Ana SayfaArşivSayı 17Eyüp Sultan Konuşması

Eyüp Sultan Konuşması

Eyüp Sultan Konuşması

(parça)

(Hikmet Kıvılcımlı’nın 15.10.1957 Salı günü saat:13.00 – 17.00 arasında İstanbul Eyüp Meydanı’nda tertiplenen  açıkhava toplantısında yaptığı konuşmanın polis tarafından diktafonla tespit edilen ve mahkemece verilen sureti. Bu konuşmadan dolayı Kıvılcımlı hakkında halkın din duygularını istismar ettiği gerekçesiyle dava açıldı.)

Hikmet Kıvılcımlı

Muhterem Vatandaşlarım! Sevgili İşçi kardeşlerim!

Bugün, Müslüman İstanbul’umuzun, İstanbul’dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde Vatan Partisi’nin sesini duyurmaya geldik.

Sevgili vatandaşlarım!… Vatan Partisi İŞ ve İŞÇİ partisidir…Bunu söylerken, elimde olmayarak, Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz derki: “Kıyamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et” der. Vatandaşlar!… İbadet: HAK önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir…Bugün, Vatan Partisi nin kendi prensiplerini HAK ve ÇALIŞMAK gibi iki prensip üzerine kurduğunu açıkça ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.

İslamın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi: “Leyse lil insane illâ mâ seâ” der. (Yani: İnsan için, çalışmaktan , emekten başka her şey yalandır) der. İşte, o büyük hakikat: Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük TOPLUMSAL HAKİKAT, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer: EMEK üzerine kurulur. Avrupa’nın en büyük iktisat alimleri, İngiltere’nin klasik iktisatçısı denilen Adam Smith’ler, Ricardo’lar: binlerce senelik insan ilminin neticelerini toplarken, o hakikati bulabilmişlerdir: “Leyse lil insane illâ mâ seâ!” hakikatini: “Değer, insanın emeğinden doğar” şeklinde ifade etmişlerdir… İşte Vatan Partisi’nin prensibi de, herşeyin temelinin, memleket siyasetinin de üzerinde kurulması icabeden temelin EMEK olması lazım geldiğini ifade eder.

Türkiye’de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor? Şehirlerde işçi kardeşlerimiz, esnaf kardeşlerimiz.. Köylerde alınteriyle çalışan küçük, fakir köylülerimiz! Vatan Partisi Türkiye’de -bütün öteki partilerden farklı olarak,- bu çalışkan zümrelerin hakkını arıyan, hakkını aramak için kurulmuş tek teşkilattır.

Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır: Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım iyi bilir ki, Muhammed: “Benhâtemel enbiyâyım” demiş. (Yani: “Ben peygamberlerin sonuncusuyum”) demiştir. O büyük sözün manası üzerinde vatandaşlarımı bir an düşünmeye davet ederim…

Vatandaşlarım!… O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler “gökten iner” di. Hazreti Muhammed: “Ben sonuncu peygamberim!” demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: ARTIK KANUNLARINIZI KENDİNİZ YAPACAKSINIZ! demek istemiştir… Ve onun için insanların büyük toplantı yerleri: Camiler meydana gelmişti. Bütün İslamların camii: Adı üstünde CAMİ!..

Cami: Hepinizin bildiği gibi, TOPLAYICI demektir, vatandaşlarım. Ve Müslümanların tatil günü de vaktiyle “CUMA” günü idi, vatandaşlarım.

Bu ne demektir? Bir an düşünelim: CUMA, toplanma günü demektir. Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Cami’de… niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için, değil mi?.. İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanlığın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gavurca lakırdının ta kendisidir.

Mübarek Ezani Muhammedi dolayısıyle buradaki HAK davamızın konuşulması bir an için durdurulmuştu. Sözümüze, -müsaadenizle; yeniden başlıyoruz.

Sevgili vatandaşlarım!..

Ne zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima, Hülefâyi Raşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, Yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar,her hafta, bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.

O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamıyacağım… Ordular, hudutlarda zafer zafer üstüne kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler, idi. O zaman başkente, baş şehre gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı, taksim edilirdi:… Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye Cumhurbaşkanları olan Halifeyi, Ömer’i dinlemeye gittikleri zaman… Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. “Ya Ömer” dedi, “Sen bir hırsızsın, senin söyliyeceğini Müslümanlar dinliyemez” dedi.

Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zamanki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiç bir izah yapmaksızın: “Sen bir hırsızsın!” diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyliyenin kellesini, değil mi?.. Hayır. Hazreti Ömer: “Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorum. İzah et. Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim.” dedi: Soğukkanılılığa, tahammüle, tenkit karşısındaki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasındaki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.

O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: “İşte bak” dedi, “Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sağ kol, küçük bir ceket çıktı bana… Halbuki sen, Ey Ömer! boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın.. Demek hırsızsın! öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sensus!” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: “Ya Abdullah! Kalk cevap ver” dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: “Vatandaşlar, görüyorsunuz.:” dedi, “Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı.” bunun üzerine Ömer:

“- Ne dersin?”

Diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında:

“- Peki: ” dedi. “Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinliyeceğim.” dedi.

Vatandaşlar!… İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:

“- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem..” diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?

Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefâyi Raşidiyn’in memleketteki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi, bilir misiniz? Muaviye, Kureyş’in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebü Süfyan’ın oğlu idi… İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasında ilk zehiri koyanlar.. Bu, 1400 sene evvel para ile Müslüman olmuş bulunanlara “Müellifetül-kulub” mü diyeceksiniz?.. O Müellifetül-kulub, hatta, Kur’an i Kerim’in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı… İşte bu adamlar, memlekette kendi bezirgan kârlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken.. ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn’i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yeter Be!

Aynı kategoriden yazılar