Ana SayfaArşivSayı 39Devrimler: Yapısal Bir Analiz

Devrimler: Yapısal Bir Analiz

 

 

Devrimler: Yapısal Bir Analiz*

   

Theda Skocpol ve Ellen Kay Trimberger
Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Skocpol ve Trimberger, Karl Marx’ın eserinden hareketle devrimlere dönük olarak, önemli politik aktörler arasındaki çoklu ilişkileri inceleyen bir yaklaşım ortaya koyuyor. Devlet iktidarına ilişkin bir kaygıyla yola çıkarak devlet iktidarını güçlendiren veya altını oyan çeşitli temel ilişkilere (devlet ve elit gruplar arasındaki ilişkiler, köylüler ve toprak sahipleri arasındaki ilişkiler ve uluslararası areneda rekabet eden devletler arasındaki ilişkiler) odaklanıyorlar. Skocpol ve Trimberger, bu sayede bazı devletlerin ve toplumların yapısının özündeki devrimlerin nedenini buluyor.

Marx ve devrim: Bir eleştiri

Karl Marx’ın devrim teorisi, devrimlerin nedenlerini ve sonuçlarını doğrudan kapitalizmin tarihsel ortaya çıkışı ve aşılışına bağladığı için zarif, güçlü ve politik olarak uygundu. Bununla birlikte, Marx’ın zamanından bu yana meydana gelen olaylar ve bilim, kapitalizmin dünya tarihsel gelişimi ile ilişkili olarak devrimleri anlamaya dönük gözden geçirilmiş yöntemlere ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

Eleştirel tartışmaya geçmeden önce, Marx’ın devrimlere dönük yaklaşımının hala cazibesini koruyan ve bizim de kendi yaklaşımımızda özetlemek istediğimiz bazı yönlerini vurgulayalım. İlk olarak, çağdaş birçok akademisyen ve toplumbilimcinin aksine Marx, tüm zamanların her türden toplumu ile ilgili genel bir devrim teorisi yaratmayı denemedi. Tam aksine, devrimleri belirli tarihsel koşullar ve belirli toplum türlerine özgü bir durum olarak ele aldı.

İkinci olarak Marx, devrimci dönüşüme dönük örgütlü ve bilinçli hareketlerin, daha büyük bir toplumsal yapıda ve tarihsel durumdaki çelişkiler nedeniyle objektif bir devrimci durumun mevcut olduğu yer ve zamanda başarılı olduğunu öne süren bir toplumsal-yapısal devrimler teorisini: ve böylece sık sık alıntılanan “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar” ifadesini geliştirdi.

Üçüncü olarak Marx, sınıf hakimiyetini toplumsal düzen kavramının merkezi öğesi, sınıf çatışmasını ise devrimin tanımlayıcı özelliği yaptı ve bizler bu tür hususları koruyoruz.

Marx’ın devrimlere yaklaşımındaki bu sürekliliklerden yola çıkarak Marx’ın özgün devrimler teorisinin, onları anladığımız şekliyle tarihsel devrimlerle yan yana konulduğunda gözden geçirilmeye ihtiyaç duyduğu çeşitli noktaları artık tanımlayabiliriz. Sınıflar, süreçler ve sonuçlar veya devrimlerle ilgili sorunları sırayla tartışacağız.

Nedenler

Marx, mevcut bir üretim biçiminin çelişkilerinin sınırlarına ulaştığı noktada devrimci bir durumun ortaya çıktığına inanıyordu. Belirleyici olan çelişkiler, toplumsal güçler ile toplumsal üretim ilişkileri arasında gelişen ekonomik çelişkilerdir. Sırasıyla Marx, devrimci çelişkilerin bir toplum içinde dahili olarak oluşturulduğu teorisini geliştirdi. Üstelik, geliştirdiği perspektif, devrimlerin öncelikle, belirli bir üretim biçiminde ekonomik açıdan en gelişmiş toplumsal formasyonlarda meydana gelmesi gerektiğini güçlü bir şekilde öne sürdü.

Buna rağmen, gerçek tarihsel devrimler, Marx’ın teorik beklentilerini doğrulamadı. Fransız Devrimi’nden itibaren, esasen kapitalist üretim ilişkilerinin çok az veya orta düzeyde gelişmiş olduğu tarımsal ülkelerde meydana gelmişlerdir. Her örnekte, ekonomik açıdan daha gelişmiş yabancı ülkelerdeki politik-askeri baskı devrimin patlak vermesinde can alıcı bir katkıda bulunmuştur. Marx, eşitsiz dünya kapitalizmi gelişimini analiz etmeye başladı ama bunu doğrudan devrimlerin nedeniyle bağlantılandırmadı. Ve biz de, eski rejimlerin içinde devrimci durumların ortaya çıkışını açıklayan objektif koşulların esasen ekonomik olduğunu kabul etmiyoruz. Bunlar daha ziyade, bir yanda uluslararası arenadaki askeri rakiplerin diğer yanda mevcut hakim ekonominin kısıtlılıkları ve (bazı örneklerde) devletin uluslararası rekabeti karşılamak için kaynakları seferber etme çabalarına karşı politik olarak güçlü yerel sınıf kuvvetlerinin direnişi arasında çapraz baskıya maruz kalan devletlerin yapısı ve durumunun merkezde yer aldığı politik çelişkiler olmuşlardır. Bazı örnekleri ifade etmek gerekirse: Japon Meiji Restorasyonu (yukarıdan gerçekleşen bürokratik bir devrim), (zaten son derece bürokratik olan) Tokugawa devletinin emperyalist kapitalist Batılı güçlerin şiddetli ve sıra dışı baskıları ile karşı karşıya kalması yüzünden meydana gelmiştir; Fransız ve Çin Devrimleri, Bourbon ve Manchu rejimlerinin ekonomik olarak daha gelişmiş yabancı devletler ile içerideki hakim sınıf kuvvetlerinin baskıları arasında sıkışıp kalmasından patlak vermiştir; ve Rus Devrimi, çarlık bürokrasisi ve askeri kuvvetlerinin Birinci Dünya Savaşı’nın ekonomik açıdan geri Rusya üzerindeki etkileri altında dağılmasından patlak vermiştir. Bu yüzden, dünya kapitalizminin eşitsiz gelişimi bağlamında devrimlerin meydana gelmesinin merkezinde ulus devletler arasındaki çatışma yer almaktadır.

Süreçler

Marx, devrimci bir durum söz konusu olduğunda devrimlerin esas olarak eski üretim biçiminin içinden doğan ve devrim sonrası yeni üretim biçiminde merkezi unsur haline gelen sınıfın verdiği sınıf mücadeleleri sayesinde başarıldığı teorisini geliştirmiştir. Tarihsel olarak, bu öncü devrimci rolü sadece iki sınıf oynamıştır. Burjuva devriminde, feodalizm içinden gelişen kapitalist sınıf öncü rolünü oynar. Gelişmiş kapitalist toplumlardaki sosyalist devrimlerde ise, öncü rolü proletarya oynar.

Tarihsel kayıtlar temelinde, devrimler açısından hangi sınıfların gerçekten merkezi olduğuna dair bir itiraz geliştirilmelidir. Bize göre, devrimci liderlik hiçbir zaman üretim araçlarını kontrol edenlerden gelmemiştir. Bu yüzden, sınıf bilinçli kapitalist bir burjuvanın bir devrimde öncü politik rolü oynadığına dair hiçbir örnek göremeyiz (elbette bazı devrimler sonuçları itibariyle kapitalizm ve burjuva sınıf hakimiyetinin daha fazla gelişmesine veya gelecekte gelişmesine katkıda bulunmuştur). Üstelik, aşağıdan gelen toplumsal devrimler gelişen dünya kapitalizmi içinde bir şekilde avantajsız bir konumda bulunan zırai ülkelerde ortaya çıktığı için başarılı bir şekilde meydana gelişleri, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi tarafından değil, daha ziyade köylülerin toprak sahibi hakim sınıflara ve/veya kolonyal veya neo-kolonyal rejimlere karşı sınıf mücadelesiyle belirlenmiştir.

Sonuçlar

Son olarak, devrimlerin başarılı bir şekilde meydana geldikten sonra ilk elde neyi başardıkları sorununa geliyoruz. Marx, devrimlerin belirgin özelliğinin bir üretim biçiminden diğerine geçiş ve sınıf ilişkilerinin daha fazla ekonomik gelişim sağlamak için uygun yeni koşullar yaratacak şekilde dönüştürülmesi olduğuna inanıyordu. İdeoloji ve devletin dönüşümleri de meydana geliyordu ancak bunlar Marx tarafından sınıf ilişkilerindeki temel değişimlere paralel ve bu değişimleri güçlendirici öğeler olarak görülüyordu.

Ancak tarihsel olarak, devrimler, devlet yapılarını da, sınıfsal üretim ve artı değer birikimi ilişkilerini değiştirdikleri düzeye eşit ve belki de daha yüksek bir düzeyde değiştirmiştir. Üzerinde çalıştığımız tüm aşağıdan ve yukarıdan devrim örneklerinde devlet yapıları çok daha merkezi ve bürokratik hale gelmiştir. Üstelik, İkinci Dünya Savaşından bu yana meydana gelen Üçüncü Dünya devrimleri, her şeyden önce gerçekten mutlak ve bazı örneklerde kitlesel seferberlik yaratan ulusal hükümetler yaratarak kolonyal ve neo-kolonyal bağımlılık bağlarını kırmış veya zayıflatmıştır.[1] Eşit derecede önemli bir diğer husus da, devrimlerin, dönüştürdükleri uluslar üzerinde sonradan ortaya çıkan etkileri sadece sınıfsal yapılardaki değişimlerde değil, devlet yapıları ve işlevleri üzerinde yarattığı değişimlerde de izlenebilmektedir. Immanuel Wallerstein’ın son derece başarılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi “gelişim [yani, ulusal ekonomik gelişim] bir ‘kopuş’ gerektirir. Ancak bu, sonrasında çok daha güçlü bir ekonomik ilerlemeyi olası hale getiren politik bir kopuştur.”[2]

Toplumsal yapı ve devrim

Marx’ın özgün, zarif teorisi artık her şeyi karşılamaya yetmiyorsa, kapitalizmin gelişimi itibariyle yeni devrim yollarını nasıl anlamlandırabiliriz? Açıkçası, bu noktada eksiksiz cevaplar sunamayacağız. Ancak, gelişmekte olan dünya kapitalizmi dahilinde yer alan tarıma dayalı devletlerde meydana gelen yukarıdan ve aşağıdan devrimleri açıklama çabalarımızda özellikle faydalı bulduğumuz üç analitik prensip önerebiliriz. Bunlar: (1) devletlere dönük indirgemeci olmayan bir kavrayış; (2) eski ve yeni rejimlerdeki köylülüğün durumunun toplumsal-yapısal analizi; ve (3) tarihsel olarak gelişmekte olan dünya kapitalist ekonomisi dahilindeki devletler arasındaki uluslararası askeri rekabete odaklanma. Gelin bu noktaları tek tek ele alalım.

Devlet ve politik krizler

Devletlerin teorik olarak ekonomik çıkarlar ve/veya sınıf çıkarları tarafından koşullandırıldığı ancak tümüyle bunlara indirgenemeyeceği bakış açısıyla ele alınması gerektiğine inanıyoruz. Devletler yalnızca hakim sınıfsal güçlerin aygıtları değildir. Daha ziyade devletler, toplumdaki kaynakları ortaya çıkartan ve bunları, evde düzeni sağlamak ve dışarıda diğer devletlerle rekabet etmek için kullanan idari ve askeri örgütlenmelerdir. Sonuç olarak, devletlerin büyük oranda ekonomik koşullarla sınırlandırıldığı ve kısman sınıfsal güçlerce şekillendirilip etkilendiği her zaman doğru olmakla birlikte devlet yapıları ve faaliyetleri de altta yatan bir bütünlüğe ve kendilerine ait bir mantığa sahiptir. Bunlar, söz konusu devletlerin kendilerini içinde buldukları uluslararası askeri rekabetlerin dinamiklerine ve jeopolitik ve aynı zamanda dünya çapında ekonomik koşullara göre ayarlanır.

Devletin bu şekilde kavranması, Marx’ın özgün nosyonları ile yan yana konulduğunda oldukça ters görünen devrimlerin nedenleri hakkındaki belirli olguları anlamlandırmamıza yardımcı olur. Devletler sınıfsal yapılara indirgenemeyen zorlayıcı yapılarsa, bu durumda devletin gücünün altını oymaya hizmet eden süreçlerin devrimlerin meydana getirilmesinde son derece önemli olması bir anlam taşır.

Üzerinde çalıştığımız beş ülkenin hepsinde -Fransa, Rusya, Çin, Japonya ve Türkiye- devrimlerden önce, hiçbiri kolonyal bir imparatorluğa dahil edilmemiş görece merkezi ve kısmen bürokratik monarşi devletleri vardı. Kapitalist bir dünyada baskıyla karşılaştıklarında bu devletler, yabancı hakimiyetini defetmek için ulusal kaynakları seferber etmeyi denediler; bu, Japonya ve Türkiye’de yukarıdan bir devrimle gerçekleşirken Fransa, Rusya ve Çin’de eski rejimler tümüyle parçalanarak aşağıdan devrimlerin yolunu açmıştır. Bu sayede Trimberger, Japonya’da askeri bürokratlarının kitlesel katılım olmadan geleneksel aristokrasiyi yok eden bir devrimi gerçekleştirmesini ve kapitalist gelişimi güçlendiren modern bir devlet kurmasını gösterebilmiştir. Çok daha fazla zorluk ve daha düşük düzeyli bir başarıyla birlikte Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmıştır. Ancak, Skocpol’ün de gösterdiği gibi Bourbon Fransa’sında ve Çin İmparatorluğu’nda politik olarak güçlü toprak sahibi sınıflar devlet bürokratlarına direnerek onların modernleştirici reformlarının altını oymuş ve alt sınıfların üzerindeki merkezi baskıcı denetimlerin dağılmasına yol açmıştır. Rusya’da toprak sahibi aristokrasi, reformcu devlet otoriteleri karşısında politik olarak daha az güçlüydü fakat tarıma dayalı devlet yapısı yine de Rusya’nın modern savaşın gereklerine hazırlanma yeteneğini sınırlandırmış ve bu yüzden Çarlık devleti Birinci Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgi almış ve yıkılmıştı. Çeşitli modellerden bağımsız olarak bu örneklerin tümü için geçerli olan, teorik açıdan ilgili nokta, devletler mevcut hakim sınıflar karşısında teorik açıdan potansiyel olarak özerk kabul edilirse devlet örgütleri ve egemen sınıf çıkarları arasındaki dinamik etkileşimlerin de araştırılabilir olacağıdır. Dışarıdan yoğun askeri ve politik baskı örneklerinde bu etkileşimler, askeri bürokratların egemen sınıfın çıkarlarına karşı eyleme geçmesine veya egemen sınıfların devletin altını oyacak şekilde hareket etmesine yol açabilir. Bu yüzden, devlete dönük teorik yaklaşımımız, devrimleri başlatan özgül olarak politik krizleri anlamlandırmamıza yardımcı olur.

Ayrıca devletin bu şekilde kavranması, devrimlerin süreçleri ve sonuçlarının Marx’ın sınıflar çatışmasına dayanan devrimler teorisinin önemsemiyor veya yok sayıyor göründüğü yönlerini anlaşılabilir kılmamıza yardımcı olur. Devrimler, eski rejimin yerine yeni veya dönüştürülmüş idari ve zorlayıcı devlet örgütleri sağlam bir şekilde tesis edilene kadar sağlamlaştırılamazlar. Sonuç olarak, devrime maruz kalmış devlet örgütlerini sağlamlaştırmaya çalışan politik liderliklerin -partiler veya bürokratik/askeri klikler- devrimci süreçlerde merkezi bir rol oynaması da anlamlı hale gelmektedir. Ve eğer devletler, kaynakları bir dereceye kadar mevcut sınıf çıkarlarından bağımsız olarak kullanabilen kaynak yaratıcı örgütlerse, devrimlerin büyük oranda daha güçlü, merkezi ve özerk devlet organizasyonları ortaya çıkartacak şekilde ulusal ekonomik gelişmede kopma potansiyelleri yaratabileceği de anlaşılır hale gelir. Devlet tarafından yönlendirilen veya başlatılan ulusal ekonomik gelişme Japonya, Rusya ve Çin’de, Fransa ve Türkiye’de olduğundan çok daha kapsamlı bir şekilde gerçekleşmiş olsa bile bu, üzerinde çalıştığımız tüm yukarıdan ve aşağıdan devrimler için doğruydu. Bu yüzden, devrimin yarattığı potansiyelin gerçek anlamda hayata geçirilmesi devrimden sonra her bir duruma özel olarak gelişen uluslararası ve dünya tarihsel ekonomik kısıtlılıklara ve fırsatlara bağlıdır.

Köylülüğün durumu

Devletleri, görece özerk ve egemen sınıflarla dinamik etkileşim içerisinde ele almaya ek olarak, köylülüğün devlet ve egemen sınıfa göre konumuna da dikkatli bir ilgi göstermek gerekir. Tarihsel olarak, aşağıdan gelen kitle tabanlı toplumsal devrimler, eski rejime dayalı devlet örgütlerinin parçalanışının üreten sınıf olarak çoğunluğu teşkil eden köylülerin toprak sahiplerine karşı isyan etmek için yeterli düzeyde yerel ekonomik ve politik güce sahip olduğu (veya bu gücü elde ettiği) yerlerde meydana gelmesi halinde başarılı bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu tür devrimler Fransız, Rus ve Çin Devrimlerinde benzer bir biçimde başarıyla meydana gelmiştir. Tam aksine, 1848-50 Alman Devrimi büyük oranda Elbe’nin Doğu’sunda köylü isyanına yardımcı olacak koşulların mevcut olmaması nedeniyle başarısız olmuştur. Ve köylülerin Japonya ve Türkiye’de toprak sahiplerine karşı yaygın isyanlara yardımcı olmayacak geleneksel yapılar içinde hapsolmuş bir şekilde kalması bu ülkelerdeki yukarıdan devrimler için kesinlikle önemli bir koşuldu.

Uluslararası devlet sistemi

Son olarak içerisinde devrimlerin nedenleri ve sonuçlarının biçimlendiği ve sonuçlarının belirlendiği bağlamın tamamını anlamamıza yardımcı olabilecek analitik bir vurguya geliyoruz. Bu nokta iki kısımdan oluşmaktadır: (a) kapitalizm, yalnızca ücretli emek ve sermaye birikimi arasında bir ilişkiye dayanan bir üretim biçimi olarak değil, aynı zamanda birbirinden bağımsız ve eşitsiz çeşitli bölgelere sahip bir dünya ekonomisi olarak da kavranmalıdır; ve (b) kapitalizm, başlangıcından itibaren “çoklu politik egemenlikler” çerçevesinin, yani esasen Avrupa feodalizminden doğan ve daha sonra bir uluslar sistemi olarak tüm yerküreyi kapsayacak şekilde genişleyen devletler sistemi etrafında ve içinden gelişmiştir.

Kapitalizmin rekabete dönük bir dünya sistemi olarak analiz edilmesi, devrimci sonuçlar ideolojik iddialarla içi içe geçmekte başarısız olduğunda neden sürekli hayal kırıklıkları yaşandığını anlamamıza yardımcı olur. Devrimler sonucu ortaya çıkan devlet yapılarında önemli farklar olmakla birlikte dünya kapitalizminin evrimi sırasında meydana gelen tüm devrimler daha bürokratik ve merkezi devletler ortaya çıkarmıştır. Devrim sonrası bürokratlaşmayı eski rejimin veya devrimci partinin etkilerine dek izleyen analizleri tümüyle reddetmiyoruz. Ancak, bizim analizimiz, vurguyu, devrime uğramış rejimlerin, ilk elde devrimci krizleri yaratmaya yardımcı olmuş olanlarla karşılaştırılabilir uluslararası baskılarla başa çıkma zorunluluğuna kaydırmaktadır. Sadece yukarıdan devrimler değil, tüm devrimler -eski rejimler altında varolanlardan daha büyük, daha merkezi ve daha özerk devlet organizasyonları yaratması anlamında- “bürokratik devrimler” haline gelmiştir. Devrimci liderler, ulusal duruşu geliştirmeye çalışmış ve bunu başarmak için özellikle devletin ulusal sanayileşmeyi yönlendirmek veya gerçekleştirmek için kullanılabileceği hallerde devlet aygıtını en önemli araç olarak görmüştür. Uluslararası baskılar, devrimlerin sonuçlarını belirlemede eşitlik, katılım ve desantralizasyon için iç baskılardan çok daha etkili olmuştur. Örgütlü çıkar gruplarının daha fazla eşitlik ve katılım için savaştığı Çin’de bile, Çin’in uluslararası duruma karşı hassasiyeti, merkeziyetçiliği ve bürokrasiyi her zaman teşvik etmiştir.

Sonuç olarak, kapitalizmin gelişmesi ve nihai olarak sosyalizme dönüşmesi itibariyle devrimlerin sonuçları hakkında nasıl akıl yürüteceğiz? Marx için bu sorun, doğrudan ele alınabilir: bazı devrimler (yani burjuva devrimler) kapitalizmi tesis ederken bazıları da (yani sosyalist devrimler), kapitalizmi alaşağı etmiş ve komünizmin hızlı bir şekilde ortaya çıkması için gerekli koşulları yaratmıştır.

Ancak, gerçek devrimler, esas olarak Marx veya takipçileri tarafından öngörülen türlere ve sıralamalara bire bir uymamıştır. Kesindir ki, hiçbir ülkede biri burjuva ve diğeri sosyalist olmak üzere iki ardışık devrim yaşanmamıştır ve “burjuva” veya “sosyalist” türe belirli açılardan suni olarak benzeyen devrimler bile gerçekten buna uygunluk göstermez. Burjuva-kapitalist gelişimi daha da ilerletmiş aşağıdan ve yukarıdan devrimler sınıf bilinçli burjuvazi tarafından “yapılmamıştır”. “Sosyalist devrimler” ise, kısmen, özel mülkiyet ve burjuvazinin ortadan kaldırılması ile en yüksek noktasına ulaşan aşağıdan isyanlar yoluyla yapılmış devrimler olmuştur; ancak bunlar “geri kalmış” tarıma dayalı ülkelerde meydana gelmiş olup  yalnızca veya esas olarak proleter sınıfın eylemiyle gerçekleşmemiştir. Bu devrimlerin sonucu, parti devletlerinin ulusal ekonominin denetimini doğrudan ele alması anlamında “devlet sosyalizmi” olarak tanımlanabilir. Ancak, bu rejimler, ulusal sanayileşmeyi teşvik etme için burjuvazinin yerine eylemekte ve Marx’ın özgül sosyalizm veya komünizm vizyonuna uyamamaktadır (veya bu vizyonla örtüşmemektedir).

Kapitalizmin kapsam itibariyle ulus ötesi olması perspektifinden hareketle Marx’ın özgün devrimler tipolojisinin neden tutamayacağını görürüz. Devrimler kapitalist dünya ekonomisinde ve uluslararası devlet sisteminde sadece belirli ülkelerde ve bu ülkelerin dünya tarihsel gelişimlerinin belirli zamanlarında meydana geldiği için tek başına hiçbir devrimin kapitalizmi tam olarak tesis edemeyeceği veya kapitalizmi tümüyle aşıp sosyalizmi tesis edemeyeceği sonucuna ulaşılır.

Yine de bazı devrimler diğerlerinden daha başarılı olmuştur ve farklı uluslararası koşullar sadece bu nedenlerin bir kısmını oluşturmaktadır. Özgül toplumsal devlet yapılandırmaları, ekonomik ve sınıfsal güçler devrimci patlamanın türünün ve sonuçlarının hem ulusal hem de dünya-kapitalist gelişim açısından yapılandırılmasında büyük bir farklılık ortaya çıkarır.

 



* Theda Skocpol ve Ellen Kay Trimberger, “Revolutions: A Structural Analysis”, Revolutions: Theoretical, Comparative, and Historical Studies, İkinci Baskı, ABD 1994, Derleyen: Jack A. Goldstone, Harcourt Brace College Publishers, s.64-70.

[1] Dunn, John. 1972. Modern Revolutions: An Introduction to the Analysis of a Political Phenomenon. Cambridge: Cambridge Univ. Pres.

[2] Wallerstein, Immanuel. 1971. “The State and Social Transformation: Will and Possibilitiy.” Politics and Society 1: 25-58, s. 364

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar