen iyi bir şair olacaksın, büyük bir şair olacaksın” demiş.

Şimdi, bizim şu geçen yıllar boyunca cismimiz olarak, insan varlıkları olarak ortaya koyduğumuz şey o kediden pek farklı değil arkadaşlar, yani itiraf etmek ve kırbacınıza atılmak lazım o konuda. Ama gururla, özgüvenle ifade ediyoruz, bunu kendini gereksizce ortaya koymak olarak almayın lütfen, ortaya koyduğumuz ürünün o şiirdeki kedi gibi olduğunu düşünüyoruz. Ona ilişkin güvenimiz benliğimizi aşacak denli fazla. O arada, bütün bu dönem boyunca ortaya koyduğumuz sosyal varlıklarla ilgili, esaslı iddialarımız vardı; onları çok fazla gerçekleştirebilmiş değiliz. Biz, teorik-politik bir militanlar çekirdeği yaratmayı hedefliyorduk. Bu konuda hımbıl ve gevşek bir insan malzemesi anlamında 10 yıl bıraktık arkada. 10 yıl çok uzun, tabii insan ömrü için çok, onu takdir edersiniz.

Biz Teori ve Politika dergisinin Türkiye’de geçen on yıl boyunca Marksizmin tarihini değerlendirecek biri için görülmezse kesinlikle eksik kalacak bir yaklaşım olacağını iddia ediyoruz, bu iddiamızı da tabii sizin eleştirinize açmak lazım. Bu iddialarımıza ilişkin argümanlarımız olacak, yani övgüyle yergi arasında gelip giden bir konuma sahibiz şu anda.

Biz, 1993’ün başlarında, Nisan ayında, arkadaşların bahsettiği Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı gibi uzun bir başlığa, ama bugün baktığımızda da görebileceğimiz üzere meramızı anlatan bir başlığa sahip bir metinle, içinde olmaktan kıvanç duyduğumuz, onur duyduğumuz pratik-politik Marksist örgütümüzden ayrıldık. O metni de, aslında biz örgütümüze ayrılış gerekçemiz olarak sunduk. Bu arada, daha sonraki yıllarda bize katılan, ama gene bizim pratik-politik Marksizm alanında gördüğümüz örgütlerde yer alan arkadaşlarımızın da hiçbirinin örgütlerde geçirilmiş, pratik-politik Marksist örgütlerde geçirilmiş yıllara ilişkin benim ifade ettiğimden gayri bir düşüncesi ve duygusu olmadığını söylemek lazım. Biz, hayatımızın o yıllarını övünçle, gururla anıyoruz, taşıyoruz. Allah ömür verirse, ömrümüzün o tür gururlara, övünçlere vesile olarak süreceğini iddia edebiliriz, söyleyebiliriz. Sizlere bu konuda kendimizi açıyoruz, sunuyoruz.

1993 Nisan ayında yazılan Taslağımızı, 1995’in başında yayınladık. 1996’nın başında da o metnimizde ortaya koyduğumuz yaklaşımlar çerçevesinde, Teori ve Politika adıyla dergimizi çıkardık. Dergimiz açısından 10’uncu yıl, ama 1993’ün başını hesap edersek çok daha uzun bir süre bu. 10 yıl gerçekten de çok uzun bir süre, Bolşeviklerin bir örgüt oldukları zaman ile Ekim Devriminin gerçekleştirildiği süre arasında 20 yıl bile yok. Türkiye’de, son 10-15 yılda siyasal ritmin çok düştüğünü görebiliyoruz, o yüzden bizim insan olarak ömrümüzün, fiziksel gücümüzün sınırlarını zorlayan bir dönemden geçiyoruz. Gene, burada birçoğumuzun o tür bir tarihi olduğunu çıkarsıyorum; 1970’lerin sonundaki birkaç yıl bizim bütün ömrümüze damga vuran yıllar olarak ortaya çıktı. Ama kalkmış şimdi 10-15 yıldan bahsediyoruz. Burada bir trajik sorun var, işte bu trajik sorunun gereği olarak, biz Marksizme ilişkin bir özel konumlanma içinde olmak zorunluluğunda hissettik kendimizi. Biz dedik ki, Marksizm ömründe belki 2. Enternasyonal’in çöktüğü, yani ilk Dünya Savaşının çıktığı dönemi izleyen ve Ekim Devrimine kadar olan döneme benzer bir dönemden geçiyor. Ama bu son yılların, arkasında çok büyük politik, toplumsal mücadeleler ve deneyimler de bıraktığı için, aslında çok daha ağır olduğu kanaati oluştu bizde.

Marksizm ağır bir kriz yaşıyor, kriz Marksizmin bileşenlerine etki eden bir nitelik gösteriyor. Marksizm bir bilimdir, bir felsefedir ve bir politikadır diyoruz; bunlardan oluşan bir şeydir, bir bütünsel yapıdır diyoruz. Bu arada başka bir şey de söylüyoruz. bizce Marx ve Engels’in birer radikal burjuva militanlar olmaktan koptuklarının söylenebileceği momentten başlamak üzere, pratikleri, yazdıkları çizdikleriyle, teorik pratik eserleriyle birlikte bugün sokakta şurada görürsünüz, İstiklal Caddesine çıkarsanız muhtemelen görürsünüz, bir devrimci dergisini çıkarmış satıyordur ya da başka bir devrimci hapiste bir eylem içindedir, Marksist devrimci demek istiyorum, bu pratik oluşlara kadar uzanan bir toplam bütün olarak anlaşılıyor bizim tarafımızdan Marksizm. O yüzden, biz Marksizm ile, sadece bir teori, doktrin ya da politika gibi bir şey kast etmiyoruz; bunu çok dikkatle artık kendimize yedirdik, iliklerimize kadar yedirilmiş durumda bu zannediyorum. Marksizm bizce böyle bir şey, yani Marksizm Marx’ın Kapital’indeki bir bilimsel kavramdan, 17 yaşındaki genç militana kadar uzanan bir toplam bütünlük; bunlardan ne anlarsanız… Ne anlaşabilirse o anlaşılacak, yani onu savunmaya çalışacağız. Böyle olunca, bizim hareket tarzımızın ve konumlanmamızın nispeten daha kolay anlaşılacağını düşünüyorum.

Biz, Marksizmin, bilim-felsefe-politika bütünlüğünde vücut bulan yapısı parçalanmıştır dedik. Öte taraftan bu yapıyı her zaman bünyesinde barındırması gerekmeyen tarzda ortaya çıkacak, tecelli edecek birtakım Marksist politik örgütlenmeler, yani hegemonya kurmuş Marksist politik örgütlenmeler, buna Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti örneğini verebiliriz, epey bir zamandır Marksizm alanında ortaya çıkmıyor. Bir Marksistin başka bir Marksiste sözünü geçirme gücünün olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bugün, bunun kendisi de, yani Marksizm alanında hegemonya kuracak Marksist bir yapının olmayışı da, ve giderek sosyalist, solcu, devrimci kesimleri genel olarak akıntısına bağlı olarak götürecek bir yapının olmayışı da, bizim anlayışımıza göre Marksizmin krizinin belirtilerinden biri. Böyle bir unsurun da olmadığı bir dönemden geçiyor oluşumuz, Marksizmin bütünsel bir krizde olduğu anlayışımızın kanıtlarından biri olarak göründü bize. Şu ayrımı hep savunuyoruz arkadaşlar, biz genel olarak sosyalistler demiyoruz, biz Marksist sosyalizmi önemsiyoruz, Marksist olmayan sosyalizmi bu bağlamda önemsemiyoruz, çok fazla kayda değer bulmuyoruz. Genel olarak devrimcilik, bizim için tabii sosyalist olmaktan çok daha önemli bir şey, ama Marksizm deyince, biz genel olarak devrimciliği de ayırmak gerektiğini düşünüyoruz, Marksist olan devrimcilik bizim şu genel hareketimizin nedenini ortaya çıkaran şey. Bizim ihtirasımız, tutkumuz, derdimiz, davamız Marksist olan devrimciliğin ortaya çıkarılması, varsa onun tahkim edilmesi, güçlendirilmesi üzerine. Dolayısıyla, burada biz kendimizi genel olarak soldan, genel olarak sosyalizmden ayırmış da oluyoruz, bu ayırmalar başka konulardaki ayırmalarımıza destek verecek ve güçlendirecektir.

Bizim hareket tarzımız şu: dünyada ve Türkiye’de pratik-politik alanda Marksizmi temsil eden akımlar var dedik, birçoğumuz zaten pratik-politik Marksist akımlar içerisinde idik. Devam ettik; “Marksizmin birtakım ihtiyaçları var, pratik-politik Marksist akımlarımız, Marksizmin bahsettiğimiz, gördüğümüz ihtiyaçlarını verili koşullarında karşılayacak konumda değiller. Ayrıca bu konuda bizim yürüteceğimiz iç mücadele, pratik-politik Marksist hareketin yürüyüşüne zarar verici etkiler gösteriyor olabilir.” Kanaatimiz bu idi, hâlâ genel olarak böyle görüyoruz −eğer burada ikna edilmezsek. Pratik-politik Marksist örgütümüz varlığını verili haliyle korurken, biz Marksizmin ihtiyaçlarına göre başka bir alana dönük olmak üzere dışarıda bir ekip yaratacağız, yaratmak zorundayız diye düşündük. Bunun nedeni, bizim özel yeteneklerimiz ya da bizim teori ile uğraşmayı seven insanlar oluşumuz değildi. Bu ihtiyacı bizim hissetmemizdi, başka hiçbir şey yok kesinlikle. Yani örgütümüzün herhangi bir kadrosuyla başkaca bir fark görmüyorduk. Sadece bizim bir duruşumuz, Marksizm ile ilgili bizi böyle zorunlu bir faaliyetin taşıyıcısı kılmak üzere itti −böyle diyelim.

Biz, Marksizmin bu ihtiyacını karşılamak üzere harekete geçerken, Marksizmin krizini kendi faaliyetimizin sonucu mu çözecek ve alt edecektik? Haşa, hayır! Bu, baştan beri bize dönük, bazen bıyık altından gülünen, bazen karikatürize edilen bir atıf oldu. Biz hiçbir zaman öyle demedik, ne pratik-politik Marksistler Marksizmin krizini çözmek gibi bir önsel yeteneğe ve konuma sahipler, ne biz, ne de başkaları… Bu, toplam ve ucu açık bir süreçtir, ama kendiliğinden bir süreç değildir, plansız programsız bir süreç değildir. Bizim planımız programımız da, tabiri caizse şu geride bıraktığımız yıllardır diyelim.

İfade etmeye çalıştığım bu ayrımlar, bizim yarın belli bir vadede, 3 yıl, 5 yıl, 10 yıl olabilir önemli değil, belli bir vade sonunda gerekli ve yeterli hazırlıktan sonra politik örgüt olmak üzere kolları sıvamak gibi bir takvimi önümüze koymamızı, zaten peşinen gereksiz kılıyor. Biz şöyle düşünüyoruz; biz pratik-politik Marksizm ile bir tamamlayıcılık ilişkisi içerisinde olmak durumundayız. Bunu yaratacak bir boyut inşa etmeliyiz, Marksizmin ihtiyacı bunu gerekli kılıyor diyoruz.

Ama şunu kabul ediyor ve onunla yetiniyor değiliz: Pratik-politik Marksist akım ve akımlar, artı biz ve bize benzerler, eşittir Marksizmin gerekli ve yeterli bütünlüğü. Hayır; bu ortaya çıkan şey de bizi tatmin edecek bir durum değildi, bütün bu yıllar boyunca. Pratik-politik Marksizm ile, bizim ortaya koymaya çalıştığımız teorik-politik Marksizm bir baş ve gövde gibi değil, iki ayrı baş ve gövde gibi, iki ayrı bünye gibi bir objektif tamamlayıcılık ilişkisi olmak üzere hedefleniyor. Bunu bu zamana kadar beceremedik biz, yeterli değil bizim için bu; bahaneyi objektif şartlara bulmamız olamaz. Bizim öznel eksiklerimiz o kadar net ki, objektif şartlara rücu edecek bir durum uygun değil, biz o konuda çubuğu kendimize dürtmek durumundayız, kendimizi eleştirme anlamında. Bizim, teoriden politikaya yönelecek bir hareket tarzı planımız yoktu. Yok, bu bizim yaklaşımımıza aykırı. Ama biz böylece, ne politik mücadeleyi, ne partili mücadeleyi reddediyoruz. Bunu da ısrarla belirtmek zorundayız.

Kriz karşısında, bizim ifade ettiğimiz kriz karşısında, genel olarak Marksizm alanı diye tabir ettiğimiz alandaki öznelerin çeşitli tutumları oldu. İşçi hareketinin krizi, sosyalist hareketin krizi, komünist hareketin krizi denildi… Ama Marksizmin krizi gibi bizim dediğimiz anlamda, tok ve ferah bir ifadeyle Marksizmin bütünsel krizini kabul eden ve Marksizm alanında kalan bildiğimiz bizden başka yaklaşım sahibi yok. Mesela Mehmet Güneş ifade etti, “Böyle bir ifade kullanabiliriz” dedi. Bizim için gayet iyi bir şey bunu duymak. Marksizmin krizi, Marksizmin bütünsel krizi ifadesi, Marksizmin, örneğin kapitalist üretim tarzının yerini sınıfsız toplumun gerçekleşeceği bir üretim tarzına bırakacaktır gibi bilimsel önermelerine ilişkin bir şüphe anlamında değil, ya da Marksizmin felsefede materyalist olmasına ilişkin şüphe ile ilgili değil. Biz bunu şöyle ifade ediyoruz: Epistemolojik anlamda Marksizmin krizinden bahsetmek mümkün değil, biz tabiri caizse ontolojik bütünlüğünün krizinden bahsediyoruz.

Krize karşı, genel olarak Marksizm alanında bazı tutumlar oldu. Tutumların biri, çok bildiğimiz, genel olarak post-Marksizm denilen tutum. Post-Marksizm, Marksizmi geride bıraktı, tarihe havale etti. Biz bununla herhangi bir politik etkileşime, tarza ve bağlantıya sahip değiliz doğal olarak.

Başka bir konum, dar-Marksizm diye ifade ettiğimiz konum. Bu da, halihazırdaki, aslında epeyce darlaşmış olan Marksizmin bile, tarihsel Marksizmin bile alanı içerisinde bir yere çekilen bir refleksif tepkiydi, tepki olarak tecelli etti. Dünyada, Marksizm alanında yer alanların, özel olarak Marksist politik hareketlerin Marksizm anlayışı, esasen hâlâ bu şekilde ortaya çıkıyor, varlığını bunda buluyor. Dar-Marksizm, Marksizmi, halihazırdaki bütünlüğü kadar bile, kısır bütünlüğü açısından bile kucaklayamayan bir yapı. Marksizmin bir yerine çekilmek olarak betimsel bir ifadeyle dar-Marksizm diyoruz.

Bir de başka bir şey var; Marksizmin gerisine çekilme tutumu… Marksizm ile modern sosyalizm akımları arasındaki bağı silmek, ortadan kaldırmak ve Marksizmi modern dönemlerin bir tür muhalefet hareketi olarak ortaya koymak. Bu, bazen liberal yönelimli muhalefet hareketi oluyor, bazen Batıdan kaynaklı jakoben, Fransız usulü sosyalist hareket oluyor, laik Aydınlanmacı sosyalist hareket oluyor, ama böyle oluyor. Genel olarak Marksizm alanı, dar Marksizm ile Marksizmden geriye çekilmek gibi yönelimler arasında gidiş gelişler yaşayan bir manzara arz ediyor. Biz ise, tabii biz kendimizi övüyoruz, bunlara ilişkin değiliz, biz bunların ötesinde bir Marksizmin ortaya çıkarılması gerektiğini iddia ediyor, onun için çalışıyoruz.

Peki, biz burada ne yaptık? Genel olarak şunu yaptık; Marksizmin alanını açma, Marksizmi görece genişletme işine giriştik. Burada, biz Marksistlerin de alanını açma, Marksistlerin de etkileşim sahasını genişletme, hem Marksizmin, hem Marksistlerin sahasını genişletme işini de omuzladık kendimizce. Kendi pratiğimizde de bunu gösterdik. Mesela, burada kendini Marksist olarak ifade etmeyen iki arkadaşın varoluşunun nedeni budur. Özgür-Der’den arkadaşın ve Siyahi Dergisinden arkadaşın burada olmalarının teorik nedeni bu. Yani arkadaşlar süs değiller; bizim organik Marksizm anlayışımızın zorunluluğu ve ihtiyacı olarak, bizim ihtiyacımız olarak davet ettik, çağırdık. Ağızlarından çıkacak sözler bizim için çok önemli.

Biz, Marksizme alan açma, Marksizmi genişletme anlamında birtakım işlemler yaptık. Marksizmin, genel olarak burjuva radikal düşüncesinin mirasçısı olarak ortaya çıkan anlaşılışına karşı duruyoruz biz net olarak. Yani Türkiye’de modernleşme tarihi ile Marksizmin tarihi arasında bir çizgisel bağlantı kuran, Türkiye’de II. Mahmut ile İttihat ve Terakki ile, Mustafa Kemal hareketi ile Marksizmin bağını kurmaya dönük tutumları, veya Aydınlanmadan başlayarak, düşünce olarak Fransa’daki özgül burjuva devrimciliğiyle Marksizmi bağlantılandıran yaklaşımlar, Marx ve Engels’ten de kaynaklansa karşı duruyoruz. Nitekim Marx ve Engels’te bu tür yaklaşımlar var. Bizim ifade etmeye çalıştığımız Marksizmin böyle bir Marksizm olması gerektiğini düşünüyoruz, yani Aydınlanmacı olmayan bir Marksizm. Bu Marksizmin Türkiye’deki tecellisi şu; Kemalist olmayan zinhar, onunla bağını kesin bir şekilde kesmeye yönelen bir Marksizm. Kürt hareketinin yükselişinden sonra şu ettiğim lafın çok özgün olmadığı izlenimi edinilebilir, ama son birkaç yıl içinde bunun tekrar güncel olduğu kanaatine güçlü olarak sahibim.

Biz, yeni alanlar derken, Marksizmi açmak, Marksizmi ezilenler geleneğine bağlamak gerektiğini düşündük. Yani Marksizmi, örneğin feodalizmi bitirip kapitalizmi başlatan öncü mücadele açısından değil, feodalizmdeki bir köylü isyanının ve köylü isyanının önderlerinin ideolojik ve politik yönelimlerinin dinamiği açısından, bu tür mücadelelerin bağlantılandırılması açısından ele almaya çalıştık.

Bu konuda, İslam tarihine bir bakış yönelttik. Engels’in değerlendirmeleri var, ne kadar dikkat çekti bilmem. İlk Hıristiyanların zamanın komünistleri olduğunu, Thomas Münzer’in kendi zamanının komünisti olduğunu söyler. Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı  dikkat çekti buna biliyorsunuz. Biz İslam tarihinde zamanlarının komünist örneklerini arıyoruz. Buluyoruz da… Pratik-politik mücadele geleneğimizi bağlantılandıracağımız izler arıyoruz. Fakat o arada başka bir şey daha yapıyoruz.

Kuran’ı bir tartışma konusu olarak çok fazla gündeme getirmiyoruz, İslam düşüncesini ele almak bu anlamda çok daha verimli geliyor bize. Burada, belki bizimle ilgili, özne sorununda olduğu gibi, bizi ele alanların gördüğü bir aykırılığı da görmüş oluyoruz. Örneğin, bizim için Gazali materyalist bir İslam filozofudur. Gazali’nin materyalistliği, onun aynı zamanda yaşadığı dönemde bir karşı-devrimci, ezilenleri nasıl ezmek gerektiğine ilişkin önergeler sunan bir karşı-devrimci olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biz Marksist olarak materyalizmimizi tahkim etmeye çalışırken Gazali’den yararlanıyoruz, fakat politik akım olarak da başka önemli olanlar yanında Mutezile bizim için çok önemli bir yer teşkil ediyor. “Bunlar arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?” Diye soracak olursanız, pek bağlantı yok, biz onu kurmaya çalışıyoruz.

İki İslam var, iki Hıristiyanlık var, iki Batı var, iki Doğu var derken, bizim yaklaşımımız, aslında Marksizm içinde de teorik olarak, politik olarak, genel ideolojik yaklaşımlar olarak bir alan, bir çizgi olmadığını söylemiş oluyoruz. Başta yola çıkışımızdan itibaren, teorik olarak Marksizmin iki tür anlaşılışı olduğunu gördük. Bunun biri, Althusser’in adında, diğeri Lukacs ile Gramsci adlarında cisimleşti. Biz, Marksizmin felsefede materyalist oluşunu vazgeçilmez bir tutum kabul ettiğimiz için, ,Althusser’in teorik tezinin veya onun platformunun bizim için yola çıkış gerekçesi olduğunu savunduk. Bu arada, Lukacs ile örneğin, materyalist olmak bakımından Gazali’yi karşılaştırırsak, felsefi bazı esas alarak Gazali bize daha yakındır. Lukacs bir idealistken, Gazali Spinoza türü bir materyalist. Biz, dışımızdaki eseri, teorik ve pratik eseri dolaysızca edinmek dışında, kendimiz de hasbelkader özgül bir tarz tutturmaya çalıştık, bunun da bir orijinalite taşıdığını naçizane ifade edebilirim.

Bizim, politikadan uzak duruşumuz ve politik meselelere ilişkin tutumumuz, eleştirilere bir cevap olsun diye söylemiyorum, çok önemli başka bir tarafımız bizce. Biz rasyonalist değiliz. Rasyonalizm, Marksistlerin politikada da diğer alanlarda da izleyeceği bir yol değildir. Bize göre, politikaya ilişkin gerçek tutum alış, gerçek taktik, gerçek hareket politikanın içindeki öznece ortaya konur. Aksi, çok tipik ve karikatürize örnek olarak, dövüşenlere uzaktan, şunu yap, ellerini kullan, karşındakine dikkat et demek anlamına gelir.

Yarın kendimizi öyle konumlandırırsak, politikaya ilişkin yazılarımız değişecektir göreceksiniz arkadaşlar. Kendimizce çok önem verdiğimiz bir ayrım halkası olarak bunu vurgulamak lazım, temel bir ayrımımız bu. Politikaya ilişkin, halihazırda yazıya dökülmüş düşüncelerimizin hepsinde dikkat etmeye çalıştığımız temel hususun, tribünden gladyatörlere nasıl kavga edeceklerine ilişkin laf yetiştirmek olmaması gerektiğini düşünüyoruz; bu çok temel bir şey. Biz ne zaman bir örgüt olarak faaliyette bulunursak veya kendi düşüncemiz, idealimiz olarak büyük bir ezilenlerin Marksist partisinde yer alırsak, o zaman gerçek konjonktürde politika yapma ve ona ilişkin laf etme, ona ilişkin kavga etme konumuna geliriz. Bu olmadığı sürece, gelişmelerin ardından, geleceği öngörmeyi kendimize yasaklamadan, birtakım tasnifler yaparız. Doğrusu bu bizce.

Türkiye’de, biz Marksizm alanını politik Marksistlerin olduğu alan, ideolojik Marksistlerin olduğu alan ve teorik Marksistlerin olduğu alan diye üçe ayırmak gerektiğini düşünüyoruz. Politik Marksistlerin olduğu alan, son yıllarda görece bir sadeleşme eğilimi gösteriyor.

Burada iki hususu vurgulamak gerekir sanırım. Kürt meselesine yaklaşım ile İslam meselesine yaklaşım ve bunlarla bağlantılı emperyalizm konusuna yaklaşım, pratik-politik Marksizm alanında bir ayrışmanın niteliğe ilişkin işaretlerini veriyor görünüyor bugün. Ama bu konuda bir sadeleşme olduğu kanaati hasıl oluyor ve biz kendimizi pratik-politik Marksistlerle, belli başlı bütün meseleler açısından özel bir örtüşme konumunda hissediyoruz bu bahsettiğim meselelerle ilgili olarak… Kürt meselesi, İslam meselesi… Emperyalizm, Kemalizm gibi başlıkları da katabilirsiniz, ama şu anda öne çıkan esas iki husus olan Kürt meselesi ve İslam meselesi hem Türkiye’de, hem dünyada, kendilerinden yola çıkarak birtakım ayrımların yapılabileceği bir niteliğe evriliyor görünüyor.

İdeolojik olarak Marksizm alanı, görece daha karışık, tam da bizim kaçınmaya çalıştığımız türden. Biz hep özel olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Biz, örneğin şunu diyoruz: Marksizm bir ideoloji değildir, ideolojiye indirgenemez, eğer ideolojiye indirgenseydi bizim öne çıkan niteliklerimizden biri ateist oluşumuzu ifade etmek olurdu. Marksizm ideolojik anlamda ateisttir tabii. Marksizm felsefede özne sorununu Tanrı meselesiyle bağlantılı olarak kurar ve bizim özne düşmanlığımızın bir nedeni odur felsefede. Ama biz, Marksizm özellikle ideolojiye indirgenmemelidir dediğimiz için, Marksizmi bir ateizm türüne indirgemenin, aslında Marksizmin burjuva Aydınlanmacılığının devamı olduğunu, onun bugün radikal bir mirasçısı olduğunu savunmak anlamına geldiğini düşünüyoruz. Bu anlamda hiçbir ilişkimiz yoktur o yaklaşımlarla. …Yok veya olmamasına çalışıyoruz, onlarla aramıza kalın engeller inşa etmeye çalışıyoruz.

O bakımdan, bir devrimci İslamcı mı bize daha yakın, kendine Marksist diyen bir düzen reformcusu mu daha yakın? Devrimci İslamcı bize daha yakın, bizim daha yakınımızda. İdeolojik bir derdimiz yok burada. Devrimci İslamcı ile ideolojik olarak bir TKP’liyi kıyaslayabilir miyiz? Hayır biz ideolojik boyutu öne almamak gerektiğini düşünüyoruz, bizim önemsediğimiz, politik ve teorik boyutlardır. Politik olarak, devrimci ya da devrimci yönelimli bir İslamcı ile bir TKP’li arasındaki tercihimiz bizim kesinlikle birincisine dönük olacaktır.

Şimdi, Türkiye’deki Marksizm alanını üç bölmeye ayırdım. İdeolojik alanla ilgili önemli sorunların ve karmaşanın varolduğunu düşünüyoruz biz, teorik alan ile politik alan arasında bir örtüşmenin bizim çok önemli olduğunu, örtüşmenin açığa çıkarılmasının, bu konuda çaba gösterilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, politik Marksizm aydınlanmacı değildir, neden değildir? Bizce şundan değildir. Politik Marksizm bugün kendini Türkiye özgüllüğünde Kıvılcımlı ve Kaypakkaya’ya rastlamadan kuramaz bizce. Kıvılcımlı ve Kaypakkaya aydınlanmacı olmayan Marksizm örnekleridir. Bunun argümanlarını da ifade etmeye çalışmak isterdim, ama söylemiş olayım sadece. Bütün bunların sonucunda biz şu kanaatteyiz, tartışmaya ve eleştiriye açık olarak ifade ediyoruz: Biz, bugün Türkiye’de bu kadar çaba sonucu Marksist bir teorik-politik akım olduğumuzu düşünüyoruz.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Ben teşekkür ederim.

Arkadaşlar; son yarım saatimiz var, ama biraz uzatabiliriz. Konuşmak isteyen arkadaşlardan kürsüye gelmelerini istiyorum. Soru ve düşüncelerinizi kürsüden de ifade edebilirsiniz, yerinizden de ifade edebilirsiniz.

ANIT BABA (SDP MYK Üyesi)- Bugün konuşulan şeylerde dikkatimi çeken önemli bir nokta var. Söz alanların büyük bir kısmı Teori ve Politika Dergisinin on yıllık çalışmaları sonucu ortaya çıkan birikimi sadece eleştirdi. Oysa bu on yıllık faaliyet kaba taslak değerlendirildiğinde bile hemen görülecektir ki, Teori ve Politika çevresinin Türkiye ortalamasını çok çok aşan belli bir çabası, belli bir emeği ve bunlarla yaratılmış belli bir birikimi var. Oysa konuşmaların geneline bakıldığında söz konusu birikimin yeterince anlaşılamadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Ancak acaba anlamak için yeterince çaba sarf edildi mi? Yanıtım ne yazık ki gene olumsuz olacaktır.

Teori ve Politika Dergisi birçok açıdan eleştirilebilir, ama eleştirinin ana ekseninin Teori ve Politika çevresinin teorik-pratikle daha fazla mesai harcaması durumu olmaması gerekir diye düşünüyorum.

Bir örnekle bunu açıklayacağım. Üniversite işgali sonrasında okuldan atıldığımız dönemde hayatımı kazanmak için çeviri yapıyordum. Çevirdiğim makalelerden önemli bir bölümü enerji ekonomisine dairdi. Bu makalelerin basıldığı dergiler dünyada burjuvazinin enerji politikalarına yön veren birtakım dergilerdi. O zaman şunun farkına vardım, 6 milyar nüfuslu dünyanın dönmesi için gereken enerji ihtiyaçları ile ilgili  birtakım süreçlere yön verecek ve uluslararası kapitalist-emperyalist düzenin enerji temininin arka planına dair teorik denebilecek üretimler bu tür yayınlarda birileri tarafından yapılıyordu. Sermayenin kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli olan enerji politikaları ya da bizim bire bir bugün karşı karşıya kaldığımız enerji sektöründeki özelleştirmeler veya nükleer enerjinin ısıtılıp yeniden gündeme getirilmesi hatta Çin’in iktisadi yükselişinin enerji alanında  yaratacağı sıkıntılar ve bunların olası çözüm yolları yıllarca öncesinden buralarda tartışılıyordu. Yani birileri bunları burjuvazi adına tartışıyordu, burjuvazinin önünü açıyordu. Buradan şuraya varmak istiyorum; Marksizm cephesinde de teorik-pratiği sırtlayıp götürecek ve devrim için, devrimciler için ön açacak kollektif teorik-pratik çabalara ihtiyaç var. Teori ve Politika da tam tamına bunu yapıyor, yapmaya çalışıyor ve önümüzdeki süreçte de ben yapmaya devam edeceğine inanıyorum. Bu nedenle kendi adıma onlara teşekkür ediyorum.

Türkiye’de devrimci politika yapmak isteyenlerin yararlanacağı teorik cephaneyi, yararlanacağı teorik gıdayı üretmek açısından Teori ve Politika, geçtiğimiz 10 yıl içinde hakkı verilemeyen ölçülerde başarılı olmuş, değerlendirilmeyi hak eden bir birikim yaratmıştır. Bu birikimle ilişkilenmede belli ölçülerde yaşanan sıkıntıların nedeni ortaya çıkan bu birikim ile onu değerlendirilmesi gerekenlerin eşitsiz gelişmişliğidir. Bu eşitsizlik Teori ve Politika ile pratik politik Marksistler arasında daha düzenli ve sürekli etkileşim kanallarının kurulması ile aşılacaktır. Bu kanalların açılmasında ve bu eşitsizliğin aşılmasında Teori ve Politika Dergisini çıkartan arkadaşlar yapılması gerekenlerin, önlerine koydukları hedefin büyüklüğü de düşünüldüğünde, ancak  hacca giden karınca misali belli bir kısmını yapabilmişlerdir. Ama yapabildikleri kısım itibariyle, pratik politik Marksistlerden bu çabaya karşı, aradaki etkileşimi ve bu çabayı daha da ileriye taşıyacak bir ilgiyi görememişlerdir. Umarım önümüzdeki dönem bu açıdan daha verimli geçecektir.

Başta söylediğim örnekten devam edecek olursam; enerji politikasına burjuvazi adına yön vermeye çalışanlar düşünüldüğünde, diyelim birisi kalkmış nükleer enerjinin yeniden, niçin gündeme gelmesi gerektiğine dair kendince derinlikli bir yazı yazmış. Burada eleştirilebilecek şey bu saptamanın doğruluğu veya yanlışlığı olabilir. Yoksa kalkıp da o kişiye, sen neden bir hidro elektrik santralinde çalışmıyorsun, önce git bunu yap, sonra konuş, denemez. Bu tür bir yaklaşım meseleyi sığlaştıran, saçma bir yaklaşımdır.

Öte yandan kendi adıma, Teori ve Politika çalışmasını yürütenlere dönük bir diğer eleştiriye de hiç katılmadığımı beyan etmeliyim. Bu eleştiri Teori ve Politika yazarlarının örgütlü bir mücadelenin içinde bulunmadıklarına dair yapılan eleştiridir. Teori ve Politika gibi ciddi bir yayını çıkartmak hem de on yıl aksatmadan çıkartmak ancak ve ancak kolektif çalışma ile olanaklıdır. Bu işin olanaklı kılınabilmiş olması bile örgütlü bir çalışmanın en somut kanıtıdır. Kimse Teori ve Politika’nın örgütsüz bir çalışma ile var olduğunu iddia edemez. Bu çevrenin ürünleriyle, onların düzleminde tartışmak doğrudur, geliştiricidir, ancak Türkiye’de pek sık olduğu üzere sığ birtakım yaklaşımlarla işe girişildiğinde ortada tartışılacak bir şey kalmaz.

Toparlayacak olursak, şu masasının üzerinde belli bir kısmı duran Teori ve Politika külliyatı önümüzdeki yıllarda Türkiye’de devrimcilik adına, Marksizm adına somut bir şeyler yapmak isteyen insanlara ciddi bir cephanedir. Ben buna gerçekten inanıyorum. Bu bir şekilde mutlaka kullanılacaktır, buradaki herkesin ben bundan emin olmasını istiyorum. Devrimcilik,  erişilip orada sabit kalınabilecek statik bir var oluş hali değildir. Devrimci misyona sahip herkesin kendisini yeniden ve yeniden üretmesi ve yenilemesi gereklidir. Bu açıdan, Teori ve Politika Dergisini çıkartan arkadaşlar açısından da bitmeyecek bir uğraşıdır bu yeniden üretim süreci. İlişkili küçük bir örnekle sözümü bitireyim; bundan birkaç sene önce bu toplantıyı izlesem panelist masasının tamamının erkeklerden oluşan manzarasını dert etmezdim. Ama şimdi SDP’ye girdik ve yeni partideki arkadaşlarımızın, kadın sorununa çok duyarlı bir bakışları var. Bu elbette bizleri de etkiledi ve şimdi ben bu masada neden hiç kadın yoldaş da yok diye düşünmeden edemiyorum. Bunu da şu açıdan söyledim, devrimcilik bitmeyecek bir çabadır, bitmeyecek bir uğraşıdır; Teori ve Politika bunun hakkını bugüne kadar verdi ama bu yolda başarı ile yürümeli ki, geleceği, dününü anlamlı kılsın. Teşekkür eder, bu önemli toplantıya katılan herkesi saygı ile selamlarım.

OTURUM BAŞKANI- Konuşmaya başlarken adınızı söylemenizi rica edeceğim.

ÇETİN …- Tarafsız biri olarak konuşmayacağım, o yüzden umuyorum buradaki konuşmacı arkadaşlardan birine haksız destek atıyormuş gibi de olmam, yani kısa toparlamaya çalışacağım.

Beni, asıl konuşmaya iten şey sizin sorduğunuz bir soru oldu panel sırasında, “bir demokratik sınıf sorunu, partili akımlar bugüne kadar yeni bir atılımı olmuş mudur? Parti teorik bir gelişmede bir katkıda bulunmuş mudur?” diye sordunuz, ne yazık ki sizin sorduğunuz bu soruya yanıt verilmedi. Bir de bunun yanı sıra, beni konuşmaya iten şeylerden biri de, arkadaşın şu ayrımı yapmaya çalışmasıydı, bunu da ben diğer konuşmacılardan ayırıyorum, konuşmada az çok bütün konuşmacılara hâkim olan hava, yani tabii ki teori önemli siz teorik faaliyetlerde bulunuyorsunuz, bu azımsanamayacak bir çabadır, ama pratikte önemlidir teori ve pratiği birlikte yürütmek lazım, elbette bu teori ve pratiği genel geçer doğruları söyleyerek değil, ama en azından toplumsal formasyon düzeyine indirmelisiniz, bildiri dağıtmasanız da bu tür somut meselelerle ilgilenebilirsiniz dendi. Halbuki, ben Ercan’ın farklı bir şey söylediğini düşünüyorum, o politikanın merkeziyetçi yolundan bahsetti, politikanın merkezde olmasından ve örgütsel hedeflerin, projelerin ve teorik çalışmaların da bu politikanın yarattığı sorunlara tabi olmasından bahsetti. Dolayısıyla, ben de başka bir provatik bir soru sormak istiyorum, umarım konuşmacılarda ve diğer arkadaşlar da buna yanıt verirler, nasıl oluyor da bu kadar politik akım, aslında birçok şeyde aynı şeyi düşünebiliyorlar, özellikle İslamcı cenahtan gelen arkadaş grubu da aynı şeyi düşünüyor, çünkü sonuçta bu teorik kaygıları küçümsemeyen ve İslam’a açık olan veya şu masada tartışan akımların ortak bir noktasına işaret etti, burada Köz’ü dışarıda tutuyorum tabii ki, Irak’ta savaşa hayır platformu veya şu veya bu şekilde bunun içinde yer alınmasa bile Irak’taki direnişi onaylama, Irak’taki ateizm ile Avrupa merkezcilik türünden doktrinler, tutumları gütmeden Irak’taki direnişe bir selam yollama veya en azından Irak halkı ile bir duygudaşlık içerisinde olma gibi bir ortak nokta var. İşte, teorik olarak bu kadar ayrı duran, bu kadar ayrı olan akımlar nasıl oluyor da burada böylesine ortak bir tutum yapıyorlar ve Irak’taki bu direnişte böylesine devrimci bir tutum takınabiliyorlar, açıkçası ben bunu özellikle Teori ve Politika geleneğinden ya da bu geleneğin kurucusu olmak isteyen arkadaşlar açısından bir açmaz olarak görüyorum, çünkü kendileri İbrahim Kaypakkaya geleneğinden geldiklerini söylüyorlar ve İbrahim Kaypakkaya’nın demin konuşmalarda söylendiği gibi bir çıkış yaptığını belirtiyorlar, Kemalizm’e önemli bir darbe vurduğunu, Kemalizm’in aslında faşist bir diktatörlük olduğunu söyleyerek genel, klasik, liberalist, toplumcu Kemalist ayırımın ötesine geçen pratik politik bir kopuş yaptığını söylüyorlar.

Peki, nasıl oluyor da, yani Irak’ta belki Kemalizm’in çok daha gerisinde olan, çok daha gerici bir devlet kurmak isteyen, çok daha gerici bir toplumsal tutum takınan bir akım desteklenebiliyor? Bu açıdan baktığımız zaman, yani benim aslında sizin sorunuza yanıt vermek gelirken, yani Köz denilen camiadan, en azından başka kurumlarda da böyle şeyler olabilir. Teorik katkılar geldi, işte proletaryanın teorisi, bizim çıkardığımız bir kitap var, onu örnek verecektik, ama açıkçası bence solda, özellikle bu masada bir ayırım çizgisi çekersek, bir geriye düşüş var. Ortam tam da o 1915-1925 çizgisi, İbrahim Beyin dediği gibi, dönem tartışılmadı. Bunun üzerinden atlandığı için Lenin’in çizdiği ayrı bir şekilde ulusların kendi kaderini tayin hakkının önemi konusundaki ayrım çizgileri unutulmuş durumda ve bir zalime karşı çıkmak ezilen olmayı beraberinde getiriyor. Oysa, ezilenliğin tarifi böyle olmamalı, çünkü bir ezende başka bir ezenin karşıtıdır bu ayrımın üstünden atlanıyor. Bu noktada da, özellikle Hikmet Kıvılcımlı İbrahim Kaypakkaya karşılaştırılması önemli bir nedeni olabilir bence, açıkçası Teori ve Politika izlendiği zaman, İbrahim Kaypakkaya hakkında, Kemalizm hakkında genel geçer tespitlerin dışında fazla bir vurgu yapılmıyor, fakat Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerine daha fazla itibar gösteriliyor. Bu iki devrimcinin veya iki sosyalistin hayat çizgilerini incelediğimiz zaman, bir karşılık dikkatimizi çekti, yani farkına vardık, bilim sahasında son derece komünten çizgisinden gelip, Marksizm’in doktrinler şeylerini yolla anlatan biri ve yavaş yavaş Türkiye’ye özgünlüklerini buluyor, ardından işte Eyüp Sultan konuşmasını yapıyor. Negri de tam tersine, bu özgür formasyonunu bulmaya çalışan daha böyle Maoizm, Doğu Perinçek’in toplumsal formasyon araştırmaları, akademik çalışma biçimler gibi tam da çok daha keskin bir tutumla Kemalizm’den kopuyor, pratik politik bir kopuş yapıyor. Biri daha fazla Kemalizm ile barışmaya giderken bu ülke özgünlüklerini keşfetme adıyla, diğeri ise bundan kopuyor ve daha komünten çizgisine yaklaşan bir çizgi yakalıyor, bunun da anlamlı olduğunu düşünüyorum ve bütün bunları bağlayan sorunun şu olduğuna inanıyorum, bu masayı birleştiren ve bölen şeyin, aslında politik sorunları merkeze oturtmamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü, bugün Türkiye’de politik sorunu, örgütsel ve teorik çalışmalarımızın bağlı olduğu teorik sorunu, yani Şovenizm’e karşı herkesin örgütlü bir tutumu var ve karşılığı var, ama nasıl olur da sosyal şovenle enternasyonalist tutumu birbirinden ayırt ederiz? Bugünün Irak diyelim, işte Kemalizm karşısında bizim sormamız gereken soru budur ve bence bugün bu masadaki geri düşüşün, yani bu konuşmalarda benim gözlediğim, yani birleştiren nokta; çünkü Irak çizgisi, geri düşüşte bu sorunun yanıtlanmamasıdır.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Benim dileğim Teori ve Politika’dan, bu sorulara merkeze alan, Şovenizm’in, sosyal Şovenizm’in, enternasyonalizmin, Kemalizm ve devrimci partiyle ilişkisini niteleyen bir özel sayı yapması, bu doğrultuda tartışmalar düzenlemesi.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Konuşacak olan arkadaşlarımın biraz daha tasarruflu konuşmasını rica edeceğim.

OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU (Toplumsal Özgürlük Dergisi Yazarı)- Teori ve Politika Dergisinin hepsini takip edemesem de, özellikle son bir sene öncesine kadar biraz takip etmiştim, oradan biraz konuşmak istiyorum. Ben, biraz eleştirel olacağım. Teori ve Politika’nın en çok iddialı olduğu konu felsefe konusu, belki en az iddialı olduğu konu politika konusu.

Az önce Metin arkadaşın sorduğu soruya şöyle cevap verebilirim; Marksizm söz konusu olduğu zaman, Marksizm ile Marksizm dışı arasındaki sınırda duruyor bana göre, benim bakış açıma göre felsefe alanında Teori ve Politika. Halbuki, politika söz konusu olunca, tam da Marksizmin içinde duruyor. Buradaki arkadaşların, gerek anarşist arkadaşların, gerek İslamcı arkadaşların burada bulunması da Teori ve Politika’nın politik sezgilerinin çok güçlü olduğunu gösteriyor. Bundan sonraki dönemde çok göreceğiz. Kendi toplantılarımızda hem anarşistleri, hem İslamcıları, hem komünistleri, hem feministleri çok göreceğimizi düşünüyorum. Yeni bir dönemin içine girdik, bu dönemin içinde Teori ve Politika’nın bir politik sezgi gücüne sahip olduğunu gösteriyor bence.

Felsefedeki temel sorunları ise, ilk kez çıktıkları zaman Althusser’e kapılmış olması arkadaşların. Felsefe anlamıyla gerçek, arkadaşlara göre; mutlak bir gerçek, Spinoza’nın bize anlattığı gerçek, bir nevi Spinoza’nın tanrısı, töz dediği bir gerçek. Burada mutlak bir determinizm var. Ve bir de pratik gerçek var, bizlerin, normal insanların içinde yaşadığı gerçek. Orada da rastlantı var.

İşte… böyle bir ayrım tamamen Marksizm dışı bir ayrımdır bana göre. Böyle bir ayrım yok, iki tane gerçek yok. Bu sorunu çözmeleri gerekiyor.

Felsefedeki ikinci zaafları da, buna bağlı olarak oluşuyor ve zaten bununla birlikte oluşuyor. Özne ve zaman yok arkadaşlarda. Evet, sadece öznenin yokluğu dışında, arkadaşlarda zaman da yok. Zaten ikisi birbirini doğuruyor. Bir özne, gerçeğin içinde kendince devinen bir öznenin olmaması ve aynı zamanda, zamanın okunun gerçeği sürekli ileriye doğru ya da geriye doğru ya da aşağı doğru, çöküşe doğru gitmesi… işte, arkadaşlar bunların dışında.

Halbuki, en azından son bilimsel gelişmeler, Prigoginin gösterdiği zamanın oku, Marksist bilim adamlarının çıkardığı şeyler… gerçeğin nasıl devingen olduğunu, gerçeğin kendisinin de Spinoza’nın bize anlattığı gibi bir gerçek olmadığını, sabit statik bir gerçek olmadığını, sürekli hareket halinde olduğunu, dolayısıyla bunun da bir zamanı olduğu, sonsuza uzanan bir zamanı olduğunu gösteriyor. Toplumsal gerçeklik içinde de, o akıp giden şeyi… tarih olarak onu adlandırıyoruz.

Bu iki noktada zaaf olduğu için Teori ve Politika’da, bence Teori ve Politika felsefi zeminde idealizme, rastlantısallığa, Marksizm zemininin dışında bir zemine doğru gidiyor.

Politikada ise, sezgileri çok güçlü arkadaşların. Zaten çıktıkları andan itibaren hep devrimci olanları destekliyorlar. Bu devrimci yönleri ama o arada geçerken belirteyim… Hatta kimi zaman beni biraz rahatsız da ediyor. Çünkü daha çok en militan olan, en parlak olan, en coşkulu olan şeyleri destekliyor arkadaşlar. Bu her zaman iyi sonuç yaratmayabilir… kendilerinin saygı duyduğu Lenin’in tavrı hiçbir zaman böyle olmadı bunu özellikle vurgulamak istiyorum.

Sonuçta, daha genel bir zeminden bakacak olursak, Teori ve Politika’nın devrimci olanı desteklemeleri iyi bir şeydir. Sezgilerinin güçlü ve devrimden yana olduğunu düşünüyorum. 11 Eylül’den hemen sonra birçok Marksist, olaya aydınlanmacı zeminde, gerici vesaire karalamalarıyla bakarak kurgulama sürecine girmişken, Teori ve Politika başka bir yerden girdi ve bu anlamıyla olumludur.

İkincisi, ezilenler konusu. Teori ve Politika’nın ezilenlere bakışı, yüksek bir teorik sezgidir, politik sezgidir bana göre. Çünkü önümüzdeki dönemin özneleri bunlardır.

Fakat gene gerçeklikle olan bağlantılarını felsefi zemindeki yanlışlıklarından dolayı eksik kuruyorlar… ezilenler arasında bir özgün iç konumlanış var. İşçi sınıfının tarihsel birleştiriciliği, işçi sınıfının tarihsel merkezi konumlanışı söz konusu…

 Ezilenler nedir? Kadınlardır, yoksul Şii’lerdir, yoksul Sünni’dir, ekolojik bozulmaya karşı tepki yürütenlerdir, bir dizi toplumsal özne… kapitalizmin kendi sınırlarına gelmesinden dolayı ürettiği anti-kapitalist ezilenler var. Önümüzdeki dönemdeki devrimci öznelerin, özellikle buralarda öne çıkacağı çok açıktır ve bunu görmeleri özellikle vurgulamaları anlamında, bence Teori ve Politika olumlu bir adım atmaktadır. Ancak, işçi sınıfının özel durumu, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşmaz bir çelişki olması ve bu çelişkinin eğer işçi sınıfı, diyelim ki İsviçre’de toplumun yüzde 90’ına ulaşmış olsa bile, bunun bulanıklaştırılmaması gerektiğini, toplumun yüzde 90’ı ile sermaye arasında uzlaşmaz bir çelişki biçiminde özel bir vurgu yapılması gerektiğini arkadaşlar göremiyorlar. Bunun yerine Negri ile aynı pozisyondan yola çıkarak, kapitalizme karşı birtakım öznelerin tepkileri olarak görüyorlar ezilenler hareketini ve bu anlamıyla yanlışa yöneliyorlar.

Burada bir arkadaş bahsetti, ideoloji ve strateji anlamında, yani bilim ile politikanın kesiştiği yerde, arkadaşlar zaten başlamıyor. Çünkü arkadaşların ayrımına göre… bilim gerçekle ilgilenir ve o gerçek Teori ve Politika’ya göre metafizik bir mutlak gerçektir…. politika ise rastlantısal alanla ilgilenir. Halbuki gerçek hiç de böyle değildir, bilim ve politikanın kesiştiği yerde ideoloji ve strateji alanları vardır, ideoloji teoriyle bitişik olarak, strateji politika ile bitişik olarak ve politika o  şeyler üzerinden gider.

Dolayısıyla, ben arkadaşlara, rok yapmalarını önereceğim… çünkü teoride yaptıkları bu hatalarla, Teori ve Politika’nın mesela 10 sene sonra devam edebileceğini zannetmiyorum. Güzel bir serüvendir ve bitmek üzeredir Teori ve Politika’nın serüveni.  Baş müsebbibi de Negri’dir bana göre. Tutundukları bütün dallar dağılmıştır son bir iki yılda. Fakat teoride de iyi bir blok kurabileceklerini düşünüyorum, devrimci bulgularının sağlam olduğunu düşünüyorum arkadaşların.

 Dolayısıyla, ben konuşmacı arkadaşların eleştirdiği yerden eleştirmeyeceğim arkadaşları; tam tersine teorik bir kulüp olarak, teorik kulüp kelimesi kötü bir kelime tabii, devrimci bir teorik kanal olarak, kendilerini sürdürebilmelerini, ama bunun için de rok yapmaları gerektiğini…. felsefi zeminde… gerçeği tekleştirmeleri, ve özne ve zamanı kendi bilinçlerine kazanmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu temelde insanları içlerine çekerek, mademki politik örgütlere karşı anti-politik örgüt bir tavırları yok arkadaşların, dolayısıyla o insanları da içlerine çekerek, ki devrimci hareket böyle bir olgunluğa ulaşmıştır, en azından devrimci hareketin birçok öznesi bu olgunluğa ulaşmıştır, kapitalizm karşıtı bir kolektif teorik devrimci özne olabilirler arkadaşlar.

 Önümüzdeki dönemin devrimci öznesinin, geçmişteki Bolşevik Partisi gibi ya da parti mantığının kendisi gibi… bir özne olacağını beklemeyelim arkadaşlar… dağınık olacak. Teori alanında Teori ve Politika çıkacak bir şey yapacak, askeri alanda belki başka bir gerilla örgütü kurulacak. Öyle herkesin bir merkez komitesinden idare edilebileceği bir toplum değil önümüzdeki ve içinde olduğumuz toplum. Kapitalizm toplumu sürekli ve artan hızda ve yoğunlukta dönüştürüyor ve başka bir yere doğru gidiyor toplum. Devrimci hareketin buna uyum göstermesi lazım.

 Dolayısıyla, Teori ve Politika’nın da politikaya girdiği anda, eğer teorik alanda kalsalar belki birkaç sene devam edebilirler, politikada 6 ay bile duramazlar bu karmaşık akış içinde… sezgileri çok güçlü olmasına rağmen… Ama esas güçlü oldukları teorik-felsefi alanda bir rok yaparlarsa, çok ciddi devrimci katkıları olacağını düşünüyorum arkadaşların.

ÖZCAN ÖZEN- Ben hiçbir yerden değilim, Teori ve Politika meselesinin konuşulduğu yerde kötü bir kimlik oluyor ama şöyle bir kurtarma operasyonuna girebilirim; Teori ve Politika’nın okuruyum. Buradaki grupların pek çok yayınını da takip ediyorum. Okur mektupları bölümü var ya, bana oradan bir kimlik verecekler artık.

Burada pek söylenmeyen, ama benim hissettiğim bazı şeyler var, ama çok hissettiğimi de telaffuz etmeyeceğim. Bir şeyler söyleyeceğim, yani arkadaşların en azından istatistik olarak kaydedebilmeleri için belki bir faydası olur. Dergiyi çıktığından beri takip ediyorum, ama bu sayılarını almadım açıkçası, ama en az bir 20-25 sayı almışımdır ve içindekilere bakarak kendime uygun gördüğüm şekliyle bazı seçmeler yaptım bir süre sonra. Peki neden yaptım? Pek oralara girmek istemiyorum, ama okur ne kadarını takip ediyor açısından bir ölçü olarak belki alırsınız. Peki ne kadarını okudun derseniz, “ve politika” isimli kısmı kaçırmadım, açıkçası orada da çok fazla haz ettiğim şeyler olmadı, yani bana çok doğru gelmeyen şeyler oldu, eleştirdiğim şeyler oldu derim. Teori kısmına çok girmedim ama bende teori kısmına dönük bu soğukluğu yaratan “ve politika” kısmı idi daha çok.

Tam da bu noktada, belki o şeye girmek gerekiyor, yani teori örgütlü mü, örgütsüz mü olmalı sorusuna… Bir kere şunu söylemek gerekiyor arkadaşlar; böyle bir dergiyi çıkarmak ya da bir bakkal dükkanı açmak bir örgütlenmedir, yani siz ne yapmak istiyorsanız ona göre örgütlenirsiniz, eğer gidip Başbakanı öldürecekseniz, silahlı bir örgüt kurarsınız, ona göre bir strateji seçersiniz başka bir şey yaparsınız, yani bu işler de bu örgütlüdür. Bu örgütsüzdür gibi görülmesi biraz kara çalma gibi geliyor bana, çok samimi gelmiyor. Kaldı ki, grupların hepsi şöyle bir yöntem izlerler;  önce işçi gazetesi, ondan sonra ortalama bir gazete, ve sonunda bir teorik dergi çıkartırlar, vallahi ben ne teorik dergiler biliyorum bir sayı çıkmış kapanmıştır, 3 sayı çıkmış bir daha bulamamışsınızdır. Yani gruplarla, örgütlerle bu işe girerler, ama çok başarılı çıkmamışlardır. Teori ve Politika, 37 sayı çıkartarak çok büyük bir marifet mi gerçekleştirmiştir, ben tek başına 37 sayı olmasını öyle bir marifet olarak görmüyorum. Teorik şeyler örgütsüzde yapılır, yani bildiğimiz anlamda, örgütlenme anlamında değil de örgütsüz de yapılabilir. Mesela, bugün Ayrıntı’dan çıkan kitaplara dikkat edin ya da başka bir yerden, kuramdırlar hepsi bilmem ne toplumu diye isimler koyarlar kitaplara ve önsözünde eşine dostuna filanca falancaya teşekkür ederler, ardından “bilmem ne sınıfındaki sevgili öğrencilerime” derler… yani kürsü sahibinin, bir hocanın teorik bir toplum analizi vardır ve bunu sınadığı tek yer o öğrenci grubudur, başka bir öğrenci grubu yoktur. Örgütte ise; daha bir şansı var insanların başka yerlerde de sınayabiliyorlar, buna şans diyorum, çünkü bunu tercih ediyor, “ben bunu sınamak istiyorum” diyorlar. Bir de tabi “hep ben doğruyu söylüyorum, hiç yanılmadım, hiçbir şey değişmedi” diyorlar. Yani her zaman haklı çıkanlar var.

Bu anlamda, 37 sayı belki teorik bir cephanelik sağlama konusunda bir şey kazandırmamıştır, ama sonuçta eğer hakikaten bir politika ile bağlantısı kurulamayacaksa, işte o zaman farelerin kemirici eleştirisine kalacaktır. Aslında çok farklı bir düzlem yok ikilikler arasında, yani birilerinin sadece ben teori ile uğraşacağım demesiyle öbürlerinin de ben pratikle uğraşacağım, arada zaten teoriyi de bulurum demesi arasında ne fark var? Yani iki görüş karşı karşıya geliyor ve ikisi de ispatlayamıyor. Mesela, Marx ve Engels’in kendisi de, Marx özellikle Teori yapmıştır ve onların yazdıklarını farelerin eleştirisine bıraktım demeleri de böyle bir şeydir. Hakikaten böyle bir şeye bırakıyorlar. Mesela, Komünist Manifesto’yu yazmasalardı ya da yazdırmasalardı onlara, muhtemelen Alman ideolojisi’nden hiç haberimiz olmayacaktı. Bu anlamda, kalıcı olması açısından da iddia sahiplerinin, hakikaten pratikte becerikli olmaları da gerekiyor ve zaten Marx ve Engels’in komünistler birliğinin iddiası da şu; “eleştirel bir politik faaliyet yapacağız” diyorlar, yani ben teori yapacağım, ben pratik yapacağım demiyorlar, ikisinin biraradalığı filan değil bu. Cesaret ettim kafamı kırmaya geliyorum demek.

 Benzer sorunlar Lenin’de de var, ilerlemecilik mantığı konuşuldu burada, bu Marx’ta da var, mesela Hindistan konusunda söylediği her şey palavra çıkmıştır. Hintli Marksistler bunu söyler. Lenin teorik meselelerle çok ilgilenmemiştir, gerektiğinde bakmıştır. Almanya’da Fordizme karşı işçi sınıfı direnirken, Fordizmi sosyalizm için örnek saymışlardır. Bu, emek süreci konusunda herhangi bir teorik bilgileri olmamasından dolayı, buna eğilmemelerinden dolayı olmuştur. Ulusal sorun konusunda bütün Bolşevikler çuvallamıştır, Lenin hariç. Devrimde uygulanması da işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkına dönüşmüştür. Bolşeviklerin ilk bildirileri, Kırgız ve Sogd halklarına verilir. Daha sonra her dilde bildiri yayınlıyor Bolşevikler. Sogd dilini bilen birini arıyorlar ama yok öyle bir dil, yani bu kadar cahillerdir o konuda, ulusları yaratmışlardır, burjuva ideologlar gibi, milliyetçi ideologlar gibi ulusları yaratmışlardır. Bunlar hatalardır.

12 Eylül darbesi olduktan sonra, insanlar yavaş yavaş hapislerden çıktılar ve yeniden bir şeyler inşa etme çabası içine girdiler ve bunun üstüne Gorbaçov ve 1989 geldi. Bundan daha büyük kriz olamazdı, çünkü insanlar sosyalizm diye SSCB’yi biliyordu, sosyalizm diye Arnavutluk’u biliyordu, sosyalizm diye Çin’i biliyordu. Bunların yıkılması gerçekten bir krizdir, ama neden yıkıldığı konusunda Türkiye’de ve dünyada teorik bir şey yapılmadı. Teori ve Politika da buna dahildir, nasıl olsa yıkıldı tarzında bir kaçış var. Mesela, Troçkist hareketin bu temelde çok ciddi eleştirileri vardır, iki üç tane teori vardır sınıfı karakteri ile ilgili, ama onlar da hiçbir şey yapmamıştır, sınamamıştır. Çökmüştür o teoriler.Burada da hiçbir şey yapmamışlardır, yani yöntem olarak, vesaire olarak. Mesela, Troçki’nin dediği, “eğer ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nde politik bir devrim olmazsa, benim şimdiye kadar söylediklerim yanlıştır” anlayışı, aslında Marksizm için de bir yöntemdir. Yani bilimsel yöntemler sadece determinist şeyler değildir, ve Marksizm bahsettiğim yöntemi kullanmış, oysa Teori ve Politika ve diğer bütün hareketler Troçkizm deyip bunu geçerler, Troçki deyince bir kişinin adı olarak kabul ediliyor, 4 Enternasyonel geleneği vardır, 65 yıl yaşayan. 10 yıl geçti diye Teori ve Politika konuşuyorsunuz ama bir yazı onu eleştirerek ilerlememiştir. Hataları vardır, ihanete varıncaya kadar şeyleri vardır, ama kimse çıkıp onu eleştiremedi, etrafından dolanarak teori oluşturmaya çalışmışlardır. Kriz budur asıl, çünkü onunla yüzleşmek istemiyorlar, çünkü Sovyetler Birliği’nin sınıf karakteri ile yüzleşmek istemiyorlar, Stalinizm ile yüzleşmek istemiyorlar.

Dolayısıyla, teorik kriz devam ediyor ve bundan kurtulmadıkça devam edecek. Yani arınmak lazım, yani Mekke’ye gider gibi Rusya’ya gidip o insanlarla konuşmak lazım. Hadi gitmediniz diyelim, buraya geldiler ticaret yaptılar, hatta bedenlerini bile sattı insanlar. Şimdi, o insanlara Marksizmin krizi deyin, Marksizmde bilmem ne Gazali felsefesi deyin inanmaz size. Dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı sosyalizmden şeytandan kaçar gibi kaçıyor, çünkü onlar bunu yaşadı, siz inkılap tarihi okurken onlar Marksizm-Leninizm okudu liselerde. Tüm bunların etrafından dolanarak politika yapmak yeni engeller yaratmak demektir, ilerlemek değil.

Teşekkür ederim.

MUSTAFA KADIOĞLU (Emekçi Hareket Partisi)- Bu söylediğim şeylerin, Marksist olarak kayda geçmesini istediğim için ve biraz da hataları bana ait olmak üzere konuşacağım.

Daha önceki konuşmacılardan, Özcan arkadaş ve Kayserilioğlu’nun söylediği iki nokta benim de çok katıldığım yerler. Sizin, gerçek ile bilgi arasında bir ayrıma gitmeniz, aslında tipik, bildiğimiz Aristo idealizmidir. Yani bir gerçek var, o başka bir gerçek, bilgi başka bir bilgi… Yani bu bir kere sizin idealizminiz, ki bu Althusser’den gelen bir şey, Althusser bir idealistti…

(Kayıt sonu. Konuşmaların diğer bölümü kayda yansımadığından yazılamamıştır.)

—-&—-

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar