Ana SayfaKürsüÇin Sosyalizmini Keşfetmek

Çin Sosyalizmini Keşfetmek

Çin Sosyalizmini Keşfetmek

Kişisel Bir Anlatı

Roland Boer

Çeviri: Elif Nur Aybaş

Çevirenin sunuşu

Roland Boer, ilk çalışmalarında Rus ve Batı Marksizmlerine, özelllikle de Marksizmin bu bölgelerde karmaşık tarihsel ve dinsel yapılarla nasıl etkileştiğine odaklandı. Cennetin Eleştirisi ve Dinin Eleştirisi adlı iki yapıtı Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlandı. Şimdi ise çalışmalarının gövdesini Çin Marksizmi ve Çin karakterli sosyalizm oluşturuyor. Dünyanın, birçok bölgede zengin ve uzun soluklu sosyalist deneyimlere sahip olduğu inancıyla, sosyalizmin gerçek inşasıyla gittikçe daha fazla ilgilenmeye başladı. Bunun için Çince öğrendi. Son 14 senesinin önemli bir bölümünü Çin’de geçirdi. Boer, halen Çin Dalian Teknoloji Üniversitesindeki Marksizm Çalışmaları Okulunda çalışıyor. Yazarın 2017’de kaleme aldığı aşağıdaki metnin, politik ve tarihsel bakımdan katılmadığımız yönlerine karşın, sosyalizmin tarihteki yeri ve kategorilerine ilişkin geniş bir ufuk ve farklı bakış açısı sunduğu kanaatiyle sosyalizm deneyimleri üzerine tartışmalara katkı yapacağı görüşündeyiz.

*

Tüm tasarılarıma rağmen, Çin’e ilk olarak on bir yıl kadar önce, sosyalizme ilişkin bir yığın önyargı ve düşünüş ile geldim. Tüm bunlara teker teker meydan okundu; zayıflatıldı ve sonra parçalandı. O zamandan beri, kavrayışımı neredeyse sıfırdan yeniden inşa ediyorum. Bu önyargılardan bazıları yüzeyseldi, ancak gelene kadar onlara sahip olduğumun dahi farkında değildim. Örneğin, paranoyak bir komünist partinin her hareketimi izlemek için casuslar göndereceği konusunda uyarılmıştım. Bunu biraz saçma bulmuş olsam da, tüm iyi niyetime rağmen, kendimi gerçekten takip edilip edilmediğimi merak ederken yakaladım. Bir diğeri, sık sık tekrarlanan, Çin’de hiç kimsenin artık Marksizme ‘inanmadığı’, aslında Çin halkının ondan neredeyse hiç bahsetmediği şeklindeki yorumdu. İnsanların Marksizm ve sosyalizmi yalnızca gündelik birer mesele olarak özgürce bahis konusu ettiklerini değil aynı zamanda herkesin bu konuları okulda okuduğunu öğrenmem ve bu safsatanın çözülmesi 24 saat sürdü.

Diğer önyargılar daha derine yerleşmişti: Sosyalizmin ekonomik meselelere indirgenebileceği; Çin’in 1979 ile 1989 arasında bir noktada kapitalizmle kucaklaştığı; Mao Zedong’un iyi ve Deng Xiaoping’in kötü çocuk olduğu; “Çin karakterli sosyalizm”in sosyalizmle pek ilgisi bulunmadığı; “sosyalist piyasa ekonomisi” kavramının anlamsızlığı; Komünist Partinin herhangi bir biçimde demokrasi ve ‘insan hakları’yla ilgilenmediği ve bunların unutulması gerekliliği… Sahip olduğum birtakım kavrayışların, gelişimi uzun süre Felsefeye ve dünyayı algılama biçimlerine dair spesifik varsayımlarıyla Avrupa Marksizmine gömülü biçimde gerçekleşen sosyalizme dair olduğunu eklemeliyim.

Bu varsayımların dağılışı, en hafif tabirle, kaygı verici bir süreçti; fakat aynı zamanda canlandırıcıydı ve yepyeni içgörülerle doluydu. Şimdi, on yıl kadar sonra, sözünü ettiğim hiçbir pozisyonda konumlanmıyorum. Fakat süreç çoğunlukla, sonuçta eve giden yolun ancak ortasında bulunulduğu ortaya çıkacak olan bir yeniden konumun, bir geçiş noktasının inşası şeklinde işler. Kısacası, verili olduklarını varsaydığım neredeyse tüm kategorileri ortadan kaldırmaya devam ediyorum ve Çin Marksizminin kapsamlı etkisi temelinde yenilerini oluşturmak için çok çalışıyorum.

Nereden başlamalı?

İnsan Hakları

Belki de ‘insan hakları’ çözülmesi en kolay olanıydı. İlk olarak on altıncı yüzyılda Hollandalı filozof ve hukukçu Hugo Grotius tarafından önerildiği de düşünüldüğünde, insan hakları fikrinden her zaman şüphelenmiştim. Grotius, Orta Çağ’ın tekil (ve kaçınılmaz olarak Tanrı ile bağlantılı) ‘hak’ karakteristiğinden, çoğul ‘haklara’ önemli bir geçiş yaptı. Bu hakları, zaten, ‒yaşam, özgürlük vb.‒ satın alınabilen veya satılabilen metalar olarak görüyordu. Dolayısıyla, Çin’i karalamak ve sözde suistimallerini gün yüzüne çıkartmak üzere ‘insan hakları’nın uluslar arası gayretlerce rutin kullanımına fazla dikkat etmedim.

Çin Marksizmi üzerine bir çevrimiçi ders (MOOC) için 1930’ların başında Jiangxi-Fujian Sovyeti’nin kurulduğu Ruijin’e gittim. ‘Ruijin ethos’ olarak adlandırılabilecek yaklaşım burada gelişmişti: önce insanların yiyecek, barınma, giyim ve güvenliğe olan ihtiyaçlarına odaklanın ve sonra komünist olmalarını bekleyin. Bu, Çin Marksizminin insan hakları kavrayışını anlamlandırmanın kapısını araladı. Bu tür haklar evrenseldir, ancak belirli durumlara ve geçmişlere dayanırlar. Bu nedenle, Avrupa geleneği bireysel siyasi ve medeni haklara odaklanır, ancak hayati önemdeki ekonomik refah hakkını ihmal eder (ki bunun çok kritik sonuçları vardır). Ruijin ethos’unda, belirgin bir şekilde kolektif bir odaklanma ile ortaya çıkan tam da bu haktır. Ve azınlık politikalarından Bir Kuşak Bir Yol insiyatifine kadar genişleyen bir hattaki sayısız devlet politikasında karşılık bulmaya devam ediyor. Yani Çin için, farklı bir vurguyla, çok daha farklı koşullar altında gelişen bir insan hakları geleneği söz konusudur. Bu, siyasi ve medeni hakların ihmal edildiği anlamına gelmez, ancak bunların bu daha geniş çerçeve içinde anlaşılmaları gerekir.

Sosyalist Demokrasi

‘Demokrasi’ye gelince, bu konuda da daha önceden gelen, yerleşik şüphelerim vardı. Burada burjuva demokrasisine ve bu özel demokrasi biçiminin, herhangi bir niteleyici olmaksızın, bu haliyle demokrasinin kendisi olduğu şeklindeki iddialara ilişkin şüphelerimi kastediyorum. Parlamenter partilere dayanan burjuva demokrasisinin önemli kısıtlarının bulunduğunu, bunun demokrasinin yalnızca tarihsel bir tezahürü olduğunu, bu tür iddiaların anlamsızlığını bilecek kadar deneyimliydim ve okumuştum. Herkesin doğrudan katılımını, seçim ve iptal mekanizmalarını, kolektif bir irade arayışını içeren bir alternatifin ne olabileceği hakkında bir fikrim vardı ‒biraz da Paris komünündeki Marx gibi. Sosyalist demokrasi bu, diye düşünüyordum kendi kendime. Devletin halkla teması kopuk, yabancılaşmış mevcudiyetinin örtük ve öncel kabulü dolayısıyla algımın büyük oranda devlet karşıtı olduğunu söylememe gerek yok sanırım? O zamanlar henüz bu algının (neo-)liberal çerçeveden derinlemesine beslendiği benim için çok açık değildi. Şimdi fark ediyorum ki bu, dünyanın liberalizmin baskın olduğu bölgelerinde anarşizmin bu denli popüler olmasıyla oldukça uyumlu bir durum. Bu önyargılar da akılda tutulduğunda, Çin’in sosyalist demokrasinin hiçbir türlüsünü sunmadığı söylenebilirdi.

Bu önyargının çöküşü, Çin’de sürekli bir seçim mekanizmasının işlediğini keşfetmemle başladı. İster kırsal ister şehir bölgelerinde olsun, yerel seçimlerde, yerel yönetim temsilcileri seçilebilir; ve bunlar Komünist Parti içinden veya dışından adaylık koymuş olabilirler. Peki ya parlamentonun iki meclisi, Ulusal Halk Kongresi (UHK) ve Çin Halkı Siyasi Danışma Konferansı (ÇHSDK) için seçim süreci nasıl işliyor? Süreç, istenildiği kadar kişinin seçilebildiği köyler ve yerel halk meclislerinde başlar. Bununla birlikte, sayı genellikle mevcut yer sayısının yüzde ellisini geçmez. Buradan itibaren seçimler, son delegelerin seçildiği il halk meclisine kadar birkaç katmanda devam eder. Bir delege seçildikten sonra beş yıl görev yapar. Diğer bir deyişle, süreç doğrudan ve dolaylı seçimlerden biri şeklinde işler. Komünist Parti’nin kongresine delege seçmek için de benzer bir süreç geçerlidir.

Bu açıkça demokratik bir egzersiz. Ama soru hâlâ geçerli: Komünist Parti ne olacak? Komünist Partinin iktidarı oylanabilir mi? Çoğu kişi için bu soru ‘gerçek demokrasi’ sınavıdır. Bu noktada problem, sorunun kendisinin, birbirine benzeyen çok sayıda partinin genel çerçeveyi sorgulamadan iktidar için yarıştığı burjuva demokratik varsayımların hegemonyasına ihanet etmesidir. Pek tabii ve kesin olarak, bir burjuva demokrasisi olmayan Çin’de işler bu biçimde işlemiyor. Öte yandan Komünist Partinin demokrasideki rolünü belirlemek biraz daha zaman alacaktı.

Kısaca ifade etmek gerekirse sosyalist demokrasinin işlemesi için bir Komünist Parti iktidarda olmalıdır. Bu başlangıçta bir paradoks gibi görünebilir, ancak değildir. “Proletarya diktatörlüğü” kategorisini kullanarak şu şekilde ifade edeyim: Marx ve Engels tarafından ilk kez kullanılan ve daha sonra Lenin ve Stalin tarafından geliştirilen proleter demokrasi, çoğunluğun ‒işçiler ve köylülerin‒ devlet mekanizması aracılığıyla, ‘burjuva diktatörlüğünü’ kurmuş muhaliflerini ezmesine olanak veren merkezi ve baskıcı bir güçtü. Burada anahtar, çoğunluğun iradesini ortaya koyabilmesidir. Yine de bu yalnızca başlangıçtır. Çin örneğinde, Mao Zedong bu kategoriyi, “halk için demokrasi ve gericiler üzerinde diktatörlük” olarak gördüğü “demokratik diktatörlüğe” dönüştürdü (1949). Değişime dikkat edin: proletarya “halk [renmin]” ve yönetenler haline geldi. Çinli minzhu bize ‘demokrasi’nin asıl anlamını hatırlatıyor, halk yönetimdedir ve efendidir. Bütün bunlar Deng Xiaoping’in, ikincisi ‘halkın demokratik diktatörlüğü Venminminzhuzhuanzhene’yi savunmak olan dört ana ilkesinde tam olarak ifade edilecektir. Ama buradaki insanlar kimler? ‘Orta sınıf’, burjuvazinin Avrupa tarihinin özelliklerini çağrıştırdığı için en uygun terim olmasa da; bunlar işçiler, çiftçiler ve sosyalist orta sınıf olarak nitelendirilebilecek kişilerdir. Ya da şöyle ifade edelim: yoksulluktan kurtulan ve sosyalizmin aslında hayatlarını iyileştirdiğini gören insanlar… Deng Xiaoping’in formülünün önemi, ‘halk’ın herkesi kapsamasıdır. Peki ya karmaşık seçim sistemleri, kamuoyu, diğer siyasi partilerden gelen geri bildirimler ve politikalar aracılığıyla onları kim yönetiyor ve temsil ediyor? Deng ilkelerinin bir sonraki maddesi cevabı veriyor: Komünist Parti’nin liderliği.

Çelişki Analizi

Şimdi, hâlâ, tıpkı önceden olduğu gibi, hatta daha da fazla olarak, yeniden ve yeniden düşünülmeye ihtiyaç duyan malzemeleri araştırıyorum. Bu nedenle, şöyle bir duraklamak ve önemli bir deneyimi tanımlamak için iyi bir zaman. Bu deneyim, ilk başta oldukça soyut gibi görünen bir fikre, çelişkiye ilişkindir. Halbuki bu fikrin derin ve çok somut çıkarımları var.

Bu deneyimin ilk momenti, ‘ütopya’ üzerine Çinli bir meslektaşla yürüttüğümüz bir tartışmaydı. Avrupa bağlamında, ütopya elbette hem yer-olmayan hem de iyi bir yer olarak ütopyadır; ancak her durumda bir miktar mükemmellik fikrini gerektirir. Burada gerilimler ve çatışmalar aşılmış, uyum ve barış sağlanmıştır. Bu, Çin datong’u olarak bildiğimiz ‘Büyük Uyum’ ile aynı şey değil mi, diye sordum. Hayır, diye yanıtladı meslektaşım. Daha sonraları, gelenek içinde gelecekteki bir durum olarak yeniden şekillenen, akabinde komünistler tarafından sahiplenilen ve yeniden yorumlanan (Mao bunu çokça seviyordu) bu eski Konfüçyüsçü fikir, aslında benim anladığım şekliyle ‘mükemmellik’ demek değildi. Daha ziyade, karşıtların ve aslında çelişkilerin hâlâ mevcut olduğu, ancak birbirleriyle çatışmadıkları anlamına geliyordu. Yin-yang’ı düşünün, dedi meslektaşım: zıtlar yalnızca birbiriyle sarmalanmış değil, yakından bakarsanız, aynı zamanda bir tarafın diğerinin bağrında olduğunu göreceksiniz.

İkinci moment, Mao’nun “Çelişki Üzerine”sini altı hafta boyunca inanılmaz bir dikkatle okuduğumuz olağanüstü bir seminerdi. Bir süredir, çelişkilerin varlıklarını sosyalizm altında sürdürmeleriyle uğraşıyordum. Belirli bir ‘Batılı’ yaklaşıma göre, çelişkilerin ortadan kalkması beklenir: devletin kendisi değilse de, sınıflar, ekonomik sömürü, ideolojik çatışma silinip süpürülecektir. Sovyetler Birliği üzerine yaptığım çalışmalar aracılığıyla, özellikle 1930’lardaki sosyalist kazanımların ışığında (bu gerçekliğe dair farkındalığım da zaman aldı), sosyalizm altında da çelişkilerin ortaya çıktığını anlamaya başlamıştım. Bu yüzden, titizlikle Marksist düşüncenin bu gerçekle nasıl uzlaştığını izlemekteydim.

Bazı katılımcılar bana karşı biraz sabırsızdı. Elbette sosyalizmle çelişkiler ortaya çıkıyor! Mao’nun makalesi bunu çok çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Ama ne tür çelişkiler? Çelişkiler mücadele ve çatışmaya işaret etmez mi? Makalenin birçok bölümü çelişkilerin doğasına ve bunların birbirleriyle ilişkilerine değiniyor. en önemlilerinden biri, ‘antagonistik olmayan çelişkiler’e ilişkin son kısımdır. Burada Mao, Sovyetler Birliği’nde irdelenmeye başlanan, sosyalizm altında sınıfların varlıklarını sürdürdüğü düşüncesiyle birlikte, üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki gerilimleri ele alıyor. Ancak Mao, Çin felsefesinin ışığında bunu çok daha ileri götürdü. Bir noktada, dört karakterli bir Çince deyişi alıntılıyor: xiangfan xiangcheng, ‘birbirine karşı olan şeyler de birbirini tamamlar’. Böylece çelişkiler, komünist bir devrime yol açan olaylarda görüldüğü gibi, her zaman uzlaşmaz hale gelebilir ve çatışmaya yol açabilirler. Ancak, uygun bir şekilde ele alınırlarsa, antagonistik olmayabilirler de. Mao, sosyalizmi inşa etmeye başladığı ilk günlerde kaleme aldığı, 1957 tarihli bir denemede tam da bunu vurgular. Partiye, var olan çelişkilerin antagonizmaya evrilmemesine odaklanmasını önerdiği denemenin başlığı ‘Halk Arasındaki Çelişkileri Doğru Bir Şekilde Ele Almak’tır.

Sosyalist Piyasa Ekonomisi

Çelişki meselesini tartıştığım, düşündüğüm ve çalıştığım yıllar boyunca, kendimi ekonomik sorular üzerine düşünürken buldum. Sosyalizmin, Çin’de yaygın ve dizginlenmemiş bir kapitalizm formunun ötesinde ayrı bir yeri olduğunu fark ettiğimde, ilk olarak bu ikisini, çelişki ve ekonomiyi bir araya getirmeye çalıştım. Yine de bu durumu anlamak için Avrupa’nın kategorilerine, özellikle beni pek çok yönden etkileyen Marksist Ernst Bloch’a güveniyordum. (Mao’nun etkisiyle) birincil çelişkinin aslında sosyalizm ve kapitalizm arasında olduğunu iddia etmeye başladım. Bu iddianın işe yarayabileceği, sonraki üretim tarzlarının öncekileri iptal etmediği önerisiyle biten birkaç yol keşfettim. Yeni üretim tarzları, daha ziyade öncekilerin çelişkilerini özümserler ve onları yeni bağlama uyarlarlar. Bunu kapitalizmde görüyorsanız, bu diyalektik sürecin sosyalizmde de gerçekleştiğini iddia edebilirsiniz. Dolayısıyla, sosyalizmde, özellikle üretici güçlerin salıverilmesi aracılığıyla, kapitalizmin mekanizmalarının ve biçimlerinin her türlüsünü görmeyi beklersiniz; ancak bunlar yeni çerçeveye uyarlanmışlardır. Hâlâ üretim tarzlarına ilişkin bu özel noktanın geçerli olduğunu ve kuvvetli bir Marksist duyu içerdiğini düşünüyorum. Birçok yönden Sovyetler Birliği’nde olanları anlamlandırıyor; ve Çin’i Sovyetlerin çok ilerisine taşıyan süreci anlamaya yardımcı oluyor.

Ancak yine de ‘sosyalist piyasa ekonomisi’ni anlamlandıramıyordum. Neden? Piyasa ekonomisinin kapitalizm ile bir ve aynı şey olduğunu; Çin’in bir tür piyasa ekonomisine sahip olmasının kapitalizmin bir biçimini devam ettirdiği anlamına geldiğini varsayıyordum. Bu varsayım, uzman olsun ya da olmasın çok fazla insan arasında o kadar yerleşiktir ki… Buna meydan okumak oldukça zordur. Jeton benim için çok geç düştü. Şimdi anlıyorum ki bu varsayım aslında “ekonomi emperyalizmi” denen şeyin bir tezahürü. Bu, kapitalizmi anlamak için tanınması gereken başlıca gelenek olan neoklasik ekonominin, tarihini ve sosyal konumunu unuttuğu anlamına geliyor. Neoklasik ekonomi, insan doğası hakkında iddialarda bulunarak bireyselleşti ve evrenselleşti. İnsanların, her zaman kendileri için en iyi ekonomik kararı verecek olan rasyonel ve kişisel çıkarını gözeten aktörler olduğu varsayılıyor. Bu evrensel doktrin donatılarak, psikolojiden dine kadar her şey ekonomik faaliyetin tezahürleri olarak tanımlanmaya başlandı. Kısacası, doğamız gereği kapitalistiz. Bu “ekonomi emperyalizmi” aynı zamanda evrensel terimleri kullanabileceğiniz anlamına geliyordu: neoklasik ekonomi basitçe “ekonomi”ye ve kapitalist piyasa ekonomisi “piyasa ekonomisi”ne dönüştü. Bu nedenle, her ne zaman ve nerede piyasa ekonomisini fark ettiyseniz, kapitalizmin bir türüyle karşı karşıyasınız demektir. Bu, tamamen yanlış olan yaygın bir varsayımdır.

Nedenini anlamam kesin olarak biraz zaman aldı. İlk gerçek adım aslında tarihseldi. Antik dünya, özellikle de eski Güneybatı Asya (genellikle Eski Yakın Doğu olarak adlandırılır) ve Greko-Romen dünyası üzerine araştırmalar yaptım. Yaklaşık dört buçuk bin yıllık ekonomi tarihini anlamak için yeni bir ekonomik model geliştirmeye çalışıyordum. Bütün bunlarla uğraşırken, piyasanın MÖ ilk bin yılda Perslerin ve ardından Yunanlılar ile Romalıların hakimiyetinde dikkate değer ölçüde genişlediğini keşfettim. Peki ya, ne tür bir piyasa? Konunun ilgilileri arasında tartışma devam ediyor. Birçoğu, kapitalist bir piyasa olduklarını öne sürdü ‒biraz kaba ve ilkel ama yine de kapitalist. Bu grupta, kârın önceliği, arz ve talep, piyasa ekonomisinin bağımsızlığı vb. ile ilgili varsayımlar bulabilirsiniz. Diğerleri, devletlerin belirleyici bir rol oynadığını, fiyatların arz ve talep tarafından belirlenmediğini ve bu tür pazarların sosyal olarak yerleşik olduğunu belirterek bu yaklaşıma karşı çıktılar.

Kritik bir noktada, bu tartışmanın boşuna olduğunu ya da daha doğrusu hedefi ıskaladığını fark ettim. Nedeni: kesinlikle piyasa ekonomisiydiler, ancak kapitalist piyasa ekonomilerinden farklı birer yaratıktılar. Bu nedenle, Persler tarafından geliştirilen ekonomiye lojistik piyasa ekonomisi veya belki de vergi piyasası ekonomisi denilebilir. Persler, lojistik bir sorunla, orduların donatılması sorunuyla başa çıkmak için kendi piyasa ekonomilerini geliştirdiler. Bir noktada, askerlere (henüz icat edilmiş) para ile ödeme yapma ve vergiyi para olarak talep etme fikrini benimsediler. Ama insanlar vergi olarak ödedikleri parayı nasıl elde edeceklerdi? Yiyecek, giyecek veya elinizde her ne varsa hareket halindeki askerlere satın. Birisi kendi hesabına biraz kâr elde edecek olursa, bu ikincil bir kazançtı.

Yunanlılar ve ardından Romalılar farklı bir piyasa ekonomisi geliştirdiler. ‘Klasik’ Yunanistan, yüzyıllar süren, (yönetici sınıfın perspektifinden bakılırsa) ekonomik ‘çöküş’ olarak nitelenebilecek dönemden çıkınca, bir köle ekonomisi geliştirdi. Egemen sınıf için artı değer, temel olarak her saygın Yunan erkek vatandaşının sahip olduğu köleler aracılığıyla üretiliyordu. Ancak her biçimde temel kaynak olan köleleri edinmek zorundaydılar. Bu amaçla, büyük oranda Doğu Akdeniz’de yoğunlaşan büyük köle pazarları gelişti. Romalılar –eğer bu biçimde ifade edebilirsem‒ bu sistemi ‘mükemmelleştirdiler’ ve biz de böylece bir köle piyasası ekonomisinden söz edebiliyoruz. Tüm piyasa ekonomisi köleleri bulmak, taşımak ve satmak amacıyla tasarlanmış ve şekillendirilmişti. Burada, açıkça kapitalist olmayan iki tür piyasa ekonomisi olduğunu söyleyebiliriz, çünkü kâr ana itici güç değildi ve kapitalist artı-değer kesinlikle söz konusu değildi. Bu farkındalık, tarih boyunca çoğu piyasa ekonomisinin kapitalist olmaktan çok uzak olduğunu anlamamı sağladı. Aslında, bildiğimiz şekliyle kapitalist bir piyasa ekonomisi, ilk olarak on altıncı yüzyılda Hollanda İmparatorluğu ile başladı.

Şimdiye kadar, sosyalist bir piyasa ekonomisinin içerimleri aşikar olmuş olmalıdır. Büyük ölçüde kapitalist küresel bir çerçeve içinde dahi, kapitalist olmayan bir formasyonda gelişebilir. Nasıl yani? Bu konudaki düşüncelerim başlangıç aşamasındadır, ancak daha önceki düşünsel irdelemelerimin ötesine geçebilen bir dizi özelliği belirtebilirim.

Öncelikle, kamu (veya devlet) ile özel mülkiyet arasındaki eski karşıtlık uygun değildir. Özel sektöre muhalefet, bir ekonominin, o ya da bu ölçüde ‘sosyalist’ olup olmadığını belirlemeye çalışanların ana motivasyonu haline geldi; buna göre ‘sosyalist’ bir dönüşüm kilit endüstrileri ‘kamulaştırmayı’ içermelidir. Bu model, yanıltıcı olmasa bile, basitçe Çin için kullanılamaz. Dolayısıyla, kamu veya özel mülkiyet yüzdesi, bir ulusal ekonominin o ya da bu ölçüde sosyalist olup olmadığının bir göstergesi değildir. Bu tür muhalefetin ötesine geçmek biraz çaba gerektirse de deneyelim.

Çin’de, ekonominin bel kemiği olan meşhur kamu iktisadi teşebbüsleri, ‘özel’ işletmelerden öğrenerek ve hatta bu işletmelerle ortaklık kurarak eski verimsizlikleri ortadan kaldırdığı bir süreçten geçiyor. Aynı zamanda, ‘özel’ veya ‘kamu’ olsun, üçten fazla Komünist Partili üyesi olan her işletme ‒ya da daha doğrusu, köy veya yerel yönetim işletmeleri, ‘yeni ekonomik kuruluşlar’, Start up ve benzeri yarı kamu ve yarı özel çoğu teşebbüs– seçilmiş bir parti sekreteri ile bir parti örgütüne sahip olmalıdır. Bu, 100’den fazla çalışanı olan her işletmenin kendi içinde yönetsel rolü üstlenen özünde bir ÇKP birimine sahip olması gerektiği anlamına gelir. Dahası, her yabancı veya çokuluslu girişim de merkezinde bir ÇKP birimine sahip olmalıdır. Çin’in en büyük şirketlerinin CEO’larının aynı zamanda ÇKP’nin de üyesi olduğunu eklersem; Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’nin önemli ölçüde ortaya koyduğu gibi, ‘sarmal’ olarak adlandırılabilecek bu şeyin neye benzediğini anlamaya başlarız. Bu konuda çok daha fazla şey söylenebilir (ve araştırmaların ilerletilmesi gerekir), ancak durumu, herhangi bir burjuva sivil toplumu kavramından uzak bir “müşterekler” aracılığıyla, veya, burjuva kamu ve özel mülkiyet ayrımının çok ötesine geçen sosyalist bir piyasa ekonomisi düşüncesiyle yeniden düşünmek için yaratıcı girişimlere ön açtığı kesindir.[1]

Dahası, kapitalist değer yasası sosyalist piyasa ekonomisi için geçerli değildir.[2] Artı değer üretimi, bu piyasa ekonomisinin belirleyici özelliği değildir ya da ‒başka bir deyişle‒ bir ‘piyasanın otonom dinamiğine dayanan kâr için kâr, hiçbir şekilde, Çin kapitalist piyasa ekonomileriyle uğraşmak zorunda olduğu için maruz kaldığı dış etki altında bile, birincil değildir. Şöyle diyebiliriz: Değer yasasına göre, “kârlı olmayan” endüstriler “kârlı” endüstriler lehine kapatılacaktır. Ancak bu, durumu ortaya koymak için iyi bir yol değil. Daha ziyade, kârlılık fikri dönüşmüştür. Belirli bir girişimin kâr getirip getirmeyeceğine dair kısa vadeli analizler yerine, bir projenin daha büyük ve uzun vadeli getiri veya ‘sosyal artı değer’ açısından değerlendirildiği daha geniş bir görüş hakimdir. Pek çok kereler, her türden işletmeden Çinliler bana, iş raporlaması için bir dizi kriteri karşılamaları gerektiğini söylediler. Bunlardan kâr sadece ikincildir. Elbette, verimlilik, çalışanlara ödeme yapabilme ve gelecekteki faaliyetler için kaynak sağlama açılarından uygulanabilir olmalıdır, ancak bir bütün olarak amaç hissedarlara getiri sağlamak değildir. Bunun yerine, diğerlerinin yanı sıra, sosyal fayda, çevresel gelişim, eğitim, Çin sosyalizmine katkıları üzerinden değerlendirilirler.

Buradaki test örneği Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’dir. Bu girişim, gerçekten de Çin’in altyapı odağının bir uzantısıdır. Pek çoğunun bildiği gibi, Çin yeni yollar, köprüler, okullar, üniversiteler, konaklama yerleri, (devasa yüksek hızlı ağ içeren ancak bununla sınırlı olmayan) dünyanın en iyi demiryolu ağı, birinci sınıf internet, paylaşım ekonomisi vb. inşa ediyor. Bir Kuşak Bir Yol Girişimi bu teşebbüsün küresel tezahürüdür. Spekülasyon yoluyla paradan para üretmeye yapılan ‘neoliberal’ vurguyla keskin bir tezat oluşturur. Bugün altyapının kelimenin tam anlamıyla çöktüğü ABD’yi ziyaret eden herkes, zıtlığı görebilir. Geçenlerde bir bilginin ifade ettiği gibi: ABD uzun zamandır böyle bir girişimde bulunmazken Kuzey Kore yakın zamanda Pyongyang’da yeni bir uluslararası havalimanı inşa etti. Nitekim, altyapı yatırımına dönük neo-liberal bir değerlendirme, yatırımın belki de on yıllık bir süreç sonunda ‘getiri’ sağlayacağını öne sürecektir. Bu tür bir analiz, uzun vadeli ve yalnızca Çin’in değil dahil olan herkesin faydasını gözeten ‘Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’nin amacını tamamen gözden kaçırır.[3]

Şüphesiz aslında çok daha uzun olan bu analize dair son bir not. Çinli milyarderlerin bazı kesimlerine ve nispeten yüksek Gini katsayısına[4] dair çok şey yapıldı. Bu, reform ve açılma sürecinde ortaya çıkan yeni çelişkilerden biri. Çinli ekonomistler, reform ve açılım biçimindeki yaklaşımın hiçbir şekilde tamamlanmadığını, dolayısıyla bu gerilimin daha fazla reformla çözülmesi gerektiğini söylüyorlar. Son üç işaret çok çarpıcı. İlki, odaklarını devam etmekte olan Bir Kuşak Bir Yol’a kaydırmaları için yurtdışında yatırım yapan Çinli şirketlere verilen yönerge. Bu, Çin kültüründe fayda sağlayanların sosyal faydaya daha geniş katkıda bulunması beklenildiği gerçeğiyle birleştirilebilir; bu nedenle eğitim, tıp ve benzeri alanlara dönük çok büyük bir katkı ve sistemli yatırım görüyoruz. İkincisi, on dokuzuncu kongrede, “dengesiz ve eşitsiz gelişme”den söz eden yeni çelişkinin tanımlanmasıdır. Bu, şehir ile kırsal ve doğu ile batı arasındaki sorunları içeriyor ve söz konusu durumun bir bölümü göreceli servet eşitsizliğine ilişkin. Son olarak, kırk yıldır devam eden yoksullukla mücadele programına yeniden odaklanılması, bu soruna yoğunlaşmanın bir başka işareti.

Sosyalizm Ekonomiden Fazlasıdır

Sosyalist piyasa ekonomisiyle uğraşırken epey zaman harcadım. Bunu yaparken, ekonomizm tuzağına düştüm. Bununla, pek çok Marksistin sosyalizmin ekonomik meselelere ilişkin olduğunu varsaydığını kastediyorum. Ya da altyapı üstyapı modelini kullanırsak, önemli olan tek şey altyapıdır. Bu yalnızca vulgar Marksizm olabilir.

Aksine, sosyalizmin ekonomiden çok daha fazlası olduğunu öğrendim. Sosyalizm, Çin’de gerçekten uzun bir geçmişi olan kültürü ima eder. Marksizm, Çin halkının günlük yaşamlarıyla pek ilgisi olmayan basit bir politik ideoloji midir? Asla. Bazı öğrencilerle çelişki hakkında konuşurken (evet, bir kez daha çelişki), bu gerçek yüzüme çarptı. Bana, çelişki analizine dair, örtük olarak ilkokulda, sonra ortaokul ve liselerde açıkça, nasıl bir eğitim gördüklerini anlattılar. Ve fakat hayatlarını çelişkilerle yaşadıklarını da eklediler. Dünyayı bu şekilde anlıyorlardı, hayatlarında olanları bu şekilde anlamlandırıyor ve açıklıyorlardı. Bu, uzak sosyalizmin Çin kültürünün dokusuna girmiş olduğunun bir tezahürüdür; böylece “Çin karakterli sosyalizm”in iki bin yıllık bir tarihe sahip olduğu iddiası gerçek bir anlam kazanıyor. Başka bir deyişle, ÇKP ve onun geliştirdiği sosyalizm, bugün Çin kültürünün besleyicisi ve taşıyıcısıdır.

Ya toplum? Çin toplumunun, son kırk yıldır devam eden yoksullukla mücadele programından yararlanan yepyeni bir kesiminin (700 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu) kalkınmasından bahsedebilirim. Bazıları buna ‘orta sınıf’ diyebilir, ancak daha iyi bir terim bulana kadar bu gerçekten geçici bir terimdir. İnsanların şehirlere kitlesel ve kontrollü göçüyle (şehirlerde düzenli biçimde kırsal halktan yaklaşık olarak 250 milyon insan çalışıyor), şehir ve kırsal açısından ortaya çıkan yeni sorunlardan da bahsedebilirim. Ama burada ‘temel sosyalist değerler’ denen şeylere odaklanacağım. Bu, özellikle geleneksel Çin etiği ile sosyalist etiğin kesişimiyle veya daha doğrusu, ikincisinin ışığında ilkinin dönüşümüyle kendini gösterir. Bu nedenle, bir komünist parti üyesinden veya aslında toplumda sorumlu bir rol oynayan herhangi birinden, etik beklenti daha yüksektir. Kişi kişisel kazanç elde etmek yerine başkalarının iyiliğine odaklanmalı, titizlikle dürüst ve dolaysız olmalı, basit bir yaşam sürmelidir. Çin’de komünist budur. Beş yıl öncesine, ÇKP’nin halk arasındaki itibarını yeniden tesis eden süregiden kapsamlı yolsuzlukla mücadele kampanyasına kadar, yolsuzlukla ilgili sorunun bu denli derin olmasına şaşmamalı. Bu beklentileri karşılamayan birinin düşüşünün bu denli büyük olmasına şaşmamalı. ÇKP’nin beklentilerinin bu kadar yüksek olmasına şaşmamalı.

İdeoloji de çok önemlidir, ancak terim bazıları için olumsuz çağrışımlar içerebileceğinden, belki de teoriden söz etmeliyim. Marksizm ve Çin karakterli sosyalizm derslerini öğrencilerin günlük yaşamlarıyla ilişkilendirmek üzere okullardaki ve üniversitelerdeki tüm öğrenciler için zorunlu eğitim tamamen elden geçiriliyor; bu bağlamda son beş yılın çok önemli olduğunu söyleyebiliriz. İtiraf etmeliyim, eğitim iyi olmasa bile, yukarıda sözünü ettiğimiz çelişki örneğinde olduğu gibi, öğrencilerin hayatları beklenmedik şekillerde etkileniyor; hele iyi bir eğitim sunulursa, ‒ki gidişat bu yönde hızla ilerliyor‒ sonucun çok büyük olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, tüm parti üyelerinin (dangyuan) Xi Jinping’den bir makale incelemek için ayda bir toplanması gerekiyor. Amaç açık: parti üyelerinin teorik bilgilerini artırmak. Ayrıca, ülke geneline yayılmış parti okullarında düzenli olarak bilgi tazeleme kursları almaları gerekiyor. Eğer hâlâ net değilse bile, bu konuda rengim açıkça beliriyor. Bence bu harika bir gelişme, özellikle eski komünist sözün ışığında düşünürsek: teori olmadan ölürüz.

Siyasi konular da önemlidir, ancak bu açık olmalıdır. ÇKP, ülkenin yönetici partisidir. Ve şimdi, radikal bir yükseliş gösteren teorik bir düzeye, katı bir disiplin vurgusuna ve beş ya da daha fazla yıl önce o kadar açık olmayan belirgin bir güven ve güce sahip.

Çin’de yavaş yavaş farkına vardığım sosyalizmin bu pek çok boyutu, sosyalizmin kendisini değerlendirirken daha kapsamlı olabilmek gerektiğini gösteriyor. Geçenlerde, Çin’in önde gelen bir siyasal iktisatçısı bana Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir toplum olup olmadığını sordu. Soruyu düşündüm ve özetlediğim ‒ekonomi, kültür, toplum, ideoloji, politika gibi‒ birçok yönü değerlendirmek gerektiğini söyledim. Bu faktörleri tartarsak, evet, Sovyetler Birliği sosyalistti. Sonuç: Bugün Çin, tahmin ettiğimden çok daha fazla sosyalisttir.

Yeni Bir Devir

Bu yazıyı yazmadan birkaç hafta önce (Kasım 2017), ÇKP’nin on dokuzuncu kongresi Pekin’de yapıldı. O sırada Çin’deydim ve kongreyi çok yakından takip ettim. Xi Jinping’in yeni bir birincil çelişki belirleyerek ÇKP’nin anayasasının bir parçası haline gelmesinden, 2050 yılına kadar büyük bir modern sosyalist ülke olma hedefini açıklamasına kadar pek çok özelliğin yanı sıra, Xi Jinping’in sunumunda Marksizmin bu denli önde ve merkezi olması beni şaşırttı. Bu, Çinliler için bir sorun değildi. Çin sosyalizminin yeni bir döneme girdiği belirlendi, ve insanlar bunun ne anlama geldiğini tartışmaya başladılar.

Belki de Deng Xiaoping’in görüşüne geri dönmek en iyisidir. Elbette, Xi Jinping Düşüncesi adlandırması Mao Zedong Düşüncesini çağrıştırıyor ‒sixiang, düşünce terimi, Çin’in komünist liderlerinden yalnızca ikisine bağlanıyor. Ama bunun arkasında Deng’in dehası yatıyor. Mao’nun Kültür Devrimi sırasındaki sapmasından ve büyük unutuştan sonra ipleri toplayan oydu. Sosyalizm nedir? Deng’e göre, Engels’in gleichheitskommunismus ya da eşitlikçi komünizm şeklinde adlandırdığı gibi, içinde herkesin eşit derecede fakir olduğu liberal bir eşitlik değildir. Bunun yerine sosyalizm, üretim güçlerinin salıverilmesiyle ilgilidir, böylece herkesin hayatı iyileştirilir. Sadece ekonomik açıdan değil, aynı zamanda kültürel, ruhsal, sosyal, ideolojik ve politik açıdan da gelişme. Çin’de özgülleşen Marksizme (Makesizhuyi zhongguohua) ve daha iyi bir yaşam arzusuna (meihua shenghuo) yaslanan Çin karakterli (zhongguo tese shehuizhuyi) sosyalizmin ima ettiği şey budur.

Tabii ki, böyle bir yazıyla, ÇKP sözcüsü olarak görülebilirim. Ancak Konfüçyüs Enstitüleri için çalışan kişilere de bu tür yakıştırmalar yapılmıyor mu? Bununla birlikte, Çin’de bu sorularla ilgili muazzam bir çaba ve araştırmanın devam ettiği açık. Ve ÇKP’nin, projesi konusunda son derece ciddi olduğu kesin.

https://stalinsmoustache.files.wordpress.com/2020/05/2017-discovering-chinese-socialism.pdf

 

 

 



[1] Sosyalist bir piyasa ekonomisinin nasıl ortaya çıktığına ilişkin pek çok tartışma var. Bazıları şunlar: ÇKP’nin özgün programları; Yugoslav “piyasa sosyalizmi”nden açık ayrışma; yeni gelişmelere yanıt olarak değişen politikalar; ve ‒ ilginç bir şekilde‒ diğer politikaların yan ürünü olarak tesadüfler.

[2] Stalin’in 1952 tarihli “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” başlıklı çalışması, sosyalizmde değer yasası için yararlı bir başlangıç noktasıdır. Çin Sovyetler Birliği’ne kıyasla çok daha ileride ve çok daha karmaşık olmasına rağmen, Stalin’in değere ilişkin kısa tartışması verimli olacaktır.

[3] Michael Roberts’ın belirttiği gibi: ‘Bu aynı zamanda bazı Marksist iktisatçıların, Çin’in, kapitalist devletlerin Lenin’in emperyalizmin temel özelliği olarak betimlediği sermaye ihracına benzer bir biçimde, yurtdışındaki projelere yatırım yapmak üzere sermaye ihraç etmesinin, yurtiçindeki’ artık sermayeyi ‘absorbe etme ihtiyacının ürünü olduğu şeklindeki ortak fikri yalanlar. Çin, devlet şirketleri aracılığıyla, ‘aşırı sermaye’ nedeniyle veya hatta devlet ve kapitalist işletmelerdeki kâr oranları düşmekte olduğu için yurt dışına yatırım yapıyor değil.

[4] Gini katsayısı, bir ülkede millî gelirin dağılımının eşit olup olmadığını ölçmeye yarayan bir katsayıdır. Katsayı 0 ile 1 arasında değerler alır ve yüksek değerler daha büyük eşitsizliğe tekabül ederler. / vikipedi (çevirenin notu)

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar