Can Siyaseti Üzerine Düşünceler

 
 
İlksel Birikim ve Kadına Yönelik Şiddet Sorunsalı
 
 
 
 
İştar Günsenin
 
 
Ölüm ile yaşam arasında can ortaya çıkabilir.
(Ağırnaslı, 2013: 105)
Bir topluluğu yok etmenin yolu, kadınlarını
dehşete düşürmektir.
Manuel Bayon, for Agencia Tegantati.
(Federici, 2016)
 
Giriş
Mevzumuz can, yaşam, yaşamın yeniden üretimi, bunun siyasi düzlemde dert edinilmesi, dolayısıyla –söz konusu dolayısıyla’nın işaret ettiği nedensel bağa aşağıda değineceğiz– şiddet. Ezcümle, “intihar ve katliam arasında,” hadi daha en baştan adını koyalım, “kadın intiharları ve kadın cinayetleri” arasında göz kırpan özerklik ihtimali, ki ‘yeninin’, yeni bir topluluğun can bulma ihtimalidir.
Menkıbe’nin son bölümü olan Hatunların Asırlık İhtişamı ilksel birikim, üretim-yeniden üretim mevzusuna, üretim biçimiyle öznellik üretimi arasındaki ayrılmaz ilişkiye dair belli tartışmalara aşina olmayan okurlara anlaşılması güç, handiyse esrarengiz gelecektir. Öyle ya, ön kabullerini ele vermez bir dili var Nejat’ın. Bize düşen bu can meselesini, komünizmin asıl derdi olan (her ne kadar bizzat komünistler unutsa da bu derdi mevcudun, şimdi’nin ağırlığı altında) mevcut olanın çatlaklarında ‘yeninin’ inşası, yeni bir topluluğun mevcut olanda açılan “intihar ve katledilme” arasındaki virtüel liminal zeminde kurulması meselesi olarak ele almak. Bununla da kalmayıp bu mücadelenin, ki özerklik intihar ve katledilme arasında belirir, merkezine yaşamın yeniden üretiminin sorumluluğunu üstlenmesi üzerinden belirlenen kadını, maruz kaldığı “asırlık” şiddeti koymak; bu şiddetin kapitalizm için ne ölçüde ‘kurucu,’ yani asli olduğunu vurgulamak. Nejat bu konuda nettir: “intihar ve katliam arasındaki” bu özerklik mücadelesinin zemini iç savaştır ve kadına yönelik şiddet sorunu, komünizmin derdi olan yeni bir ilişkinin kurulması için asli bir mücadeledir, zira kapitalizmin kurulumunda ‘asli’ olan bu şiddettir.
Ön kabuller dedik, malum Marksist düşünsel alıştırma, büyük ölçüde, ön kabullerle hesaplaşmadır; gizemsizleştirme, sınıf mücadelesi tarihi boyunca mücadele zemininde inşa edileni doğal addeden, bu haliyle ön kabullerini itinayla gizleyen liberal paralojizmin haklı eleştirisidir. O halde, Nejat’ın da sırtını yasladığı Marksizmin bu derdi, ön kabullerini şiddetle yok saymanın (bastırma mı demeli) aksine, onları gelenekleştirmek, yani şimdi-burada yeninin inşasının hizmetine sunmak, ‘asırlık’ olanın şimdide sebatını, yeniyi harekete geçirmek için sorgulamaktır.
O halde bu derdi, Menkıbe’nin derdini kendime dert ederek, Menkıbe’nin üzerine bina edildiği geleneğin hem feminist hem de Marksist düşünceye katkılarını ele almak suretiyle kitabın son bölümünü bu tartışmalara aşina olmayan okura yakınlaştıracağım. Bunlardan en önemlisi elbette Silvia Federici’nin (2004) Marksist ilksel birikim tartışmalarına yaptığı muazzam katkıdır. Menkıbe’nin her satırı, bilhassa da son bölümü, Federici’nin bu katkısının ince bir değerlendirmesi ve dahi memleket koşullarında özgün bir yeniden okuması, yerelimize tercümesidir.
Menkıbe’nin bu düşünsel arka planı, ortodoks Marksizmin sırtını yasladığı ve ‘ekonomizm’ eleştirilerinin de temelini oluşturan altyapı/üstyapı, üretim/yeniden üretim, dolayısıyla üretim biçimi ve öznellik biçimi arasında kurulan belirlenim ilişkisini sorunsallaştırır. Bundandır ki Menkıbe’nin dilinde, ‘üçüncü sayfa’, yani bizzat gündelik ilişkiler zemininde süren ‘iç savaş’ aslidir. Burada dert, üretim (artı-değer yaratan üretim) ve yeniden üretimin (artı-değer üretimini mümkün kılan koşulların üretimi, ki fabrika dışına çıkar, eve kadar uzanır), üretim biçiminin ve öznellik üretimi arasındaki ayrımın yanıltıcı olduğunu, bu ayrımın ta kendisini mümkün kılan asli birikim koşullarının (işçilerin yoğun şiddet içeren bir dizi süreç marifetiyle emeğinden koparılması, Trennung, böylece bildiğimiz anlamıyla proleterin yaratılması) kapitalizmin temelini teşkil ettiğini öne sürmektir. Yani, Menkıbe, ilksel birikim tabir edilen proleterleştirme sürecinin, Marx’ın (1982) Kapital’de öngördüğü üzere kapitalist üretim biçiminin başat hale gelmesini sağlayan birikim sağlandığında sona ermediğini, aksine kapitalizmin asli mantığını oluşturduğunu öne süren eleştirel düşünce geleneğine dayanmakta, bununla da kalmayarak Federici’yle beraber söz konusu proleterleştirme sürecinin, yani işçilerin emeğinden koparılmasının, aynı zamanda kadınların şiddetle değersizleştirilmesi, bedenlerinin ve bakım emeğinin ham maddeye dönüştürülmesi, ev kadınlığına mahkûm kılınmasını da içerdiğini savunmaktadır. İşte bu yüzdendir ki, kadına yönelik şiddet kapitalist üretim biçiminde sona ermek şöyle dursun, kadınları ev içi emeğin ve bakım emeğinin proleteri kılmak bu düzen için de kurucu olduğundan, sürmektedir.
 
İlksel birikim, asli birikimdir
Kapital’in birinci cildinin yirmi dördüncü bölümünde Marx, kendini geçindirmek için emeğinden başka bir şeyi olmayan bir nüfusun, yani proleterin üretilmesine neden olan süreci ele alır. Her ne kadar Marx bu temellüğü mümkün kılan süreçlerin kapitalizmin doğuşuna tekabül eden belli bir döneme (ilksel –veya asli– birikim) mahsus olduğunu öne sürerek kapitalist üretim ve dolaşım analizinde kapitalist üretimin evrensel olarak başat olduğunu varsaymış olsa da, Luxemburg’u (1913: 332) takip ederek bu bölümün aslında diğer üretim biçimlerinin kapitalist üretim biçimi tarafından temellük edilmesine dair olduğunu söyleyebiliriz. Luxemburg, sermaye birikiminin, artı-değer (Mehrwelt) üretiminden bambaşka bir tabiata sahip olduğunu, kendini idame etmek için başka örgütlenme katmanlarına dayandığını iddia edecektir.
Kapital’in bu bölümü, diğer yazarların da dikkatini çekmiştir. Jason Read de (2007) söz konusu bölümün sadece klasik ekonomi-politiğin veya İngiltere’de kapitalizmin tarihinin eleştirisi olarak okunamayacağını ileri sürer. Negri ve Althusser üzerinden, bölümün, her şeyden önce, toplumsal ilişkilerin maddi tabiatına ve öznelliğe dair olduğunu belirtir (2007: 150). Bu sebeple, bu bölümü ve bölümün Kapital’in diğer bölümleriyle ilişkisini ele alırken, Althusserci “karşılaşmanın materyalizmi” kavramına atıfta bulunurken, bir yandan da Rosa Luxemburg’un Marx’ın bütün analizini kapitalist üretim biçiminin evrensel hegemonyasına dayandırdığı yönündeki eleştirisini de göz önünde bulunduracağım. O halde, Marksist ilksel birikim kuramı, üretim biçimine dair ekonomist olmayan bir anlatıdır ve bu haliyle iktisadi ilişkileri diğer ilişkilerin üzerinde konumlandırmaz (Read, 2007: 151). İşte bu yüzden Negri ve Althusser, genellikle üretim biçiminin zorunlu ilavesi olarak ele alınan varoluşun toplumsal boyutlarının (devlet, yasalar, iktidar ilişkileri, öznelliğin inşası), daha ziyade, üretim biçiminin kurucu unsurları olduğunu vurgulamaktadır (Read, 2007: 151). Üretim biçimine dönük böylesi bir yaklaşım, onu öznellik biçimiyle bir arada ele almamıza izin verecek ve yeniden üretimin (reproduction) üretim biçiminin idame ettirilmesinde üstlendiği asli rolü ortaya çıkaracaktır. İşte bundandır ki Nejat şöyle der: “[İ]kinci düzlemde ‘üçüncü sayfa’ diyebileceğimiz bir iç savaş var. Bu savaş, egemenin tesisindeki krizin topluluklar vasıtasıyla cereyan etmeyişidir, meta ilişkisinin radikal bireyciliğidir” ve ekler: “Bunlar, tüm toplulukları çapraz keser. Bunlar, iç savaşın içinde birer savaştır. Ancak, aslında tüm toplulukların meta ilişkisini kuran bu çatışmalardır” (2013: 99). Öyleyse, tüm toplulukların meta ilişkisini kuran, yeniden üretim tabir edilen sahada yürütülen çatışmalardır.
Kapital’in birinci cildinin yirmi dördüncü bölümünde Marx, ilksel birikim analizine, kısır döngü gibi görünen bir soruna cevaben başlar: sürekli olarak kendini verili varsayan kapitalist üretim. Kapitalist üretim biçimi, her şeyden önce, kapitalistlerin zenginliğine ve kendini idame etmek için elinde emeğinden başka bir şey olmayan bir nüfusun varlığına dayanmaktadır:
 
Üretim ve geçim araçları nasıl başından beri sermaye değilse, para ve meta da değildir. Bunların sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Ne var ki, bu dönüşmenin kendisi ancak belli koşullar altında olabilir: birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır. İşçiler iki anlamda özgür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üretim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olmalıdırlar. (Marx, 2016: 687).
 
Yine de bölümün genel sorunu şu soru etrafında dönmektedir: “Bu zenginlik nereden gelir ve para sahipleriyle kendi emek güçlerini satan özgür işçiler arasındaki bu ilksel farkı oluşturan şey nedir?” Klasik siyasi iktisatta “çalışkan bir elit kesimle” “aylaklar topluluğu” arasında ahlaki bir ayrım olarak sunulan bu farkı Marx teolojideki ilk günaha benzetir. Klasik siyasi iktisat, kör bir operasyon vasıtasıyla kendi nesnesini yaratan vizyonsuzluğunda, bu vizyonsuzluğun nesnesinin her şeyden önce bir üretim olduğu gerçeğini gizler (Althusser ve Balibar, 1970: 21). Bu üretimse, devasa bir nüfusun kendini idame etme araçlarından koparılmasına neden olan tarihsel bir sürece işaret etmektedir:
 
İlksel birikimin tarihinde, çağı oluşturan anların tamamı oluşmakta olan kapitalist sınıfın elini güçlendirmeye yarayan çalkantılardır; bunlar bilhassa kitleler halinde insanların kendilerini idame etmelerine yarayan araçlardan aniden ve şiddetle koparıldıkları ve yasadışı proleter olarak emek piyasasına atıldıkları anlardır (…) Herkes bilir, reel tarihte, ilk rol, işgalin, köleleştirmenin, suçun ve yağmanın, yani tek kelimeyle ifade edecek olursak şiddetindir (Marx, 1982: 804-6).
 
Öyleyse, Althusser’in ifadesiyle, sözde ilksel birikim (Nejat’in tercih ettiği üzere ‘asli’ birikim demek daha doğru olacaktır) süreci, başlı başına bir üretim süreci olan belli bir “karşılaşmadır”: Ücretli emek. Bir üretim biçiminin, kendisini yaratan etkilerin olumsallığı altında, düzenli olarak yeniden üretilme zorunluluğunu vurgulayan Althusser’in “karşılaşma” kavramı, proleterin kasıtlı olarak burjuvazi tarafından kolektif özne olarak yaratıldığı fikrine dayanan “teleolojinin/zorunluluğun materyalizmi”nin tabir ettiği materyalizm türünü çürütmek için faydalı olacaktır (Read, 2007: 573). Üretim biçiminin olumsal olarak kavramsallaştırılması, öznellikle farklı bir ilişki ima etmektedir. İşte bu yüzden, kapitalist üretim biçimi, bir ilişki veya ilişkiler toplamı olarak görülmelidir. Bunun karşılığında, “bugünün komünizmi toplulukları çapraz kesen bir ilişkinin kurulumudur, eşitsiz olduğu için birleşik gelişimin, örtüşmeyen iç savaşların kesişiminde kurulur” (Ağırnaslı, 2013: 100). Bir ilişki sahasında yer alan her şey bir kez kurulduğunda kendilerine mahsus bir nedensellik ve etkinlik kazanan etkiler olarak ele alınmalıdır. Feodal üretim biçiminin ortadan kalkmasında rol oynayan loncaların dağılması, toprak mülkiyetinin çöküşü, mevcut yapıların ciddi ölçüde çözülmesi vs. gibi tarihsel olayların birbirinden bağımsız kökenleri vardır. Jason Read, bu anlamda, kapitalist üretim biçimi etrafında toplanan unsurların bizzat kendi yaratımı olan ortak bir mekânda karşılaşan heterojen güzergâhların kesişiminde yer aldığını vurgulayan Balibar’a atıfta bulunur (2007: 573).
Bu bağlamda, Althusser, Kapital’in sunumu sorununa dikkat çeker. Nejat’ın dediği gibi, “Marx, Kapital’in meta bölümünü başa, asli birikim bölümünü sona koymuştur, ancak bu sıralamanın tersinden okunması icap eder. Zira, meta Beziehung’u esasında bir Kapital verhältnis’tir, yani asli birikim olarak deşifre olur” (Ağırnaslı, 2013: 100). Kapital’in meta biçimi üzerine ilk bölümleri, “bir eğilime hizmet edeni” başat ve verili kabul eder (Althusser, 2006: 39). Neden soyut emekle başladığımız sorusuna, Althusser, en soyut olandan başlamanın idealist, aslında Hegelci bir ihtiyaçtan kaynaklandığını söyleyerek yanıt verir. Buna göre, esas düşünce süreçleri soyutlamayla başlar (2006: 40). Ancak proleterle para sahibinin karşılaşmasına ve bu karşılaşmada her ikisinin de sürekli yeniden üretimine dair ilksel birikim bölümlerinde başka bir mantık, “karşılaşma metafiziğinin” mantığı hâkimdir (2006: 197). Althusser, her şeyden önce arızi olan bu karşılaşmayı tutma (prise) anından[1] ayırmak gerektiğini vurgular, ki bu kapılma anı, kuralları geriye dönük olarak belirlenebilen tamamlanmış bir olguya işaret etmektedir. Meta biçimi, kapitalist üretim biçimini “tamamlanmış bir olgu” olarak en soyut haliyle ele alırken, ilksel birikime dair bölümler, “ereksel olmayan sürecin” mantığına göre yazılmıştır (2006: 198). Bu süreç, süregiden bir mülksüzleştirmeye işaret eder.
Althusser’e atıfla Jason Read, ilksel birikime dair bölümlerin, “toplumsal ilişkilerin maddiliğine” dayanan “bir üretim siyaseti” önerdiğini ileri sürer, meta biçimine dair bölümlerse ilksel birikime dair bölümlerin sorguladığını, yani meta olarak emeğin inşası için gereken zorunlu koşulları verili kabul eder (2003: 35). Böylesi bir anlatı, bu arızi materyalizme adanmış bölümler olmaksızın idealist kalacaktır, çünkü kapitalist üretim biçiminin ön kabullerini yeniden üretmek ve bu üretim biçiminin ortaya çıkışını üstten-kodlamak (surcoder) suretiyle bizzat bu üretim biçimine hizmet eden bir ideolojik aygıta hizmet edecektir. Şeyleştirme, doğallaştırma ve tersine çevirme, o halde, bir üretim biçiminin görünüşlerini inşa etme işlevi görür. Read, Althusser’de “toplum etkisi” ve Deleuze-Guattari’de “socius”[2] kavramlarına atıfta bulunarak, bir üretim biçiminin ön kabullerini sürekli olarak üreten bu makineyi tanımlar (2003: 41). O halde, bir üretim biçiminin ön kabulleri, ideolojik görünümlerinden veya Deleuze-Guattari’nin diliyle kodlamalarından/socius’a kaydından bağımsız değildir. Görünüşlerin ayrılması ve tersine çevrilmesi, bu haliyle belirleyici momenti aşkın, özerk ve kendinden menkul göstermek suretiyle fetişleştirir; ideolojiyi ve fetişizmi teşkil eder. Bu fetişleştirme süreci, kapitalist üretim biçimi söz konusu olduğunda, emeğin “soyut oluşuyla” beraber ilerler; burada soyutlama, ekonomik anın başat bir hâl aldığı mekanizma olarak düşünülmelidir. Bunun üçüncü sayfadaki iç savaş üzerinden okumasına girişen Menkıbe’ye kulak verirsek:
 
Gazete okurken üçüncü sayfaya bakılarak manşet ve diğer sayfalar okunmalıdır. Burada önerilen, ilk olarak üçüncü sayfanın okunması değildir, üçüncü sayfanın aslında tüm diğer sayfaların yapısı olduğudur, ayrı bir sayfa olarak konulmasının anlamsızlığı ve kaçınılmazlığının okunuşudur. Üçüncü sayfa, asli birikimdir, diğer sayfalar o çatışmaların anlamının dolayımlanışı ve ötelenişidir. Gazetelerin üçüncü sayfası, bir er meydanı olan sınıfsallıkta herkesin herkese karşı savaşını, yani demokratik asli birikimi anlatır. (Ağırnaslı, 2013: 100)
 
Nejat burada toplumsal ilişkilerin maddiliğini ön plana çıkaran bu “karşılaşma” mantığına atıfta bulunmakta, toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin asli birikime dair bir mesele olduğunu öne sürmektedir. Aşağıda göreceğimiz üzere, bu toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi sorunu doğrudan kadına yönelik şiddet sorunuyla bir arada ele alınmalıdır.
İşte bu bağlamda, Read’i (2003; 2007) ve Guillaume Sibertin-Blanc’ı (2010) takip ederek, Deleuze-Guattari’nin kapitalist üretim biçimini, her türlü toplumsal üretimin nispi sınırında kabul eden analizini ele alabiliriz. Deleuze-Guattari’ye göre evrensel tarih, kapitalizm öncesi toplumsal makinelerden kapitalizme, yani “kodu çözülmüş akışlar üzerine inşa edilmiş tek toplumsal makineye” geçişe dair determinist ve ereksel olmayan bir analiz gerektirmektedir (Deleuze ve Guattari, 1972: 167). “Kodlamadan” aksiyomatiğe geçiş, kapitalizmi bütün toplumsal ilişkilerin sınırında konumlandırır (281-282; 297-303). Read’e göre, kodlar bir inanç sistemine bağlı kalmaya devam ederken, aksiyomlar böylesi bir bağdan tamamen özerktir (2003: 70). Sermayenin serbest akışıyla eski ön kabullerinden boşanmış emeğin soyut-oluşu arasındaki karşılaşmadan kaynaklanan emeğin soyutlanma süreciyle baş başa giden bir eğilimdir bu.[3] Bu noktada, Marx’ın kuramı, Read’e göre (70), toplumsal nesnellikten ziyade “toplumsal öznellik” halini alır. Gerçekten de Deleuze-Guattari’ye göre (1972: 171), modern toplumun ayırt edici özelliği, “akışların kodlarının çözülmesinin soyut bir hal alması (…) kodlanmış akışların yerini soyut niceliğin alması (…) bunu takiben organlar kolektifinin dağılması (…) soyut nicelikten türetilen organların ve işlevlerin, merkez olarak özel insanların inşasıdır.”[4] Yani öznelliğin kurulumu, daha en başından, kapitalist üretim biçimine hükmeden soyut niceliğin üretimiyle başa baş gider. Yeniden üretim sorunu aslidir.
Deleuze ve Guattari (1972), pek çok yerde, kapitalist üretim biçiminin bütün toplumsal formasyonların sınırında yer aldığını öne sürer. Socius, “par excellence, kaydedici, kodlayıcıysa (173),” kapitalizm onun “negatifidir (…) akışların genelleşmiş kod çözümüne tekabül eder” (184). Luxemburg’un (1913) analizine uygun olarak, kapitalizme özgü olan şey, her daim daha eski toplumsal formasyonların sınırında yer alması ve onların çözülüşünü yeniden temellük ederek içselleştirmesidir. Sibertin-Blanc, kapitalizmin üç anlamda daha önceki bütün toplumsal üretimlerin sınırı olduğunu belirtir (2010: 63): İlkin, “yersiz yurtsuzlaştırılmış işçiyle, yani emek gücünü satışı üzerinden özgür ve çıplak işçiyle sermaye olarak onu satın almaya kadir kodu çözülmüş para” (Deleuze ve Guattari, 1972: 269-270) arasındaki arızi karşılaşma olması hasebiyle ilksel birikime işaret eden akışların devasa kod çözümüne atıfta bulunduğundan.
Kapitalizme özgü olan şey, akışların kod çözümü değildir, ne de olsa her üretim biçimi bir ölçüde bunu gerçekleştirmektedir; yeni olan, “akışların genelleşmiş kod-çözümüdür.” Bu da, “yeni ve devasa bir yersiz yurtsuzlaşma” dalgasına, “bu şekilde yersiz yurtsuzlaşan akışların buluşmasına” neden olur (269). İlksel birikim dediğimiz bu dönemde, “her türlü olumsal unsur, böylesi bir buluşmaya hizmet etmiştir (272).”
Sermaye, ikinci ve “yapısal” anlamıyla da daha önceki bütün üretim biçimlerinin sınırındadır: “[E]konomik üretim ilişkisini, bizzat kendi ön koşulu olarak ileri sürer” (Sibertin-Blanc, 2010: 63). Deleuze-Guattari’nin diliyle (1972: 272), “sermayenin doğrudan üretimi temellük ettiği (…) kodu çözülmüş akışların buluşmasının sermayenin ta kendisini yeni toplumsal beden kıldığı” andır bu. Read üzerinden (273) daha önce de belirttiğimiz gibi, soyutlamanın somut ve özerk bir değer kazandığı süreçtir bu aynı zamanda. Üçüncüsü, “dinamik anlamıyla ve belli bir eğilime –akışların genelleşmiş kod çözümüne– hizmet etmesi hasebiyle” (Sibertin Blanc, 2010: 64) bu analiz, bizleri Marksist kriz kuramına götürür. İçsel sınır olması hasebiyle sermaye, her daim kendi eğilimini temellük eder ve onu yeniden kurarak yer değiştirir (Deleuze ve Guattari, 1972: 277). Bu haliyle yertsiz yurtsuzlaşma “merkezden çevreye yayılır” (278). Jason Read, bu bağlamda, iki tür sömürgeleşme olduğundan bahseder: iç-sömürgeleşme, kapitalist toplumlarda var oluşun metalaştırılmamış boyutlarının sömürgeleştirilmesi ve dış-sömürgeleştirme,  kapitalizmin başka coğrafyalara yayılması (Read, 2003: 24). Bu haliyle ele alındığında, Kapital’deki ilksel birikim analizinin, yani proleterlerin ve kapitalistlerin inşası ve yeniden üretimi sorununun sermayenin asli unsuru olduğunu ileri sürmek mümkün olacaktır. Asli birikimi mümkün kılan ve şiddet olgusuyla beraber giden iç ve dış sömürgeleştirme, kapitalizmin asıl mantığını teşkil etmekte, toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi, yani öznelliğin inşası sahasında, yani üçüncü sayfaya yansıyan iç savaşın zemininde kendini göstermektedir. Bu iç savaş, Federici’nin öne sürdüğü üzere, ilksel birikim döneminde kadınlara dönük muazzam bir şiddet dalgası olan cadı avları üzerinden kadının yeniden üretimden sorumlu başat özne olarak inşa edilmesine, kadın bedeninin ve bakım emeğinin sermaye üretimine tabi kılınmasına tekabül eder.  İşte bu yüzdendir ki Menkıbe, yukarıda hatları çizilen asli birikim sorununu her daim kadına yönelik şiddet sorunuyla bir arada ele alır. Öyle ya, “bu noktada Marx’ın neden asli birikim bölümü ile sömürge bölümünü yan yana koyduğu anlaşılabilir, zira asli birikim kadını kurarak da “yeniden üretim” alanına tayin etmeye yeltenmektedir” (Ağırnaslı, 2013: 100).
 
İlksel (asli) birikim ve kadına yönelik şiddet
Federici’yi takip ederek (2011), ilksel birikim olarak adlandırılan döneme tekabül eden kadınların değersizleşmesini, geleneksel var oluş araçlarından koparılmalarını (Trennung), toplumsal olarak kabul edilebilir işlerden dışlanmalarını ve cinsiyetler arasında ayrıma dayalı bir iş bölümünün yaratılmasını bu bağlamda ele alacağız. Federici (2011), ilksel birikim sürecinde kapitalist üretim biçiminin konsolide olmasına neden olan koşullar arasına kadınlara yönelik devasa bir soykırım olan cadı avlarını da katarak kadınların yeniden üretimin başat aktörü olarak yeniden inşasını da ilksel birikim dönemine mahsus olan ve süregiden şiddet dalgasına bağlar. O halde, kadına yönelik şiddet kapitalist üretim biçiminde yok olmak şöyle dursun, kadınları yeniden üretim emeğinin ‘doğal’ taşıyıcıları haline getirmek üzere devam etmektedir.  
Menkıbe’de kadın intiharlarının ve kadın cinayetlerinin bunca önem taşımasının nedeni, toplumun cem olmasında yeniden üretime, yani öznelliğin üretimine atfedilen önem ve asli/ilksel birikime mahsus şiddetin toplumun yeniden üretiminden sorumlu proleter sınıf olarak başat kadınlığa yönelmesinin kapitalizme içkin olduğu kabulüdür. Öyle ya, toplumu olduğu haliyle kurmanın temelinde, kadının, kendine biçilen rolü, yani yeniden üretimin kalesi olan evin idamesini, çocuklara ve erkeğine bakmayı doğal görevi olarak kabul etmesi yer almaktadır. Nejat, bu coğrafyada kadınların kendilerine biçilen bu role karşı çıktıkça, hadlerini aştıkça, intihar veya cinayet marifetiyle can vermesini mevcut toplumun yeniden üretim krizi olarak ele alır ve yeni bir toplum imkânını bu özerklik mücadelesinin açacağı alternatif ilişkilerin zeminine oturtur. “Can verenin, toplumu yeniden üretmenin tek “üretim aracına” ve metanın haz mübadelesinin paradigmasına sahip olanın, yani kadının bu özerkleşme eğiliminde vatandaşlar toplumu çöker. Günümüz Türkiye’sinde toplumun süreksizliği buradadır: Kadının erkek egemen, yani erkeğe egemen, yani egemen olmaktan çıkma ihtimali söz konusudur. İç savaş derinleşmiştir” (2013: 103-104).
Şimdi, söz konusu iç savaşın arka planına bakalım. Caliban ve Cadı’nın (2011) ikinci bölümünde, Federici, yönetici sınıfın 14. ve 15. yüzyılda görülen birikim krizine karşı geliştirdiği karşı devrimden bahseder. Federici, ilksel birikim kavramını, Marx’ı takiben, Avrupa yönetici sınıfının, mevcut birikim krizine (veya birikimin dağılması riskine –désaccumulation–) karşı geliştirdiği toplumsal ve ekonomik restorasyon kapsamında ele alır. Ancak işçilerin kendilerini idame etmelerini sağlayan araçlardan koparılmasının, sömürgeleşmenin ve köleliğin, devasa bir nüfusun proleterleştirilmesinin tek aracı olmadığını ileri sürer (2011: 95). Bu süreç, bedenin emek makinesine dönüştürülmesini ve kadınların bu emeğin yeniden üretiminden sorumlu sınıf haline getirilmesini de gerektirir. Sermaye birikimi, bu haliyle, aynı zamanda, işçi sınıfı içerisindeki ayrımların ve ayrımcılığın da birikimidir.
Federici’ye göre (2011), Orta Çağ’da hâkim olan kendi kendini idame etme ekonomisinin dağılmasının ardından, üretimin salt faydaya dayandığı toplumlara mahsus üretim ve yeniden üretim bütünlüğü yok olduğunda, üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişkiler esasen cinsiyetçi olan farklı toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı haline gelmiştir. Kapitalist piyasada üretimin temeli olan yeni para rejiminde, emeğin yeniden üretimi giderek değersizleşir. Ev içi emek, emeğin yeniden üretiminin ekonomik değeri ve sermaye birikiminde üstlendiği işlev gizemlileştirilir ve kadınların “doğal görevi” olarak görünmez kılınır. Kadınlar, bu şekilde, ücretli işlerin büyük bir kısmından dışlanır, çalışmaları durumunda bile, erkeklerin ortalama maaşından çok daha azını kazanır. Bu tarihsel gelişmeler, tam zamanlı ev kadını mesleğinin kurumsallaşmasıyla tavan yapar. Meta üretimiyle emeğin yeniden üretiminin birbirinden ayrılması, ki pek çok kez Deleuze ve Guattari tarafından ailenin özelleştirilmesinin koşulu olarak ele alınır, karşılığı ödenmeyen emek birikiminin aracı haline gelir; bu da piyasaların ve ücretin işleyişini mümkün kılar. Üretim ve yeniden üretimin bu şekilde birbirinden ayrılması, Federici’ye göre, kadınlardan bir proleter sınıf yaratmıştır. 
Yoksullaştırma, suçlulaştırma ve isyanın ilksel birikimin yapısal unsurları olduğunu öne süren Federici (122), 16. yüzyılda ücret devrimine tekabül eden açlık düzeyinde kıtlığın, 14. yüzyılda görülen refahın aksine (ki Marx buna işçilerin altın çağı demektedir) bu döneme damgasını vurduğunu öne sürer (112-118). Bu dönemde, sokaklar yoksullaşmış kitlelerle dolmuş, toplumsal disiplin yönetici sınıf için en can sıkıcı sorun halini almıştı. Federici’ye göre, bu disiplin dispozitifinin özelliği, üremenin kontrolüne atfedilen merkezi önem ve nüfus artışını hedefleyen bir söylemin belli bir biyoiktidar söyleminin temelini oluşturmasıdır. O halde, Federici, 16. ve 17. yüzyıllarda yaşanan nüfus krizinin, nüfusun üremesi ve çoğalmasını devletin en çok önem atfettiği mesele halini getirdiğini öne sürmektedir. Bu bağlamda, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Avrupalı hükümetler doğum kontrolü ve kürtaj yöntemlerini ağır bir biçimde cezalandırmaya başlar. Kadınların hamileliği sonlandırmasına mâni olan düzenlemeler getirilir (131). Kadınlar, bu şekilde, 1556 yılında çıkan bir yasayla hamileliklerini beyan etmeye zorlanır (131). 16. ve 17. yüzyıllarda, kadınlar en çok bebek öldürme ve buna bağlı cadılık suçlarından ölüm cezasına çarptırılmıştır (131). Bir iş olarak ebeliğin de marjinalleştirilmesi sonucunda, kadınların kendi üretkenliği üzerinde kontrolü son bulmaya başlamıştır. Kadınların hamilelikteki işlevi çocuğu taşımaya indirgenirken, doğumu gerçekleştirenin erkek doktorlar olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Hamilelikte sorun yaşanması halinde annenin değil bebeğin yaşamını kurtarmanın daha önemli olduğunu öne süren yeni bir tıbbi kural kurumsallaşmıştır, ki ebeler tarafından uygulanan geleneksel usulde böylesi durumlarda annenin yaşamını kurtarmak esastır (132). İki yüzyıl boyunca yürürlükte kalan bu tarz uygulamalar (18. yüzyılın sonunda bile kadınlar bebek öldürme suçundan ölüm cezasına çarptırılıyordu), kadınları doğum yapmaya zorlamıştır. Orta Çağ’da kadınların çok çeşitli doğum kontrol yöntemleri kullandığını ve üretkenlikleri üzerinde tam bir kontrol sahibi olduğunu anımsatan Federici, bu dönemde kadınların kaderini Amerikan plantasyonlarındaki kadınların kaderine benzetir. Marie Mies, Kadınlar: Son Koloni (1988) ve Dünya Ölçeğinde Ataerki ve Birikim: Uluslararası İş Gücü Bölümünde Kadınlar (1984) kitaplarında, ilksel birikim döneminde kadınların değersizleştirilmesini, Avrupa içinde sürdürülen sömürgeleşme olarak adlandırır (Mies, 1984). Bu durum, Read’in süregelen ilksel (veya Nejat’ın tercih ettiği haliyle asli) birikimin birinci düzlemi olan iç-sömürgeleşme kavramına tekabül eder. İşte bu anlamda, zorla anneliğe dayalı tam zamanlı ev kadını işini yaratan böylesi bir dispozitif, çekirdek ailenin kurumsallaşmasının ve Deleuze-Guattari’nin diliyle toplumsal ilişkilerin ödipalleşmesinin koşuludur.
Doğum ve nüfus değişiminin asla otomatik veya “doğal” olmadığını ileri süren Federici (2011: 135), Kapital’in ilk cildinde aşırı-nüfus belirlenimini “nüfusun doğal artışıyla” karşılaştıran Marx’a karşı çıkar. Bu haliyle Marx, kapitalist gelişimin, kendiliğinden nüfus artışına tekabül ettiğini kabul etmiş olur (135). Marx’a göre, bu artış, ekonomik gelişimin “doğal etkisidir.” Federici ise, “Neden doğumu, iktidar ilişkileri tarafından belirlenen toplumsal bir olay değil de doğal bir olgu olarak kabul ediyoruz?” diye sorar (135). Aslında, doğum ve nüfus değişimi, kapitalist gelişimin her aşamasında devlet tarafından kontrol edilmiştir ve emek gücünü artırmak veya azaltmak için devlet her daim düzenlemeler yapmıştır (135).
Federici’ye göre (2011: 135), bu dönemin özelliği anneliğin zorunlu emeğe dönüştürülmesi ve kadınların devlet için üremeye zorlanmasıdır ve bu durum kadınları atıl ve bağımlı olarak tanımlayan yeni bir söylemin üretimiyle başa baş gider. Söz konusu dönemde ortaya çıkan, yeni, cinsiyetçi söylem bilhassa kadınların tabiatına dair tartışmalarda (la querelle des femmes) görülmektedir (2011: 149). Bu tartışmalarda, hümanistlerin, reformist protestanların, Katolik karşıdevrimcilerin, kadınları yerin dibine sokmak için birbiriyle yarış halinde olduğu görülür (Federici, 2011: 149). Kadınların çalışmaması, sadece kocalarına yardım etmek için “üretmeleri” gerektiği, yasalarda, vergi kayıtlarında ve lonca mevzuatlarında giderek daha çok kabul görmeye başlar. Kent yönetimleri, loncalara, kadınların evde gerçekleştirdiği işi yok saymalarını tavsiye eder (Federici, 2011: 135). Kadınların evde gerçekleştirdiği işler “ev işi” olarak görülmeye başlanır. Aynı anda, fahişelik de inanılmaz oranlarda artış gösterir. 16. yüzyılda tecavüz suç olmaktan çıkar. Federici (2011: 140), ilksel (asli) birikim sürecinde kapitalist üretim biçiminin yerleşmesine yol açan bütün bu “etkileri,” “ev kadını” yaratma ve ailenin emeğin yeniden üretiminde asli mekân olarak kurumsallaşması olarak ele alır:
Piyasa ikamesi ve kapitalist disiplinin ve bu yeni ataerkil düzenin aracı olarak aile, ilksel birikim döneminde, kadın emeğinin temellük edilmesinde ve gizemlileştirilmesinde asli kurum halini aldı (143).
Her şeye rağmen, ev kadınlarının karşılığı ödenmemiş yeniden üretim emeğine dayalı “modern ailenin” ilkin İngiltere’de kurumsallaşması 19. yüzyılı bulmuştur.
 
Cadı avları
İşte kadınların değersizleşmesine tekabül eden bu bağlamda, kadınlara yönelik devasa bir katliam yaşandı: cadı avları… Maleficium (kara büyü) suçu, 7. ve 8. yüzyıllarda yeni Töton krallıkları tarafından yasalara dâhil edilmişti (236). Bu dönemde, sadece insanlara ve mülke zarar veren büyüler maleficium çerçevesinde cezalandırıldı (236). 15. yüzyılın ortalarında, feodal kriz çağında, büyücülük devlete, kiliseye ve doğaya karşı en büyük suç halini aldı. Bu dönemde bile, elitler ve aristokrasi büyücülük konusunda genellikle şüpheci bir tavır içerisindeydi. 16. yüzyılın ortalarından itibaren, cadı olarak suçlanan kadınların sayısında artış görülmeye başlandı ve seküler mahkemeler soruşturmayı yürütme görevini üstlendi. Feodal ilişkilerin yerini merkantilist kapitalist kurumların ve ilişkilerin almaya başladığı 1580’den 1630’a kadar, cadı avları inanılmaz boyutlarda arttı. Federici, cadı avlarının, genellikle savcılar ve demonologları tarafından gerçekleştirilen ve Hobbes ve Bodin gibi dönemin entelektüelleri tarafından desteklenen siyasi bir hareket olduğunu vurgular.
The Devil and the Commodity Fetishism in South America isimli kitabında şeytani doktrinlere inancın bir üretim biçiminden diğerine geçiş anlarında arttığını öne süren Michael Taussig’e (1980) atıfta bulunan Federici (2011), genellikle kendini idame ettirme araçlarından yoksun bırakılmış yaşlı kadınlara, ebelere ve şifacı kadınlara yönelik bu şiddeti yukarıda bahsettiğimiz kadınların proleterleştirilmesi bağlamında ele alır. Cadı avları bilhassa üreme suçları (bebek öldürme, kürtaj vs.), iffetsizlik, özel mülke karşı işlenen suçlar adı altında işçi sınıfı mensubu kadınlara karşı gerçekleştiriliyordu (Federici, 2011: 257).
Federici, 16. ve 17. yüzyılların cinselliğin baskı altına alındığı dönemin başlangıcı olduğunu öne sürer. Kadınların cinsellikle ilişkisi, sansür, baskı ve yasaklarla tanımlanıyordu (2011: 271). Cinselliğin tarihine dair Foucault’nun (1976) analizine atıfta bulunan Federici, “cinsel söylemde görülen bu patlamanın” bilhassa cadılara karşı yürütülen mahkemelerin işkence odalarında görünür olduğunu öne sürer. Federici bu “söylemin” sansüre, cinsel yasaklara ve üretken olmayan cinselliğe ve cinselliğin reddine alternatif olduğunu ileri süren Foucault’ya karşı çıkar (Federici, 2011: 272). Foucault’nun söz konusu mahkemelerin işkence odalarında hâkim cinsellik söylemini göz önünde bulundurmadığını ileri sürer Federici. Öyle olsaydı, cinselliğin “bastırılmasının” kadınlar nezdinde hâlâ ciddi derecede hâkim olduğunu görebilirdi pekâlâ.
Cadı Avları, bu haliyle, üretken olmayan cinselliğin yasaklanmasına hizmet etmiştir. Cadı soruşturmalarında, üretken olmayan cinsellik edimlerinin listesine rast geliriz. Söylemsel düzeyde yine önemli olan bir başka şeyse, suçlanan kadınların hayvanlıkla bağdaştırılmasıdır (Federici, 2011: 275). Kadınların farklı hayvanlara, bilhassa da keçilere dönüştüklerine inanılırdı. Kadınlara yönelik bu katliam, o halde, söylemsel olarak kadınların hayvanlaştırılmasıyla beslenmiştir; cadı figürü, heretik, çocuk, proleter, isyankâr ve vahşi figürleriyle süreklilik içindedir (Federici, 2011: 275). İsyankâr figürüyle cadı figürü arasındaki sürekliliğe bir örnek, cadı mitiyle 1871 Paris Komünü’nde suçlanan proleter kadınlar figürü arasındaki benzerliktir (Federici, 2011: 291). Zamanın burjuva medyasında bolca yer bulan bu mite göre, proleter kadınlar, Paris sokaklarında ellerinde benzin şehri yakıp yıkmak üzere dolanmakla suçlanırdı. Bu şekilde, binlerce kadın pétroleuse (kundakçı) diye idam edilmiştir, ki bu pétroleuse tanımı cadı tanımını andırmaktadır: vahşi gözleri ve darmadağınık saçları olan yaşlı kadınlar (Federici, 2011: 291)..
Son olarak, cadı avlarının ve toplumsal ilişkilere ve aileye hükmeden yeni ataerkil düzenin sömürgelere de taşındığını söylemek gerekir. “Yersiz yurtsuzlaşma sürecinin merkezden çevreye” taşınması ilkesi uyarınca (Deleuze ve Guattari, 1972: 278), ilksel (asli) birikime mahsus koşullar sömürgelerde de yeniden üretime sokulmuştur. Irene Silverblatt, Moon, Sun and Witches isimli kitabında (1987), Peru’daki cadı avlarıyla toplumda cinsel ilişkilerin yeniden yapılandırılması arasındaki bağlantıyı ele alır. Federici, sömürgeleşme bağlamında “vahşi, yamyam, barbar” figürlerinin nasıl süreklilik halinde olduğunu ve Avrupalı etnologlara, sömürgelerdeki kültürleri, dinleri ve cinsel ilişkileri yorumlamada “etnografik model” teşkil ettiğini gösterir. O halde, ilksel birikim dönemine mahsus sömürgeleştirme de yeniden üretim alanının bu yeni cinsiyetçi teşekkülü tarafından belirlenmektedir. 
 
Sonuç
O halde, kapitalist üretim biçiminin yerleşmesine neden olan proleterin yaratımına yol açan karşılaşmanın bağlamını oluşturan koşullara (sömürgeleşme, çitlemeler, geleneksel kendini idame etme araçlarının yok olması), ücretli emek sisteminde üretim ve yeniden üretimin birbirinden ayrılması sonucu kadınların emeğin yeniden üretiminden sorumlu başat özne olarak “ev-kadınlaştırılmasına” tekabül eden cadı avlarını da eklemek gerekir. Yukarıda ima edildiği üzere, ilksel birikim kapitalist birikim sağlandığında biten dönemsel bir olgu değil kapitalizmin içsel mantığıdır. Deleuze-Guattari’nin (1972: 279) belirttiği üzere, “İlksel birikimin salt kapitalizmin şafağında yaşanan (bir olgu) olmadığı, kalıcı olduğu ve kendini üretmeye devam ettiği doğrudur.” İşte bu bağlamda, burjuva ailenin kurumsallaşma sürecini, toprak kapatılmasının öznellik alanındaki “eşleniği” olarak ele almak ve ilksel birikim döneminde kadınların değersizleşmesini, çocuk yerine konmasını ve hayvanlaştırılmasını “Avrupa içinde sömürgeleşme” veya Read’in diliyle iç sömürgeleşme olarak ele almak gerekir. Deleuze-Guattari’nin dediği üzere (1972: 171), arzu doğrudan toplumsal düzleme yatırım yapıyorsa ve toplumsal ilişkilerin ailevileşmesi, yani “organların devasa boyutlarda özelleşmesi” kapitalizme mahsus özneleşme biçimi olan ödipalleşmenin koşuluysa, tam zamanlı ev kadınının, bu anlamıyla bakım emeğinden sorumlu tutulan annenin yaratım sürecini bu süreç içerisinde ele almak gerekir.  O halde, ırkın ve cinsiyetin kaydedilmesi, “soyut nicelikten türeyen organların ve işlevlerin bireysel merkezleri olarak özel insanların inşasında” (Deleuze ve Guattari, 1972: 171) başattır.
Bu süreç, kapitalist öznellik biçimi olan ödipalleşmenin “evrenselliğini” koşullandırması hasebiyle toplumsal ilişkilerin ailevi bir hâl almasının kurumsallaşmasına tekabül eder. Öyle ya, “aile bir teşebbüstür, bir müessese, bir şirkettir; metayı yeniden üretimdir” (Ağırnaslı, 2013: 102). 
Öznel düzlemde iç sömürgeleşme, kadının yeniden üretimden sorumlu başat özne olduğu ailenin özelleşmesiyle ve ‘socius’un boş beden olarak para-piyasa halinde doğrudan ekonomik bir hal almasıyla” (Deleuze ve Guattari, 1972: 317) başa baş gider.
O halde, kadın intiharları ve kadın cinayetleri arasında vuku bulan kadınların özerklik mücadelesini komünizmin derdi olan yeni bir topluluğun cem olması imkânının merkezine yerleştiren Menkıbe, ilksel birikimin ve ona damgasını vuran şiddetin kapitalizmin içsel mantığı olduğunu (asli birikim) ve kadınların zorla yeniden üretim alanına hapsedilmesinin bu haliyle kapitalist üretim biçiminde başat olduğunu öne sürer. Bu yüzdendir ki, “Bu tartışma, kadın sorunu olarak ayrılabilecek bir tartışma değil bir mülkiye tartışmasıdır; haremin devlet olduğu, mahremin mülki-ye olmasıdır, kanunidir” (Ağırnaslı, 2013: 101).
Menkıbe, bu haliyle, AKP döneminde artan kadın cinayetlerini “genişletilmiş yeniden üretim” teşebbüsüyle bağlantılandırmakta (Ağırnaslı, 2013:103), kadınların özerklik mücadelesini bu genişletilmiş yeniden üretim teşebbüsüne isyan olarak ele almaktadır. Gerçekten de, AKP’nin son döneminde kadının üreme ve bedeni üzerindeki kontrolüne karşı geliştirdiği biyoiktidar (kürtajın fiilen yasaklanması, kadınların üremeye ‘teşvik edilmesi,’ kadınların aile dışı toplumsallığının sıkı bir biçimde denetlenmesi, vs.), yukarıda kısaca değinilen ilksel birikim koşullarına mahsus saldırılardan ibarettir. Nejat’ın dediği (2013: 103) gibi bu bir can siyasetidir:
 
Söz konusu kesim, emek vermekten başka bir şey daha yapar. Can verir ve bu canın toplum olan ailede kurumsal olarak öznelleştirilmesi icap eder. Toplum devam etmelidir. Bu yüzden mahkemeler ve yasalar bu konuda işlevsizdir. Zira yasa toplumu homojenleştirme eylemidir, onun ihlali ise iç savaştır. Dolayısıyla, yasa imkânsızlığı ile vardır, iç savaşa toslar. Bu yüzden feministler hem kadını mağdur göstererek çok basit bir ezen/ezilen denklemi kurar hem de yasayı yapamayacağı bir şeye çağırır.
 
Yasayı yapamayacağı bir şeye, yani korumakla yükümlü olduğu toplumu yeniden üreten koşulları ters yüz etmeye çağırmak, var olduğu haliyle toplumsal olanın sınırlarına toslamaktır ve yeni bir toplumun cem olmasının imkânı da buradan geçmektedir.
 
 
 
 
 
Kaynakça
Althusser, L. ve E. Balibar (1970) Reading capital, çev. B. Brewster, London: New Left Books.
Althusser, L. (1992) L’avenir dure longtemps, Stock/Imec.
Althusser, L. (1993) “Trois notes sur la théorie du discours,” Ecrits sur la psychanalyse, Stock/Imec).
Althusser, L. (2006) The philosophy of the encounter: later writings 1978-1987, çev. G.M. Goshgarian, London: Verso.
Deleuze, G. ve F. Guattari. (1972) l’Anti-Oedipe, Paris: Minuit Yayınları.
Federici, S. (2011) Caliban ve Cadı: kadınlar, beden ve ilksel birikim, çev. Ö. Karakaş, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Federici, S. (2016) “Acumulación originaria y violencia contra las mujeres,” Tegantai: Agencia Ecologista de Informacion. http://www.agenciaecologista.info/component/content/article/39-destacados/1072-2016-06-01-22-10-25
Luxemburg, R. (1913)  The accumulation of capital. chapter XXVI. http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1913/accumulation- capital/index.htm 
Marx, K. (2016) Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt: 1, İstanbul: Yordam Kitap.
Mies M. (1984) Patriarchy and accumulation on a world scale : women in the international divison of labour, London & New York: Zed Books.
Mies, M. Bennholdt ve C. V. Von Verlhof (1988) Women: the last colony, London & New York: Zed Books.
Read, J. (2002) “Primitive accumulation: The aleatory beginning of capitalism”, Rethinking Marxism, 14 (2): 24-49.
Read, J. (2003) The micropolitics of capital : Marx and the pre-history of the present, New York: New York Üniversitesi Yayınları.
Sibertin-Blanc, G. (2010) Deleuze et l’Anti-Œdipe : la production du désir, Paris: PUF: Presse Universitaire de France.
Silverblatt, I. (1987) Moon, sun and witches: gender ideologies and class in Inca and colonial Peru, Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınları.


[1] Althusser felsefesinde kapılma kavramının karşılığı ‘prendre’ (prise) sözcüğüdür ve Almanca’da ergreifen sözcüğüne tekabül eder. Tarihi Althusser’in psikanaliz okumalarına kadar giden (1993: 143) bu sözcük, klinik deneyimde bütün ideolojik formasyonların, bilinçdışının ‘kapmasından’ (prise) ziyade, belli ‘durumların’ (situations) ete kemiğe bürünme, maddiyat kazanma, yani böylesi bir kapılma sürecinin gerçekleşmesi için teşvik edilme sürecine atıfta bulunur. Burada mevzu bahis olan bu ideolojik formasyonlara dönük yansıtmaların ve yatırımların nasıl olup da edime veya tamamen nesnel bir esere dönüştüğüdür, ki toplumsal sahayla öznelliğin sahası arasında paralellik öngören –bu iki sahanın birbirine yatırım yaptığını öne süren– Deleuze ve Guattari’nin makalede atıfta bulunduğum Anti-Ödip kitabının esas önermesinin de arka planında bu soru yatmaktadır. Althusser’in diliyle, içsel fantezi nesnesine yapılan muğlak yatırım nasıl olup da nesnel gerçeklikte ‘tutar’ – bir mayonezin veya buzun tutması veya kimyasal bir tepkimenin belli katalizörler sayesinde ‘tutması’ gibidir bu (1992: 220). Burada mevzu bahis olan, kavramın biçim kazanmasıdır ve Althusser kavramın bileşenleri olarak tanımladığı kuvvetlere atıfta bulunur (yukarıdaki örnekte mesele ilksel birikim sürecinin sonucunda emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan proleterle sermaye sahiplerinin karşılaşmasının ‘tutmasına’ ve ücretli emeğin doğuşuna neden olan kuvvetler). Burada ‘tutma’ kavramının önemi, kaba bir nedenselliğe başvurmak suretiyle ilksel birikim sürecini oluşturan farklı farklı olayları (sömürgeleştirme, eski kendini idame etme biçimlerinin yok olması vs.) tek tek nedenler olarak ele almak yerine, arızi bir biçimde belli bir dönemde ‘karşılaşan’ kuvvetler olarak ele almaktır. Bu kavram, Althusserci karşılaşmanın materyalizminde mühim bir yere sahiptir. Kavramın biçimini alan, dolayısıyla tıpkı bir mayonez veya buz gibi ‘tutan’, bu kuvvetler arası ilişkiler, yani ilişkiselliktir. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yoshihiko, I.    http://www.multitudes.net/Temps-et-concept-chez-Louis/

[2] Althusser’in daha önceki dipnotta açıkladığım ‘tutma’ (prise) kavramına benzer şekilde Deleuze ve Guattari için de (1972) gerçeklik çeşitli kuvvetlerin karşılaşmasının ‘tutması’ sonucu kurulur, ki bunu ifade etmek için daha ziyade ‘kayıt’ (inscription) veya kodlama ifadesini kullanırlar. Arzu üretimi toplumsal makinenin temelidir ve toplumsal üretim ve yeniden üretimle başa baş gider. Toplumsal üretim ve yeniden üretim her daim arzunun kodlanmasını gerektirir, socius ise bu kodlamanın kaydedildiği yüzeydir. Her üretim biçiminde, bu üretim biçiminin bileşenleri olan kuvvetler kendine mahsus kodlamalar suretiyle socius’u kodlar/kaydeder. Her ölçekte arzu üretimi, öznelliğin kurulumu her daim bu toplumsal kodlama biçimleriyle bir arada gider.

[3] Deleuze ve Guattari  (1972) kapitalist üretim biçimi altında toplumu aksiyomatik olarak tanımlar. Buna göre, kapitalizme mahsus olan, toplumsal yüzeyde daha önce mevcut kodlamaların her daim çözülmesidir. Daha önce açıkladığım haliyle, belli bir dönemde ücretli emeği, dolayısıyla kapitalist üretim biçimini mümkün kılan, bütün bu kuvvetlerin karşılaşması evvelinde socius’u, yani toplumsal makineyi kuran bütün kodların çözülüşüdür. Deleuze ve Guattari de bu sürecin ücretli emeğin kurulduğu (‘tuttuğu’), yani proleterin ortaya çıktığı dönemle kısıtlı kalmadığını, kapitalizmin asıl mantığını oluşturduğunu düşünür.

[4] Bir sonraki bölümde, bunun, üretimden koparılmış ve aileye devredilmiş yeniden üretimden sorumlu başat özne olarak kadının kuruluşuyla bir arada gittiğini göreceğiz. Modern, çekirdek aile işte bu ödipal özne inşa sürecinin mahalidir ve her daim mevcut toplumsal kodların çözülmesine dayanan kapitalist üretim biçimiyle bir arada gider. Anti-Ödip’in esas tezinin de öne sürdüğü üzere, arzu üretimi her daim toplumsal üretimle baş başa gider. 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar