Ana SayfaArşivSayı 39Patrona İsyanı

Patrona İsyanı

 
 
 
Patrona İsyanı*
1730 İsyanı Tertib ve Cereyan Tarzı
 M. Münir Aktepe

 Patrona Halil ve hâmileri

XVIII. asır Osmanlı tarihinin belli başlı hâdiselerinden biri olan 1730 isyanına, onun ele başılarından Patrona Halil’in adı ile «Patrona isyanı» denilmiştir. Patrona Halil aslan Arnavudlugun Horpeşte kasabasından idi[1]. Ailesi ve Arnavudluk’dan ne şekilde ayrılmış olduğu hususunda, tedkik ettiğimiz eserlerde, hiç bir kayda tesadüf edemedik. Onun hakkındaki ilk bilgilerimiz, ancak Patrona isimli bir gemide veya Patrona gemisinde levend olarak vazife görmesinden, hattâ bu gemide bir ayaklanma dahi tertip etmesinden itibaren başlamaktadır[2].

Ruhen kötü bir adam olduğu anlaşılan Halil, bahis mevzuu gemide, levendliği esnasında, arkadaşlarını ifsad ederek isyana teşvik etmiş; lâkin plânlarında o zaman muvaffak olamamıştı. Daha sonra da levendlikten ayrılarak Rumeli’ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır. Onu bu suçundan dolayı mahkûm olduğu ölüm cezasından kurtaran şahıs ise, o zamanlar kapdan olan ve bilâhire yâni 1730 isyanı sırasında damad-ı şehriyari bulunan Abdi Paşa idi[3]. Sandwich’in kayd ettiğine nazaran, Halil, ancak Rumeli’de hemşehrileri arasına iltica ettikten sonra Patrona lâkabını almış bulunuyordu.[4]

Patrona Halil Arnavudluk’dan Niş şehrine geçmiş, burada yeniçeri olarak 17 inci ortaya intisab etmiş[5] ve 1718 Pasarofça muahedesine kadar[6], sessizce bu vazifede çalışmış ise de, müteakiben Vidin’e gönderilen muhafız askerleriyle birlikte, bu şehre gelmiş ve nihayet Niş’den Vidin’e sirayet eden bir ayaklanmanın ele başıları miyanında tekrar ortaya çıkmıştır[7]. Bahis mevzuu isyanın, ilk günlerde korkunç neticeler tevlid ettiği, hattâ âsilerin padişahı hâl’ etmek üzere İstanbul’a yürümeği dahi kararlaştırdıkları, fakat hâdiseyi basdırmaya memur Mısır vâlisi Kara Mehmed Paşa’nın zorba reisleri arasına nifak sokmak suretiyle evvelâ bunları ikiye ayırdığı ve sonunda, Mehmed Paşa’nın hepsini kırmaya muvaffak olduğu ma’lûmdur. Yalnız burada ehemmiyetle üzerinde durulacak bir nokta vardır ki, bu da padişahın hâl’ini düşünen bir âsi gurubu içinde Patrona Halil’in dahi bulunması ve bilâhire kaçmaya muvaffak olmasıdır. Patrona bu def’a da evvelâ memleketine gitmiş ve oradan İstanbul’a geçmişti.[8] Sermayesi ve san’atı olmadığından, bu şehirde önceleri seyyar satıcılık, eskicilik ve dellallık gibi, ayak üzeri işler yapıyordu. Sandwich’e nazaran, Patrona, yüksük, düğme, iğne, iplik nev’inden eşyayı hâvi sepetini boynuna geçirir ve akşama kadar İstanbul sokaklarını dolaşırdı. Akşamları ise Galata tarafına geçer ve günlük kazancını meyhanelerde sarf ederdi. Tamamen başı-boş bir ömür sürüyordu. Nihayet günün birinde, arkadaşlarından birini öldürdüğü için Galata voyvodası tarafından yakalandı ve habsolundu; bilâhire, sabıkalı bir şahıs olduğu tahkikat neticesi anlaşılınca, idamına hükmedildi. Fakat bu emrin tatbiki sırasında, Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın müdahalesiyle ölümden kurtuldu. Sandwich, Patrona’nın İstanbul’a geldikten bir müddet sonra, Kapdan-ı derya’nın adamlariyle tanışmış ve Mustafa Paşa’nın himâyesi altına girmiş olduğunu kayd eder.[9] Mustafa Paşa’nın, Patrona Halil gibi adamları himâyesi cidden dikkate şayandır. Bu keyfiyet, onun bir takım karanlık tertipler peşinde koşduğunu da isbat ediyor. Maamafih, Patrona’nın ilk isyanında afvına sebeb olan Kapdan Abdi Paşa da bu esnada vezir ve aynı zamanda damad-ı şehriyari olarak İstanbul’da bulunmakta idi. İleride göreceğimiz vechile, Abdi Paşa’nın bir aralık Patrona ile uyuşması, bu sergerdenin İstanbul’da esaslı hâmileri bulunduğunu bize göstermektedir. Patrona Halil, halk arasında gaibden haber veren adam olarak da meşhurdu. Müahhar müelliflerimizden Ferâizî-zâde Mehmed Said Efendi, onun dellaklık dahi ettiğini yazıyor.[10] Hasılı Patrona hayatı karışık ve karanlık insandı diyebiliriz.

28 Eylül 1730 Perşembe

Patrona Halil, şübhe yok ki, kendisine lâzım gelen talimat verildikten sonra, 25 Eylül 1730 (12 Rebi’ül-evvel 1143) tarihinde, yâni meşhur mevlid günü, padişah ile bir kısım devlet erkânının Üsküdar’da Vâlide cami’inde bulundukları sırada, arkadaşlariyle birlikte son ictimaı yapmış ve bu toplantı da kat’î şekilde isyan günü kararlaşdırılmıştı.[11] Sözde şeriatın emrettiği hususları tatbik gayesiyle bir araya gelen âsiler, nihayet kararları vechile, 28 Eylül 1730 Perşembe sabahı, Bayezid cami’i hareminin Kaşıkcılar kapısı önünde toplanmağa başladılar[12]. Patrona’ya bu dâvada yardım eden en yakın arkadaşları Muslu Beşe ile Emîr Ali idi[13]. Bunlardan sonra, Ali Usta, Kara Yılan, Çınar Ahmed[14], Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail, Canbaz Emîr Musa, Hâfız Ahmed Paşa kethüdası Salih Ağa[15], Turşucu İsmail, Serdengeçti ağası Karagöz İbrahim, Gazi Beşe, Bayram, Çelo, Veli, Mustafa, Dereköylü Ali[16], sabık Cebeciler kethüdası Receb[17] gibi daha bir çok kimseler ihtilâl erbâbı arasında yer alıyordu. Mezkûr zevatın lâkab ve mesleklerine dikkat edilirse, bu isyanın kahramanlarının daha ziyada hangi zümreden olduğu çok iyi anlaşılır.

Muhtelif tahminlere nazaran, başlangıçta miktarları 25-30 arasında tahavvül eden bu zorbalar, evvelâ üç bayrak altında, üç guruba ayrıldılar; bilâhire bunlardan birincisi Patrona Halil’in ve diğer ikisi de arkadaşlarının idaresinde olmak üzere, üç ayrı koldan Çarşı’ya girdiler. Her biri yalın kılıç etrafa saldırıyor ve haksızlığı, zulmü bertaraf, şerîat-ı Muhammedi’yi tatbik için, Çarşı halkını bayrakları altına dâvet ediyorlardı. Daha doğrusu zorbalar bir taraftan iyice silâhlanmakta, diğer taraftan, Çarşı kâhyası vasıtasiyle dükkanları zorla kapattırıp, esnafı kendilerile iş birliğine çağırmakta idiler. Âsilerden birinci gurub eski Bedestan, ikinci gurub Çadırcılar ve Yağlıkcılar, üçüncü gurub da Bayezıd-ı Veli’den gelmekte olan yolları takiben çarşıyı dolaşmış ve nihayet her üçü, Çarşı’nın dışında,  kendilerine iltihak eden adamlarla birlikte, buluşduktan sonra, kalabalık bir kitle hâlinde Bahçe-kapısı’ndan Divan-yolu ile Et-meydanı’na doğru yürümüşlerdi.[18] Gayeleri buradaki Yeniçeri kışlalarında kalan bir kısım neferatı da kendi aralarına almaktı. Bu sebeble kapıların önünde dolaşmağa, aynı zamanda yeniçerileri ikna’ için görüşmelere başladılar ve sonunda kapıları açtırıp içeri girmeye muvaffak oldular.

Abdi tarihinin kaydına nazaran, bu esnada diğer bir kısım zorbalar ‘ateş kayıkları’ ile ve siper tarikile Üsküdar tarafına geçmiş, Kavak iskelesinden dışarı çıkarak, ordugâhta bulunan bâzı kimselerin canına dahi kıymışlardı. Bu arada Eski odalar önünden Saraçhane’ye gidilmiş ve bu çarşı da derhâl kapatılmıştı[19].

İsyanın tenkili için faidesiz teşebbüsler

Zorbaların ayaklanma günü olarak seçtikleri 28 Eylül 1730 tarihi, perşembeye, yâni dâirelerin tatil gününe tesadüf ettiğinden, memurlar iş başında değildi; aynı zamanda bir çok kimseler yazlıkta, İstanbul civarında bulundukları gibi, ma’lûm olduğu üzere, vüzeranın ekserisi, Padişah da dahil, hep Üsküdar tarafında idiler. Bu bakımdan vak’a sabahı, âsilere karşı derhâl faaliyete geçilemedi; daha doğrusu şehrin asayişi ile alâkalı ve bu iş ile ilgilenmesi lâzım gelen bâzı kimseler, hemen harekete geçilememiş olması hususunda kendilerini mâzur göstermek maksadiyle, bilhassa böyle bir günü intihap ettirmişlerdi diyebiriz.

Garbli müşahidlerin yerinde olarak tebarüz ettirdikleri vechile, isyan başladığı anda, hakikaten sıkı tedbir alınmış olsa idi, bu ateşi hemen basdırmak kolay olacaktı. Fakat şehirde asayişi temin edeceklerden kimse yoktu. Bulunanlar da, mes’eleye lâzım gelen ehemmiyeti vermemiş veya alâka göstermek istememişlerdi. Her ne kadar bir tesadüf eseri olarak, Kethüda Mehmed Paşa, kızının düğünü münasebetiyle, dünürü Aşcı Mehmed Paşa’nın ziyafeti için İstanbul’a inmiş, ve bu suretle vak’ayı aynı günün sabahı haber almış, hattâ eskiden beri düşündüklerinin hakikat hâline geldiğini görerek derhâl âsileri tenkil gayesiyle yola çıkmış ise de, bir şey yapmaya muvaffak olamamıştı. Çünki kendi idaresinde her hangi bir kuvvet mevcut değildi. Üstelik yolda gördüğü bâzı kimseler, âsilerin bilhassa kendisiyle efendisi İbrahim Paşa’nın katli için ayaklandıklarını söylemişlerdi. Bu sebeble, ancak Eyüb taraflarına firar ile canını kurtarabildi. Yaptığı yegâne iş ise, yeniçeri ağasile, kaymakam paşaya durumu ihbar için adam göndermekten ibaret olmuştur.[20]

Bu vaziyet karşısında yeniçeri ağası ise, mes’eleye lâkayd kalamadı ve atına binerek 300 kişiyle birlikte şehrin başlıca sokaklarını dolaşdıktan sonra, vak’a mahalline geldi. Fakat onun ne şiddet ve ne de mülâyimet tarikiyle âsileri teskine muvaffak olamadığı; bilâkis bu dolaşmanın daha büyük karışıklıklara sebebiyet verdiği görüldü. Sandwich’e nazaran, Hasan ağanın muhafızları, bilhassa dükkânları daha sıkı bir surette kapamalarını Çarşı halkına tenbih ediyorlardı[21]; hattâ onlar, efendilerinin âsiler ile beraber olmasını ve açıkca zorbalara yardım etmesini de istiyorlardı.[22] Bundan dolayı Ağa, zorbalar ile adamları arasında çok müşkül bir durumda kalmış ve ancak kıyafet değişdirmek suretiyle kaçabilmişti. Mignot bu firara sebeb olarak, Patrona Halil’in, yeniçeri ağasını bir hayli sıkışdırmış ve ölümle tehdid etmiş olduğunu yazar.[23] Sandwich ise bu fikirde değildir; o, Hasan Ağa’nın, âsilerin kendi konağını muhasara edeceklerini haber alarak Üsküdar’a geçmesi keyfiyetini, bir tertib eseri olarak kabûl  etmektedir.  Hülâsa, Hasan Ağa’nın bu mes’elede, her iki taraf için de istenilen faal rolü icra edemeden sahneden çekilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Kethüda Mehmed Paşa’nın, İstanbul’un asayişini temine dâvet ettiği şahıslardan bir diğeri de, şehrin kaymakamı Mustafa Paşa idi. Padişah ve sadrıâzamın İstanbul’da bulunmadığı esnada, merkezin emniyeti ile mükellef olan bu zât ise, bahis mevzuu hâdiseyi, Boğaziçi’ndeki yalısında ve resmen öğle üzeri haber almıştı. Tabii vazifesi icabı İstanbul’a inmeye mecbur kalmış ve bir sandal ile doğru Tersane’ye gelmişti. Mustafa Paşa buraya muvasalatında, evvelâ emrinde olan askerlere  lâzım gelen talimatı verdi; yâni padişahın kat’i surette emri olmadıkça, hiç bir harekette bulunmamalarını tenbih etti. Daha sonra Tersane’den ayrılarak, İbrahim Paşay-ı atik civarında oturmakta  olan  annesinin  yanına  gitti.[24] Sandwich’in kaydına nazaran, annesi Mustafa Paşa’ya, sadrıâzamın şimdiye kadar yapmış olduğu bir çok iyilikleri hatırlatmış, minnetdarlığın namuslu bir adam için başlıca vazife olduğunu bildirmiş ve daha bâzı hususlarda nasihatlerde bulunduktan sonra, isyanı teskin için diğer hükûmet erkânına yardım  etmesini söylemişti.[25]

Mustafa Paşa’nın efâl ve harekâtını sarih bir şekilde açıklayan bu ifade, onun düşüncelerinin dahi ne merkezde olduğunu gösterir. Mustafa Paşa, vâlidesinin evinden sonra, vaziyeti ıslâh için Kapı’ya giderken bedestana uğramış ve sözde çarşıyı açtırmak için gayret sarf etmişti; fakat  bâzı kimseler onun bu esnada dahi zorbaları görmemezlikten geldiğini ve vezîr-i âzam ile kethüdası ortadan kalkmadıkca bu isyan bertaraf edilemez gibi sözler sarf ettiğini rivâyet etmişlerdir.[26] Abdi tarihi, Mustafa Paşa’nın, Kapı’da âsileri tenkil için Mısır beylerinden Ali Bey ile görüşdüğünü kayd etmekle beraber[27]; Sandwich, Mustafa Paşa’nın kendi konağında, zorbaların mümessillerini kabûl ettiğini ve onların kaymakam paşayı iş başına getirmek istemelerine mukabil, Mustafa Paşa’nın, bunlara, henüz daha beklenilen vaktin gelmediğine işaret ile, âsileri teskine çalışmış olduğunu yazıyor.[28] Maamafih sonunda Mustafa Paşa’nın dahi iki taraflı bir siyaset tâkib etmekten âciz kaldığını ve nihayet Üsküdar’a geçmek suretiyle durumdan padişahı mecburen, vazife îcabı haberdar ettiğini görüyoruz.

Bu suretle, belki bir tertib eseri olarak, şehirde âsiler tamamen serbest bırakılmış, İstanbul’un emniyetine memur yeniçeri ağası ile kaymakam paşa gibi zevat da ciddi hiç bir teşebbüsde bulunmadan, Üsküdar tarafına geçmişlerdi.

Üsküdar ve İstanbul tarafında yapılan toplantılar

Mustafa Paşa’dan önce Üsküdar’a geçen yeniçeri ağası Hasan Ağa, derhâl meydana çıkıp durumu vezîr-i âzama arzedememişti. Ancak kaymakam paşanın da ordugâha varması üzerine, birlikte, İstanbul’ daki vaziyet önce İbrahim Paşa’ya ve bilâhire padişaha söylenebilmiştir. Maamafih öyle anlaşılıyor ki, Mustafa Paşa ile Hasan Ağa dahi, ilk anda hâdiseyi bütün şumûlü ile izah etmekten çekinmişlerdir. Onlar sadrıâzama vak’ayı, alelâde bir hâdise olup, bir kaç serserinin çarşıda dolaştıkları ve biribirleriyle kavga ettikleri, esnafın ise korkudan derhâl dükkânları kapadıkları şeklinde nakletmiş bulunuyorlardı. Böyle olmakla beraber, mes’elenin ehemmiyetini idrâk  eden III. Ahmed, kendi riyasetinde, hemen ikinci bir meclis toplanmasını emretti ve bu mecliste mes’ele açık bir şekilde ortaya çıktı. Keyfiyetten fena hâlde teessüre kapılan İbrahim Paşa’nın, şiddetle Kapdan Mustafa  Paşa’ya  hücum ettiği görüldü ve hattâ padişaha hitaben: “Sultanım, bu korkak adamları nasıl oluyor da elan yanınızda ve hayatta bulunduruyorsunuz” diyerek, isyanın sür’atle basdırılmasına taraftar olduğu fikrini izhar etti.[29]

İsyanın ilk anlarında, bizzat İstanbul’da bulunan Saray ağası Mustafa Ağa, Silâhdar ağası Bekir Ağa ve Dârüssaade ağası Beşir Ağa gibi ağalar da vak’ayı duyar duymaz, Saray-ı hümâyunun bir baskına uğramaması için tertibat almakla beraber; Üskü­dar’a adam gönderip padişahı  ve vezîr-i âzamı haberdar etmekten korkmuşlardı.[30] Hülâsa yukarıdaki şekilde durumdan haberdar olan III. Ahmed, önce hâdisenin ihbarında kusuru olanları aramaktan ziyade, âsilerin tenkili üzerinde durmak mecburiyetinde kalmış ve Saray-ı hümâyun’a gönderilen adamlar vasıtasiyle, Silâhdar Ağa’nın has ağalar ile birlikte mukaddes sancağı ve Hırka-i saadet’i alıp Üsküdar’a geçmelerini emretmişti; aynı zamanda İstanbul tarafında bulunan vüzera ile ulema da buraya çağrıldı.[31] 28 Eylül 1730 Perşembe günü akşamı, önce vezîr-i âzamın riyasetinde ve bilâhire padişahın huzurunda, Hatice Sultan’ın sarayında toplanan meclisler bir hayli münakaşalı geçti.[32] Hemen bütün devlet erkânının iştirâk ettiği bu toplantılarda, vezîr-i âzam İbrahim Paşa, âsilere karşı, silâhlı kuvvetlerin başında olmak üzere bizzat kendisinin gitmesini istiyordu. Hazır bulunanların ekserisi de ayni fikirde idi. Fakat rivayete nazaran, Rumeli kazaskerlerinden Başmakçı-zâde Abdullah Efendi, bu tarz bir hareketin şeriata mugayir bulunduğunu söyleyerek, müslüman kanı dökmenin doğru olmadığını iddia etmiş ve sonunda büyük bir ihtilâl zuhur eder demek suretiyle, vezîr-i âzamın silâhlı olarak tenkil hareketinde bulunmasına şiddetle muhalefet göstermiştir.[33]

Başmakcı-zâde’nin bu mütalâası karşısında, padişahın, damadı vezîr-i âzam İbrahim Paşa’nın fikrini dahi kabûl etmemekle beraber, hiç bir şeye  karar vermeden   meclisi  terk ettiği  ve İstanbul’da toplanılmasını emir buyurduğu görüldü. III. Ahmed de dahil olduğu hâlde, vüzera, ulema ve saray erkânı, aynı gece büyük bir telaş ve korku içinde Sarayburnu’nun Yalı-köşkü cihetinden karaya çıkarak saraya dahil oldular. Bu anda bir başsızlık hüküm sürüyor, kimse ne yapacağını bilemiyordu.[34] Padişah, Başmakçı-zâde’nin fikirlerinden maada, her zaman için büyük bir hürmet gösterdiği ablası Hatice Sultan’ın dahi ayni mealdeki nasihatleri üzerine, kararsızlıktan bir türlü kurtulamamıştı. III. Ahmed, maiyetiyle birlikte Üsküdar’dan ayrılırken, Hatice Sultan kendini bir odaya almış ve padişaha böyle anlarda vüzerasından hiç birini yanından uzaklaştırmamasını,   hatta  icabederse   onlan  feda  dahi   etmesini tavsiye etmişti.[35] Bu sebeble vezîr-i âzamını hiç bir şekilde yanından ayırmak istemiyordu. Nihayet Hırka-i saadet odası haricinde, mabeyn kapısı yanında, alaturka saat sekiz buçuğa kadar vüzera ve ulema ile bir çok toplantılar daha yapıldı. Lâkin hiç bir karara varılamadı. Herkes âsilerin pek fazla olmadığını, onların bir hamlede dağıtılabileceğini söylediği hâlde, üzerlerine bir mikdar kuvvet ile gönderilecek adam bulunamadı.[36] Fransa sefiri Marquis de Villeuneve, 7 Ekim 1730 tarihli raporunda, bu mes’eleye dair şunları yazmaktadır:

“… Vezirlerde sultanı ahaliye gösterecek kadar metanet olsa idi, belki ahalinin padişâhlarına karşı olan korku ve hürmetleri dolayısiyle âsileri dağıtmak mümkün olabilirdi. Bu sırada âsilerin miktarı üç dört bin kişiden fazla değildi. Fakat padişâhın kararsızlığı ve âsilerden ne istediklerini soracak kadar zaaf göstermesi, hükûmetin perişanlığını ortaya koydu ve âsiler bundan cesaret buldular…”[37]

İsyanın inkişafı ve mahkûmların serbest bırakılması

Kethüda Mehmed Paşa ve yeniçeri ağası ile Kaymakam Mustafa Paşa’nın şehir içindeki faaliyetleri, yukarıda görüldüğü vechile, müsbet bir netice vermemiş, bilâkis âsilerin kuvve-i maneviyesini tamamen takviye etmişti. Zorbalar İstanbul’un başlıca caddelerini dolaşdıktan sonra Et-meydanı’nda, yeniçeri kışlalarının önüne gelmiş ve meydan kapısını zorla açtırıp içeri girdikleri gibi, kul kethüdasının ortası olan birinci bölüğün veya ikinci oda ile beşinci odanın önüne bayraklarını dahi dikmiş bulunuyorlardı. Bunlar, bir taraftan vaktiyle bu ocağa mensub Patrona Halil ve Muslu  gibi reisleri vasıtasiyle, yeniçerileri kendi bayrakları altında ictimaa dâvet ederken; diğer taraftan toplanacak haşarat sayesinde kuvvetlerini de çoğaltmak  azminde idiler. Burada derhâl şunu kayd edelim ki, Eski-odalar’da kalmış  olan yeniçerilerin yüksek rütbeli subayları çoktan ortadan kaybolmuştu. Garb müelliflerinden Crouzenac, onlar isyanın faili olarak itham edilmemek ve aynı zamanda âsileri tenkile mecbur  kalmamak için gizlenmişlerdi diyor.[38] Hâdisenin başlangıcında bir çok kimseler, ayaklanmanın nasıl bir netice vereceğini kesdiremedikleri için mütereddid bir vaziyet takınmışlardı. İlk anda, merak sâikasiyle zorbaların etrafına bir hayli insan toplandığı hâlde, bu mikdar birinci günü akşama doğru çok azalmıştı; hatta burada kalanların içine bir korku dahi düşmüş ve hemen hepsi bir tarafa kaçmayı düşünmüştür. Fakat Patrona Halil’in metanet ile hareketi, bu dağılmanın önüne geçmiştir diyebiliriz. Patrona mukavemet göstermeyüp dağıldığımız veya mukavemette muvaffak olamadığımız takdirde ölüm bizim içindir; ancak kurtuluş yolu azim ve sebattadır. Sebat ve mukavemet edecek olursak muvaffakiyetimiz de muhakkaktır, sözleriyle arkadaşlarını ikna etmiş ve sonunda dediği çıkmıştır. Hükûmet erkânı, yukarıda dahi izah ettiğimiz üzere bir türlü münakaşalardan kurtulup da bunları tenkile gidememişti. Âsiler, vak’anın ikinci günü sabahı, üzerlerine kimsenin gelmediğini görünce daha büyük bir cesaretle işe sarıldılar ve bunu gören bir çok kimseler de zorbaları takviye etmeye başladılar. Patrona Halil, Çınar Ahmed, Muslu ve Emir Ali gibi şefle, yer yer, halkı bâzan tehdid, bâzan bir takım vaadlerde bulunmak suretiyle kendilerine ilhak ediyorlardı. Yine bunlar, Cuma namazından bilistifade, Orta-cami’in önüne gelmiş ve bir gün evvel gizlenmiş olan yeniçeri zabitanından, ocak ihtiyarları, başeskiler, bayraktarlar ile oda-başıları, namazdan çıkarken yakalayıp, kendi bayrakları altına götürmeye çalışıyorlardı. Hülâsa acemi oğlanların da bunlara iltihakı üzerine, yeniçeri kazanları meydana çıkmış ve böylece vak’anın vechesi birden değişmiş oldu. Bir taraftan Topkapısı’na insan celbi için adam gönderiliyor, diğer taraftan sekban-başı Ali Ağa’yı meydana getirmek ve Hırka-i şerif’den mukaddes eşyaları aldırmak için hey’etler yollanıyordu.[39]

29 Eylül 1730 Cuma akşamına doğru zorbaların mikdarı çok artmış ve esaslı surette harekete geçme zamanı gelmişti. Yalnız görülecek işleri şeriate uydurabilmek için ilmiye ricâlinden bâzı kimselerin de burada, kendileriyle iş-birliği yapması lâzım geliyordu. Bu sebeble Kudüs kadılığından mâzûl Samancı-zâde Efendi’yi cemiyetlerine getirdiler. Bilâhire hariç müderrislerinden İbrahim Efendi bunlarla birleşti. İbrahim Efendi, âsilerin her dediğini tasdik eden bir kimse olduğundan, derhâl zorbalar tarafından İstanbul kadısı nasbedildi ve bu suretle âsiler, İbrahim Efendi’den arzu ettikleri şekilde fetva almaya başladılar. Patrona Halil ve arkadaşları bu fetvalara müsteniden, istedikleri adamları meydana celb ediyor, gelmeyenlerin evlerini basdırıp, kendilerini aratıyor, bir taraftan da mahkûmları afvettiriyordu. Baba-Cafer’e, Ağa-kapısı’na, Hisarlar’a ve Galata zindanı ile Tersane’ye adamlar gönderilmiş, umum mahkûmlar, taş gemilerindeki esirler, kendilerine yardım etmek şartiyle serbest bırakılmıştı.[40] Hülâsa İstanbul’da ne kadar haşarat varsa, hepsi meydana çıkmış ve çeşidli hâdiselerin zuhûriyle ortalık iyice karışmış idi.

Zorba reisleri kendilerini kâfi derecede kuvvetli hissettikten sonra, Et-meydanı’ndan göndermiş oldukları adamlar ve bayraklar vasıtasiyle, cebeci, topçu, toparabacı, tersaneli, sipahi ve silâhdar gibi muhtelif birliklere mensub askeri kuvvetleri de kendileriyle iş-birliği yapmaya dâvet ettiler. Bunlardan bir kısmının doğrudan doğruya, bir kısmının da bâzı müzakereler neticesi, âsilere iltihak ettiği görüldü. Saydığımız zümreler haricinde, zorbaların, haklarına büyük bir ihtimam göstermiş oldukları Rum, Ermeni ve Çingene cemaatlerine mensub daha bir çok kimseler de âsilerle birleşmiş veya bitaraf kalmışlardı.[41] Zorbalar bir taraftan kuvvetlerini artırmaya, diğer taraftan teşkilâtlanmaya çalışıyorlardı. Aralarına aldıkları bir iki ilmiye ricâlinden sonra, yeniçeri ağası Hasan Ağa’nın, vaktiyle Vidin vak’asından dolayı katledilmesi lâzım gelirken, 40 akçe ile takaüde sevk ettirdiği sabık cemaat çorbacılarından Nişli Kel Mehmed Ağa’yı[42], Saraçhane başında elde ederek, getirip kendilerine yeniçeri ağası yaptılar. Bilâhire, Kılburun ağalarından ensesi urlu Murtaza Ağa’yı sekban-başı ve beytülmâlcilikten mâzûl Mustafa Ağa’yı kul kethüdası tâyin ettiler. Bunlardan maada Ali Efendi’ye, kethüda yeri Şişman Salih Ağa’ya muhtelif vazifeler verdiler. Başlangıçta eskici, sebzeci ve kahveci gibi türlü esnaf zümresine mensub insanların tertiblediği bir vak’a şeklinde görünen bu isyana, şimdi daha yüksek kademeden, devlet hizmetinde vazife gören kimselerin açıkca katıldıkları müşahede ediliyordu. Her ne kadar cebecilerin başına bozahanelerde çöğür çalan İbâdi[43] isimli biri ağa olmuş ise de, Kasab-başı Abdullah Ağa’nın damadı vezir ağası İbrahim Ağa, Sipahi ağası nasbedilmiş; Mehmed isimli diğer bir vezir ağası da silâhdarların başına geçmişti.[44] İstanbul’da bulunan yabancı müşahidlerin tahminine nazaran, bu esnada, zorbaların mikdarı ise asgari iki bin kişi idi.[45]

Sarayın zorbalarla teması ve âsilere yeniden tenkil teşebbüsleri

İki tarafın durumu yukarıda arzettiğimiz vaziyette bulunurken, devlet adamlarının kararsızlığı, daha doğrusu âsilerin üzerine sevk edilecek kuvvete îtimat edilememesi, isyanı silâhla basdırmak imkânını selbetmiş ve herkesi uyuşma fikrinde birleştirmişti. Bu sebeble 29 Eylül 1730 Cuma günü, Saray-ı ‘hümâyûn’dan, haseki ağası, 25 kişilik bostancı refakatinde, Et-meydanı’na gönderildi. Ağa, zorbaların arzusunu öğrenecek ve onları bir takım vaadlerle teskin ve tatminden sonra, dağılmalarını emredecekti.[46] Aksi takdirde, hepsini ölümle tehdid suretiyle, bu neticeyi sağlayacaktı.

Haricle münasebetin bu safhada bulunduğu esnada, Filorya’da ikamete memur Zülâli Hasan Efendi’nin birden Saray-ı hümâyûn’da ortaya çıktığını görüyoruz. Devlet erkânı, bilhassa vezîr-i âzam İbrahim Paşa, Zülâli Hasan Efendi’ye îtimat edememiş olacaklar ki, kendisini Filorya’daki menfasından alıp saraya getirtmişlerdir.[47] Fakat bu devreye kadar geçen zaman zarfında her iş olup bitmişti. Zülâli Hasan Efendi, şimdi kendini kurtarmak gayesiyle, şiddetle âsilere hücum ediyor ve derhâl onların tenkiline taraftar görünüyordu. Vüzeradan bâzı kimseler de Hasan Efendi’yi destekliyor ve III. Ahmed’i dahi bu cihete teşvik ediyorlardı. Lâkin bu def’a kazasker Mirza-zâde şeyh Mehmed Efendi mes’eleye müdahale ederek, henüz gönderilen elçi cevab getirmemiştir, onun getireceği cevabı beklemek lâzımdır demek suretiyle ortaya çıkmış ve müftiye “behey efendi he­nüz irsâl olunan haseki avdet etmeyüb kaziyye-i dâvalan ma’lûm değil ve bu cemiyetin cümlesi ehl-i fısk u fücur olduğu mefhum değil ne suretle netice-i işkâl-i kıtale fetva dâde oldunuz”[48] şeklinde sert bir cevab vermiştir.[49] İşte böylece, isyanın ikinci günü sarayın mukavemet azmini önleyenlerden bir diğer şahıs yine ilmiye ricâlinden olmuş oluyordu.

Nihayet haseki ağa bir müddet sonra saraya döndü. Fakat kararsızlık içinde bocalayan saray erkânının ve vezirlerin ahvalini, haseki ağanın teklifinden gayet iyi anlamış olan zorbalar, belki de bir kısım efendilerinden aldıkları gizli talimat sonunda, padişâhın dağılmaları hususundaki emirlerine red cevabı vermişlerdi. Tehdide hiç aldırmadan, bizim de padişâha arzolunacak haklı şikâyetlerimiz vardır diyorlardı ve istedikleri, sadrıâzam, şeyhülislâm ile Kethüda Mehmed Paşa gibi -burada Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın ismi olmaması dikkate şayandır- devlet ricâlinden 37 kişinin kendilerine teslimini taleb etmişlerdi. Onların şikâyetleri dinlenüp bu arzuları yerine getirilmedikçe, silâhları da terk etmeyeceklerini bildiriyorlardı.[50] Haseki ağa, saraya gelir gelmez, evvelâ vezîr-i âzamı gördü. İbrahim Paşa, padişâhın huzurunda,   asla kendi isminden bahsetmemesini ağaya sıkı bir şekilde tenbih etti. Bilâhire beraberce huzura girerek mes’eleyi III. Ahmed’e anlattılar. Bilcümle vüzera önünde, âsilerin taleb ettikleri isimler okunduğunda, padişâhın fikri alt-üst olmuştu. III. Ahmed âsilere kızmakla beraber, sadrıâzamı da bu işden mes’ul tutmaya başlamıştı.[51] İbrahim Paşa ise, mütemadiyen efendisinden, kendini bir kısım kuvvetle birlikte, gidip zorbaları tenkil etmesi için serbest bırakmasını rica ediyor; lâkin padişâh,  bu  fırsattan  istifade  damadının elinden kaçacağı korkusiyle, onu bir türlü yanından ayırmıyordu. Bizzat kendinin gitmesi hususundaki teklifleri de red ediyordu. Maamafih III. Ahmed sonunda bu işin mücadelesiz, kan dökülmeden halledilemiyeceğine kanaat getirdi ve mukaddes sancağın Orta-kapı üzerine dikilerek, hakiki müslümanların altına çağrılmasını emretti.[52] Yeniçeri ağasının bu hususa muhalefetine rağmen, münadiler, mukaddes sancağın altında toplanıp, âsilere karşı mücadele edecek hakiki müslümanlara bir miktar para verileceğini, tahsisat bağlanacağını ilân ettiler. Fakat hiç bir netice çıkmadı. Ahalinin mühim bir kısmı bu dâvete icabet etmemişti. Gelmek isteyenlerin ise, bir kısmı Patrona ile onun adamları tarafından dağıtılıyor, bir kısmı da kimsenin gelmediğini görünce dönüp gidiyorlardı.[53] Hülâsa Sultan Ahmed ile bâzı vezirleri düşüncelerinde aldanmış, daha doğrusu bu yoldaki faaliyetlerinde geç kalmışlardı.

Muvaffakiyetsizlik ile neticelenen bu teşebbüsten sonra, saraydaki bostancıların silâhlandırılmasına karar verildi; lâkin bundan dahi bir fâide temin olunamadığını görüyoruz. Silâh altına çağrılan bostancıların her biri bir tarafa kaçmış, en tecrübesizleri meydanda kalmıştı. Bunlar da müslümanlara karşı harb edemeyiz diyerek, âsilerle mücadeleden kaçınıyorlardı. Padişâh ile sadrıâzamın âczi, onları ümitsizliğe düşürmüştü. Nihayet diğer bir hâl çaresi olarak Tersane’deki kuvvetlere müracaat şekli uygun görüldü. III. Ahmed, evvelâ Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın yerine daha ziyade îtimat ettiği kendi damadlarından Abdi Paşa’yı tâyin ile Tersane’nin idaresini tamamen ona bıraktı. Burada Mustafa Paşa’nın azli mes’elesi dikkati çekmektedir; demek oluyor ki, padişahın Mustafa Paşa’ya güveni kalmamıştır. Esasen onun, âsiler tarafından haseki ağa vasıtasiyle istenilen devlet ve saray erkânı arasında isminin olmaması, mevcud şübheyi aşikâr bir hâle getirmişti. Patrona ihtilâli esnasında Türkiye’de bulunan Macar mültecilerinden Mikes, 5 Ekim 1730 tarihli bir mektubunda, zorbaların sadrıâzamı, kethüdayı ve şeyhülislâmı taleb ettikleri hâlde, Mustafa Paşa’yı istememiş olmalarından, vezîr-i âzamın endişe ettiğini ve Mustafa Paşa’yı evvelâ habs ile az sonra da boğdurttuğunu yazmaktadır ki, bu da onun, isyanda yakınen alâkası olduğunu tasdik eden diğer bir kayıddır.[54]

Mustafa Paşa’nın yerine getirilen Abdi Paşa, hem tersaneyi zabt u rabt altına alacak, hem de saraya yardım ile âsileri tedib edecekdi. Fakat maateessüf hakikat bunun aksine tecelli etmiştir. Evvelâ sarayı iltizam eder görünen Abdi Paşa, kapdan-ı deryalığın kendine tevcihini müteakib, vaktiyle kendisini idamdan kurtardığını gördüğümüz Patrona Halil ile yaptığı bir konuşma sonunda, âsiler tarafını tutmuş veya onlarla beraber olmak mecburiyetinde kalmıştır. Bir rivayete nazaran, Patrona Halil, yeni durumu haber alınca derhâl Tersane’ye koşmuş ve Abdi Paşa’yı mücadele neticesi kendisiyle iş-birliğine icbar etmiştir. Diğer bir rivayete nazaran da Abdi Paşa, zorbaların duruma hâkim olduklarını anlayınca, kendi memuriyetini tasdik etmeleri şartiyle, âsiler tarafına geçmiştir. Hülâsa, III. Ahmed’in bu damadı, yâni yeni kapdan-ı derya da âsiler safında yer almış bulunuyordu[55] ve bu suretle Tersane’deki kuvvetlerden dahi beklenilen fâide temin olunamamıştı.

Çaresizlik içinde Saray-ı hümâyun’da kıvranıp duran İbrahim Paşa ise, bir ara ne yapacağını şaşırmış ve iç ağalarını silâhlandırıp âsiler üzerine göndermek istemişti. Maamafih buna da padişâhın muvafakat etmediğini görüyoruz. Diğer taraftan tam bu esnada yağlıkcılar kethüdası Acem Bekir isminde bir adam saraya gelip, İbrahim Paşa’ya “efendim bana atlmış kise akçe verirseniz serdengeçdi yazdırır ve bu eşkıya güruhunu dağıtırım” diye müracaatta bulunmuş; lâkin onun hareketlerinde samimi olmadığı, zor­baların casusu olarak saraya girdiği anlaşılınca, derhâl habsedilmişti. Bununla beraber teklif olunan usûl İbrahim Paşa’ya câzib  geldiğinden, bahis mevzuu mes’elede, Şehid Ali Paşa’nın çuhadarlarından Deli Ömer Ağa tecrübe olundu. Ömer Ağa serdengeçti kaydetmek üzere saraydan çıkarıldı. Fakat cereyan eden bu vekayiden, zamanında haberdar olan Patrona Halil, Ömer Ağa’yı hiçbir iş görmeden yakalatmış ve karargâhlarına habsettirmişti. Mütaakiben saraya gönderdiği haberde ise, Acem Bekir’i serbest bıraktığınız takdirde, Deli Ağa’yı da geri yollarız; aksi hâlde bu deliyi de uslandırmak kolaydır diyordu. Tabii Acem Bekir eski yerine iâde edilmiş, az sonra Deli Ağa da gereken hizmeti yapamadan saraya dönmüştü.

İbrahim Paşa, bu şeklin dahi bir netice vermediğini görünce, diğer bir usule müracaat etti ve kuvvetle dağıtamayacağına kani’ bulunduğu zorbalar arasına nifak sokmak istedi. Bunun için de birinci ve beşinci ortanın zabitlerini gizlice çağırıp, onlara “şevketlû efendimiz, sizin ortalarınıza beşer akçe terakki ve ellişer kuruş bahşiş fermân eylemiştir. Neferlerinizi kışlalarınıza alınız” diye emir verdi. Lâkin zabitler, fermân efendimizindir; fakat iş işten geçmiştir, böyle bir hareket veya teklifte bulunmak çok tehlikelidir; hepimizi katlederler mealinde sözler söyleyerek[56], bu emri yerine getiremiyeceklerini bildirdiler. Binaenaleyh padişâh ve İbrahim Paşa için mukadderata boyun eğmekten başka çare kalmıyordu. Bu sebeble, 30 Eylül 1730 Cumartesi günü sabah, yâni âsilerin tam mânasiyle kuvvetlenip, devlet erkânının ve sarayın ise fi’ili mukavemetten tamamen mahrum kaldıkları sırada, III. Ahmed, ulema ile yaptığı bir toplantıyı müteakib, yeniden zorbaların tekliflerini öğrenmek ve onlarla uyuşmak üzere Et-meydanı’na bir hey’et gönderdi. Bu hey’et de Selanik’den mâzul İmad-zâde Mehmed Efendi ile Yenicami şeyhi Mehmed Nureddin Efendi bulunuyordu.

Zorbalar, bu hey’et mensublarına dahi, padişahdan memnun olduklarını, lâkin şeyhülislâm Abdullah Efendi ile vezîr-i âzam İbrahim Paşa’nın ve daha bazı vezirlerin kendilerine teslim olunması icab ettiğini bildirdiler. Bunlar arzuları yerine getirilmedikçe asla dağılmayacaklarını söylüyorlardı. Saraya avdet eden Imad-zâde ile Yenicami şeyhi Mehmed Efendiler, keyfiyeti hem padişâha ve hem sadrıâzama, hususî adamlar vasıtasiyle arzettiler. Yalnız Destâri Salih Efendi’nin, tarihçesinde yazdıklarına bakılırsa, efendilerin, âsilerin taleblerini açıkça söyleyemedikleri, İbrahim Paşa’dan korktukları anlaşılır; yâni bunlar dahi,  İbrahim Paşa’yı zorbaların istediğini açıklayamamışlardı. Fakat bir müddet sonra, Zülâli Hasan Efendi, sarayda bulunan ilmiye ricâli önünde, Damad İbrahim Paşa’nın da zorbalar tarafından istenilmiş olduğunu açıkca bağırdı ve böylece mes’elenin gizli tarafı ortadan kalkmış oldu. Biraz evvel damadlarını fedaya hazır bulunan ihtiyar vezîr-i âzam, şimdi huzura girmek ve bir şeyler yapmak istiyordu. Lâkin derhâl Başmakçı-zâde’nin mukavemetiyle karşılaştı. Başmakçı-zâde Abdul­lah Efendi, bir taraftan İbrahim Paşa’yı III. Ahmed’in huzuruna bırakmıyor, ona azledilmiş hissini veriyor; diğer taraftan ise padişahı, vezîr-i âzamından, mühr-i hümâyunu alması hususunda tazyik ediyordu. Mes’elenin biraz geciktiğini ve padisahın, damadından mührü almak istemediğini anlayan ilmiye ricali ise, az sonra müştereken III.Ahmed’i adeta zorlamağa başladı. Nihayet Zülâli Hasan Efendi, İbrahim Paşa’ya bir hayli hakaret âmiz sözler söyledikten sonra, III. Ahmed’e, istenilen vezirlerin bir kısmını vermekle bu dâvanın hallolunamayacağını açık bir ifâde ile anlattı ve İbrahim Paşa’nın teslimi hususunda ısrar etti.[57] Bu suretle ilmiye ricâli hakimiyeti tamamen ele almış ve âsileri iltizam etmeye başlamıştı. Zülâli Hasan Efendi, saraya gelmeden önce âsilerle temas halinde olduğu gibi, sarayın ve İbrahim Paşa’nın otoriteyi kaybetmeleri karşısında, yine zorbalarla irtibatı temine muvaffak olmuştu. O bir taraftan Patrona ile arkadaşlarının istediği vüzerayi hiç çekinmeden verdirmeye hazırlanırken, diğer taraftan, kendi mesleğine mensub şeyhülislâm Abdullah Efendi’yi, eskiden beri gördüğümüz bir an’ane üzere, meslekdaş olmaları hasebiyle kurtarmış; Abdullah Efendi de derhâl onun zümresi arasında yer almıştı. Bundan maada, saltanatının son günlerinde III. Ahmed’in İbrahim Paşa’yı tutup, kendisine fazla iltifatta bulunmamasından muğber olan şeyhülislâm Abdullah Efendi, bu esnada sarayda mevcud meclis önüne gelmiş ve orada hazır bulunanlara şu sözleri söylemiştir:

“Bu kadar zaman mesned arây-ı fetva olmağla nâmus-ı ulemayı sıyanet ve müddet-i medîde cümleye hidmet etmişiken bu sinn ü sâlde benim katarat-ı hûnem ile reyş-i sefîdim gül-gûn olmak Iâyık ve seza olmamağla bu bâbda cümlenize isti’anet ederim… erbâb-ı cem’iyetin muradları… bir imam isterüz   deyü  yazdıkları tezkireden ma’lûm iken bîhûde niçün zahmet-keş ve çaresi zâhir ve aşikâr olan ma’na içün ne sebeb ile muztarib ve müşevveş oluruz. Heman nemaz-ı subhu edâ ve ale’l-umum sofaya varup padişahı hal’ ile cümlemiz iztirabdan halâs ve reha bulalım. Ben dahi bir mahâll-i münasibde ma’zulen ikamet ve bakiye-i ömrümü sarf-ı zikr ü ibâdet edeyim…”[58]

Bu şekil bir ifâde karşısında, bir çok kimseler hayretler içinde kaldı. Abdullah Efendi düşünülen hususatı vaktinden çok önce söylemişti. Sarayın içi derhâl karıştı. Vezîr-i âzam İbrahim Paşa ortada dolaşıyor ve “ben ölüm eri oldum, ancak velîni’metimizin halâsına bir çare bulalım” diye bağırıyordu. Ortalıkta hüzün verici bir manzara vardı. Dehşet ve korku her tarafı sarmıştı. Maamafih bu gibi hâllere rağmen, saray ile zorbalar arasındaki muhabere henüz durmamıştır. Padişah ikinci def’a haseki ağasını âsiler nezdine gönderdi ve Mustafa Paşa ile Kethüda Mehmed Paşa’yı ve diğer bâzı vezirleri teslime razı olduğunu bildirdi. Yalnız İbrahim Paşa’yı veremeyeceğini beyan ile onu sürgüne göndermeği teklif etti.

Burada dikkati celbeden bir mes’ele de, âsilerin evvelce Mustafa Paşa’yı istememiş olup, ilmiye ricâlinin sarayda hâkimiyeti ellerine alması ve yeni kapdan-ı derya Abdi Paşa’nın zorbalar tarafına geçmesi üzerine, sabık kapdan paşanın da listeye dahil olması keyfiyetidir. Âsilerin Mustafa Paşa’yı istemeleri hususunda, fikirlerinde değişiklik yapan âmilin ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak her gün, hatta her saat düşünceler değişmiş; Abdi Tarihi’nin kaydına nazaran, bir def’asında İspirî-zâde Ahmed Efendi’nin de elçi olarak gönderildiği bu nev’i müzakerat için gidip gelmeler, bir hayli devam etmiş[59] ve sonunda taleblerde bir çok değişmelere sebeb olmuştu. Subhi Tarihi’nde dahi bu hususda etraflı izahlar vardır.[60] Bütün bunlarda muhakak olan bir şey varsa, o da, her def’asında, sarayın zaafını biraz daha iyi anlayan zorbaların, taleblerini artırmaları ve gün geçtikçe bir çok kimselerin, hakiki vechelerinin tebarüz etmesi idi. Hülâsa III.Ahmed, ne ulemaya söz dinletebildi ve ne de damadı İbrahim Paşa ile bunun damadları, her zaman hoş vakit geçirmiş oldukları Mustafa Paşa ile Kethüda Mehmed Paşa’nın hayatlarını kurtarabildi. İsyanın üçüncü günü âsiler, saraydaki ilmiye ricâlinin yardımiyle mes’eleyi tamamen halletmiş ve arzularına nâil olmuş bulunuyordu. Diğer taraftan, Saray-ı hümâyun’un su yollarının âsiler tarafından kapatılması ve hariçle alâkanın kesilmesi yüzünden, iaşe ve sâir bakımlardan sıkıntı çekilmesi keyfiyeti de III.Ahmed’i bir an önce âsiler ile anlaşmaya sevk eden âmiller miyanında bulunuyordu.

Vezîr-î Âzam İbrahim Paşa ile damadlarının katli ve âsilere teslimi

30 Eylül 1730 Cumartesi günü akşamı, İbrahim Paşa, evvelâ silâhdar ağa dairesine habsedildi. Bilâhire dârüssaade ağası Beşir Ağa vasıtasiyle, mühr-i hümâyun kendisinden alındı. Bu esnada vezir Mustafa Paşa ile Kethüda Mehmed Paşa da bostancılar hapishanesinde idiler. Şeyhülislâm Abdullah Efendi ise, Bozca-ada’ya nefyedilmiş[61] ve yeri Mirzâ-zâde Şeyh Mehmed Efendi tarafından işgal olunmuştu. Bu sebeble, saraydaki ulema arasında cereyan eden müzakereyi müteakib, Şeyh Mehmed Efendi, bahis mevzuu üç vezirin katline karar aldı.[62] Müteakiben, İbrahim Paşa’nın mahbus bulunduğu silâhdar dairesine gidildi. Silâhdar ağa ile dârüssa­ade ağası, İbrahim Paşa’yı alıp dârüssaade’den tışarı çıkardılar ve Kapı-arası’na sevk edilmek üzere, kapıcılar kethüdası ağaya teslim ettiler. Diğer taraftan, Mustafa Paşa ile Kethüda Mehmed Paşa dahi hasekiler vasıtasiyle, Kapı-arası’na getirilmiş ve nihayet üç vezir burada bir araya toplanmıştı. Şimdi ise herkes padişahdan çıkacak son emri bekliyordu. İşte bu esnada ortalığa yeni bir havadis yayılmış ve zorbaların, Sarayı muhasara ettikleri şayiası duyulmuştu. III.Ahmed, hasıl olan yeni durumdan şübhesiz çok telâşlanmış  olacak ki, bir taraftan bu hususun tahkikine Zülâli Hasan Efendi’yi memur etmekle beraber; diğer taraftan, acele olarak, her üç vezirin mal beyanında bulunduktan sonra katledilip, Bâb-ı hümâyun’dan tışarı çıkarılmalarını emretmişti.[63]

Sandwich’in kaydına nazaran, padişahın emri üzerine, İbrahim Paşa’nın malını tahkika, yeni vezîr-i âzam Silâhdar Mehmed Paşa’nın kethüdası Niğdeli Ali Ağa memur olmuş ve yapılan tahkikat sonunda da, İbrahim Paşa “… Hazinedarımda on iki bin kiselik zulta ve iki sandık altın ve yalıda dahi iki sandık altın ve derûn-ı hazinemde bulunan taş odada, bakırdan mebni on iki sandık altın…” var demişti.[64] Rivayete bakılırsa, padişâhın bunları sordurmasına sebeb, İbrahim Paşa’nın bütün emvalini zorbalara vermek ve böylece onun hayatını kurtarmaktı. İbrahim Paşa’dan sonra, damadı Kethüda Mehmed Paşa’nın ve bilâhire Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın malları tahkik edildi. Bunlardan birincisi, mevcud parasının, hazinedarından sorulmasını istemiş; ikincisi de 500 kise param vardır, bu da çarşıya olan borcumu ödemez diye cevab vermişti. Maamafih Mustafa Paşa’nın gayet kıymetli ve fazla mikdarda mücevheratı bulunduğu da söylenmekte idi.[65] Her üç vezirin mal beyanlarını müteakib sıra idamlarına geldi. Bu vazifeyi icra edecek bostancı-başı, bir rivayete nazaran evvelâ İbrahim Paşa’yı[66], diğer bir rivayete nazaran da Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’yı idam etmiştir.[67] İbrahim Paşa, bu emrin infazı sırasında, cesaretini kaybetmiş ve ahreti hatırına getirmeyerek, bir an önce katledilmesini istemişti. Crouzenac, İbrahim Paşa’nın, âsilere sağ teslim edileceğinden korkduğu için, daha mahbusda iken kendini zehirlemiş olduğunu da yazar.[68] Mustafa Paşa ise, büyük bir soğukkanlılık içinde namazını kılmış, duasını yapmış ve bilâhire kendisini celladlara  teslim etmişti. Mehmed Paşa’ya gelince, bâzı eserler, onun büyük bir cesaret gösterdiğini[69]; bâzıları da katlolunacağı sırada fücceten vefat ettiğini kaydederler.[70] Hülâsa, 30 Eylül 1730 Cumartesi akşamını, 1 Ekim 1730 Pazar sabahına bağlayan gecede, bu üç vezirin hayatına, böylece son verilmiş oldu ve ertesi gün erken saatlerde Saray-ı hümâyun’un kapıları açılarak, her biri bir vezirin nâaşını hâvi bulunan üç öküz arabası, Bâb-ı hümâyun’dan, Sultan Ahmed meydanına doğru yavaş yavaş yol almaya başladı. Zamanında durumdan haberdar edilen zorbalar ise, buraya iki bölük hâlinde gelmiş, Bâb-ı hümâyun karşısında bekliyorlardı. Nihayet Bostancı-başı nâaşları bunlara teslim etti. Zorbalar, her üç vezirin nâaşını da, türlü rezaletler içinde, evvelâ sürüye sürüye Et-meydanı’na götürdüler. Burada dahi akla gelmedik şekilde hakarette bulundular. Bilâhire bunlardan Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın cesedini getirip Horhor çeşmesi önüne; Kethüda Mehmed Paşa’nın cesedini de Et-meydanı kapısı yanına asdılar.[71] Halk bunlara kin ve nefret dolu nazarlarla bakıyor, adeta intikam alıyordu. İşte tam bu esnadadır ki, vezîr-i âzam İbrahim Paşa’yı, III.Ahmed’in katlettirmediği, İbrahim Paşa yerine, kürkcü-başı Manol’un öldürülüp âsilere teslim edildiği şayiaları ortaya çıktı. Cesed tanınmaz bir hâle geldiğinden, kimse kat’i şekilde bir şey söyleyemiyor ve bu sebeble, meselâ sünnetsiz olduğu gibi, halk arasında türlü rivayetler dolaşıyordu. Nihayet bu üçüncü cesedin İbrahim Paşa’ya âid olmadığı iddiasiyle nâaş, tekrar bir hamal beygirine yükletilip, Turşucu İsmail namiyle ma’ruf bir zorba vasitasiyle Saray-ı hümâyun’a gönderildi.[72]

III. Ahmed’in hal’i ve I. Mahmud’un cülûsu

Zorbaların gayesi yeni bir hâdise çıkarmaktı. Onlar vezîr-i âzam İbrahim Paşa ile damadlarının katli sonunda tatmin edilmemişlerdi. Padişahın bilâhire kendilerinden  intikam alacağını iyi biliyor ve korkuyorlardı. III. Ahmed’in, kardeşi, II. Mustafa yerine tahta çıkarıldıktan sonra, zorbalara karşı ne şekilde muamele ettiği henüz unutulmamıştı. Diğer taraftan ilmiye ricâlinden dahi bir çok kimseler, III. Ahmed saltanat makamında kaldıkça, ileride başlarına muhakkak bir felâket geleceğini düşünüyor ve padişahın hal’ini de arzu ediyorlardı. Bu sebeble her iki taraf da, yegâne kurtuluş çaresini, III. Ahmed’i tahtından indirip, yerine getirecekleri yeni bir padişah vasıtasiyle devlet idaresini ellerine almakta buldular. İşte İbrahim Paşa’nın nâaşı mes’elesi, işin bu safhasına bir başlangıç, yâni hâdise yaratmak için bir bahane idi. Zorbalar, İbrahim Paşa’nın cesedini muhakkak padişaha vereceğiz, ondan hakiki İbrahim Paşa’yı alacağız demek suretiyle ve daha bâzı küstahca hareketlerde bulunmakla, III. Ahmed’i tahrik etmek istiyorlardı. Nitekim bu arzularında muvaffak dahi olmuşlardı.[73] Zorbaların son edebsizlikleri esnasında, III. Ahmed Alay-köşkü’nde bulunuyor ve etrafı gözetliyordu. Abdi Tarihi’nin kaydına nazaran, İbrahim Paşa’nın cesedini sokaklarda sürüklenir şekilde görünce dayanamamış ve köşkün penceresini açarak, “ol değilse yarın asıl kendün verelim” diyerek kalkıp hiddetle Has-oda’ya gitmişti.[74] Bu hâl ise, ulemanın fevkalâde işine yaradı.

III. Ahmed, Saray-ı hümâyun’da bulunan ilmiye ricâlini tekrar topladı ve safiyane bir şekilde “İbrahim Paşa’nın katli işinde bir yanlışlık olmasın” diye sordu. Fakat hakiki dâva bu olmadığı için kimseden ses çıkmıyordu. Nihayet kapıcılar kethüdası Mustafa Ağa, katil mes’elesini etraflı bir şekilde anlattı ve bunda asla hiyle olmadığını, mevcud cesedin İbrahim Paşa’ya âid bulunduğunu izah etti. Müteakiben Ayasofya vâizi İspirî-zâde Ahmed Efendi ile Zülâli Hasan Efendi’nin, keyfiyeti bildirmek gayesiyle, elçi olarak, zorbalar nezdine gönderilmesi kararlaştırıldı. Dergâh-ı âli kapıcı-başılarından Derviş Mehmed Ağa da bunlarla birlikte gidecekti.[75]

Böylece İbrahim Paşa’nın cesedi mes’elesi unutulmuş ve nâaş, Bâb-ı hümâyun karşısındaki, III. Ahmed çeşmesi civarına, parçalanmış bir hâlde bırakılmıştı. Diğer vezirlere âid cesedler de ortada kalmış, artık kimse bunlarla alâkalanmaz olmuştu.[76] Şimdi herkesin üzerinde durduğu mes’ele, yeni açılan  müzakerelerin ne yolda neticeleneceği hususu idi. Nihayet 1 Ekim 1730 Pazar günü, akşam üzeri, alaturka saat 11 de, bu üç kişilik murahhas hey’eti, padişahdan almış oldukları talimat üzerine ve sözde mes’eleyi  teskin etmek gayesiyle, bol mikdar para ile saraydan ayrıldılar, doğru Et-meydanı’na giderek, burada zorbaların İstanbul kadısı nasbettikleri Deli İbrahim  Efendi, yeniçeri büyüklerinden Kel Mehmed, sekbanbaşı Urlu Musatfa ve kul kethüdası Mahmud ağalar ile Patrona Halil, kahveci Muslu ve Çınar Ahmed gibi zorba reislerinden daha bâzı kimseler ile müzakereye başladılar. Fakat Abdi Tarihin’nin kaydına nazaran, bu hey’ete mensub şahıslar, bilhassa Zülâli Hasan Efendi, zorbaları teskin edecek yerde, padişahın hal’i hususunda lâzım gelen mes’eleleri görüşmüşlerdi.[77] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople isimli eserde dahi, İspirî-zâde hakkında “padişahın bol ihsanlarına nâil olan, muraî ve münafık adam, sahte bir azamet sahibi idi;âsilerin yanına sokularak onların fena niyetlerini, zararlı bir takım nasihat ve tavsiyeler ile takviye etti ve zorbaların müşküllerini hâlletmeği üzerine aldı” şeklinde kayıdlar mevcuddur.[78]

Görülüyor ki devrin şark ve garb müellifleri, İspirî-zâde ile ona arkadaş olarak giden Zülâli Hasan Efendi’nin, bu mes’elede yâni padişahın hal’i hususunda zorbaları teşvik ve tahrik ettiklerinde müttefiktirler. Nitekim bunların III.Ahmed’in hal’i ve I.Mahmud’un cülusu işinde âsilere büyük yardımda bulundukları kaçınılmaz bir hakikattir. İspirî-zâde ile Zülâli Hasan Efendi, Patrona Halil ve sâir emsâli zorba reisleriyle bir mütabakata vardıktan sonra, Pazartesi gecesi saat üç sıralarında saraya döndüler ve doğruca ulemanın hazır bulunduğu  meclise  geldiler. Burada, âsilerin, III. Ahmed’i istemediğini ve I.Mahmud’u iclâsı düşündüklerini söylediler. Bu münafık adamlar, sarayda padişaha mütemâil görünüyor, âsilerin aleyhinde bulunuyor; lâkin dışarı çıktıklarında, zorbalar ile birlik olduklarını söylemekten çekinmeyerek, sarayın iç yüzünü ifşa ediyorlardı. Bu def’a dahi, bir taraftan zorbaları hal’ işine teşvik etmekle beraber, diğer taraftan sarayda, zorbaların bu husustaki ısrarları karşısında yapılacak başka bir şey kalmadığını, hâdisenin teskini için, III.Ahmed’in hal’i lâzım geldiğini söylemişlerdi. İki efendinin bu şekilde ifâdeleri, bir çok kimselerin hayretini mucib oldu ve durumu padişaha bildirmek cesaretini kimse kendinde göremedi. Maamafih İspirî-zâde Ahmed Efendi bu vazifeyi dahi üstüne almış ve sabaha karşı saat dörtte padişahın huzuruna çıkmıştı. III.Ahmed, âsilerin istedikleri şeyler yapıldığı hâlde neden dağılmadıklarını bu efendiden sordu. İspirî-zâde ise, gayet soğuk kanlı, şevketlü efendim hükümdarlığınız hitam bulmuştur, kullarınız sizi padişah olarak görmek istemiyorlar, meâlinde bir cevab verdi.[79] III.Ahmed bu vaziyet karşısında büyük bir sukut-ı hayâle uğramış ve yapacağı işi şaşırmıştı; derhâl yerinden kalktı ve doğru Harem dairesine, yeğeni şehzâde Mahmud’un bulunduğu mahâlle gitti. Bilâhire, şehzâde Mahmud ortada ve kendi şehzâdelerinden Süleyman sağda, Mehmed solda olmak üzere, hep birlikte Hırka-i saadet dâiresine geldiler. Enderun-ı hümâyun mensublarına, biat için hazırlanmaları emrolundu. Bu esnada, III.Ahmed’in yeni padişaha uzun bir nasihat verdiği ve umûmiyetle bu miyanda şunları söylediği rivayet olunur:

“Vezirine teslim olma ve daima ahvalini tecessüs eyle; beş on sene birini vezaretle müstakil istihdam etme ve sözlerine îtimad eyleme; merhametli ve sahavetli ol, lâkin tasarrufu elden bırakma; ele îtimat eyleme, işte pederinizin ahvali ve işte benim ahvalim. Bunlar size iyi bir pend ü nasihat olsun, işlerini bizzat kendin gör ve ihtiyar, umur görmüş, dindar insanlara tevdi eyle; sırrını asla her adama ve hatta evlâdına dahi zinhar ifşa etme; ben ve evlâdlarım sana emanet bulunuyoruz, hoşca gözet…”[80]

Bu sözler, yüzde yüz Sultan Ahmed’e âid olmasa dahi, onun saltanatı kaybetmesinde âmil olan bir çok hususları aydınlatması bakımından mühimdir; daha doğrusu, bu hâle düşmesinin sebebleri, kendi veya o devir müverrihleri  için bu şekilde mütalea edilmiş demektir. Hülâsa 27 sene gibi uzun bir müddet Osmanlı tahtını işgal eden III.Ahmed, böylece yerini I. Mahmud’a terketmiş bulunuyordu. Kendi mahlu’ padişahlara mahsus mahâlle çekilmiş, etrafındakiler de I. Mahmud’a bi’ata başlamışlardı. Vakit gece yarısını geçmiş olduğu için, bi’at merasimi evvelâ saray mensubları arasında oldu. 2 Ekim 1730 (19 Rebi’ül-evvel 1143) Pazartesi  sabahından itibaren de, saray kapıları acılmış, herkes serbestçe gelip padişaha bi’at merasimini icra etmişti. Bilhassa zorbalar, guruplar hâlinde ve büyük bir neş’e içinde, yalnız ihtiyatı elden bırakmamak şartiyle, saraya dolup dolup boşalıyorlardı.[81] Artık istenilen netice elde edilmiş, zorbalar gayelerine vâsıl olmuştu. Fakat isyan görünüşte hitama ermiş olmakla beraber âsiler el’an dağılmıyordu.

Âsilerin devlet işlerine müdahalesi

İsyanın ilk devresinde yâni saray ile zorbalar arasında müzakerelerin cereyan ettiği, vezirlerin katl ve III.Ahmed’in hal’ olduğu sırada, Patrona Halil ile Muslu ve diğer arkadaşları, şehrin asâyişine oldukça büyük bir ehemmiyet vermişlerdi. Her ne kadar vak’anın ilk günü ve akşamı gelişigüzel bir iki ev yağma edilmiş ise de, bilâhire Patrona Halil çapulculara şiddetle mükabele ettiğinden, kimse yağmacılığa cesaret edememişti. Bütün hapishane ve zindanlar açılarak, İstanbul’da ne kadar haşarat varsa hepsinin serbest kalmasına rağmen, Patrona’nın bunlar üzerinde esaslı bir hâkimiyet tesis ettiğini görüyoruz ki, bu da onun nüfuz ve iktidarına delil teşkil ediyordu. Ancak Galata voyvodası ve şeyhülislâm Abdullah Efendi ile diğer bâzı vezirlerin evlerinin talan edilmesi keyfiyeti ise, bu gibi zevata karşı olan husumetten ileri gelmişti.[82] Hakikatde isyan günlerinde şehirde tam bir asâyişin hüküm sürdüğünü söylemek lâzımdır; yâni zorbalar, muayyen şahıslar  üzerinde duruyor, fakat bilhassa halk tabakasına hiç dokunmuyordu. Fransız elçisi Marquis de Villenuve’un raporlarından[83] ve daha bâzı garb müelliflerinin eserlerinden de anlaşıldığı vechile[84] bu husus, isyan günleri için hayretle karşılanacak bir vaziyet idi. Crouzenac’ın kaydına nazaran, zorbaların tâyin etmiş oldukları yeniçeri ağası, bütün ihtimamını, şehrin iâşe zorluğuna düşmemesi hususunda sarfediyordu. Bu adam, esnafın emniyeti ve yağmanın men’i için, her tarafa karakollar koymuş, nizama ve emirlere karşı gelmek cesaretini gösterenler, âsilere mensub dahi olsa, şiddetle cezalandırılmıştı. Görülüyor ki Patrona Halil, Muslu Beşe, Emir Ali ve Çınar Ahmed gibi, zorbaların ileri gelen bâzı eşhası, her ne kadar bu vak’ada, vüzeradan ve ilmiye ricâlinden bir çok kimselerin teşvikile hareket etmişlerse de, bu adamların İstanbul’daki serseri güruhunu sevk ve idarede büyük bir maharetleri dahi vardır. Crouzenac ayrıca Patrona Halil’in gayet güzel ve heyecanlı konuşduğunu da kaydediyor.[85] Demek ki halkı peşinden sürükleyecek kudrette bir insan idi.

Zorbalar, vak’anın ikinci günü, kendi aralarına ilmiyeden İbrahim Efendi ile ağalardan bir kısmını aldıktan sonra, teşkilat bakımından çok daha kuvvetli vaziyete gelmişlerdi. İbrahim Efendi’nin verdiği fetvalar ile her işe şer’i bir mahiyet vererek tatbikatta müşkilât çekmiyorlardı. Diğer taraftan vak’anın sonuna kadar sebat göstererek, Sultan III.Ahmed’i hal’ ve Sultan Mahmud’u iclâs ile kendi adamlarını iş başına getirecek kadar azim sahibi idiler. Zorbalar ve bunlarla iş birliği yapan kimselerin şimdi başlıca gayesi kendilerini emniyet içinde görmekti. Bunlar yapmış oldukları işin vahametini müdrik bulunuyor ve III.Ahmed’in çaresizlik içinde bütün tekliflerine müsbet cevab vererek, vezirlerini katletmiş olduğunu gayet iyi biliyorlardı. İleride de muhakkak kendilerinden intikam alınacaktı. Bu sebeble III.Ahmed’i hal’ edip, yerine diğer bir şehzâdeyi hükümdar ilân etmek ve onunla birlikte imparatorluğun bütün işlerine hâkim olmak lâzım geldiğine kâni’ idiler. Nitekim bu kanaatlerinin tahkikine çalışmış ve sonunda arzularına nâil olmuşlardı.

Zorbalar, her işin itmamını müteakib kendi taraftarlarını, daha doğrusu kendi îtimat ettikleri adamları en yüksek makamlara yerleştirmeğe başladılar. Meselâ Köprülü-zâde Abdullah Paşa sureta, sadarete lâyık görülmüş; hakikatda, o, Mısır’dan gelinceye kadar bu mevki’e, Silâhdar Damad Mehmed Paşa getirilmişti. Meşiyhat ise, sâbık Rumeli kazaskerlerinden olup, vak’a esnasında âsiler tarafını iltizam eden Mirza-zâde şeyh Mehmed Efendi’ye verildi. Başmakcı-zâde Abdullah Efendi Rumeli, Zülâli Hasan Efendi Anadolu sadrına ve İbrahim Efendi de İstanbul kadılığına tâyin olundu. İsyan sırasında yeniçeri ağası bulunan Kel Mehmed Ağa, yine aynı makamı muhafaza etti. Kapdan-ı deryalık evvelâ, III.Ahmed’in damadlarından Abdi Paşa ve bilâhire Hafız Ahmed Paşa tarafından işgal edildi. Sadaret kethüdalığı, II.Mustafa zamanında sadıkane çalışan, Niğdeli Ali Ağa’ya verildi.[86] Bunlardan maada topcu-başı, cebeci-başı ve sâir ocak ağaları da, hep âsilerin kendi adamlarından seçildi. Ancak defterdarlık, III.Ahmed devri ricâlinden İzzet Ali Efendi (Paşa) ya verilmişti. Âsilerin vak’a esnasında reis nasbettikleri Süleyman Efendi ise, sadaret kâtibi oldu. Mektubiy-i sadr-ı âli baş halifesi Nuh Efendi büyük tezkirecilik, hacegân-ı divandan Şerif Efendi dahi küçük tezkirecilik mansıblariyle taltif edildi.[87] Bütün bu tâyinlere ve memuriyetlere mukabil Patrona Halil ve yanındaki arkadaşları hiç bir devlet  hizmeti deruhte etmemişlerdi. Bunlar, ortaya birer kahraman olarak çıkmış ve her şeyden feragat eden, fakat yalnız memleket işlerini ıslaha çalışan vatanperver insanlar rolü oynamağa başlamışlardı. Meselâ Sultan Mahmud, kendi iclâsına sebeb  olanlardan Patrona Halil’i, huzuruna çağırarak, ondan ne dilediğini sorduğu vakit, Patrona, sadece eski vezirler tarafından konulmuş ve halka çok ağır gelen vergiler ile malikâne usulünün kaldırılmasını istemişti. Patrona Halil, bu hâli ile, ancak ve ancak millet ve memleket için çalıştığını isbat etmek isteyordu. Burada şunu da kaydedelim ki, derhâl arzusu yerine getirilmiş ve Sultan Mahmud, İbrahim Paşa zamanında konulan bir kısım vergilerin lağvını hemen ilân etmiştir.[88] Lâkin hakikatte Patrona böyle bir iki mes’ele ile iktifa edecek adam değildi; onun arzularının sonsuz olduğu muhakkak idi. Patrona Halil, kendini, imparatorluğu zalimlerin elinden kurtarmış bir halâskar ve reayanın hâmisi olarak kabûl ettiğinden, müstakil bir kuvvet olduğuna kâni’ bulunuyordu. Bu bakımdan, geçen vak’a ile alâkalı bâzı kimseleri cezalandırmak, onların evlerini basmak gibi mes’elelerde, ne padişaha ve ne de vezirine müracaat etmeye dahi lüzum duymamıştı.[89] Diğer taraftan, isyan esnasında kendine yardım eden ne kadar zorba varsa, hepsini ocağa kaydettirmek suretiyle, onlara cülûs bahşişi verdirmeğe uğraşıyordu ve Et-meydanı’na, yeniçerilere, sipahilere, topçulara, cebecilere ve leventlere âid olmak üzere beş bayrak dikilmiş, rastgelen bunlardan birine ismini yazdırıyordu. Abdi Tarihi’nin verdiği malûmata bakılırsa, yeni kayd olanların sayısı yüz binden fazla idi. Bunların başına da, emirlerden bin-başılar ve yüz-başılar tâyin ediliyordu. Sadattan 3319 kişi bu nev’i işlerle vazifelendirilmiş, onların başına da 33 ağa getirilmişti. Nihayet  meydanda  tanzim  olunan  defter, tedkik için Şeyh Efendi’ye verildi. Fakat bir gün sonra, Şeyh Efendi’nin reisü’l-küttab olmasiyle, bahis mevzuu hususun tedkiki, 99 uncu ortanın zorbalarından olup, vak’a esnasında yeniçeri efendiliği yapan Veli Efendi’nin oğlu Emin Mehmed Efendi’ye havale olundu. İşte bu tebeddül üzerinedir ki, Abdi Efendi, ocağa kaydedilenleri şu şekilde beyan etmektedir: “… Bir adamın evinde kaç evlâdı varsa, dişi-erkek ve iyâline ve karnında olan veled-i zinasına bile odasında birer esami tahrir eyledikten sonra kendi dahi cümle ocaklarında tahrir olunmuş kati çok adam olmuştur. Gayri bey-tü’l-mâl-i müslimîni bu tarik ile dahi yağma eylediler…”[90] Burada her ne kadar sadattan kimselerin âsiler ile iş-birliği yaptığı ve ocağa kaydolunduğu mukayyed ise de, diğer bir eserde, yâni Süleyman Efendi’nin Mürîyü’t-tevarih’inde, üç bin sandalcı arabın vak’a sonunda, kendilerini nakib olarak kaydettirdikleri ve gümrükden, her birine onar akça vazife tâyin edilmesine rağmen, ayrıca cülûsiye de aldıkları yazılıdır.[91] Hülâsa zorbaların bu tarz hareketine kimse ses çıkaramıyordu; hattâ kendi adamlarından olup, arzuları üzere kul kethüdası yaptıkları Beytülmalci Mustafa Ağa, bu hususta biraz tasarrufa riayet edilmesi lâzım geldiğini söyler söylemaz, Patrona Halil, herkesin gözü önünde derhâl kendini parçalatmıştı.[92] Böylece devlet idaresindeki otoritenin, Patrona’nın eline geçmiş olduğu açıkca görülüyordu. Dağıtılan paraların mühim kısmını ise, vezirlerden müsadere olunan meblağ teşkil etmekte idi.

Sultan I. Mahmud, Patrona’nın tahakkümünden kurtulmak için ilk def’a ona büyük bir memuriyet vererek merkezden uzaklaştırmayı düşündü ve bu maksadla kendisine arzu ettiği vazifeyi sordu. Fakat bu zeki ve kurnaz adam, mes’eleyi derhâl kavramış ve ne rütbede, ne de mansıbda gözü olmadığını, ancak memleket için çalıştığını bir def’a daha tekrarlamıştı. Patrona, bu esnada, padişahın kendisine yüz bin altın vereceğini ve bunu alıp istediği yere gitmesini tavsiye eden yeniçeri ağasına ise, gayet sert muamele ederek, İstanbul’un bütün parasının kendinin olduğunu, paraya ihtiyacı bulunmadığını da söylemişti. Bu tehdit karşısında, ağanın dahi boyun eğmekten başka bir şey yapamadığını görüyoruz.[93]

Patrona Halil yerli yersiz, her işe müdahale ediyor, usûl ve âdaba riayet etmeden gelişi güzel hareketlerde bulunuyordu. Meselâ Sultan Mahmud’un kılıç kuşanması için, 6 Ekim 1730 Cuma günü icra edilen kılıc alayı merasimine, Patrona Halil, padişahın önünde ve müzeyyen bir ata sade elbiseleri, fakat çıplak ayaklariyle binmiş olarak iştirâk etmişti. Diğer taraftan Eyüb cami’inde yapılacak olan bu merasime, padişahın, bütün askerin silâhsız olarak gelmelerini emretmiş olmasına rağmen, Patrona ile arkadaşları, tam techizat katılmışlardı.[94] Hülâsa bu zorba reisleri, padişahın emirlerine dahi ehemmiyet vermiyerek, tam mânasiyle müstakil hareket etmeye başlamış, ve kendilerine reâyanın hâmisi süsünü verdiklerinden, kibirlerinden yanlarına varılamaz olmuştu. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople adlı eserde, III.Ahmed’in damadlarından İstanbullu Kunduracı-zâde Mehmed Paşa’nın ecnebi sefirlere ayağa kalkmadığı hâlde, Patrona’nın gelmekte olduğunu haber alınca, bulunduğu dairenin dış kısmından onu istikbâl ettiği ve avdette de istikbâl ettiği yere kadar uğurladığı yazılıdır. Bunlardan maada, I. Mahmud’un vâlidesi Saliha Sultan’ın, Patrona’ya ikinci oğlum diye hitab ettiği ve saraya geldikçe bol miktarda ihsanlarda bulunduğu, Patrona Halil’in dahi bu parayı etrafındakilere dağıttığı söylenilmektedir.[95]

İşte bu çeşit hareketlerin cahil Patrona’yı tamamen şımarttığı şübhesizdi. Nitekim gün geçtikce, onun daha cüretkâr bir şekilde devlet işlerine müdahale ettiğini görüyoruz. Meselâ yukarıdaki hâdiselerden sonra, gördüğü müsamaha karşısında teşebbüslerini biraz daha artırmış ve vak’a esnasında kendine yardım eden ahbabı, dostu ve eski arkadaşı gibi, ne kadar adam varsa, şimdi bunları akla gelmedik vazifelere tâyin ettirmeye başlamıştı; rüşvet mukabili herkese bir memuriyet veriliyordu. Başbakanlık arşivinde mevcud ve aşağıda kayıdlı vesika sureti, bu sırada icra edilen yolsuzlukları ve alınan rüşvetleri açıkca göstermesi bakımından çok mühim olduğu için,  burada aynen gözden geçirmek faideli olacaktır:

“…Bundan akdem hîn-i vak’ada bakıyyetü’s-suyûf olup Istıranca karyelerinde tahassun ve ihtifa eden Arnavud ve sâir tâifeden olanları seri’an tecessüs ve taharri ile ahzolunmak bâbında fermân-ı âlî sâdır olmağla husûs-ı mezbûre Sirozlu Mustafa haseki kulları tâyin olunup Derbend ve Çatalca’ya vardıkda nihânî tecessüs eylediğinde Istıranca karyesinde sâkin Arnavud Uzun Hüseyin demekle mâruf şaki Patrona’nın kalyonculuğundan beri refikı ve gödeşi olup ve kürekde dahi beraber olup ve meydanda Patrona mezbûr Hüseyin’e avcı başılık teklif ettik de kendi olmayup Hasan Ağa’nın yüz altınını alıp avcı başı ettirdüp ve kendüsü bayraktarı olduğunu vukufu olanlar nihânî haber vermekle mezbûru Istıranca’da ahz ve hâla kayıkhânede mahbus olmağla mezbûr Hüseyin’den ortası suâl olundukda yedinci bölükde bir şikârî esâmim vardır lâkin ne ortam beni bilür ve ne ben ortamı bilürüm.

Mezbûr Hüseyin’in kendi lisânen takriri:

Mezbûrdan suâl olundukda cevab eydür ki ben Patrona ile kalyonlarda bile idim lâkin gödeşim değildir ve küreğe benimle beraber girmeyüp Avcı-başı Salih Ağa beni garazen küreğe koyup vak’ada Ekşinoz……. karyesinden pehlivan… bayrağı alup ve meydana diküp avcı eski yoldaşlarından Canbaz Velî Ağa olup ve bize haber gönderdi biz dahi memur olan avcılar ile meydana geldik ve bir kaç günden sonra Patrona bana avcı-başılık teklif ettik de ben dahi kabûl etmeyüb Hasan Aga’yı avcı-başı ettirdim ben dahi bayraktarı oldum deyü kendüsü bilâ ketm böyle haber verdi…”[96]

Bu devrin vekayi’ini kaydeden diğer bâzı eserlerin verdiği mâlûmata dikkat edilirse, bilâhire, yâni zorbaların ortadan kaldırıldığı sırada, hiç bir şeye tenezzül etmeyen, gayet müstağni hareket eden Patrona’nın, vak’a esnasında almış olduğu rüşvetler neticesi, üç bin torba (900,000 ruble) parası çıkmıştır.[97]

Sultan Mahmud, serdengeçdi ağalarına dahi, taltif için birer hil’at ile hepsine, cem’an 142 adet donatılmış at yollamış; saadat-ı kirâmın baş-buğlarına ise, hil’atlar ve 18 müzeyyen at ile üç bin altın göndermişti. Fakat zorbaların, seyyidlere nakib tâyin ettikleri, Haleb’li bir arab bu parayı çalmış ve belki de bütün zorbalar müştereken onu taksim etmiş bulunuyorlardı. Buna rağmen, I. Mahmud, yeniden mezkûr parayı ödemek zorunda kalmış, hasılı her gün çıkan yeni bir hâdise kendini üzmeye başlamıştı.[98] Hal’ mes’elesi üzerinden yedi sekiz gün geçtiği hâlde, zorbalar bir türlü dağılmıyor ve her gün yeni bir durum ortaya çıkarıyorlardı. Nihayet 10 ve 11 Ekim 1730 tarihlerinde, ulema ile devlet ricâlinden bir kısım zevatın yaptıkları toplantıyı müteakib, zorbaların silâhlarını terk ederek, dağılmaları lâzım geldiği hususu karar altına alındı. Bunun için, bir taraftan âsilere, gayri meşrû hareketlerden el çekmeleri ihtar edilirken, diğer taraftan cebeci, arabacı, sipahi, silâhdar ve yeniçeriler ile anlaşarak bunları zorbalardan tefrik yoluna gidildi. Bu işi ise, zorbaların İstanbul efendisi olan Abdullah Efendi yapacaktı. Zira bu zât saray tarafından gizlice elde edilmiş bulunuyordu.[99]

Devletin aldığı bu karar ve hattâ şeyhülislâm Mîrzâ-zâde’nin bu hususta verdiği fetva karşısında, her işile zamanında alâkadar olan Patrona Halil ve arkadaşları derhâl faaliyete geçmiş ve daha fena bir duruma düşmemek için hemen anlaşma yoluna gitmişlerdi. Bunlar el’an hayatlarından endişe duyuyor ve bir türlü kimseye îtimad edemiyorlardı. Bu sebeble hükûmete 1-İsyana iştirâk etmiş olmalarından dolayı, ileride her hangi bir kimse cezalandırılmadığı; 2-Aleyhlerinde muhtemel bir harekete karşı koyabilmek maksadiyle, üç bayrak hâlinde bir mikdar kuvvetin emirlerinde hazır bulunmasına müsaade edildiği takdirde, büyük kitleyi dağıtacaklarını bildirdiler. Bu teklif, daha doğrusu bu şekil bir anlaşma, padişah için pek ağır olmakla beraber, zorbaların tahâkkümünü kısmen olsun azaltmak ve onların kuvvetlerini parçalamak gayesiyle, saray bu şartlara muvafakat gösterdi ve Şeyhülislâm Efendi ile İstanbul Efendisi, zorbalar, şehir içinde uygunsuz her hangi bir harekette bulunmadıkları takdirde, hükûmetin, bunların hayatlarına dokunmayacağına kefil oldular.[100] Bilâhire hakikaten bir kısım kuvvetler meydandan kaldırıldı. Fakat cereyan eden vukuatın seyrine dikkat edilirse, buna rağmen zorbalar yine nüfuzlarını kaybetmemişlerdir.

Âsiler ile hükûmet erkânı ve saray mensubları arasında bu nev’i müzakerelerin cereyan ettiği bir sırada, devlet memuriyetlerinde de bir takım tebeddülât vuku’a gelmekte idi. Meselâ, ilmiye ricâlinden Rumeli kazaskeri Feyzullah Efendi, imam-ı sultanî Arab-zâde  Abdurrahman Efendi ve İstanbul kadısı müverrih  Râşid Mehmed Efendi vazifelerinden uzaklaştırılmış; hattâ sırasiyle her biri Midilli, Sakız ve İstanköy’e nefyedilmeğe karar verilmiş, fakat az sonra evleri yağma olunarak, kendileri sürülmekten kurtulmuşlardı. Buna mukabil, uzun yıllardır Bursa’da sürgün bulunan Feyzullah Efendi-zâde Mustafa Efendi ile enişteleri Mahmud ve Mehmed Efendi’ler İstanbul’a  dâvet edilmiş; Nevşehirli  İbrahim Paşa’nın gazabına uğrayarak, 12 senedir Gelibolu’da ikamet eden, yeniçeri kâtibliğinden mâzûl  Abdullah  Efendi ile Kastamoni de ikamete memur edilen kapıcı-başı Mehmed Ağada menfa hayatından kurtulmuşlardı. Yine menfiyen Selanik’de ikamet  etmekte olan, hassa silâhşorlarından Mahtûmi Ağa’nın dahi bu miyanda kurtulduğunu söyleyebiliriz.[101] Yabancı devlet adamlarından Fransa elçisi Marquis de Villeneuve, devlet makamlarındaki bu tebeddüller hakkında şöyle diyor:

“… 12 Ekim 1730 tarihine kadar âsiler silâhları bırakmamıştır. Yeniden vezirler nasb edildi. III. Ahmed’in damadı saraydan yetişmiş olan Genc Ahmed Paşa vezîr-i âzam oldu[102], Reis Efendi, eskiden kazasker olan mâlûmat ve ihtiyat sahibi bir adamdı. Kapdan paşa, III. Ahmed’in damadı 26 yaşındaki Abdi idi. Bütün bu vezirler henüz daha mevkilerinden emin değildiler; çünki, bunlar, silâhlarını terk etmemiş olan âsilerin hâlen kaprislerine tâbi bulunuyorlardı…”[103]

Bu vesikadan da anlaşılıyor ki, Ekim ayının 12 inci gününe, yâni anlaşmadan bir gün evveline kadar sükûnet teessüs edememiştir. İstanbuI’da, biri Saray-i hümâyun, diğeri de Et meydanı olmak üzere iki ayrı merkez “vücude gelmiş ve zorbaların İstanbul kadısı yaptıkları İbrahim Efendi, bunlardan Et-meydanı’nda, 49 inci cemaatin kışlasını mahkeme hâline getirmiş, burada icray-i hükûmet etmekte idi. Zorba reisleri, âdeta Sultan I. Mahmud ile saltanatı paylaşmış vaziyette iş görüyorlardı. Yukarıda zikrettiğimiz anlaşmadan sonra dahi, zorbalar bu nev’i hareketleri terk etmemişlerdi. Meselâ 14 Ekim 1730 tarihinde, Ali Usta isimli bir zorba, İstanbul gümrüğüne gelerek, sandık eminine dayak atmak suretiyle kasadan zorla para almış ve savuşmuştu. Mes’elenin bizce mühim olan tarafı ise, bu adamı, bilâhire Patrona ve Muslu gibi diğer bir takım serdengeçti ağalarının isticvab edip cezalandırmış olmaları keyfiyetidir. Diğer taraftan aynı ayın on altısında, yine zorbalara mensub emirlerden biri, çarşıda bir rumun dükkânından almak istediği malda, fiat bakımından uzlaşamayınca, rum taciri ölümle tehdit etmiş; o da korkusundan mağazasını kapatıp bağırmaya başlamıştı. Fakat az sonra bütün esnafın bu dükkâncının etrafına toplanıp, yeni bir hâdise çıkmak üzere iken, âsilerin yeniçeri ağası Mehmed Ağa derhâl vak’a mahalline yetişmiş ve bu zorbayı hemen öldürmüştü. Bu vaziyet karşısında, âsilerin şehir içinde her hangi bir şekilde uygunsuz hareket yapmayacaklarına kefil olan şeyhülislâm efendi ise, zorbaların şeflerini çağırıp onlara nasihat etmek mecburiyetinde kaldı ve ezcümle: “gerçi vatan sükûn ve serbestisini size medyun bulunuyor. Padişahın cülûsiyle de her şey intizama girmeye başlamıştır. Padişahın sizlere göstermiş, olduğu lûtf u âtifet, zât-i şâhanenin fazilet ve meziyetleri takdir edildiğine delil olduğu gibi, onun fenaları ve bedbahtları cezalandırmayı dahi bildiğine şübhe etmemek lâzımdır. Zulm ve eza eden vükelâ ve ümeranın imhaları için silâha sarılmaya ve maksad hâsıl olduktan sonra uzun müddet bu vaziyette kalmaya, nihayet bunun neticesinde muttasıl zararlar tevlidine artık imkân yoktur. Sizin kaldırılmasını istediğiniz zararlar bu gün temadi edip durmaktadır. Şayed âsiler kemâl-i sükûnet içinde dağılıp vazifeleri başına dönmeyecek olurlar ise, yaptıkları iyilikleri ve kazandıkları şerefi kaybedeceklerdir. Bu hâlde, saray ve şehir halkı, birlikte lâzım gelen tedbirlere müracaat edeceklerdir ve sâbık hükûmet erkânı hakkında tatbik ettikleri cezayı sizler için de yapmaya mecbur olacaklardır.” gibi daha bir çok sözler söyledi.

Zorbaların reisleri, şeyhülislâm efendiye hak vermekle beraber, iş sahasında yine bildiklerini yapmaktan geri kalmıyorlardı. Meselâ onların bu def’a, Damad İbrahim Paşa devrinde uzun zaman reislik yapan ve isyan esnasında firar ederek bir müddet ortadan kaybolan, Üçanbarlı diye mâruf Mehmed Efendi’yi, rüşvet almak suretiyle meydana çıkardıklarını ve üstelik defter emini dahi nasbettiklerini görüyoruz. Her ne kadar halk, vaktiyle lâle eğlencelerine de reislik etmiş bulunan bu adamdan nefret duyduğu için, vezîr-âzama müracaatla kendisini azl ve bilâhire Bozca-ada’ya sürülmesine karar çıkartmış ise de, durumdan haberdar edilen Muslu derhâl mes’eleye müdahale etmiş ve “ben onun hânesini yağma etmiştim, kimin haddidir ki, benim hânesini yağma ettiğim adamı azl ve nefi ettire” diyerek, Mehmed Efendi’yi bu badireden kurtarmıştı. Buna mukabil, sarayın evvelâ Kapı-arası’na aldığı, fakat sonradan suçsuz görüp İzmid’e sürdürdüğü ve buranın hasılatı ile geçinmesine karar verdiği maktûl Nevşehirli İbrahim Paşa’nın oğlu Mehmed Paşa hakkında, Patrona, vezîr-i âzama haber göndermiş ve bu zâtın menfasının Nevşehir’e tahvilini istemişti.[104]

İşte bu gibi hâdiseler, gerek Patrona Halil’in, gerek Muslu Beşe’nin tamamile müstakil hareket ettiklerini ve istediklerini yaptırdıklarını bize göstermektedir. Anlaşılıyorki, zorbalar henüz devlet işlerine müdahaleden ellerini çekmemişlerdir. Bu hâl ise, onları haddinden fazla gurura sevk ediyordu. Bir ay evvel Galata’da, meyhane köşelerinde vakit geçiren, yatacak yeri olmayan Patrona Halil veya sokaklarda seyyar esnaflık yapan Muslu Beşe ve emsâli zorbalar, şimdi kendilerine teklif edilen vazifelerden hiç birini beğenmedikleri gibi İstanbul’da kendilerine lâyık oturacak ev dahi bulamıyorlardı. Bunlardan Patrona Halil, evvelâ Et-meydanı’na, yeniçeri kışlalarına yakın bir mevkı’de, Şehzâdebaşı câmi’i cıvarında, Kurd-oğlu’nun konağını kendine mesken yapmış ve 400 kişilik maiyyeti erkâniyle buraya yerleşmişti; bilâhire, yine bu cıvarda bulunan, defterdar İzzet Ali Bey’in (Paşa) konağını kendine münasib gördüğü için, hemen buranın tahliyesini ve fakat içinin eşyasının olduğu gibi bırakılmasını emretmişti.[105]

Hülâsa zorbalar ve bilhassa bunların reisleri ne yaptıklarının farkında olmadan, kazandıkları zaferin sarhoşluğu içinde dolaşıp duruyorlardı. Zaman zaman vezîr-i âzama giderek, ona yerli yersiz işler yaptırmak istiyor; daha olmazsa, usûl ve âdaba muhalif olarak, silâhlı bir şekilde padişahın huzuruna çıkıp şikâyetlerde bulunuyorlardı. Onların bu hâli ise, devlet mekanizmasının muntazam çalışmasına mâni’ teşkil etmekte idi. Bu sebeble bir aralık, zorbaların izâle olunacakları şayiası ortaya çıkmış, lâkin vaziyetten derhâl haberdar olan Patrona ile bilhassa Muslu, hemen faaliyete geçerek, iş başındaki vezirleri ve diğer bir kısım memurları vazifelerinden uzaklaştırmak suretiyle, yerlerine yenilerinin tâyinine muvaffak olmuş ve böylece kendileri için bahis mevzuu olan tehlikeyi güyâ bertaraf etmişlerdi. Hattâ bunlar, Bursa’da menfi bulunan Kaplan Giray’ı, Kırım’a Han nasbettirip İstanbul’a celb ile Kethüda Mehmed Paşa’nın evine yerleştirmişler; Boğaziçi’nde mâzûlen ikamet etmekte olan Buğdan Prensi Mihal’e, Eflâk voyvodalığını tevcih etmişler; Buğdan prensliğini de, Patrona Halil’e vak’a esnasında yardım eden Yanâki adlı bir rum kasaba vermişlerdi. Hâlbuki I. Mahmud, bir kaç gün evvel Buğdan voyvodalığına, Bâb-ı âlî tercümanlarından Gregoresko Ghika’yı nasbetmiş bulunuyordu. Bu durum karşısında, vezîr-i âzam mezkûr vazifeye kasab Yanâki’nin tâyin olunamayacağını, hem bu memuriyete asîlzâde, devlete hizmet etmiş kimselerin tâyini lâzım geldiğini söyleyince, Patrona’nın şu meâlde bir cevab verdiğini görüyoruz: Bunun bir bahane olduğunu anlıyorum. Yanâki de G. Ghika gibi hıristiyandır. Bunun veya diğerinin prens olmasında bence hiç bir mahzur yoktur.” Nihayet mes’ele padişaha aksetmiş ve bizzat I. Mahmud’un kendisi hayretler içinde kalmakla beraber, Patrona’nın da arzusunu yerine getirmeğe mecbur olmuştu.[106] Hülâsa buna mümasil daha bir takım hâdiseler sonunda ve Kasım 1730 tarihinde toplanan divanda ise, zorbaların izalesi hakkında, gizli bir karar alındı. Devlet erkânı ve saray mensubu bir çok kimseler, başda padişah olmak üzere, zorbaların tahâkkümünden, devlet işlerine müdahalelerinden artık kurtulmak istiyorlardı. Fakat bu adamlar ve onlara taraftar olanlar, kendilerini dâima tehlikede gördükleri için, mütemadi şekilde, sarayın kendi aleyhlerinde alacağı kararları kolluyor, etrafda olan adamları vasıtasiyle, en ufak  teşebbüsleri  dahi zamanında haber alıyorlardı. Nitekim bu def’a alınan kararı da vaktinde öğrenmişler ve tekrar, bir çok devlet ricâlinin değiştirilmesi lâzım geldiği hususunda padişaha müracaat etmişlerdi. Kendilerinin rastgele adam tavzif etmelerine rağmen, bu mes’elede sarayı itham ederek, eski hükûmetde olduğu gibi, yine gelişi güzel mansıbların dağıtıldığından şikâyet ediyor ve bir çok kimselerin yeniden nasb ve azillerini istiyorlardı. I. Mahmud ve hükûmet erkânı çok müşkül bir vaziyette kalmış ve ikinci def’a divanı toplayarak, zorbalarm münâsib gördükleri adamları iş başına getirmeyi kabûl etmişlerdi.[107]

Âsiler bu def’a İstanbul’da bulunan Boşnak Rüstem Paşa’yı sadarete getirmek üzere tesebbüse geçtiler ve onu evinden alarak zorla Et-meydanı’na getirdiler. Rüstem Paşa vezîr-i âzamlık istemiyordu. Bu vazifeyi şiddetle reddetti; ancak taşrada bir beylerbeyilik verilirse onu kabûl edeceğini bildirdi. Bunun üzerine, Rüstem Paşa ile birlikte zorbaların şefleri kapıya giderek, vezîr-i âzamdan, paşaya bir mansıb verilmesini, İran hudud kumandanlığına tâyin olunmasını istediler. Vezîr-i âzam da Rüstem Paşa’nın Karaman vâliliği ile Revan’a serdar olması hususunu padisaha arzetti. Sultan Mahmud ise, icâbı hâlinde zorbaların dahi sefere iştirâk etmeleri şartiyle bu teklifi müsait karşıladı. Patrona Halil ve arkadaşı Muslu, müteakiben, padişahtan, yeniçeri ağasının sadaret mevki’ine getirilmesi talebinde bulundular. Muslu yeniçeri ağası olacak, Patrona Halil de kapdan-ı derya veya kaymakam tâyin edilecek idi. Önceleri hiç bir vazife kabul etmeyen zorba şeflerinin, şimdi böyle en yüksek mevkı’leri kendi aralarında taksime teşebbüsleri, saray erkânı arasında hayret uyandırmıştı. Bir çok kimseler, bu fitnenin yine ulemanın ve bilhassa Zülâlî Hasan  Efendi’nin başı altından çıktığına kâni’ bulunuyorlardı. Onun isyan günlerinde çevirmiş olduğu entirikalar henüz unutulmamıştı; fakat ne çâre, hakimiyet henüz zorbalar tarafında olduğundan bunlara da bir şey yapılamıyordu. Zorbaların sözde muvakkat olarak iş başına getirmiş bulundukları, üçüncü Ahmed’in damadı sadrıâzam Silâhdar Mehmed Paşa, yeni bir hâdisenin zuhurundan son derecede çekindiği için gayet korkak hareket ediyor ve âsilerin her dediğini yapmaya çalışıyordu.[108]

Zorbalar, yalınız devlet işlerine, yukarıda gördüğümüz vechile bir takım azl ve nasb işlerine müdahale etmekle kalmıyor, hususi mes’elelere dahi karışıyorlardı. Meselâ Fransa sefiri Marquis de Villeneuve’in, kapdan paşayı ziyarete gidip, yeniçeri ağasını tebrike gelmemesini, Muslu Beşe kendi için hakaret telâkki etmiş ve bunu mes’ele yapmıştı. Ancak sonradan işin tatlılık ile halledildiğini görüyoruz.[109] Diğer taraftan bu zorbalar, İstanbul kadısı yaptıkları İbrahim Efendi’nin bir câriyesinin lohsa şerbetini, vâlide sultana gönderecek kadar küstahca hareketlerde dahi bulunuyorlardı. İşte bütün bu gibi hâller, onların aleyhine oluyor ve nihayet gün geçtikçe, kendilerinden nefret edenler çoğalıp, taraftarları azalıyordu.

Âsilerin hâkimiyeti kaybetmesi ve şeflerinin katli

İsyan esnasında ve onu tâkib eden günlerde, zorbalar ve bunların serdengeçtileri ile yeniçeriler, aynı mahâlde yâni Et-meydanı ile cıvarında ikamet ettiklerinden, her vakit bir arada bulunuyor ve muhtelif mes’eleler hakkında kolayca temasa geçebiliyorlardı. Bu keyfiyet başlangıçta âsilerin vaziyetini takviye etmekle beraber, bir kaç hafta sonra, zorbaların reisleri ile yeniçeri zabitleri arasında, nüfuz mücadelesi ve devlet işlerine müdahale bakımından, bâzı ihtilâfların zuhuruna sebeb olmuştu. Yeniçeriler, zorbaların devlet işlerine karışmalarını istemiyorlardı. Patrona Halil, Emir Ali ve Muslu Beşe ile Çınar Ahmed gibi şeflerin tamamen müstakil hareketleri, yeniçeri ağası Kel Mehmed Ağa hariç (çünki bu zorbaların adamı idi), diğer yeniçeri zabitlerini hased ile karışık bir hiddete sevk ediyordu. Nihayet yukarıda kaydettiğimiz vechile, sarayın tahrik ve teşviki üzerine, bunlar da mukabil harekete geçmiş ve bu tarz muamele şekavettir, devletin hakimiyeti sarsılıyor diyerek, zorbalara karşı hücuma başlamışlardı; hattâ yeniçerilerin, 29 Ekim 1730 (16 Rebi’ül-âhir 1143) tarihinde, Ortacâmi’de serdengeçti ağalarından bir kaçını sıkıştırdıkları görüldü. Her ne kadar Patrona Halil’in vak’a yerine yetişmesi üzerine bu mes’ele kan dökülmeden kapatılmış ise de, hakikatde aradaki ihtilâf hallolunmamıştı. Bu sebeble, 5 Kasım 1730 tarihinde, bir serdengeçdinin, yeniçeri zabitlerinden birini öldürmesiyle, mevcûd gerginlik yeniden arttı ve Patrona Halil ile 32 inci ortanın zabiti arasında, Ortacâmi’de şiddetlice bir münakaşa cereyan etti. Patrona, kendisine veya taraftarlarına dokunanın karşısında, İstanbul’daki on iki bin arnavudu bulacağını söylüyor; yeniçerilerin mezkûr zabiti de, bütün Arnavutluk ile gelmiş olsa, hepsini imha edeceklerinden bahsederek, zorbaların derhâl yeniçeri kışlalarını terk etmelerini emrediyordu.[110] Maamafih bu dâvanın, sonunda yine zorbaların galebesiyle neticelendiğini görüyoruz. Çünki âsilere mensub ve fi’ilen yeniçeri ağalığı mevkı’ini işgal etmekte olan Sarac Kel Mehmed Ağa, Damad İbrahim Paşa devri yeniçeri ağalarından Hasan Ağa ile kul kethüdasının, bu işde müşterek hareket ettiklerini ve husule gelen son durumun, memleketin nizamına halel getirmekte bulunduğunu söyleyerek, bu iki, sâbık, ocağa mensub adamı, Cemâziye’l-evvel’in evâilinde (Kasım ayı ortalarında) Rodos adasına sürdürmeye muvaffak olmuştu.[111]

Burada şunu da kaydedelim ki, zorbalara karşı olan memnuniyetsizlik sâdece yeniçeriler arasında değildi. Bâzı kimseler müstesna, ulema da zorbalara yüz çevirmiş bulunuyodu. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., adlı esere nazaran, Patrona Halil, yeniçeriler ile yaptığı bu münakaşayı müteakib, sâbık kazaskerlerden Maza-zâde’nin yanına gitmiş[112] ve bu efendiye, padişah ile memleket için çalıştığını uzun uzun anlatmıştı; daha sonra da, bir çok dostu olmakla beraber, bir hayli düşmanı bulunduğunu arzederek, kendine yardım edilmesini, padişahın huzurunda zorbaları haklı gösterir şekilde konuşmasını istemişti. Fakat buna mukabil, padişah sorduğu  takdirde hakkında bildiklerimi açıkca söyleyeceğim gibi mübhem bir cevab veren efendinin, Patrona Halil gittikten sonra, arkasından onu lânet ile yad etmesi ve Patrona’nın kendi uşaklarına dağıtmış olduğu paraları attırması göz önünde tutulursa, ilmiye ricâlinden bâzı mühim zevatın da zorbalara karşı nefret duydukları anlaşılır.[113]

Patrona Halil, Muslu, Emir Ali ve sâir emsali zorba reisleri, artık umumî efkârın kendi aleyhlerine dönmüş olduğunu biliyorlardı ve bunlar ahvali tehlikeli gördükce, devlet idaresinin başına geçmek, bilhassa sadaret ile sadaret kaymakamlığı ve kapdan paşalık gibi daha bir takım belli başlı memuriyetleri elde etmek suretiyle her işe hâkim olmak istiyorlardı. Onlarca yegâne kurtuluş çaresi şimdi bu yolda mümkündü. Bu sebebden, on, on beş gün evvel ileri sürdükleri mansıb taleblerini tekrarladılar ve evvelâ, kapdan-ı deryalığın Patrona Halil’e verileceği düşüncesiyle, kendilerinin iş başına getirdikleri Hafız Ahmed Paşa’nın azline dahi muvafakat gösterdiler. Lâkin az sonra, bu makamın, tasavvurlarının hilâfına, İstanbul’a dâvet edilmiş bulunan Canım Hoca Mehmed Paşa’ya verileceğini haber alınca, Ahmed Paşa’nın yeniden kapdan-ı deryalıkta kalması hususunda bâzı hâdiseler çıkardılar ve neticede bu vazifenin, ancak 21 Kasım 1730 tarihine kadar, yine Ahmed Paşa’nın uhdesinde kalmasını temin edebildiler.[114] Muslu Beşe’nin tâlib bulunduğu yeniçeri kethüdalığı ise, sadrıâzamın şiddetle muhalefetine rağmen, sâbık Kırım hanlarından Kaplan Giray’ın tavassutu üzerine, kendisine verildi. Kaplan Giray, vezîr-i âzam Mehmed Paşa ile yapmış olduğu hususî bir görüşmede, zorbalar kendi âkibetlerini kendileri hazırlıyor, onlara daha üstün mevkiler verin, pek tabiidir ki, idare edemeyecekler ve sonunda halkın gözünden daha çabuk düşeceklerdir diyordu.[115]Patrona Halil için kapdan-ı deryalığı elde edemeyen zorbalar, şimdi bir başka şekil bulmuş ve her ne bahasına olursa, yeniçeri ağası Kel Mehmed Ağa’yı sadarete; Patrona’yı da sadaret kaymakamlığına getirmeye karar vermişlerdi. Onlar böylece, ilmiyeden Zülâli Hasan Efendi ve İstanbul kadısı İbrahim Efendi gibi daha bâzı kimselerin kendilerine iltihakı sonunda, devletin idarasine tamamiyle hâkim olacaklarını zannediyorlardı.

Zorbaların bu tarz calışmalarına mukabil, saray erkânı ve devleti, milleti cidden düşünen ve seven hükûmet erbabı da bunları, bir fırsatını bulup tamamen ortadan kaldırmak istiyorlardı. Âsilerin imhası için evvelâ ayrı ayrı iki gurubun faaliyete geçtiğini görüyoruz. Bunlardan biri saray dahilinde; diğeri de saray haricinde çalışıyordu. Saray haricinde olanlar ise, zorbaların Bursa’dan İstanbul’a gelmesini temin etmiş oldukları, sâbık Kırım hanlarından Kaplan Giray’ın etrafında toplanmış bulunuyordu. Kaplan Giray, kardeşi III. Devlet Giray’ın matracı-başılarından olup, Patrona Halil’in dahil bulunduğu on yedinci ortada, vaktiyle çorbacı olan ve meşhur vak’a esnasında Bursa’ya yanına gelen, Pehlivan Halil Ağa’yı İstanbul’a getirtmiş, onunla zorbaları nasıl ifna edeceğini gizliden gizliye görüşüyordu.[116] Kaplan Giray’ın çalışmalarına muvazi olarak da sarayda dârüssaade Ağa’sı Beşir Ağa faaliyette idi. Beşir Ağa, Köprülü Numan Paşa kethüdası olup, sadr-ı esbak Mehmed Paşa’ya ve Köprülü-zâde Abdullah Paşa’ya Mısır vâlilikleri zamanında kethüdalık yapan ve devlet hazinesi hisabına müsadere ettiği paraları veya boynunu vermek üzere, III. Ahmed’in son günlerinde Mısır’dan İstanbul’a dâvet edilen Kabakulak İbrahim Ağa ile bu hususta temasa geçmişti.[117] Bir müddet sonra bu iki gurubun yâni, Kaplan Giray’ın idare etmekte olduğu kimselerle, Beşir Ağa’nın adamları birleştirildi. Diger taraftan nazar-ı dikkati celb etmemesi için, Kabakulak İbrahim Ağa’ya, hünkâr kapıcıları kethüdalığı tevcih olunmuş ve böylece saraya, şübheyi dâvet etmeden girip çıkması sağlanmıştı. Pehlivan Halil Ağa ise, esirci kıyafetinde saraya giriyor ve Vâlide Sultan ile, diğer alâkalı kimseler­le lâzım gelen işleri kolayca görüşebiliyordu.[118] Az sonra, bu işde çalışanlar arasına defterdar İzzet Ali Bey ile vezir kethüdası Mustafa Bey de katıldı.[119] Bu esnada, Rumeli vâlisi Muhsin-zâde Abdullah Paşa ve sâbık kapdan-ı deryalardan Canım Hoca Mehmed Paşa dahi İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Eski ve tecrübeli bir devlet adamı olan Canım Hoca, derhâl, zorbaların ortadan kaldırılması ve devlet işlerinin ıslahı için yapılmakta olan toplantılara iştirâk ettirildi. Âsilerin tenkili hususunda herkes müttefik idi. Yalnız I. Mahmud böyle cezri bir hareket de mütereddit görünüyordu. Padişah, icra olunacak tedip hareketi muvaffak olamadığı takdirde, bütün zorbaların yeniden ayaklanacağı ve memleketin daha fena bir duruma düşeceğinden endişe ediyordu. Canım Hoca Mehmed Paşa, zorbaların reisleri bir anda katledildiği takdirde, geri kalan kısmın pek çabuk dağılacağına ve hiç bir şey yapamayacaklarına emin bulunduğundan, nihayet bu hususta I. Mahmud’ı ikna’a muvaffak oldu. Padişah da Mehmed Paşa’yı, 21 Kasım 1730 tarihinde resmen kapdan-ı derya yaparak onu, gizlice bahis mevzuu teşkilâtın başına getirdi.[120] ve kendisiyle birlikte Kırım Hanı’nın verecekleri her türlü kararı tasvib edeceğini bildirdi. Devletin bu hâlile, yabancı devletlerin murahhaslarından ziyadesile hicab duyuluyordu.

Patrona Halil ve arkadaşları, her ne kadar bu gibi ahvâlden, bu def’a zamanında ve açıktan açığa haberdar olamamış iseler de, ortada bir takım gizli çalışmalar olduğunu, daha iyi hissetmeye başlamışlardı ve bu sebebledir ki, yukarıda dahi temas ettiğimiz üzere, evvelâ devletin en yüksek memuriyetlerini kendi ellerine geçirmeye çalışmışlar; lâkin bu hususda  arzularına  nâil olamayınca, fikirlerini değişdirip, bu def’a İstanbul’dan uzaklaşmaya karar vermiş bulunuyorlardı. Bunun için de komşu devletlerden birine harb ilân edilecek ve bu bahane ile yâni orduya iştirak etmek suretiyle, zorbalar İstanbul’dan ayrılacaklardı. Patrona Halil ile arkadaşları, hayatlarını kurtarabilmek ümidiyle, şimdi daha ziyade bu şekil üzerinde duruyor ve devlet erkânını sefere teşvik ediyorlardı. Âsilerin bu tarz hareketleri, hükûmet adamlarının, bilhassa zorbaları tenkile memur kimselerin ziyadesiyle işine yaradı ve İran mes’elelerinden dolayı hem bu devlete ve hem Rusya’ya harb ilân edilecekmiş gibi bir vaziyet ihdas olundu. Nihayet bu maksadla, 23 Kasım 1730 tarihinde, divan erkânı fevkalâde bir toplantıya çağrıldı. Sefere taraftar olan Patrona ile arkadaşları da bu ictima’a dâvetli idiler. Müzakereler esnasında, Patrona Halil, kararlarının bir an önce tahakkuku gayesiyle, İran’a ve Rusya’ya derhâl hücum edilmesini şiddetle müdafa’a etti. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople adlı eserde, tafsilâtını gördüğümüz üzere, bir tertip eseri olarak, Kaplan Giray ise buna karşı muhalefet gösterdi ve cereyan eden münakaşalar neticesi hiç bir karara varılamadı. Sonunda, Patrona Halil, bu kadar insan içinde bu mes’ele görüşülemez ve bir karara varılamaz, hem böylece devletin sırları da ifşa oluyor diyerek meclisi terk etti, toplantı dağıldı. Fakat bu keyfiyetten dahi zorbalar aleyhine faydalanıldı. Âsilerin tedibine memur olanlar, iki gün sonra, Saray-ı hümâyun’da, Patrona’nın arzusu vechile, muayyen şahıslardan müteşekkil, daha tenha bir divan toplanmasını padişaha tavsiye ettiler.[121]  25 Kasım 1730’da toplanacak divana daha mahdut kimseler dâvet edildi. Bununla beraber, vazifeli olanlar da hazılıkların itmamına koyuldular. Diğer taraftan, devlet ricâlinden bazı kimseler, bahis mevzuu bu ikinci divanda, Patrona Halil ile Muslu Beşe’ye evvelce talep etmiş oldukları vezaretlerin ihsan olunacağını söylemek suretiyle, onların toplantıya iştirâklerini de garanti etmişlerdi. Bunlardan maada, bu iki divan toplantısı arasında, Zülâlî Hasan Efendi, Kırım Hanı nezdine gitmiş ve zorbaların, vezîr-i âzamı, şeyhülislâmı ve kızlar ağasını istemediklerini; beylerbeyi Benli Mustafa Paşa gelinceye kadar, Hafız Ahmed Paşa’nın kaymakam olarak devleti idare etmesini söylemiş ve aksi takdirde yeni bir fitnenin melhuz bulunduğunu bildirmişti. Kaplan Giray, bundan evvelki hâdiselerde olduğu gibi, bunda dahi vaziyeti pek güzel idare etmiş ve fitneye lüzum olmadığını, Patrona’nın, bu mes’eleyi kendisiyle görüşmek üzere yanına gelmesini istemişti. Nihayet aynı gün, Patrona ile Kırım Hanı buluşmuş ve aralarında  cereyan eden görüşme esnasında, Kaplan Giray, Patrona Halil’e: “rey ettiğiniz hususlar cümle münasib, lâkin padişahın size îtimadı var, her ricanıza müsaade ederken cemiyet peyda edip nâmınızı zorba etmek lâyik değil; elbette ki, bu günlderde müşavere için cemiyet olunacak, ben cemiyet-i mezkûrı huzur-ı hümâyuna kaldırırım, siz dahi bilmüşafehe padişaha söylersiz, bende sizi tasdik ederim” demişti.[122] Hülâsa bu şekilde zorbaların ikinci toplantıda muhakkak bulunmaları bir çok cihetlerden temin edilmiş oluyordu. Bu arada, Patrona Halil’in Tersane’ye giderek, Canım Hoca Mehmed Paşa’yı ziyaret veya kontrol ettiğini de söylemeliyiz.

Âsileri tenkile memur, Canım Hoca Mehmed Paşa ve Kaplan Giray ile Pehlivan Halil Ağa, İbrahim Paşa gibi zevat ise, bu işlere muvazi olarak, 25 Kasım 1730’da toplanacak   divandan önce, Saray-ı hümâyun’da, Revan kasrı ve Sünnet odasında lâzım gelen hazırlıkları yapmış bulunuyorlardı. Zorbaları katl üzere silâhlandırılmış 30 kadar adam, dolap ve ocak içi gibi muhtelif mahâllere, geceden yerleşdirilmişti. Bunlara lüzumlu emirlerle birlikte nasıl hareket edecekleri de izah olundu. Nihayet bahis mevzuu günün sabahı, birinci toplantıyı her hangi bir tertibe kurban gitmemek korkusu içinde, mücehhez ve endişe ile tâkib etmiş olan zorbalar, burada hayatlarına karşı hiç bir teşebbüsün vâki’ olmadığını görünce, sübhelerinin yersiz bulunduğu zehabına kapılmış ve bu toplantıya daha lâkayd ve az bir muhafız kuvvetle gelmeye başlamışlardı. Patrona Halil, Muslu Beşe, yeniçeri ağası Kel Mehmed Ağa, sekban-başı Urlu Murteza Ağa ve daha bir kısım ağalar ile Zülâlî Hasan Efendi, İstanbul kadısı İbrahim Efendi, Abdullah Efendi gibi zevat, yanlarında yirmi beş otuz kişi kadar muhafız bulunduğu hâlde, sarayda toplandılar.[123] Bunların muhafız kuvvetleri, Saray-ı hümâyunun  birinci avlusunda misafir edilerek içeri alınmadı. On kişilik bir serdengeçti gurubu ise, ikinci avluda tutuldu ve Bâbüssaade’den içeri, ancak zorbaların ileri gelen beş altı şahsı geçirildi. Bunlarda doğruca Revan kasrı ve Sünnet odasının bulunduğu mahâlle götürüldüler. Her geçtikleri dâirenin kapısı, mes’elenin ehemmiyetine ve gizliliğine binaen gayet muhkem bir şekilde kapatılıyordu. Saray-ı hümâyun’un hemen hemen merkezi bir mahâllinde ve taşra ile irtibatın en uzak olduğu bir yerde bulunan Sünnet odasında, nihayet hazır olan devlet erkânı ve zorbalar yerlerini almış, böylece meclis de açılmış oldu. İlk def’a İran seferine âid hususî lüzumu vechile görüşülüp bir karara bağlandı; müteakiben sıra Patrona Halil ile Muslu Beşe’ye memuriyet tevcihine geldi. Vezîr-i âzam padişahın, Patrona Halil’e Rumeli beylerbeyliğini, Muslu’ya Anadolu beylerbeyiliğini ve yeniçeri ağasına da üç tuğlu bir vezirlik ihsan ederek, kendilerini İran seferine memur ettiğini bildirdi. Bu esnada, Zülâli Hasan Efendi ile İstanbul efendisi Abdullah Efendi’ye dahi birer tuğlu vezaret ihsan olunmuştu.[124] Bu işlerin hitamında, vezirlere hil’at giydirilecekti. Lâkin Patrona Halil, muarız bulunduğu vezîr-i âzam Silâhdar Mehmed Paşa’nın elinden hil’at almak istemedi. Daha doğrusu bunu bir mes’ele yaparak, Kırım Hanı ile mutabık  kaldıkları vechile, padişahın huzuruna çıkıp, yukarıda bahs olunan tâyin hususlarını görüşmek isteyordu. İki taraf arasında cereyan eden müzakereler sonunda ise, nihayet bu hil’atların Sultan Mahmud’un huzurunda tevcihine karar verildi. Bu sebeble Sünnet odası’nda bir hareket, bir kaynaşma vuku’ buldu. Bir taraf padişah önünde hil’at giymeye hazırlanmakta; diğer taraf hazırlanan plânın tatbik safhasına geçmek için heyecan içinde idi. İşte tam bu telâşlı ve heyecanlı anda, Pehlivan Halil Ağa birden ortaya fırlamış ve verdiği emir gereğince, etrafda gizli bulunan bütün adamlar, pürsilâh zorbalar üzerine atılmıştı. Patrona Halil, Muslu Beşe ve diğer kimseler tamamen gafil avlanmış bulunuyordu. Patrona ve emsâli zorba şefleri, birinci toplantının kendilerine verdiği îtmat içinde, saraya fazla adam getirmedikleri gibi, buraya da muhafız ile gelmemişlerdi. Bundan maada, padişah huzurunda hil’at giyeceklerinden, üzerlerinde fazla silâhları da yoktu. Patrona Halil, elbisesinin altında, ancak küçük bir hançer taşıyordu. Derhâl buna sarılarak, nefsini müdafaa gayesiyle Pehlivan Halil Ağa’nın üzerine hücum etti. Fakat bir kılıc darbesiyle ilk hamlede kolu uçurulmuştu. Daha sonra kafası gövdesinden ayrıldı. Arkadaşının, gözleri önünde ve feci bir şekilde öldürüldüğünü gören Muslu Beşe ise, hiç mukavemete teşebbüs etmemiş ve kürküne sarılıp, başına gelecek felâketi beklemişti. Bu esnada, Canım Hoca Mehmed Paşa da bizzat yeniçeri ağası Mehmed Ağa ile boğuşuyor ve onun hisabına görüyordu. Hülâsa odanın içi bir harb sâhasına dönmüş ortalığı kan kokusu istilâ etmişti. Böylece zorbalardan üçünün katli, diğerlerinin kolayca teslimine sebeb oldu. Sersekban Urlu Murtaza Ağa Çavuş-haşı Derviş Mehmed Ağa ve ulemadan Zülâli Hasan Efendi ile İstanbul kadısı İbrahim Efendi gibi daha bâzı zevat mukavemetsiz yakalanmış ve doğruca bu meclisten mahbusa götürülmüştü.[125]

Bu muzafferiyet haberi Harem dâiresinde bir anda duyuldu ve târifi imkânsız bir memnuniyet hâsıl etti. Herkes I. Mahmud’a gazasını tebrik için koşuyordu. Padişah ise, derhâl Muhsin-zâde Abdullah Paşa’yı yeniçeri ağası ve Pehlivan Halil Ağa’yı kul kethüdası tâyin etmiş; biraz evvel mahkûm olanlarla, sarayın dış avlularında beklemekte olan zorbaların muhafızlarını imha hususunda müzakereye başlamıştı. Nihayet sıra, ikinci avluda, yâni Bâbüs-saade’nin önünde bulunanlara geldi. Verilen karar üzere, bunlar da şark seferi dolayısiyle, birer vazifeye tâyin edileceklerimiş gibi teker teker içeri, yâni Harem kısmına, Arz odası’na alınıp burada idam olunacaklardı. Onun için vazifeli kimseler, Sünnet odası önünden, Arz-odası yanına gelerek, lüzumlu tertibatı aldılar ve Küçük çavuş diye tesmiye olunan saray ağalarından biri, Bâbüs-saade’yi açarak, önünde bekleşen serdengeçdilere, tatlı bir dil ile şark seferinde kendilerine tevcih olunan vazifeleri tebliğ etti. Bilâhire hil’atlerini geymek üzere, bunları üçüncü avluya aldı. Fakat serdengeçdilerin sükûnet içinde Harem tarafına alımasını ve Bâbüs-saade’nin muhkem bir şekilde kapanmasını müteakib, durum derhâl değişmiş bulunuyordu. Silâhdar Bekir Ağa, yüksek sesle zorbalara hitab ederek, bundan sonra ağanız budur, buyurun elini öpün diye Muhsin-zâde Abdullah Paşa’yı gösterince, serdengeçtiler şaşkına dönmüş ve mes’elenin vehametini o zaman anlamışlardı. Lâkin iş işden geçtiği için yapacak bir şey yoktu. Ancak bunlar da, şefleri, efendileri gibi kendi şahıslarını müdafaadan başka çare bulamamış ve nihayet kılıçlarını çekip döğüşmeye başlamışlardı. Yalnız serdengeçtiler, Muslu Beşe, Patrona Halil ve Murtaza Ağa gibi silâhsız olmadıklarından, bunların izaleleri kolay değildi. Nitekim içlerinden biri, hemen silâhını Abdullah Paşa’ya çevirmiş ve ateş açmıştı. İşte esas bunun üzerine, Enderun-ı hümâyun’da iki tarafın biribirine girdiği görüldü. Arz odası ve Üçüncü Ahmed kütübhanesi cıvarında, kanlı bir mücadele başlamıştı. Zorbalar ile bunların izalesine memur edilenler arasında müdhiş çarpışmalar oluyordu. Bu vuruşmalar esnasında, silâhdar Bekir Ağa, Küçük-çavuş diye tesmiye olunan saray ağası ve Pehlivan Halil Ağa’nın adamlarından daha bir kaç kişi yaralandı. Maamafih zorbalarda hayli telefat vermiş ve sonunda teslim olmuşlardı.[126] Birinci avluda bulunan muhafızlar ise, içerdeki durumdan, mücadelelerin son safhasında haberdar olmuş, fakat bir kısmı firara, bir kısmı da mukavemete karar verdiklerinden, esaslı bir mukavemet gösterememişlerdi. Başsızlık onları perişanlığa sevk etti. Bu bakımdan son kısmı dağıtmak, diğer guruplara nazaran daha kolay oldu ve böylece, Saray-ı hümâyûn dahilinde bulunan zorbalar da ortadan kaldırılmış bulunuyordu.[127]

Saray-ı hümâyûn’a giden zorba şeflerinden ve bunların yanında bulunan muhafızlardan hiç birinin, aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen, geri dönmemeleri ise, Saray haricinde ve meydanda bekleşen tarafdarlarını endişeye sevk etmişti. Saray dahilinde ne olup, ne bittiğinin kimse farkında değildi. Bu sebeble zorbalar bir müddet sonra guruplar halinde sarayın birinci kapısı önünde toplanmaya başladılar. Gerek zorbalar, gerek halk zümresi büyük bir merak içinde neticeyi bekliyorlardı. Nihayet vaktiyle Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ile bunun damadları Kethüda Mehmed Paşa ve Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’nın cesedlerinin çıkmış olduğu Bâb-ı hümâyûn’dan, bu def’a Patrona Halil, Muslu Beşe, Mehmed Ağa ve Murtaza Ağa gibi diğer zorba reislerinin nâaşlarını taşıyan arabaların çıktığı görüldü. Hiç beklenmedik bu hâdise, zorbalardan bakiye kalanlarla, onlara tarafdar olanları çil yavrusu gibi dağıtmıştı. Her biri bir köşeye gizlenmiş; veya İstanbul’u terk ile uzak uzak kaçmaya başlamışlardı. Bu ana kadar etraflarında toplanıp, verdikleri emirlere mutlak surette riayet eden zorbalar arasında, şimdi şeflerinin, ölülerini dahi ortadan kaldıracak adam yoktu.[128] Maamafih bu cesedlerin uzun müddet sokaklarda teşhir olunmadığını; zorbaları tahrik edecek her hangi yeni bir hâdiseye de sebebiyet verilmek istenilmediğini söylemeliyiz.

Zülâli Hasan Efendi ile İstanbul efendisi olan Abdullah Efendi’nin vaziyetlerine gelince: bunlara birer tuğ ihsanı, onların da katl olunacağına delil idi. Lâkin her ne sebebe mebni ise, bu efendiler Sünnet odası’nda idam edilmedi. Evvelâ bostancı-başı mahbesine kaldırıldılar ve bir müddet sonra da buradan alınıp bir kadırga ile Marmara’ya doğru götürülürken yolda öldürülüp, cesedleri denize atıldığı söylenmektedir. Zorbalara hizmet eden efendilerden bir diğeri, yâni İspîrî-zâde ise, bu son hâdiselerden bir müddet evvel, tutulduğu vebadan kurtulamayarak âilesi efradiyle ölmüştü.[129]

Takriben iki aylık bir zaman zarfında İstanbul’da büyük tehlikeler yaratan, bir çok kimselerin ölümüne, saltanat tebeddülüne ve mühim daha bâzı hâdiselere sebeb olan, Patrona Halil ile bir kaç arkadaşının ve ilmiye ricâlinden bâzı  efendilerin, bu şekilde bertaraf edilmesiyle, İstanbul üstünden büyük bir kâbus kalkmış ve İmparatorluk muhakkak surette bir buhrandan kurtulmuştu. Artık herkes sevinç ve neş’e içinde, serbestçe hareket ediyordu. Bu katl-i âmdan geri kalan kısım ise, muhtelif yerlere dağılmış, onlar da hayatlarını muhafaza için ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Devlet idaresini tam olarak eline alan I. Mahmud, şimdi imparatorluğun her tarafına yeni yeni fermânlar  göndermek suretiyle, âsilerin tamamen tenkil olunduğunu bildiriyor; diğer taraftan bunları izale hususunda, kendilerinden ziyadesiyle istifade ettiği Kaplan Giray, Muhsin-zâde Abdullah Paşa,  Pehlivan Halil Ağa, Canım Hoca Mehmed Paşa gibi devlet ricâlini de yüksek mansıblar ve hil’atlar ile taltif ediyordu.[130] Hülâsa İstanbul sükûnete kavuşmuş, herkes işi ve gücü ile meşgul olmaya başlamıştı. Ancak devlet erkânı, bu son hâdiseyi tâkibeden günler zarfında gayet sıkı emniyet tertibatı almış ve bilhassa Patrona’nın sık sık zikrettiği “beni veya adamlarımı öldürenler, karşılarında, on bin arnavudu bulacaklardır, İstanbul’u yakıp kül edeceğiz” sözünü hatırlayarak, onun hem cinsi bulunan, hamamlardaki arnavudlardan ziyadesiyle ictinab etmişlerdi. Bunların, şehrin muhtelif semtlerinde yangın çıkarmalarından çok korkuluyordu. Fakat zamanla bu endişelerin yersiz olduğu anlaşıldı ve altı aylık bir müddet içinde İstanbul’da bu hâdise ile alâkalı her hangi bir hareket görülmedi. Ancak daha sonraları bir iki ayaklanma teşebbüsü kaydedilmiş ise de, bunlar derhâl basdırılmış ve artık Osmanlı devletinin merkezi inzibat altına alınmış bulunuyordu.

Netice

1730 isyanının bilhassa sebebleri üzerinde yapılan bu araştırma ile, Osmanlı imparatorluğunun, XVIII. asrın ilk yarısındaki ictimai, siyasi, mali ve iktisadi vaziyeti bir çok noktalardan aydınlatılmaya ve bu itibarla münferid bir isyan gibi görünen Patrona ihtilâlinin, derin sebebleri meydana çıkartılmaya çalışılmıştır.

Osmanlı devletinin bünyesine dikkat edilecek olursa, henüz daha XVII. asırdan itibaren, her noktada kendisini temellerinden sarsan bir buhrana doğru gidildiği açıkca görülür ve bunun bir neticesi olarak da gerek vilâyetlerde, gerek merkezde hoşnutsuzlukların arttığı, hükûmet aleyhine, muhtelif zümrelerin tertib ettiği ayaklanma ve isyanların çoğaldığı müşahede edilir. Hâlbuki bu devirde garbin sür’atle inkişaf gösteren kültürel ve ilmi çalışmalarına ayak uydurmamız icab ediyordu. Bir iki asır önce, dünyada en muazzam bir imparatorluk olarak şöhret yapan Devlet-i aliyye, şimdi, Avrupa devletlerinin, bilhassa fikir sahasında kaydettikleri mütemadi ilerleme sayesinde, onlardan geri duruma düşmüştü. Üstelik biz, daha önceki fikir ve medeniyet seviyemizi dahi bu asırda muhafaza edemez bir hâle gelmişdik; diğer taraftan Avrupa devletleriyle siyasi sahada, sık sık yaptığımız neticesiz temaslar da bizim bu ahvalimizi onlara daha çabuk hissettirmişti. Eskilerine nazaran, semeresiz diyebileceğimiz seferler, harici itibarımızı çok sarsdığı gibi, dahilde de huzur ve asâyişi bozuyordu. Netice olarak, muhtelif sebebler dolayısiyle memlekette zuhur eden türlü dahili vakayi’, şübhe yok ki, fikir sahasındaki inkişafımıza da büyük engeller teşkil etmekte idi. Meselâ bu miyanda evleviyet ile gerek merkezde, gerek imparatorluğun muhtelif vilâyetlerinde vuku’a gelen isyan ve ihtilâlleri kaydedebiliriz. Hemen her biri ayrı ayrı mahiyette olmakla beraber, neticede hepsinin devlet ve millete bir çok zararları bulunduğunda şübhe edilemez zannederim. Osmanlı tarihinin isyan ve ihtilâller faslı bir bütün hâlinde gözden geçirilecek olursa, bunların müşterek sebeb ve âmilleri olduğu anlaşılır. Ancak bu sebebler ve âmiller arasında, her isyanın yalnız kendine mahsus olan kısımları dahi mevcud bulunduğunu söylemeliyiz.

Bu bakımdan imkân olduğu kadar kaynaklara dayanmak suretiyle incelemeğe çalıştığımız 1730 isyanında, daha evvelki isyanlara benzeyen taraflar çoktur; yalnız bu isyanda, diğerlerinden farklı bir cihet var ise, o da 1730 isyanına takaddüm eden devirde, devlet adamlarının Osmanlı İmparatorluğu içinde kültür ve medeniyet bakımından bir teceddüt ve hattâ bir inkilâb yapmak istemeleri; buna mukabil, muhtelif sebebler ile eskiye bağlı olanların, kuvvetli bir şekilde muhalefetleriyle karşılaşmış bulunmalarıdır. Maamafih şu da muhakkakdır ki, bu teceddüt ve inkilâb hareketlerini başarmayı üzerlerine alanların, kendilerini sefihane bir hayatın zevklerine kaptırmaları, iktisadi zorluklar içinde perişan bir hâlde bulunan halkın gayz ve kinini mucib olmuştur. Bilhassa İstanbul’da bulunan bir zümre, intikam hisleri beslediği şahısları devirmek için çıkan fırsattan derhâl istifade etmiş ve Osmanlı tarihinde bu ilk teceddüt hareketini temin edenleri ibtidâî bir şekilde, vahşice ortadan kaldırmış, bu suretle Türk inkilâb hamlesini de, muvakkat bir zaman için dahi olsa durdurmuştu. Diğer taraftan zorbaların bu mütecavizane hareketleri, az sonra vechesini tamamen değişdirmiş ve muayyen bir sınıfı, bir zümreyi ber taraf etmek, mevcud zihniyeti yıkmak şöyle dursun, devleti tehlikeye düşürecek bir hâl almıştı. I. Mahmud’un ve etrafındaki adamların azimli şekilde çalışmaları sonundadır ki, Devlet-i aliyye bu felâketi, daha fena durumlara düşmeden atlatmış bulunuyordu. Lâkin İstanbul, 25 Kasım 1730 tarihinde hakikatte nisbi bir sükûna kavuşmuştu. Her ne kadar âsilerin şefleri katledilmiş; İstanbul’da saklananlar, devamlı bir tâkib neticesi yakalanmış ve bulundukları yerlerde öldürülmüş; taşraya kaçanların tutulması için vilâyetlere emirler gönderilmiş ise de, 1730 Patrona isyanının, 25 Mart 1731 ve 2 Eylül 1721 tarihlerinde, daha küçük ölçüde, birer nümunesi görülmüştür. İşte bunlar, bâzı kimselerin bertaraf edilmesiyle, İstanbulda mevcud bir zihniyetin hemen ortadan kalkmadığını izah ediyor. I. Mahmud saltanatının ilk yıllarında bir hayli tehlikeli günler geçirmiş, İstanbul şehri türlü hâdiselere şahid olmuştu.

Hülâsa, 1730 isyanı, Osmanlı tarihinin, iktisadi ve siyasi vaziyeti bakımından olduğu kadar, teceddüt ve inkilâb hareketi noktasından da ehemmiyetli bir hâdisesini teşkil eder. Bu itibarla devrin vekayinamelerinde ve hattâ arşiv vesâikında dahi, her ne sebebe mebni ise, bir çok noktaları kaleme alınmaktan ictinab edilen Patrona ihtilâlini alelâde bir vak’a olarak değil, XVIII. asrın karakteristik hâdiselerinden biri hâlinde mütalea etmek daha doğru olur.

 

 

 

 

 

 

 

Patrona İsyanı

Sözlükçe

 

A

Ahz olunmak: alınmak, yakalanmak

Akdem: önceki

Ale’i-umum: umumiyet üzere, genelolarak

Âmil: etken

-âmiz: -le karışık

Ârây-ı fetva: fetvayı süsleyen, bezeyen

Avdet: dönüş, geri gelme

Azl: işinden çıkarma, yol verme

B

Bakıyyetü’s- suyüf: kılıç artığı

Bilâ: -siz, olumsuzlukveren ön ek

Bilâhire: sonra, sonradan

Bilmüşafehe: konuşarak

Beytü’l mâl: İslam hukukunda maliye hazinesi

Beytülmâlcilik:hazinecilik

Bostancı: saray bahçelerinin, bağ ve bostanlarının bakımından, saray çevresinin ve iskelelerinin güvenliğinden sorumlu hizmetlilerin bağlı olduğu ocak. 15. yy sonlarına kadar bahçe işleriyle görevliyken 16. yy başlarında saray çevresi güvenliği, yapım, onarım, taşıma, ulaşım işleri de devredilerek özel bir asker sınıfı olarak örgütlendi.

Bostancıbaşı: deniz gezilerinde padişahın güvenliğinden sorumlu olan, devlet adamları hakkında verilen idam kararlarını yerine getiren, sürgün ve azil kararlarını yerine getiren bostancı ocağının başı.

C

Cebeci: silah yapımı, onarımı korunması ve savaş araç-gereçlerinin cepheye ulaştırılmasında görevli kapıkulu ocağı. Kapıkullarının İstanbul’da silah taşımaları yasak olduğundan bunlara zimmetli silahları toplamak da görevleri arasındaydı.

Celb: çağrı

Cezri: kökten, radikal

Culûs: tahta çıkma

Ç

Çorbacı: orta zabitlerinin ünvanı. Bölük komutanı olarak çok ağır cezalarda yeniçeri ağasının onayını almak kaydıyla her cezayı uygulayabilirlerdi.

Çuhadar: Hasoda ağalarının önde gelenlerinden. Protokolde hasodabaşı ve silahdardan sonra üçüncü sırada. Saray dışında padişaha atlı eşlik etmek, yağmurluğunu taşımak, kürklerini, kaftanlarını saklamak, törenlerde halka padişah adına gümüş para dağıtmak, silahdara vekalet etmek, savaşlarda padişahı korumaktan sorumlu.

Çöğür: iri gövdeli, kısa saplı bir halk sazı

D

Damad-ı şehriyari: hanedandan bir prensesle evlenen kimse

Dellak: tellak, hamamda keseci

Dellal: tellal, bir şeyi halka bağırarak bildiren

Deruhte: üstüne alma, yüklenme

Derûn-ı hazine: hazineye dahil

E

Efâl: işler, ameller

El’an: şimdi, henüz daha, hala

Emval: mallar

Esâme: yeniçrilerin kaydı

Esami: isimler

Esbak: sâbık’tan, öncekinden daha önceki

Eşha: en çok sevilip beğenilen

Evleviyet ile: diyecek kalmama, haydi haydi fr fortiori

F

Fücceten: birdenbire, ansızın

G

Gayz: hiddet, öfke, kızgınlık

Gül-gûn: gül renkli

H

Hacegân-ı divan: devlet hocaları

Hâl’: tahttan indirme

Halâs: kurtulma, kurtuluş

Halâskâr: kurtarıcı

Hâmi: koruyan, gözeten

Haseki: padişaha yakın kişilere verilen ünvan. Yeniçerilerin bazı ortaları haseki ortaları olarak adlandırılır, komutanları haseki ağalar cuma selamlığında padişahın sağı ve solunda dururdu.

Hâvi: ihtiva eden, içine alan

Hicab: utanma

Hidmet: iş,hizmet,vazife

Hil’at:padişah veya vezir tarafından takdir edilen, beğenilen kimseye giydirilen kaftan

Hîn-i vaka: tahta çıkma

İ

İaşe: yedirip içirme, besleme, bakma

İbtidâi: ilk ile ilgili, ilke mensup, ilk derecede

İcabet: bir çağrıya gitmek,uymak

İcbar: zorlama, zorunda bırakma

İclâ’: uzaklaştırma

İctimâî: cem’den türeme, sosyal

İctinab: sakınma, çekinme

İfna: yok etme

İfsad: fesat’tan türeme,bozma

İfşa: sırrı yayma, ortaya çıkarma

İhdas: meydana getirme, ortaya çıkarma

İhsan: bağış, bağışlama

İhtifa: saklanma, gizlenme

İktifa: yetinme, yeter bulma

İktiza: lazım gelme, gerekme

İltihak: katılma

İltizam: birinin tarafını tutma, kayırma

İnkişaf: gelişme, gelişim

İntihap: seçim, seçme

İntisab: bir yere mensup olma, bağlanma, girme

İntizam: tertip, düzen

İstianet: yardım isteme

İsticvab: sorgu

İtmam: tamamlama, bitirme

Îtmat: itimat, emniyet, güven

İyâl: bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu kimseler

İzâle: yok etme

İzhar etmek: belirtmek

K

Karye: köy

Katarat-ı hûne: kan katreleri,damlaları

Kethüda: üst düzey yetkililerin vekil ve yardımcıları.

Ketm: sır saklama, gizli tutma

Kızlar ağası (darü’s-saade ağası): harem ağalarının başı, harem ile enderunu kapsayan ve darü’s saade denen bölümün en büyük amiri. Protokolde sadrazam ve şeyhülislamdan sonra gelirdi. Siyasal kararlar ve dış ilişkilerde ağırlığı vardı. Vakıfların idaresi ve hazineye ilişkin önemli görevleri vardı. Doğum ölüm haberlerini duyurur, cülus ve cenaze törenlerini düzenlerdi. İstanbul’daki ayaklanmalara karıştıkları için giderek gözden düştüler II. Mahmud döneminde görevleri haremağalığı ile sınırlandı

Kise: 15. yy’dan 1877’ye kadar kullanılan para birimi. İki keseye yük, altın keseye ise surre denirdi. II. Mehmed (Fatih) döneminde (1451-81) bir kese 30 bin akçeydi. 1530’larda 20 bin, 1660’ta 40 bin 1680’den sonra da 50 bin akçe oldu. Bu son belirlemede 1 kuruş 100 akçe sayılarak 500 kuruşa da 1 kese dendi. 16. yy’ın sonlarında (1000 akçenin 1 duka altınına denk olduğu hesabıyla) 1 altın kesesi 1000 altın, bu da 50 bin akçe değerindeydi.1720’de 1 kuruşun değeri 120 akçeye çıkınca 1 kese de 416,66 kuruş sayıldı ve buna divani kese dendi. Aynı dönemde Rumi kese 500 kuruş, Mısır’da kullanılan Mısır kesesi de 600 kuruştu.

Kul kethüdası: yeniçeri ocağında yeniçeri ağasından sonra en büyük amir.

Keyfiyet: nitelik, bir şeyin iyi ya da kötü olması ciheti, bir hadisenin geçişi

L

Lağv: kaldırma, hükümsüz bırakma

Levend: Osmanlı donanması ve kıyılarında deniz eri

M

Maada: den başka, gayri

Maateessüf: ne yazık ki

Mabeyn: harem ile selamlık arasındaki daire, padişah sarayı

Mahbes: hapishane, zindan

Mahdut: sınırlanmış, sınırlı

Mahlu’: tahtından indirilmiş hükümdar

Maktûl: katledilmiş

Mansıb: nasb’dan, devlet hizmeti, memuriyet

Ma’ruf: tanınmış

Mâzul: işinden çıkarılmış, azledilmiş

Mebni: yapılmış

Medyun: borçlu

Menşe: bir şeyin neşet ettiği, çıktığı yer, kök

Mektubiy-i sadr-ı âlî: sadrâzam mektupçusu

Melhuz: olabilen, düşünülebilen, hatıra gelen

Menfa: nefyedilen,sürgün yeri

Menfa: nefyedilen, sürgün yeri

Meşiyhat: şeyhlik makamı

Mezbur (Mezkur): adı geçmiş, anılmış

Miyanında: arasında,ortasında?

Muahede: antlaşma

Muayyen: tayin edilmiş, belli, belirli

Mucib: şaşkınlık veren

Mugayir: aykırı

Muğber: gücenmiş, küskün

Muhasara: kuşatma,çevirme

Muhkem: sağlam

Mukabele: karşılık verme

Mukadderat: yazgı

Mukavemet: karşı koyma, direnme

Mukayyed: kayıtlı

Murahhas: devlet delegesi

Muttasıl: aralıksız, hiç durmadan

Muvakkat: geçici, bir süreliğine

Muvasalat: bir yere varma, ulaşma

Muvazi: paralel

Müahhar: geriye bırakılmış,eski

Mücehhez: silah donanmış, hazırlanmış

Müddet-i medide: uzun zaman

Müderris:medrese’de ders okutan

Müdrik: anlayan, anlamış

Müellif: kitap yazan

Mühr-i hümâyun: Osmanlılarda padişah tuğrasını taşıyan mühür

Mümasil: benzeyen, andıran

Mümessil: temsilci

Münadi: kamuya duyurulmak istenilen şeyleri yüksek sesle haber vermeyi iş edinen kimse

Münâferet: nefret’in çoğulu

Müraî: iki yüzlü

Müsadere: bir kimsenin malının hükümetçe zaptedilmesi

Müstağni: gönlü tok

Müstakil: bağımsız

Müsteniden: sened’den türeme, istinaden, dayanarak

Müstesna: istisna edilen, ayrı tutulan

Müşahid: bir şeye şahid olan, gören

Müşavere: danışma, bir iş üzerine konuşma

Müşevveş: belirsiz, karışık, düzensiz

Mütalaa: okuma, tetkik, düşünce

Müteaddid: birçok

Müteakib: ardından gelen

Mütecavizane: tecavüz ederek, saldırarak

Mütemadi: temadi eden,uzayan süren

Mütemail: taraftar görünen

Mütereddid: tereddüt eden, kararsız

Müteşekkil: şekillenmiş, meydana gelmiş

Müverrih: tarih yazan kimse

Müzeyyen: süslenmiş, bezenmiş

N

Nâib: vekil, birinin yerine geçen

Nâil: muradına eren, ermiş, ele geçiren

Nakib: bir yerin reisi

Nasb etmek: atamak

Nefy: sürme, sürgüne gönderme

Nemaz-ı subhu adâ: sabah namazı borcunu ödeme

Nezd: yan, kat

Nihanî: gizli saklı

O

Ocak:kapıkulu örgütlenmelerine verilen ad. Yeniçerilik manevi açıdan Bektaşiliğin uzantısı sayıldığından bu tarikatın ocak, kazan, meydan gibi simgeleri kapıkulu örgütlerince benimsendi.

Oda: yeniçeri ocağında orta erlerinin barındıkları koğuşlar, aynı zamanda eğitim ve yetişme aşamaları. Oda efradı acemi ve eskiler olarak ikiye ayrılır, acemiler temizliğini yapar, eskiler hizmet görürlerdi.

Orta: bir bayrak altında görev yapan 60-100 kişiden oluşan Yeniçeri ocağındaki en küçük birlik

P

Pend: öğüt

Peyda etmek: ortaya çıkarmak

R

Refik: yoldaş, arkadaş

Reha: kurtulma, kurtuluş

Reisü-l kittap: Osmanlı hariciye vekillerinin unvan

Reisü’l küttab: Osmanlı hariciye vekillerinin unvanı

Ricâl: recul’ün çoğulu, devlet adamları

Riyaset: başkanlık

S

Sâbık: geçici, geçen, geçmiş

Sadr: sadrazam sözünün kısaltılması

Sadaret: sadrazamlık

Sahavetli: cömert, eli açık

Saika: sebep

Sâir: diğer

Sâl: yıl

Sekban: Farsça, köpek bakıcısı. Önceleri padişahın av maiyetini oluşturmak üzere kuruldu. 1451’de yeniçeri ocağına katılmalarıyla bir orta sekban ortası oldu. Bu bölüğün en kıdemlisine çorbacı denirdi.

Selbetmek: olumsuzlama, inkar etme

Serdengeçti: fedai

Sergerde: elebaşı

Seri’an: süratle

Seyyid: efendi, ileri gelen

Seza: münasip, uygun, yaraşır

Silâhdar:Hasodanın 2. Büyük amiri. Padişaha ait silahları korumak ve törenlerde kılıcını taşımakla görevli olan silâhdar, giderek başyaver konumuna geldi.

Sinn: yaş, ömrün derecesi

Sipahi: toprağa dayalı atlı asker sınıfı. Ulufeli bölükler de bulunmakla birlikte öncelikle tımarlı sipahiler için kullanılır.

Sıyanet: koruma, himaye

Sukut-ı hayâl: hayal kırıklığı

Ş

Şaki: haydut, yol kesen

Şayia: söylenti

Şekavet: eşkıyalık, haydutluk

Şikari: padişahın av hizmetcisi

Şumûlü: kapsamı

T

Tafsîlât: tafsil’in çoğulu,ayrıntılar

Taharri: arama, araştırma

Tahassun: kale ve hisara kapanma, istihkama çekilme

Tahavvül eden: değişen

Tahrir olunmuş: yazılmış

Tahvil: değiştirilme

Takaddüm: önce gelme

Takrir: anlatma, anlatış

Taltif etme: ödüllendirme

Tarik: yol

Tavassut: sesleme

Tavzif: vazifelendirme, işe alma

Tazyik: manevi baskı

Tebarüz ettirmek: belirtmek

Tebeddül: değişme, tebeddülat=değişimler

Teceddüt: tazelenme, yenilenme

Tecessüs: belli etmeden öğrenmeye çalışma, merak

Teessüs: temelleşme, yerleşme, kurulma

Tefrik: ayırma

Tedib: edep’den türeme, terbiye etme, haddini bildirme

Tekaüd: emeklilik

Telâkki: kabul etme, anlama

Temadi: sürüp gitme

Tenkil: örnek olacak biçimde cezalandırma, düşmanı topluca ortadan kaldırma

Terakki: yükselme

Tertib:düzenleme, hazırlama

Teskin: yatıştırma,dindirme

Tesmiye: adlandırma

Tevcih: rütbe, mevki verme

Tevdi: verme

Tevlid: doğurma, sebep olma, oluşturma

Tezkire: pusula, izin kağıdı

U

Uhde: sorumluluk

Ulûfe: sipahilere ve yeniçerilere üç ayda bir verilen maaş

Ü

Ümera: binbaşı, yarbay, albay rütbelerinde bulunan fermanlı subaylar. Bu rütbenin altındakilere zabitân, üstündekilere erkân denirdi.

V

Varak (vrk): kitap yaprağı,

Vâzıh: açık, belli (söz, cümle)

Voyvoda: Eflak ve Buğdan beylerine verilen ünvan

Vüzera: vezirler

Vükela: vekiller

Z

Zabt u rapt: sıkı düzen, disiplin

Zehab: bir düşünceye uyma, sapma

Zağarcı: Padişahın zağar denen av köpeklerine bakan ve birlikte avlanmaya katılan yeniçerilere verilen ad. Hezeran denen ucu gümüşlü bir değnekle ava katılırlardı. Av merakı azalınca avcılıkla ilgili hizmetler kapıkullarından alınıp bostancılara verildi.

Zehab: bir düşünceye uyma, sapma

Zevat: kişiler, zat’ın çoğulu

 

-Kaynaklar-

1) Anabritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, 1989

2) Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yay., 13. Baskı, Ankara 1996

3) TDK Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Basım Evi, Ankara 1988

Hazırlayan: Lebibe Aytaç

 

 

 

 



* M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı (1730), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1958, ss. 131-82

Dili eski olan metnin sonunda, bilinmediği düşünülen terimlerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarını kapsayan bir “sözlükçe” bulunuyor.

[1] 1730 Patrona ihtilâli hakkında bir eser, Abdi Tarihi (nşr. F. Reşit. Unat) Ankara 1943, 35.

[2] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 8, not 1 ve Sandwich, Voyage, 230.

[3] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 22 vd.

[4] Bk. Voyage, 230

[5] Abdi Tarihi, 29

[6] Sandwich, Patrona Halil hakkındaki bu ilk vekayi’i , Karlofça muahedesinden önce göstermiş ise de, bunun Pasarofça’dan evvel olması gerekiyor; aksi takdirde 1730 tarihlerinde Halil’in bir hayli yaşlı olması lâzım geleceği gibi, Karlofça’dan Vidin isyanına kadar geçen, takriben 20 sene zarfında da Halil’in Niş’de yeniçeri olarak kalması iktiza ediyor. Bk. Voyage, 231. 1730 isyanı sırasında, Halil’in 35-40 yaşlarında olduğunu, Hollandalı ressam K. V. Moor’un (1656-1738) tablosundan anlıyoruz. Bk. Abdi Tarihi sonundaki resme.

[7] Ulûfe mes’elesinden dolayı Vidin vâlisi Sarı Mustafa Paşa’ya karşı çıkan isyan ve bu sebeble yeniçeri ağası ile defterdar Mustafa Efendi’nin azilleri hakkında bk. Râşid Mehmed, Tarih, v, 147/159

[8] Sandwich, Voyage, 233.

[9] Sandwich, Voyage, 233/34

[10] Gülşen-i maarif, İstanbul 1252, II. 1248.

[11] Abdi Tarihi, 26; Crouzenac, Histoire de la dernière revolution arrivée dans l’Empire Otoman, Paris 1740, 5 vd; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 9.

[12] Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, İstanbul 1198, vrk, 6/a; Şem’dâni-zâde, aynı eser, 345/b

[13] Muslu Beşe, aslen Niğbolu sancağının Ruscuk kazasına bağlı Karalar köyünden olup, vak’a esnasında İstanbul’da meyve ve sebzecilik ile meşgul idi. Daha önceleri ise, onun yeniçeri olduğunu ve zağarcılara mensub bulunduğunu görüyoruz. Bk. Abdi Tarihi, 29 ve 35; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 7 vd. 68 vd. 102. Okuma ve yazması olup gayet tatlı ve mülâyim görüşmesi, etrafına ziyade adam toplamaya hizmet etmiştir.

Emir Ali, İzmir isyanında sergerdelik etmiş, bilâhire bir yolunu bulup İstanbul’a kaçmış ve bu hâdise sırasında kahvecilik yapmakta idi. Bu üç şahsın ahbablığı, biri-birini tanıması ise, ayni muhitte çalışmalarından ileri geliyordu. Mamafih menşe’lerine dikkat edilirse, her birinin mâcera-perest birer adam oldukları daha iyi anlaşılır. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 8, not 1; Mignot, Histoire de l’Empire Otoman, IV, 323 vd.

[14] Topkapı Sarayı Arşivi, Hazine vesikaları, nr. E. 5559, 6557; Mühimme defteri, nr. 136, s. 347, Başv. Arşv.

[15] Mühimme defteri, nr. 136, s. 347

[16] Mühimme defteri, nr. 138, 21, 29 ve 45; Abdi Tarihi, 29 ve 35.

[17] Mühimme defteri, nr. 136, s. 312

[18] Crouzenac, ayni eser, 5; Abdi Tarihi, 29; Çarşının tarihçesi için bk. Osman Ergin, Çarşı (İsl. Ansk.), sayı 25. İstanbul 1945.

[19] Destâri Salih Efendi, Tarih, vrk. 6/b; Abdi Tarihi, 30; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 10; Charles Perry, A view of the Levant…, London 1743, 64; Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 6/a

[20] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 12; Charles Perry aynı eser, 65; Sandwich, aynı eser, 236; Mignot, adı geçen eser, IV. 325

[21] Sandwich, Voyage, 237.

[22] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 13.

[23] Mignot, aynı eser, IV, 326.

[24] Abdi Tarihi, 30.

[25] Sandwich, Voyage, 238/39

[26] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 15 vd.

[27] Abdi Tarihi, 30 vd.

[28] Sandwich, Voyage 239.

[29] Mignot, adı geçen eser, IV, 328/29

[30] Destârî Salih Efendi, aynı eser, vrk. 7/a vd.

[31] Destârî Salih Efendi, aynı eser, vrk. 7/a vd.

[32] Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 6/b; Crouzenac, adı geçen eser, 10 vd.

[33] Sandwich, Voyage, 240 vd.

[34] Marquis de Villeneuve’in 7 Ekim tarihli raporu. Bk. Turquie, Correspondance politique, vol. 82. Fransa Harc. Arşv. Sandwich, Voyage, 241

[35] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 16/17; Hammer, adı geçen eser, XIV, 221.

[36] Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 6/b

[37] Bk. Turquie, Correspondance politique, vol. 82. Fransa Harc. Arşv. Âsilerin ilk günü 3-4 bin kişi tahmin edilmesi pek mübalağalı görünüyor.

[38] Crouzenac, aynı eser, 7; Abdi Tarihi, 30; Hammer, aynı eser, XIV, 219.

[39] Abdi Tarihi, 34.

[40] Crouzenac, ayni eser, 13; Abdi Tarihi, 35; De la Croix, Abbrégé chronologique de l’histoire Ottomane (1289-1730), II, 718.

[41] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 25/27.

[42] Destâri Salih Efendi, Tarih, vrk. 6/b. Burada, Kel Mehmed Ağa’nın Vidin isyanında bulunmuş olması; hâlen yeniçeri ağası olan Hasan Ağa tarafından, o zaman afvedilmesi; Vidin vak’asına dahil Patrona Halil’in, Mehmed Ağa’yı yeniçeri ağalığına getirmesi hususları göz önüne getirilirse, Patrona’nın, Hasan Ağa ile olan münasebeti daha iyi anlaşılır.

[43] Destâri Salih Efendi, cebecilere, Kılıççı Hasan Ağa’nın, ağa tâyin edildiğini yazar. Bk, Tarih, vrk, 6/b

[44] Abdi tarihi, 36/37 ve Mehmed Said, Gülşen-i maarif, 1250.

[45] Marquis de villeneuve, 3 Ekim 1730 tarihli raporunda (Turquie, Correspondance politique, vol. 82, Fransa Harc. Arşv.), âsilerin mikdarını 2000 olarak kayd etmekte, 7 Ekim 1730 tarihli diğer bir raporunda ise, 3-4 bin olarak göstermektedir. Bu hususta ayrıca bak, Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 14; Abdi Tarihi, 32; K. Mikes, Türkiye mektubları, Ankara 1945, II, 43; Sandwich, Voyage, 242.

[46] Destâri Salih Efendi, ayni eser, vrk. 7/b

[47] Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 7/a, Hammer, ayni eser, XIV, 221.

[48] Behey efendi henüz yollanan haseki(bostancı ocağının küçük dereceli subayı) dönmedi. Dava sebepleri belli değil,ve bu topluluğun hepsi hak yolundan çıktığı kavranmamış. Ne suretle  savaşarak öc alma sonucuna karar verdiniz.

[49] Destâri Salih Efendi, ayni eser, vrk. 9/a vd. Sandwich, bu def’ada Başmakcı-zâde’nin mümanaat ettiğini yazar. Bk. Ayni eser, 244.

[50] Mignot, ayni eser, IV, 331.

[51] Patrona ihtilâli hakkında bir eser, Abdi Tarihi, 37/38; Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 7/a; Sandwich, Voyage, 244.

[52] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 18 vd; Kütahya Ermeni Kilisesi kütüğü, 31.

[53] Marquis de villeneuve, 7 Ekim 1730 tarihli rapor (Turquie, Correspondance politique), aynı yer; Hammer, ayni eser, XIV. 221.

[54] K. Mikes, Türkiye Mektubları(terc. Sadrettin Karatay), II, 44; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, adlı eserde ise, Mustafa Paşa’nın, âsilerin taleblerini henüz bildirmeden önce habsedilmiş olduğu yazılıdır. Bk, 59. Sandwich, haseki ağanın, elçiliği esnasında, zorbalara, Mustafa Paşa’yı da ister misiniz diye sorduğunda, onların Mustafa Paşa vezir olacak adamdır diye cevab verdiklerini yazar. Bak, Voyage, 242/46.

[55] Bu hususta tafsilât için bak. Crouzenac, ayni eser, 17 vd.; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 22; Abdi Tarihi, 34; Mignot, adı geçen eser, IV, 333 vd.; De la Croix, ayni eser, II, 719 vd.

[56] Destârî Salih Efendi, Tarih, vrk. 10/a-b.

[57] Destâri Salih Efendi, ayni eser, vrk. 11/b- 12/a-b; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 87/89.

[58] Sâmi- Şâkir- Subhi, Tarih, vrk. 7/a-b; Şem’dâni-zâde, aynı eser, vrk, 346/a.

[59] Abdi Tarihi, 38; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 24/25; Sandwich, Voyage, 30/32. Mignot, ayni eser, IV, 334. Ayasofya vâizi Ahmed Efendi’nin şöhreti, Abdi Tarihi’nde “İspir-zâde”, bk. 38, 40, 50; Relation des deux rebellions’da “Aspir-zâde”, bk. 36; Mehmed Sâid Efendi’de ise “Esirî-zâde” olarak kayıdlıdır. Bak, Gülşen-i maarif, II, 1251.

[60] Subhi Tarihi, vrk. 8/b; Crouzenac, adı geçen eser, 19,22, 31.

[61] Destâri Salih Ef. Tarihçesinde, Bursa’ya gönderildiği yazılıdır, vrk. 12/b vd.

[62] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, adlı eserde, o sırada Anadolu kazaskeri bulunan Zülâli Hasan Efendi’nin bu katil fetvasını verdiği yazılıdır. Bak, 88.

[63] Destâri Salih Efendi, Tarih, vrk. 13/b; Subhi, ayni eser, vrk. 9/a; Şem’dânî-zâde, adı geçen eser, vrk. 347/b.

[64] Voyage, 248 vd. İbrahim Paşa’nın, sadaretinin ilk yıllarında, tâmir ettirdiği câmi’ler dolayısile, borcunu ödeyemez bir hâlde iken, 1730 senesinde bu kadar paraya sahib bulunması, üzerinde durulacak bir keyfiyettir.

[65] Sandwich, Voyage, 250; Destârî Salih Efendi, aynı eser, vrk. 14/a-b; Bu üç vezirin, ölümlerinden  sonra çıkan mücevherleri hakkında bak, Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 47 vd.

[66] Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 13/b.

[67] Sandwich, Voyage, 251.

[68] Histoire de la dernière revolution arrivée dans l’Empire ottoman, 22.

[69] Sandwich, aynı yer.

[70] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 31 vd.

[71] Marquis de Villeneuve, 7 Ekim 1730 tarihli rapor (aynı tasnif), Fransa Harc. Arşivi; Abdi Tarihi, 39; J. H. Mordthmann, İbrahim Paşa (Encyclopédie de l’Islam) II, Paris 1927.

[72] Garplı müellifler, İbrahim Paşa’nın Muşkara’da hıristiyan Ermeni olarak doğduğunu, hiçbir dine sahib olmadan İstanbul’a geldiğini ve burada ancak zâhiren müslüman olup, fakat islâmiyetin icab ettirdiği hususları yapmadığını, meselâ sünnet olmadığını kaydediyorlar. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 34 vd. 74, 80 vdd. ; Sandwich, Voyage, 253; Hammer, aynı eser, XIV, 226; Subhi Tarihi, vrk. 9/a; Kürkçü-başı Manol’un Buğdan’a kaçması ve tâkibi hakkında bak, Ahmed Refik. Hicri on ikinci asırda İstanbul hayatı, 109 vd.

[73] De la  Croix, aynı eser, II, 721; Crouzenac, adı geçen eser, 21 vd.

[74] Abdi Tarihi, 40

[75] Destâri Salih Efendi, Tarih, vrk. 15/a; Elçilerin gideceği esnada,III. Ahmed’in Zülâli’ye îtimadı olmadığını beyan ile, daha ziyade İspirî-zâde’ye güvendiğini, onun hakikati îtiraf edeceğine kâni’ bulunduğunu söylemesi dikkati câlibdir. Padişâh’ın îtimad etmediği bir adamın bu işe elçi olarak gönderilmesi, onun ulemanın tahakkümüne karşı koyamadığına iyi bir delildir. Bu hâl III. Ahmed’in son hâdiseler dolayısiyle saraydaki durumunu açıklar. Bak. Subhi Tarihi, vrk. 9/b.

[76] Şâir ve vak’a-nüvis Şâkir Bey, velî-ni’meti İbrahim Paşa’nın cesedinden ortada kalan bâzı parçaları, âsilerden bir kısmına para vermek suretiyle toplatmış ve gece gizlice, İbrahim Paşa’nın Şehzâdebaşı’nda yaptırmış olduğu kütübhane ve sebilin yanındaki bağçeye defnettirmiştir. Bak, Ali Cânib (Yöntem), Teceddüdperver vezirlerden İbrahim Paşa (Hayat Mec.), I. Sayı 5, Ankara 1926.

Kethüda Mehmed Paşa’nın cesedi ise, bir rivayete göre içi çöple dolu bir kuyuya, diğer bir rivayete nazaran da denize atılmıştı. Bak, Crouzenac, aynı eser, 21. Hüseyin Ayvansarayî, Mehmed Paşa’nın Süleymaniye cıvarındaki konağının bağçesine defnolunduğunu, bilâhire damadı Divitdar Mehmed Paşa’nın, kayınpederinin kabrini tâmir ile dışarıya bir pençere açdırdığını yazar. Bak, Hadikatü’l-cevâmi, II, 120. Kapdan-ı derya Mustafa Paşa’ya âid cesed de, annesinin ağlama ve yalvarmaları üzerine, beş kise mukabili kendine teslim edilmiş ve bilâhire ecdadından Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Parmak-kapı’daki medrese ve türbesi bağçesine gömülmüştü. Bak, Destârî Salih Ef., aynı eser, vrk. 17/a; Hüseyin Ayvansarayî, Hadika, I, 172.

[77] Abdi Tarihi, 40 vd.

[78] Adı geçen eser, 36 vd.; Mignot, bu hususta, Abdi Tarihi’ni ve Relation’ı te’yid eder mahiyette malûmat verirse de Zülâli ile İspirî-zâde’yi biribirine karıştırır. Bak, adı geçen eser, IV, 338/39.

[79] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 38/39; Mignot, aynı eser, IV, 340; Sandwich, Voyage, 256 vd.

[80] Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 16/a ve 18/a; Abdi Tarihi, 41 vd.

[81] Subhi Tarihi, vrk. 10/a; Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 348/a

[82] Şeyhülislâm Abdullah Efendi, her ne kadar son günlerde İbrahim Paşa’ya şiddetle muhalefet etmiş, III. Ahmed’e bir çok şeyler söylemiş ve hatta muhalefet edenlerle iş birliği yapmağa çalışmış ise de, onun daha önceki hârekâtı, efkâr-ı umumîye üzerinde fena te’sir etmiş olduğundan, bu âkibetten kendini kurtaramamıştır diyebiliriz.

[83] 7 Ekim 1730 tarihli rapor. (ayni tasnif), Fransa Harc. Arşv.

[84] M. Mignot, aynı eser, IV, 336.

[85] Crouzenac, aynı eser, 9 ve 18.

[86] Marquis de Villeneuve, 7 ve 12 Ekim 1730 tarihli raporlar, aynı yer; Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 16/b ve 20/a; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 42/43; Sandwich, adı geçen eser, 258 vd.

[87] Subhi Tarihi, vrk. 10/a; Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 348/a; Crouzenac, aynı eser, 23/24 ve 31.

[88] Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 18/b; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 41 vd.; Hammer, adı geçen eser, XIV, 135.

[89] Sandwich, Voyage, 258/59; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 42/43.

[90] Abdi Tarihi, 43; Mignot, adı geçen eser, IV, 344/45.

[91] Adı geçen eser, vrk. 348/b.

[92] Crouzenac, aynı eser, 24; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople…, 51; Subhi Tarihi, vrk. 10/b.

[93] Relation des deux rebellion.., 52/53; M. Mignot, aynı eser, IV, 345 vd.

[94] Crouzenac, bu merasimi etraflı şekilde anlatmaktadır. Bak. Adı geçen eser 16/29; Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 19/a; Abdi Tarihi, 45 vd.

[95] Adı geçen eser; 54/56, 65, 78.

[96] Muallim Cevdet, Dahiliye Tasnifi, nr. 5071, Başbak. Arşv.

[97] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople., 59, 73; M. Mignot, adı geçen eser, IV, 347.

[98] Abdi tarihi, 46/47.

[99] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 61 vd.

[100] Crouzenac, aynı eser, 30; Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 348/b; Abdi Tarihi, 48 ve 50.

[101] Sâmi-Şâkir-Subhi, Tarih, vrk. 11/b ve 13/a; Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 348/b vd.; Hammer, aynı eser, XIV, 237.

[102] Subhi Tarihi’nde, Ahmed Paşa’nın 8 Ekim 1730 tarihinde kapdan-ı derya olduğu yazılıdır. Bk. Vrk. 11/b.

[103] Kasım 1730 tarihli rapor (aynı tasnif), Fransa Hariciye Arşivi.

[104] Şem’dânî-zâde, aynı eseri vrk. 350/a; Abdi Tarihi, 49/50; Subhi Tarihi, vrk. 13/b Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople., 66/67 ve 70/74; Destâri Salih Efendi, aynı eser, 18/b

[105] Abdi Tarihi’nde mevcud bir kayda nazaran, Patrona Halil, İzzet Ali Bey’i kendi konağından çıkarmakla beraber, kendisi dahi gelip burada oturmamıştır. Bak, 51/52

[106] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople., 76, 78/79, 82/83, 90, 92/93; Crouzenac, aynı eser, 32/33; M. Mignot, aynı eser, IV, 348/49; Hammer, aynı eser, XIV, 210/211; Marquis de Villeneuve, Kasım 1730 ve 15 Kasım 1730 tarihli raporlar (aynı tasnif), Fransa Harc. Arşv. Mehmed Şem’î, İlâveli Esmârü’t-tevarih,101.

[107] Subhi tarihi’nin 10-20. Varakları tedkik olunursa, bu tarihlerde, devlet ricâlinin ne kadar sık değiştirilmiş oldukları bâriz bir şekilde görülür.

[108] Abdi Tarihi, 52; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 86/87; Subhi Tarihi, vrk. 13/b-14/a; M. Mignot, aynı eser, IV, 349/50. Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/a.

[109] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople… 95/96.

[110] Abdi Tarihi, 54; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 96/98; M. Mignot, aynı eser, IV, 350.

[111] Subhi Tarihi, vrk. 15/b

[112] Maza-zâde şeklinde kayd olunan bu ismin, ilk bakışda Mirzâ-zâde (Şeyh Mehmed Efendi) olması lâzım geldiği kanaatı hâsıl oluyor ise de, aynı eserin bir başka sahifesinde, Mirzâ-zâde ismine gayet vâzıh olarak tesadüf ediyoruz. Hammer, bahis mevzu olan şahsın, sâbık Rumeli kazaskerlerinden Başmakcı-zâde (Abdullah Efendi) olduğunu yazar (Adı geçen eser, XIV, 244). Başmakcı-zâde bu esnada, mezkûr vazifede 18 ayı tamamladığı içün, 1730 senesi Ekimi’nin ikinci yarısından itibaren İstanbul’da ma’zûlen bulunuyordu. Bak, Subhi Tarihi, vrk. 13/b

[113] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople en 1730 et 1731 dans la déposition d’Achmet III. et… 99/100.

[114] Marquis de Villeneuve, 15 Kasım 1730 tarihli rapor (Turquie, Correspondance politique), Fransa Harc. Arşv.; Hammer, aynı eser, XIV, 237.

[115] Abdi Tarihi, 51 ve Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, 100/103.

[116] Subhi Tarihi’nde, Pehlivan Halil Ağa’nın, Defterdar damadı Mehmed Paşa merhumun hazinedarı olan Kapucıbaşı Ali Ağa’nın kardeşi olduğu kayıdlıdır. vrk. 17/a. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople, adlı eserde, aynı işleri Pehlivan Mustafa Ağa’nın yaptığı yazılıdır. 129. Tafsilât için ayrıca bak, Abdi Tarihi, 54/55; Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/b.

[117] İbrahim Ağa, Mısır’da muhtelif vâlilere kethüdalık yaptığı esnada bir çok kimseleri katletmiş ve hükûmet hisabına bir haylı para müsadere ederek, bilâhire bunlardan iki bin kisesini, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi vasıtasiyle İstanbul’a göndermişti. Fakat Vezîr-i âzam Nevşehirli İbrahim Paşa, bu iki bin kisenin ancak 300 kisesini hazine-i hümâyuna teslim ettiği için, III. Ahmed, az gördüğü bu paranın hisabını sormak üzere İbrahim Paşa’yı İstanbul’a çağırmıştı. Lâkin muvasalatı sırasında Patrona isyanının zuhuru ve İbrahim Paşa’nın katli, mes’elenin öylece kalmasına sebeb oldu. Kabakulak, İstanbul’da bir müddet bekledi ve nihayet adam öldürmekteki meharetine binaen, zorbaların izalesi hususunda tertiblenen çalışmalara memur edildi. Bak, Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/a; Subhi Tarihi, vrk. 16/b.

[118] Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/a-b; Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople..,115/16.

[119] Subhi tarihi, vrk. 17/a.

[120] Marquis de Villeneuve, 29 Kasım 1730 tarihli rapor (Turquie, Correspondance politique), Fransa Harc. Arşv.; Muhsin-zâde Abdullah Paşa, Emîrü’l-hacc olmak üzere İstanbul’a dâvet edilmişti. Bak. Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/b

[121] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 103/118; Subhi Tarihi, vrk. 17/b-18/a; Abdi tarihi’nde, zorbaların bu birinci toplantıda katlolunmaları kararlaştırıldığı, fakat Patrona Halil’in gelmemesinden, meclisin dağılarak, iki gün sonra tekrar toplanmasına karar verildiği kayıdlıdır, Bak, 56.

[122] Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 350/b; Subhi Tarihi, vrk. 18/a

[123] Abdi Tarihi’ne nazaran, Patrona Halil, bu ikinci toplantı için İstanbul kadısı İbrahim Efendi ile beraber saray-ı Hümâyun’a gelirken, İbrahim Efendi’nin nâibi Kudsî-zâde, mes’elenin iç yüzünü haber almış ve derhâl bir tezkire yazarak keyfiyeti Patrona Halil’e ihbar etmek üzere, sâdık bir uşağı ile bu kâğıdı göndermiştir. Uşak Ağakapısı, Paşakapısı gibi daha bâzı mahâlleri dolaşdıkdan sonra, nihayet Patrona Halil’e sarayın birinci avlusu içinde ulaşıp, mektubu kendine vermiştir. Fakat Patrona bu bir iltimas tezkiresidir, iş istiyorlar diye mektuba ehemmiyet vermemiş, cebine koymuştur. İbrahim Efendi’nin müteaddid def’alar bu tezkirenin mahiyetini sormasına ve ısrarla okumayı istemesine râğmen, senin nâibin iş ister, hele şu işi görelim de sonra düşünürüz şeklinde cevab vermiş, biraz sonra da, sarayın ikinci avlusuna dahil olup, oradan ictima mâhalline varmışlardır. Bak, Abdi Tarihi, 57; Albert vandal, Une ambassada française en Orient sous Louis XV., Paris 1887, 162/63; Subhi Tarihi, vrk. 18/b. Subhi Tarihi’nde, bu ikinci toplantının ilk safhası, vezîr-i âzamın sarayında olmuştur diye bir kayd mevcuttur. Buna nazaran İran mes’elesi Paşakapısı’nda müzakere edilmiş, fakat rütbelerin tevcidi ve hil’atlerin tevdi’i sırasında, Patrona Halil, sadrıâzamdan bunları almak istemediği için bilâhire, Saray-ı hümâyun’a gidilerek, Sünnet odasında ictima olunmuştur. Diğer taraftan zorbaları katle hazırlanan ekip ise, burada icray-ı faaliyet edemediklerinden, arka yoldan ve Soğukçeşme kapısından Saray’a girmiş ve Harem dâiresinden geçerek, âsilerden önce Sünnet odasında yerlerini almışlardır. Bizce, bu şeklin tatbiki biraz güc görünüyor. Âsilerin Bâb-ı hümâyun’dan saraya girdikleri sırada, bunları tenkile memur kimselerin de başka yoldan gelip, Sünnet odasında habersizce gizlenmeleri, her hâlde güc bir iş olsa gerekdir. Esasen gayet gizli ve muayyen bir zümre arasında hâl ve icrasına çalışılan bu mes’eleyi, acele olarak herkesin gözü önünde yapmak da imkânsızdır zannederim. Ancak bir kısım zorbalar, belki Paşakapısı’na uğradıktan sonra asıl ictima mahâlli olan Saray-ı hümâyun’a gelmişlerdir diyebiliriz.

[124] Abdullah Efendi, vak’a esnasında âsilere iltihak etmiş ve bilâhire bunlar tarafından İstanbul efendisi olmuş bir zat idi. Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 61/62 ve 119/21; Destâri Salih Efendi, aynı eser, vrk. 22/a; M. Mignot, aynı eser, IV, 351.

[125] Subhi Tarihi, vrk. 18/b;Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 351/a-b; Destârî Salih Efendi, aynı eser, vrk. 24/b. M. Mignot, bu mukatelede iki efendinin dahi katledilmiş olduğunu kaydeder. Bak, adı geçen eser, IV,352.

[126] Destârî Salih Efendi,aynı eser, vrk. 26/a-27/b; Subhi Tarihi, vrk. 19/a.

[127] Şem’dânî-zâde, aynı eser, vrk. 351/b.

[128] Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 121/24; Destârî Salih Efendi,aynı eser, vrk. 28/a.s

[129] Sandwich, Voyage, 257 Relation des deux rebellions arrivées à Constantinople.., 126 vd.; Abdi Tarihi. 50 ve 58.

[130] Marquis de Villeneuve, 29 Kasım 1730 tarihli raporunda, 25 Kasım’dan mezkûr tarihe kadar, İstanbul’da zorbalara mensub binden fazla adamın öldürüldüğünü kaydediyor. Bak, Turquie, Correspondance politique, Fransa harc. Arşv. Destârî Salih Efendi, aynı eser, vrk. 28/a; Abdi tarihi,59.   

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar