Bilimsel Pratiğin Olanaklılığı Üzerine

Bilimsel Pratiğin Olanaklılığı Üzerine

 

Vedat Düşküner

 

Çağdaş bilim felsefesine yönelik geliştirdiği kapsamlı eleştiriler ve önerdiği bilimsel araştırma programıyla, bilimsel realizmi ve bilimsel rasyonelliği savunan Bhaskar’ın çalışmalarında kullandığı argümanlar ve ayrımlar, daha önce Althusser tarafından ortaya konulmuş olsa da, Bhaskar Althusser’in düşünsel konumunu kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Althusser’le benzer bir felsefi konumu benimseyen Bhaskar’ın kavramlaştırmaları, bu nedenle, Althusser’in bilimsel pratiğin toplumsal ve tarihsel doğasına dair ortaya koyduğu teorik çerçevede ele alınarak ifadelendirilmeye çalışılacaktır.

Bilim felsefesinde süregelen bunalımın ortaya çıkardığı çözüm arayışlarının yol açtığı metodolojik tartışmalar sonuçlanmış değil. Bachelard’ın bilimsel süreksizlik ve değişim fikrini felsefi düşüncenin içine sokmasıyla başlayan tartışmalar, Canguilhem, Koyré, Popper, Feyerabend ve Kuhn gibi bilim felsefecilerinin soruşturmalarıyla sarstıkları yerleşik kanıların Althusser tarafından özgül bir felsefi söylem içinde alınarak teorileştirme çabası, bilim felsefesinde benimsenmiş ampirist ve pozitivist anlayışın doğa ve toplumu açıklamada yetersiz olduğunu göstermiştir.

Bilim felsefesinde hakim olan paradoksal havayı dağıtarak süregelen bunalımdan çıkış yönündeki düşünsel arayışlardan biri olan ‘Realist Bilim Teorisi’ ve sosyal bilimlere uygulanış biçimiyle ‘eleştirel natüralizm’, Bhaskar gibi eleştirel realist felsefeciler tarafından geliştirilen felsefi düşünsel akımlardan biridir. Bu kapsamda Bhaskar genel olarak bilim felsefesi alanındaki sorunları ele almakta ve çözüm yollarını araştırmaktadır. Tartışılan konu eski olmakla birlikte getirilen çözümün özgün olduğu söylenebilir.

Bilimin yanında ve bilime yardımcı olacak felsefe fikri, Bhaskarcı yaklaşımın çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu, bilim pratiğinde bilimsel genelliği yadsıyan, söylemin, maddi yaşamdan ve tarihsel koşullardan bağımsız olduğunu savunan epistemolojik saltçı yaklaşımın tam karşısında yer alan bir konumdur. Buna göre felsefe, bilime indirgenemez bir disiplin olarak, bilimsel pratiğin geçerliliğini savunmak için gerekli bir teorik uğraş olarak, bilimle anlamlı bir birlik oluşturur. Çeşitli idealist felsefecilerin , bilimsel pratiği olumsuz yönde etkilemesi ya da bilimlerin yaşadığı bunalımları sömürerek bilim dışı amaçlara hizmet etmesi, felsefenin gereksiz bir uğraş olduğu yönündeki tepkisel görüşleri haklı çıkarmaz. Örneğin fizik biliminin yaşadığı bunalımda bilim insanları, bilimsel bilginin geçerliliğine ve maddenin varlığına dair inançlarını terk ederek, felsefe pratiğini egemen ideolojinin çıkarları yönünde sömürmüş, bilimsel bilginin gelişimine yardımcı olmak yerine bilim dışı amaçlara hizmet etmişlerdir. Bu durum felsefenin gereksiz bir uğraş olduğunu kanıtlamaktan ziyade, bilim insanı tarafından bilim alanına taşınan ideolojik görüşlere karşı mücadele etmek için felsefenin gerekliliğini kanıtlar.

Eleştirel realist bakış açısından felsefe, idealizme ve bilimsel olmayan görüşlere karşı mücadele eder, bilimsel söylem içindeki maddeci ve idealist ögeleri açığa çıkararak bilimsel pratiğe yardımcı olmanın yanında, deneyimin öznelliğini gerçekliğin nesnelliğinden önde tutmaya çalışan idealizme karşı, bilimsel bilgiyi ve maddenin nesnelliğini savunur. Bu bakımdan eleştirel realist yaklaşım felsefede, materyalist bir konum alarak, bilimsel pratiğin gelişimine yardımcı olur.

Eleştirel realist yaklaşımın ayırt edici yanı, Kant’ın ‘aşkın idealizmi’nden doğan ve çağdaş felsefi söylem içinde deney, model ve teknik kavramlar aracılığıyla kendini yeniden üreten idealizme karşı, teori, nesne ve yöntemden oluşan materyalist ilkeyi savunmanın yanında bilimsel pratiği dışarıdan koşullayan ampirizmin değişmez bileşkesi olan pozitivizmin aşılması aracılığıyla etkin bir bilim felsefesi geliştirmiş olmasıdır. Doğa bilimlerinin görece erken bir dönemde gelişmiş olmasından çıkan, toplumun da doğa gibi incelenebileceğini savunan doğacı anlayış, toplumsal olayların da doğa bilimlerinin yöntem ve teknikleriyle ele alınabileceğini ifade eder. Bu soruya olumlu yanıt veren pozitivizm, doğacı geleneği temsil eder.

Rasyonalist pozitivist yaklaşım karşısında 19. yüzyılda gelişen yorumsamacılık, toplumsal olayların doğa olaylarının araştırma yöntemleriyle incelenemeyeceğini, insan toplumlarının araştırılmasında doğanın incelenmesinde kullanılan yöntemden farklı yöntem ve düşünce tarzının kullanılması gerektiğini ifade eder. Toplumsal yaşamı, anlam, değer ve amaç doğrultusunda yorumlamanın, sosyal bilimlerin esas yöntemi olduğunu ve doğa bilimlerinin açıklama yaptığı yerde sosyal bilimlerin anlama doğrultusunda yapılandırılmaları gerektiğini savunur.

Bhaskar’ın belirttiğine göre, teorik düşünce alanında cereyan eden bu tartışma, Marksizm içinde de yansımasını bulmuş ve Marksizm alanında da paralel bir tartışma ve ayrışma yaşanmıştır. Yaşanan bölünmede bir yanda ‘diyalektik materyalistler’, öte yanda Lukács’da ifadesini bulan yorumsamacılık yer almaktadır.[1] Bilimci eğilim pozitivist anlayışa ve doğacılığa yakınlık gösterirken, Lukácsyan yaklaşım, Marx’ın yanı sıra etkilendikleri diğer düşünürler nedeniyle yorumsamacılığın zemininde yer almaktadır. Bu yaklaşımın felsefi kökenleri Dilthey, Kant ve Vico’nun tinsel idealizminde bulunur. Bhaskar’la benzer saptamada bulunan, çifte ontolojik yaklaşımı eleştiren Metin Kayaoğlu, pozitivist ve yorumsamacı anlayışların, felsefeye ilişkin dile getirilen problemlerle Marksist olarak karşılaşma ayrıcalığının bulunmadığını ifade ediyor ve ‘sınırları daha az belirgin, başlangıcı ötekinden yeni olmayan bir başka çizgi’nin olduğunu belirtiyor.[2]

Bhaskar’a göre, ontolojik düzeydeki karşıtlığa rağmen doğacılık ile yorumsamacılık aynı sorunsalı paylaşır. Ontolojik bilgiyi üretim olarak değil, bireysel bir faaliyet olarak tanımlayarak, ortak varlık teorisinden, deneyimci ontolojiden ve bir bilgi teorisinden hareket etmekte ortaklaşırlar. Realist Bilim Teorisinin uygulaması olarak Bhaskar tarafından geliştirilen eleştirel natüralizm, diğerlerinden farklı bir ontolojik temel varsayar. Toplum yaşamının bilgisini üretecek bilim insanlarına bir dönüşüm modeli ve nedensellik teorisi sunar. Bhaskarcı yaklaşımda sosyoloji toplumsal ilişkileri inceleyen bilim dalını ifade ediyor.

Sosyal bilimlerle ilgili felsefi tartışmalarda mütemadiyen yeniden ortaya çıkan temel sorun toplumun doğa ile aynı şekilde incelenip incelenmeyeceğidir. Bilim felsefesinin başlıca tartışma konusu olan bu sorunun tarihine iki gelenek arasında süren tartışma hakimdir. Tartışmanın taraflarından olan doğacı gelenek, doğa ve sosyal bilimler arasında yöntem ve konu özdeşliği varsayımına dayanır. Doğacı gelenek bilimi Humecu hukuk nosyonuna dayanan pozitivizmle birleşmiş olarak kabul eder. Pozitivist yaklaşımın karşısında konumlanan ve anti-doğacılığı ifade eden yorumsamacı gelenekse, doğa ve sosyal bilimler arasında konu farklılığı fikrinden hareketle yöntem açısından radikal bir ayrımı varsayar. Vico’nun tinsel idealizminden doğan Kant, Dilthey ve Weber’de ifadesini bulan yorumsamacılık, doğanın aksine, bilinçli varlıklar dünyası olan toplumsal yaşamın, doğanın araştırılmasında kullanılan yöntemlerden farklı inceleme yöntemleriyle incelenmesi gerektiğini ve ancak yorumlanarak anlamın içeriğe kavuşturulabileceğini savunur.[3]

Uzlaşmaz görünen bu iki karşıt görüşün benimsediği sorunsal, bilgiyi duyularla, gözlemlenebilecek doğal ve toplumsal süreçlerindeki düzenliliklerin saptanmasıyla sınırlandırır. Doğa ve toplumsal olaylar arasındaki nedensellik bağını söz konusu düzenliliğin parçası olarak savunur.

Eleştirel realist yaklaşımda, bilimsel gerçeklik, felsefe tarafından kanıtlanabilir olmaktan ziyade felsefede savunulacak düşünsel konumu ifade eder. Bu açıdan Humecu geçişken nedensellik anlayışının karşısında yer alır. Humecu geçişken nedensellik anlayışında nedensellik, türdeş fakat atomlara ayrılmış ögelerin birikimsel etkilerinin ötesinde, yapıdan yoksun doğrudan ardışıklığı ifade eder. Bu kavrayışta süreç, içsel ilkenin birbiri ardına gelen doğrusal süreklilik olarak değerlendirilir. Şu halde “dünyaya dair bilgimiz sadece algıyla duyumsanan atomistik olaylar ve durumlardan oluşur. Şayet dünya sadece bu tür olaylardan oluşuyorsa o halde onlar arasında herhangi bir bağlantı, aklın ürünü veya katkısı olmalıdır. Dahası, eğer tikel bilgi sadece atomistik olayların bilgisinden oluşuyorsa, o zaman genel bilgi sadece bunların ilişkilerinin daha özel olarak sabit olması varsayılması gereken mekanda bir arada varoluş ve zaman içinde ardışıklık bilgisinden oluşabilir.”[4] Humecu anlayışta doğa ve toplum yasaları ulaşılması gereken kesinlikler olarak ifade edilir. Oysa doğa ve toplumun açık uçlu olmaları nedeniyle yasalar, bilimsel kesinlikleri değil, doğa ve toplumda varolan eğilimleri ifade eder.

Humecu nedenselliğin temelinde bulunan ampirik nedensellik, ampirik değişmezlikler, kapalı, deneysel olarak kontrol altında olan koşullarda, deneyimlenen fiziksel olayların sabit bağlaşımları açısından tanımlama girişiminden doğan çelişkiden kurtulamaz. Bilim insanlarının doğa yasalarını yarattığı absürtlüğüne varır. Doğa yasaları olayların rastlantılarından ibaret olsaydı, rastlantıların gerçekleştiği koşulları yaratan bilim insanları doğa yasalarını yaratabilirlerdi.

Bhaskar, deneysel etkinliğe ilişkin yorumunda, bilimsel pratiğin nesnesinin olayların düzeni olmadığını, yapısal mekanizmalar olduğunu belirtiyor. Doğa yasalarını, yaratıcı mekanizmalar, eğilimler açısından anlamak gerektiğini ifade ediyor. Bhaskar’ın yapısal nedensellik anlayışı, nedensel yasaların açık sistemler içerisindeki işleyişini başarılı bir şekilde ifade eder. Yasalar, yapısal bir mekanizma olan toplumsal sistemler içerisinde ampirik olarak algılanabilir olsun ya da olmasın bir eğilim olarak vardır.

Bilim olsa da olmasa da doğa ve toplumda eğilimler var olmaya devam ederler. Bu eğilimler, onları nedensel yasalar olarak ifade eden düşünceye bağlı değildirler. Onları ifade eden düşünce olmasa da, nedensel yasalar olarak ifade edilen eğilimler doğa ve toplumda hüküm sürmeye devam edeceklerdir. İnsan faaliyetinden bağımsız olan eğilimlerin tespit edilerek yasa biçiminde ifade edilmesi, onları varlığını tespit eden düşüncenin ürettiği anlamına gelmez.

Doğa ve toplumun kapalı yapılar olmaktan ziyade açık uçlu olmaları, onlara nihai bir sınırın konulamayacağı anlamına gelir. Dahası bu iki gerçekliğin birbirine bağlı olması ve her birinin kendi içinde çok katmanlı tabakalaşmış olması, bu gerçekliklere dair bilimsel önermelerin geçici tanımlar olarak ele alınmasını gerektirir.

Toplumsal olaylar kapalı ortamlarda incelenir; sabit bağlaşımlar yapay olarak üretilmek zorunda olduğundan, nedensel yasalarla özdeşleştirilemezler. Şayet olay örüntüleri ve deneysel araştırma nesneleri, doğa ve toplumda bulunan eğilimleri ifade eden nedensel yasalarla özdeşleştirilirse, o zaman, bilim insanlarının deneysel faaliyetlerinde doğa yasalarına neden olduklarını söylemek gerekecektir. Böylesine öznel bir yaklaşımın, geçici olan bilimsel ifadeleri mutlaklaştırması kaçınılmaz olur. Bu, bilim insanlarının içinde bilimsel faaliyetlerini yürüttükleri toplumsal kurumlarda işlemekte olan egemen ideolojiyle uyumlu düşünmek anlamına gelir.

Bilimin toplum tarafından alımlandığı ideoloji yüklü bir söylem alanında iş gören felsefe, toplumsal düzlemdeki rolünü ideoloji ve bilimden farklı bir biçimde yerine getirir. Bilim ve ideolojinin etkilerine açık olan felsefe, gerekli olmasa da ampirizm ve yorumsamacılıkta olduğu gibi insan varlığının nesnesi olduğu bilimsel açıklamalara karşı direnir, bilimi deneyime indirgeyerek özne merkezli anlam dünyasıyla sınırlandırır. Böylece ideolojinin özne merkezli söylemine kendini bağlar ve egemen ideolojinin bileşimine dahil olur. Egemen ideolojinin hakikat olarak kabul edilmesini garantiye almak amacıyla bilimsel söylemin geçiciliğini, idelolojinin sistematik birliği içinde mutlaklaştırarak, bilimsel söylemin anlamını dönüşüme uğratır.

Althusser ve Bhaskar’ın bu soruna kendi konumlarından çözüm getirme çabası içinde olduklarını söyleyebiliriz. Althusser’in gerçek ve bilgi nesnesi, Bhaskar’ın geçişli ve geçişsiz nesne ayrımı çözüm yolunda atılmış önemli ve ileri adımlardır. Bhaskar’ın iş süreci olarak kavramsallaştırdığı bilgi nesnesinin boyutlarından ilki ontolojik düzeyde insan faaliyetine bağlı olmayan bilginin geçişsiz nesneler boyutudur. Düşüncenin dışındaki gerçekliği ifade eden bu boyutta “bilginin geçişsiz nesneleri genelde onlar hakkındaki bilgimize göre değişmezler. Onlar, gerçek şeyler ve yapılar, mekanizmalar ve süreçler, dünyanın olayları ve olasılıklarıdır. Ve mutlak olarak bizden oldukça bağımsızdırlar.”[5] Bilimsel pratikten bağımsız olan bilgi nesneleri, bilimsel faaliyet tarafından tüketilemezler.

Dünyanın yapılaşmış ve farklılaşmış olduğunu belirten Bhaskar, gerçekliğin çok katmanlı tabakalaşmış olmasının, bilginin derinleşmesine ve gelişmesine olanak tanıdığını ifade ediyor. Yüzeysel olayların bilgisini düzeltmek ve açıklamak için Bhaskar’ın önerdiği ontolojik derinlik kavramı, hem bilimsel gelişmenin koşulu hem de gerçekliğin daha derin katmanlarını aşama aşama tespit ederek değişikliğin yanı sıra bilginin artmasını sağlama işlevi görüyor.[6]

Başka bir ifadeyle, katmanlaşmanın üst tabakasında insan deneyim ve izlenimlerine açık olan dünya bulunuyor. Gözlemlenebilen, birbiriyle ilişkili olan olay örüntülerinden oluşan görüngüler düzeyi aynı zamanda pozitivizm ve yorumsamacılığın ortak temeli olan deneyimciliğin ötesine geçemediği düzeydir. Bu düzey bilimsel pratiğin ön aşaması olmakla birlikte bilimsel faaliyet, görüngülerin ötesine geçerek olay örüntülerinin oluşmasına yol açan yapıların mekanizmalarına ve zorunlu ilişkilere dair nedensel açıklamada bulunarak, yapısal eğilimlerin, nedensel yasalar olarak ifade edilmesini sağlar. Bilimsel pratiğin açıkladığı bu düzey, gerçekliğin alt tabakasında bulunan ve doğrudan insan deneyimine açık olmayan düzeydir. Görüngüler düzeyi ile gerçek yapılar düzeyi arasında farklı tabakalaşmaya yol açan katmanlaşmayı aşmak amacıyla önerilen ontolojik derinlik kavramı, bilimsel gelişmenin çift yönünü ilişkilendirmeyi sağlar.

Aslında insanların algılarına açık olan görüngüler düzeyi dışında ikinci bir tabaka bulunmuyor. Gerçekliğin çok katmanlı tabakalara ayrılması, gerçekliği düşüncede uygun bir biçimde ifade edebilmek amacıyla geliştirilen bir tür metafiziksel ögedir. Bu tür metafiziksel ögeler, bilimsel faaliyet içinde, bilimin insanileştirilmesine karşı teorik işlev görebilmekteler. Düşünce içinde, soyut teorik kavramlarla ifade edilen ‘düşüncedeki somut’a tekabül eden gerçekliğin bu düzeyinde, metafiziksel ögeler, görüngülerin düzenlilik biçimlerini betimleyerek, olaylar arasındaki ilişkilerin açıklanmasında değil, nedensel açıklamayı olanaklı kılan teorik önermeler olarak rol oynarlar.

Gerçeklik, farklılaşmış çok katmanlı yapıya sahip olsa da, bir bütün olarak değişim ve dönüşüme uğradığı için bilimsel yasalar kesinlikler olarak değil, tekabül ettikleri gerçeklik düzeyinin göreli değişimine paralel olarak değişen önermeler olarak kabul edilmeliler. İnsanların olmadığı bir dünyada bilimsel pratiğin keşfettiği yasalar yürürlükte olmaya devam ederler fakat yasa olarak değil, eğilim biçiminde var olurlar. 

Diğer düzey olan geçişli nesneler boyutu ise, bilimsel pratik içinde üretilen düşünce ürünleridir. Bu aşamada, açıklayıcı fakat sınırlı kalan Bhaskar’ın çözümlemesinin yerine Althusser’in teorik pratik kavramsallaştırılmasından faydalanarak açıklamada bulunmakta yarar var.

Althusser’in epistemolojik göreceliliği, bilimsel bilginin değişkenliğine dair ifadeleri, tarihselciliğin bir biçimi olmadığı gibi; bilimsel pratiğin, içinde bulunduğu toplumsal bağlamın basit bir yansımasına, teorik nesnesinin tarihsel bir yanılsama olduğu ve bilgilerinin sadece onları üreten özgül tarihsel konjonktür için geçerliliğe sahip olduğu bir ‘üst yapıya’ indirgenmesini de ifade etmezler. Bilimlerin teorik bir disiplin olması ve görece özerk olmaları, bilimlerin de emek süreçleri oldukları gerçeğini değiştirmez. Diğer alanlardan farklı olarak bilim alanında faaliyet gösteren bilim insanları da, diğer insanlar gibi belirli bir emek gücünü, iş günü olarak tanımlanan zaman dilimi içinde belirli bir ürünün üretiminde tüketirler. Emek gücü herhangi bir ürünün üretilmesi için gerekli olan fiziksel ve zihinsel yeteneklerin tamamını kapsar. Yapılan işin niteliğine göre zihinsel ve fiziksel emek gücünün kullanımı değişse de bütün emek süreçlerinde değişen oranlarda emek gücünün kullanımı değişmezdir. Toplumsal iş bölümü sonucunda maddi üretim sürecinden görece özerkleşmiş bir alanda, bilimsel pratikte, zihinsel emek gücü daha yoğun olsa da zihin gücünün yanında kol gücünün de asgari kullanımını gerektirir. Ya da tersinden şöyle söyleyebiliriz: kazma sallamak da kol emeğinin yanında asgari düzeyde kafa emeğinin kullanımını gerektirir. Bilimsel pratiği diğer pratiklerden ayıran şey bilgi üretim sürecinin özgül ürünü olan ham maddeyi işleyip dönüştürmekte kullandığı araçların kavramlar olmasıdır.[7]

Bu boyutta düşünce nesneleri “yerleşik sonuçlar, yarı unutulmuş fikirler, mevcut paradigmalar ve modeller stoku, araştırma yöntemleri ve teknikleridir”.[8] Düşünce nesneleri işlenmiş materyaller olarak belli ölçüde bir önceki teorik pratiğin ürünleridir. Bilimsel pratiğin ham maddesinin gerçek olması her zaman için gerçek olsa da, bilimsel pratik bilgisini ürettiği gerçek üzerinde herhangi bir etkide bulunmaz. Bilimsel pratiğin ortaya çıkardığı ürün, gerçeğin doğru bilgisidir. Bu bilginin açıklama gücü ve kapsamı nesnesindeki dönüşümle birlikte değişir, gelişir. Zira bilgilenme süreci bizzat nesnesinde bitimsizdir.

Bilimsel pratik, açıklayıcı bir bilgiyi ortaya çıkarabilmek için işleyip dönüştüreceği belirli bir ham maddeye ihtiyaç duyar. İdeoloji, teknik ve benzeri farklı pratiklerin sağladığı bu ham maddeyi oluşturan ögeler, göreli olarak belli bir zaman içinde bilimsel olarak nitelendirilen alan içinde ve bilim alanı dışında yeterince işlenmemiş nosyonlar, gözlem ve deneyimlerin aktarıldığı olgular, yeterince gelişmemiş bilimsel materyallerden oluşur. Bilimsel pratik bu ham madde üzerinde çalışarak, ideolojik olarak nitelendirdiği bilgiyi bilimsel bilgiye dönüştürür. Dönüşmüş ve farklılaşmış olan gerçek nesneyi bilgi biçiminde yeniden üreten bilimsel pratik böylece, bilgi nesnesi üzerinden gerçek nesnenin tanınmasını ve açıklanmasını sağlar.

Bilimsel pratik için bilgi üretim süreci gerçek nesnelerle değil, önceki teorik pratiğin sağladığı bilgilerle başlar. Bilgi üretim sürecinde bu ön soyutlamalar, bilim pratiği aracılığıyla gerçek nesneden farklı olan bilgi nesnelerine dönüştürülürler. Bilgi üretim sürecinde bilimsel pratiğin ham maddesini dönüştürmek için ihtiyaç duyduğu araçlar, tarihsel bakımdan o anda el altında bulunan kullanılmaya elverişli kavramlar ve halihazırdaki bilginin somutlaması olan maddi kullanım araçlarıdır.

Bilgi üretim sürecinin belirleyici ögesi, gerçek nesnenin bilgisini üretmek için belirli bir ham maddeyi zihinsel ve maddi araçlar yardımıyla dönüştüren, tarihsel ve toplumsal bakımdan belirli bir verimliliğe sahip olan uzmanlaşmış emek gücüdür. Bilim insanlarının deneyiminde somutlaşan bu emek gücü, genel emek gücünün özel bir biçimini ifade eder.

Bilgi üretim sürecinde ideoloji sadece bilimsel pratiğin ham maddesi değil, aynı zamanda bilimsel pratik için gerekli olan koşullardan biridir. Bilimsel pratik, kendisini kuşatan ideolojiye karşıtlık oluşturduğu sürece bilimin görece özerkliği ideolojik alana bağlıdır. Bilimsel pratiğin nesnelliğini oluşturan sorunsal her zaman bir ideolojik konjonktür içinde işler. İdeoloji bilimsel pratiğin gelişiminde tıkanmaya yol açmadığında ya da bilgi üretim sürecinin önünde engel oluşturmadığı sürece bilimsel bilginin yeniden üretimini olanaklı kılar. Ancak, bilimsel pratiğin doğruluk ve bilginin gerçeklilik normlarını dışarıdan belirlemeye başladığında, bilimsel pratiğin gelişiminde tıkanmaya ve bilgi üretim sürecinin önünde engel oluşturmaya başlar. Ampirist ve pozitivist yaklaşımın iddiasının aksine bilim, bilgi üretim sürecinin her anında özgül pratiği içinde bilgi nesnesine uygun olarak geliştirdiği doğruluk normlarını kendi pratiği içinde taşır.

Bununla birlikte, diğer toplumsal pratikler, ideoloji aracılığıyla, bilim alanına müdahalede bulunurlar. Bu müdahalenin sonucunda belirli nesnelerin incelenmesi öncelik kazanırken diğer alanlar ihmal edilir. Bilim dalları arasında eşitsiz gelişmenin yolunu açar. Öte yandan bilim, ideolojik konjonktür içerisinde işlemesine rağmen bilimsel pratiğin nesnel bilgiler üretmesini sağlayan sorunsalıdır. Bilim pratiğini, bilim insanlarının oluşturduğu örgütlenmeler, kurumsal çerçevelerden bağımsız kılan şey sorunsalıdır. Bu sorunsal onu oluşturan ilişkiler sisteminin ögelerine indirgenemez. Bilimsel pratiğin gerçekleşmesinde bu ögeler kadar, bilimsel pratiğin açıklamaya çalıştığı gerçeklikle arasındaki çelişki ve gerilim de belirleyici rol oynar.

Bilgi üretim süreci tarihsel olarak farklı sorulara açıktır. Bilgiyi sorunsal haline getiren üretimi değil, teorik olmasının yanında, toplumsal düzeyde ideolojik olarak alımlanmasıdır. Bu anlamda bilgiye yönelik garanti arayışının gerçek koşulları politik amaçların nesnesi haline getirmek amacıyla gerekirse onu tahrif etmek üzere duyulan ihtiyaç ideolojik bir arayıştır. Bu garanti arayışının amacı bilimsel pratiğin etrafını saran ideolojik sorunsalı sürdürmektir.

Bilimsel pratiğin ürettiği bilgi, bilim insanlarının seçtikleri araştırma nesneleriyle ilişki içinde ürettikleri bilgiye indirgenemez. Bunlar ideolojik felsefi düşüncelerden oluşurlar. Bilimsel pratiğin nesnesi deneyimden değil, halihazırda işlenmiş fikirlerden oluşur. Fakat bu nesne, bilim insanları tarafından oluşturulmaz, toplumsal oluşumun yapısı tarafından meydana getirilir. Bilimsel pratiğin sorunsalı özerk bir nesneye hizmet eden bir araç değil, toplumsal bir öznenin bilinci içinde ve bu bilinç aracılığıyla işleyen anlamın tarihsel yapısıdır. Bu nedenle bilimsel pratiğin ürettiği bilgi, bilim insanlarının yaratıcı faaliyeti olarak değerlendirilemez. Bilimsel bilgi yaratıcı öznenin soyutlama yeteneğine ya da öznenin düşünsel deneyimine indirgendiğinde ampirizme ya da pozitivizme düşmek kaçınılmaz olur. Bilimsel bilgi, ampirizmde olduğu gibi verili nesnenin yansıması ya da pozitivizmde olduğu gibi yaratıcı öznenin soyutlama yoluyla gerçekliği sahiplenmesi olarak algılanır. Bilgi üretim sürecinde yer alan öznenin rol ve işlevi toplumsal yapı tarafından belirlenmiştir.

Bilgi üretim sürecinde üretilen bilgi, bilim insanlarının ürettiği bilgi olmadan ortaya çıkamaz fakat, bilimsel sorunsalın yapısı, bilgi üretim sürecinin bilimsel bir faaliyet olarak görülmesini engeller. Bunun sosyal bir süreç olması, bilimsel bilgi üretiminin her türlü öznelcilikten arındırılmasını sağlar. Bilim alanı ile ideolojik alanın, bilim insanı için geçişken olması, bilim insanının her iki alanda da bulunması; toplumsal ilişkiler içinde bilimsel olarak nitelendirilmiş, belirli işlevler yükümlenerek, bilgi alanına taşınmış bilgi ögeleri bu nitelikleri taşıyabilecekleri gibi bilim alanı dışında, ideolojik olarak nitelendirilen alanda da erekselcilikten, öznelcilikten arındırılmış düşünce nesnelerine rastlamak mümkündür.[9]

Bütün bunlar, bilginin geçici bir toplumsal ürün olduğu gerçeğini değiştirmez. Bilim ve ideoloji arasındaki karşıtlığın süreç içerisinde yer değiştirmesi, belirli bir tarihsel dönemde biçimlenmiş olan toplumsal gerçekliğin geçirmekte olduğu yapısal dönüşüme bağlıdır. Toplumsal gerçekliğin yapısal dönüşüm geçirmesi, bilimsel pratiğin toplumsal gerçekliği tanımlama sürecinin tamamlanmadığı, tanımlama ve açıklama sürecinin ucu açık olduğu anlamına gelir. Öte yandan bilim ve ideoloji karşıtlığının göreceli olması, bilim ve ideoloji arasında bir mücadele olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, bilim ve ideoloji arasındaki rekabet kesintisiz olarak devam eder. Bu mücadele, bilim alanıyla sınırlı kalmaz, daha geniş bir alanı kapsar. Bilim ve ideoloji arasındaki kapsamlı mücadele, bilim alanında bilimsel olarak değil, felsefe alanında felsefi olarak verilir.

Felsefe, toplumsal gerçekliğin nedenselliğine yönelik bilimsel bilginin nesnelliğini savunmanın yanında, ideolojik ve politik alanla sürdürdüğü ilişkiden dolayı bilim alanının ötesine ulaşma imkanı bulur. Bilim ve politikayla sürdürdüğü ilişkiler aynı zamanda felsefeyi ideolojik alanın da ötesine taşır. Felsefenin teorik etkinliğinin ve rasyonel metodolojisinin bilimsel pratiğin sonuçlarına bağlı olması felsefenin ideolojiden ayrılmasını sağlar. Bu işleviyle felsefe, bilgi üretmese de bilimsel bilgi üretim sürecinin ayrılmaz bir ögesi olarak önemli rol oynar.

Bilimsel bilginin öznesizliğini savunmak sadece bilim felsefe açısından değil, bütünsel Marksizmin savunulması açısından da önemlidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] R. Bhaskar: ‘Gerçekliği Geri Kazanmak’ içinde, ‘Sosyal Bilimsel Bilginin Olanaklılığı ve Natüralizmin Sınırları Üzerine: Çev. Beyza Sümer Aydos. NotaBene Yay 2015. Ankara. s 111.

[2] Metin Kayaoğlu: Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi. Teori ve Politika sayı 5. Kış 1997.

[3] Bhaskar, a.g.e. s 111.

[4] Bhaskar, a.g.e. s 92.

[5] R. Bhaskar: Felsefe ve Bilimsel Realizm. Çev. Aysel Kara, Teori ve Politika. Sayı 4 Güz 1996, s. 62.

[6] Bhaskar, a.g.e. s 48.

[7] L. Althusser. Marx İçin, Çev. Işık Ergüden, İthaki Yay. İstanbul 2002, s 203 ve devamına bakınız.

[8] Bhaskar, a.g.e. s 127.

[9] Yılmaz Sezer: Felsefenin Maddeci Pratiği ve Metafizik Öge. Teori ve Politika. Sayı 3 Yaz 1996, s 39.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar