Ana SayfaKürsüMevlana Celaleddin-i Rumi: Dünya ve Türkiye Burjuvazisinin Sevgilisi

Mevlana Celaleddin-i Rumi: Dünya ve Türkiye Burjuvazisinin Sevgilisi

Garbis Altınoğlu

 

Giriş

6 Mart 2006’da UNESCO’nun, 2007 yılını Mevlana yılı olarak kabul etmesi ve 2007 yılı içinde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin değişik ülkelerde anılması için karar alması, dikkatleri bir kez daha bu ünlü düşünür üzerinde topladı. Bu vesileyle Konya’da, Türkiye’nin başka yerlerinde ve başka ülkelerde Mevlana’yı konu alan bir dizi etkinlik yapıldı.

Mevlana’ya duyulan ilginin Türkiye sınırlarını çoktan aştığı ve dünya burjuvazisinin bu düşünüre adeta aşık olduğu biliniyor. Örneğin, Aksiyon dergisinin 1 Ocak 2007 tarihli sayısında yayımlanan “Mevlana’sız Medeniyetler İttifakı Olmaz” başlıklı yazıda “Mevlana’yı tanımak ve anlamak için” Konya’yı birkaç kez ziyaret ettiği söylenen ve “Mevlana’nın evrensel fikirlerinin” projeye (“Medeniyetler İttifakı ya da Uygarlıklar Bağlaşması projesi”- G. A.) mutlaka yansıtılması gerektiğini belirten Avrupa Komisyonu Danışmanı Prof. Dr. Angelo Santagostino’nun şu sözlerine yer veriliyordu:

“Mevlana, bugün medeniyetler arasında barışın tesis edilmesinde çok önemli bir rol oynayabilir.”

Bu bağlamda, Pentagon’la sıkı bir ilişki içinde olduğu bilinen Rand Corporation adlı düşünce üretim kuruluşunun Mevleviliğe ilgi duyması kimseyi şaşırtmamalı. Bu kuruluş, ABD ve ortaklarının İslam halklarına karşı sürdürdüğü emperyalist terörü, bu saldırgan güçlerin kendilerinin dolaysız ve dolaylı bağlaşıkları olan El Kaide türü terörist örgütlere karşı savaşım gibi göstermekte ve yani emperyalist burjuvaziyle “ılımlı İslam”ın yani İslam ülkeleri burjuvazisinin Balkanlar’dan ve Kuzey Afrika’dan Orta ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan İslam jeografisinde işçi sınıfına, ezilen halklara ve Washington-Telaviv-Londra ekseninin diktasına boyun eğmeyen diğer güçlere karşı savaşım amacıyla ortaklaşa hareket etmelerini öngörmektedir. BM’in eski genel sekreteri Kofi Annan’ın Temmuz 2005’de gündeme getirdiği ve İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını üstlendikleri “Uygarlıklar Bağlaşması” planı da aynı amaca hizmet etmektedir. Nitekim 12 Mart 2007’de –Fethullah Gülen yandaşlarına bağlı- Rumi Forum ile Georgetown Üniversitesi Barış ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği törende “2007 Barış ve Diyalog Ödülleri”nin Başbakan Tayyip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Jose Louis Rodriguez Zapatero’ya verilmesi tam da bu emperyalist planın bir anlatımıydı. ABD Kongresi’nde düzenlenen bu törene katılan ve ödülü Başbakan Erdoğan adına alan AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış burada yaptığı konuşmada, “Medeniyetler ittifakı bir Mevlana ittifakıdır” diyecekti. Birinin önceli, Latin Amerika’da İnka, Maya ve Aztek halklarına karşı bir jenosid uygulamış, diğerinin önceli ise Ermeni, Grek, Arap, Kürt ve Balkan halklarını kıyımdan geçirmiş bulunan bu iki devletin başbakanlarının ve diğer temsilcilerinin “barış, dostluk, hoşgörü” gibi kavramlar üzerine yaptıkları gevezelik karamizahın da ötesindedir. Mevlana’yı anmak ve anlamak için yapılan diğer etkinliklere göz atalım.

27 Mart 2007’da Fransa’nın Strasbourg kentinde düzenlenen ve “Mevlana’nın hümanizm anlayışı ve dinler arası diyaloğa katkıları(nın) tartışıldı”ğı uluslararası panele Türkiye’den ve Fransa’dan akademisyenler katıldı.

8-12 Mayıs 2007’de açılışını Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ve İstanbul ve Konya’da düzenlenen “Mevlana Celaleddin-i Rumi Uluslararası Sempozyumu’na çeşitli ülkelerden 150’den fazla araştırmacı ve akademisyen katıldı.

26 Haziran 2007’de BM’de Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 800. doğum yılı kutlandı ve Türkiye, Afganistan ve İran BM Daimi Temsilcilikleri’nin girişimiyle bir “Mevlana Anma Gecesi ve Paneli’” düzenlendi. Etkinliğe katılan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon yaptığı konuşmada, Mevlana’nın anlayışının medeniyetler ve kültürler arasında diyalog köprüsü oluşturduğunu ve “evrensel bir filozof” olarak nitelendirdiği bu düşünür için, “Mevlana’nın bize öğrettiği, insanı insan olduğu için sevmek ve saygı göstermektir” dedi.

31 Ekim 2007’de İran’da çok sayıda yabancı ve İranlı araştırmacının katıldığı bir Uluslararası Mevlana konferansı yapıldı. Başkan Ahmedinejad yaptığı açış konuşmasında şöyle dedi:

“Günümüz dünyasının her zamankinden daha çok Mevlana’nın söz ve düşüncesine ihtiyacı vardır. Bu dünya tüm düzeni ve güzelliği ile maddi ve zahiri dünyevi vücuttan oluşmamış ve gerçekte Allah’ın bir cilvesidir… Mevlana’nın bugünün insanlarına ve tüm çağlarda yaşayan insanlara mesajı insanoğlunun bu alemin çok ötesinde bir aleme ait olduğu ve bir gün oraya geri döneceği mesajıdır.”

Aynı Kongre’nin “Mevlana ve çağdaş dünya” oturumunda konuşan Amerikalı uzman Muhammed Fakfuri Mevlana’nın, Taliban ve Vahhabiler gibi radikallerle mücadele için en iyi kriter olabileceğini ve onun düşüncelerinin İslam dinine yönelik olumsuz propagandaları etkisiz hale getirebileceğini vurguladı.

26 Kasım 2007’de Britanya Veliaht Prensi Charles, eşi Cornwall Düşesi Camilla ile birlikte Konya’daki Mevlana Müzesi’ni ziyaret etti. Elleri Müslüman ve diğer din ve mezheplerden milyonlarca insanın kanıyla lekeli İngiliz aristokrasisinin bu temsilcisi Konya’da yaptığı ve ikiyüzlü bir biçimde İslam’ı övdüğü konuşmasında,

“Mevlana Hazretleri’nin eserlerine batı dünyasında büyük ilgi duyan çok sayıda kişinin olduğunu görmek beni son derece etkiliyor. Kendimi, bu kimselerin bir şekilde kendi hayatlarında eksikliğini hissedip Mevlana’nın şiirsel maneviyatında buldukları şeyin ne olduğunu sorgulamaktan alıkoyamıyorum” diyecekti. (Sabah, 26 Kasım 2007)

28 Kasım 2007’de Mevlana Celaleddin-i Rumi, Avrupa Parlamentosu’nda yapılan bir panelle anıldı.

“Kültürlerarası Diyalog Platformu (IDP) ve AP üyeleri Cem Özdemir, Emine Bozkurt ve Sacid Kerim’in himayesinde gerçekleştirilen panel ve Mevlevî gösterisine ilgi büyük oldu. Program gece geç saatlere kadar sürmesine rağmen çok sayıda katılımcı, tartışmaları ve Konya’dan gelen Mevlevî dervişlerin semasını sonuna kadar takip etti…

‘Mevlana’yı tekrar düşünmek: Mevlana bugünün Avrupa’sında yaşasaydı ne yapardı?’ başlıklı panelde Londra Üniversitesi’nden Doç. Dr. İhsan Yılmaz, Georgia Üniversitesi’nden Doç. Dr. Alan Godlas ve düşünce kuruluşu Vision 2020’nin müdürü Prof. Marc Luyckx Ghisi konuştu. Yılmaz, Mevlana çizgisini günümüzde Fethullah Gülen, Seyyid Hüseyin Nasr ve Abdülkerim Suruş’un takip ettiğine işaret ederken, kendisi de bir sufi olan Godlas’ın Mesnevî’den Farsça mısraları okuması ilgiyle takip edildi.” (“Avrupa Parlamentosu Mevlana ile tanıştı”, Zaman, 28 Kasım 2007)

Burjuvazinin bu temsilcilerinin değerlendirmelerine, Evrensel Kültür dergisi Yazı İşleri Müdürü Eylem Yıldızer’in de katıldığını görmek herhalde çok şaşırtıcı olmasa gerek. Yıldızer, 30 Eylül 2007’de Evrensel gazetesinde yayımlanan “Ünüm ayıp dediğin şeydendir benim” başlıklı yazısında aynen şöyle diyordu:

“Oysa Mevlana’nın sözlerinin özünde, o günün karanlığına karşı çıkan aydınlık ve insandan yana bir fikir vardır. Halkın dinden başka bir bilgi ya da ‘ilim’ bilmeyişi, üstelik de Ortaçağ’ın koşulları Mevlana’ya bildiklerini ve düşündüklerini nasıl anlatması gerektiğini göstermiş olmalı. Yine de çağına göre bir hayli farklı olan görüşlerini şiirlerinde dile getirme cesareti göstermiş, bu yüzden de iktidardakileri karşısına almış, kimi zamansa ibadetten ve çile çekmekten delirmiş bir meczup gibi gösterilmeye çalışılmış, buna rağmen halka düşüncesini anlatmaktan vazgeçmemiştir…

“Mevlana, şiirleriyle, yazıları ve söyledikleriyle hem çağının en ilerici düşünürlerinden biri olmuş hem de Anadolu topraklarında felsefenin yarım kalan yürüyüşünü sürdürmüştür.” (abç)

Aslına bakılırsa dünya burjuvazisinin Mevlana’ya duyduğu ilgi yıllar öncesine dayanıyor. Örneğin Nilüfer Kas, Aralık 2001’de Tempo dergisinde yayımlanan “Globalizmin Yeni Dini: Mevlana” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Mevlana, 21. yüzyılın global barış şairi oluyor. Mevlana felsefesi globalleşmenin yeni dini gibi bütün dünyada hızla yayılıyor. Binlerce yeni insan Mevlana okuyor, Mevlana öğreniyor. İslam Rönesansı arayanlar Mevlana’ya koşuyor. Çünkü tüm dünyada ‘Ne olursan ol yine gel’ diyerek dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan bütün insanlığa barış ve umut vaat eden Mevlana gibi evrensel bir bilge yok. 11 Eylül sonrası terör ve şiddete dayalı radikal İslama dünya çapında tepki arttı. Mevlana’ya yöneliş daha da hızlandı. İslam şemsiyesi altında, tasavvuf felsefesiyle Tanrı ve insan sevgisini yücelten Mevlana, Batı’nın ‘barışçı, hoşgörülü İslam’ arayışına bire bir cevap veriyor, Bu yüzden Batı’da Mevlana’nın Mesnevi’si son yıllarda bestseller listelerinde. 11 Eylül’den sonra satışlar daha da arttı. Dünyanın her köşesinde Mevlevi ve sufi dernekleri kuruluyor. İtalya’dan Fransa’ya, Avustralya’dan ABD’ye kadar her yerde yeni Mevlana cemaatleri ortaya çıkıyor. İnsanlar ney çalıyor, Mevlevi tarzı dönerek dans ediyor, barış ayinleri düzenliyor. ABD’de çeşitli üniversitelerde Mevlana kürsüleri açılıyor.” Aslına bakılırsa, bu ilginin başlangıcı onyıllar öncesine dayanıyor. Idries Shah (İdris Şah), 1964’te yayımlanan kitabında şöyle diyordu: “Gerek düşün ve gerekse de tekst olarak Rumi’nin Batı’daki etkisi hayli büyüktür. Geçtiğimiz yıllarda yapıtlarının çoğunun Batı dillerine çevrilmesinden ötürü bu etki daha da artmıştır.” (The Sufis, Londra, Jonathan Cape Ltd., 1969, s. 116) Dünya ve Türkiye burjuvazisinin Mevlana’ya ve onun felsefesine duyduğu ilginin nedenini aşağıda açmaya çalışacağım. Ama önce düşünürümüzü daha yakından tanımamız gerekiyor.

Sufizm, Mevlana ve Mevlevilik

Afganistan’ın Belh kentinde 1207 yılında doğmuş olan Mevlana Celaleddin-i Rumi tanınmış bir düşünür, tasavvuf adamı ve Mevlevilik diye anılan tarikatın öncüsüdür. Mevlana soylu bir aileden gelmektedir. Annesi Mümine Hatun Belh Emiri Rükneddin’in kızıyken ünlü bir din bilgini olan babası Muhammed Bahaeddin Veled, Sultanü’l-Ulema (=Alimlerin Sultanı) olarak anılmaktadır. Yaşamı, 1075-1308 yılları arasında hüküm süren Anadolu Selçuklu devleti dönemine denk düşen Mevlana henüz 5-6 yaşlarındayken, ünlü bir din bilgini olan babasıyla birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Mevlana ailesini bu zor ve tehlikeli yolculuğu göze almaya zorlayan, o sıralar başlamış olan ve zamanla Çin’den Avrupa’nın ortalarına kadar uzanan geniş bir alanı etkileyecek olan kötü ünlü Moğol istilasının başlamış olmasıydı. (Aşağıda da göreceğimiz gibi bu, Mevlana’nın Moğol istilacılarıyla iyi ilişkiler kurmasını engellemeyecektir.) Bağdat, Şam, Malatya, Erzincan ve Karaman illerini dolaştıktan sonra Konya’ya yerleşen kafilenin Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından büyük bir saygıyla karşılandığı anlaşılıyor. www.sadabat.net adlı sitede yer alan “Mevlana Celaleddin Rumi” başlıklı yazıda bu konuda şöyle deniyor:

“Bütün İslam aleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahaeddin Veled, Selçukluların Sultanı Alaeddin Keykubat’tan yakın alaka ve sonsuz hürmet görür. Bahaeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde Selçukluların baş şehri Konya’yı şereflendirip yerleştikden kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alaeddin Keykubat (saltanat müddesi 1219-1236), sarayında Bahaeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altına girdi.” Mevlana, babasının 1231’de ölümü ve büyük bir törenle Selçuklu Sarayı’nda gül bahçesi denilen yere gömülmesinden sonra onun makamına oturdu. Bir süre, -babasının dostu ve öğrencisi- Seyyid Burhaneddin adlı bir başka ünlü din bilgininden eğitim alan Mevlana’nın 1244’te tanıştığı Şems-i Tebrizi adlı mistik dervişten büyük ölçüde etkilendiği, bir ara eğitimini sürdürmek için Halep ve Şam’a gittiği, yaşamını Konya’da sürdürdüğü, orada fıkıh ve dinbilimi dersleri verdiği, aralarında Mesnevi, Fihi-Ma Fih (=Ne Varsa İçindedir), Divan-ı Kebir (=Büyük Divan), Mektubat (=Mektuplar) gibi kitapların bulunduğu bir dizi yapıt verdiği ve 17 Aralık 1273 tarihinde öldüğü biliniyor.

Mevlevilik olarak anılan tarikatın kuruluşu, Mevlana’nın ölümünden sonra gerçekleşecekti. Mevlana’nın kendi isteği gereğince ölümünden sonra yerine halifesi Hüsameddin Çelebi geçmiş, onun da 1284’te ölmesinden sonra Mevlana’nın postuna oğlu Sultan Veled (1226-1312) oturmuştur. Sultan Veled, ölünceye kadar bu makamda kalmış, bu arada bir dizi yapıt kaleme almış, Mevleviliğin esaslarını ve kurallarını yerleştirmiş ve Konya dışında da Mevlevihanelerin açılmasına öncülük etmiştir. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in kurduğu Mevlevilik, özellikle onun oğlu Ulu Arif Çelebi (1272-1320) döneminde yayılacak, aşağıda da görüleceği gibi Mevleviler askeri-feodal Anadolu Selçuklu, Moğol İlhanlı, Osmanlı devletlerinin ve dönemlerinin mülksahibi sınıflarının desteğini alacak, Anadolu ve Rumeli’de geniş bir mevlevihane ağı oluşturacaklardı.

Mevlevilik, tasavvufa, yani İslam mistisizmine ya da Sufizme dayalı tarikatlar arasında yer almaktadır. O halde öncelikle bu akımın özelliklerine kabaca göz atmamız gerekiyor. VIII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan –ve benzerlerine Hristyan dünyasında da rastlanan- Sufi tarikatları İslamı daha esnek ve “hoşgörülü” bir tarzda yorumlamakta, İslam dininin zorunlu gördüğü tapınma kurallarına genel olarak uymamakta, ortodoks İslam’ın yasakladığı türbe ve evliya ziyareti gibi uygulamalara yer vermekte, ermişlerin kerametlerine değer biçmekte, yürek ve ahlak temizliğinin önemini vurgulamakta, müridlerini maddi dünya ile ilişkilerini en alt düzeye indirmeye, sade bir yaşam sürmeye, inzivaya (=halvet) çekilerek çile çekmeye ve bu yolla ilahi aşkı aramaya ve Tanrıyla birleşmeye yöneltmektedirler. Mevlana’nın oğlu Bahaeddin Veled şöyle diyordu: “Dervişin dünya ve dünya ile ilgili her şeye yüz çevirmesi lâzımdır. Çünkü dünya sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır.”

Ünlü İslam düşünürü İbni Rüşt ise Sufi olarak da tanımlanan tasavvuf erbabını benzer bir biçimde tanımlıyordu: “Sufiler, bütün fiziksel isteklerden kendilerini kopardıktan ve zihinlerini varılması istenen amaç üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra Tanrı’yı yüreklerinde bulacaklarını ileri sürerler.” (Aktaran Will Durant, The Age of Faith, New York, Simon and Schuster, 1950, s. 258)

İslamın –ve Hristyanlığın- bu farklı ve daha esnek ve “hoşgörülü” yorumunun ortaya çıkışının bir nedeni, onun kaçınılmaz olarak, yayıldığı alanlardaki İslamiyet öncesine ait dinsel inançlarla, yerel geleneklerle ve yerel kültürün diğer öğeleriyle karşılıklı bir etkileşim içine girmesiyse diğer nedeni de zamanla egemen sınıflarla daha büyük ölçüde özdeşleşen ortodoks İslama karşı ezilen ve muhalif sınıf ve katmanların üstü örtülü ya da açık siyasal hoşnutsuzluk ve muhalefetinin kendisini dinsel bir görünümle ortaya koymasıdır.[1] Tam da bu nedenle sözünü ettiğim tarikatlar genellikle ve uzun bir süre işte bu ezilen ve muhalif sınıf ve katmanların sözcüsü konumunda bulunan Şiilikle yakın ilişki içinde olmuşlardır. Tasavvufi tarikatların devletleşmiş Sünni İslam’ın Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’da egemenliğini kurduğu Emevi devleti (661-750) döneminde, yanı başında Halife’nin bulunduğu saray aristokrasisi ve toprak ağalarıyla yoksul emekçi yığınlar ve Arap işgalcilerle Arap-olmayan etnik gruplar arasındaki çelişmelerin keskinleştiği VIII. yüzyılda ortaya çıkmaya başlaması asla bir rastlantı değildir. Bütün Sufi tarikatlarının, hele daha sonraları ortaya çıkan Nakşibendilik gibi Sünni tarikatlarının böyle bir düzen-karşıtı eğilim taşıdığı söylenemez elbet; ancak Sufilerin, sade ve yoksul bir yaşam sürdürmeyi öğütlemelerinin ve dünya nimetlerine yüz çevirmelerinin, emekçi yığınların vahşi bir tarzda sömürülmesi ve işgal edilen ülkelerin yağmalanmasıyla elde edilen büyük ölçekli zenginlik sayesinde debdebeli bir yaşam sürdürmeye koyulan egemen sınıflara karşı bir protesto potansiyeli taşıdığı ve IX. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında ortaya çıkan toplumsal başkaldırı hareketlerinde Sufi tarikatlarının önemli, hatta başat bir rol oynadığı açıktır. (Aşağıda değineceğim Babai isyanı bunun en iyi örneklerinden biridir.) Tabii, sözünü ettiğim hoşnutsuzluk ve muhalefetin kendisini İslami bir renkle ve İslam’ın farklı ve ortodoks-olmayan yorumu biçiminde açığa vurmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını belirtmeliyim. Ortaçağlarda, halkın –çok geri olan- siyasal eğitim ve bilgi düzeyi, eğer son derece dar ve etkisiz bir sekt olarak kalmak istemiyorsa toplumsal muhalefetin kendisini dinsel bir muhalefet gibi sunmasını zorunlu kılıyordu. Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı yapıtında dediği gibi,

“Ortaçağ, bütün öteki ideoloji biçimlerini: felsefeyi, siyaseti, hukuk bilimini, tanrıbilimin bir eki haline getirmiş, bunları tanrıbilimin birer altbölümü yapmıştı. Böylece her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu; büyük bir fırtına koparmak için, yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 454)

Batıni (=esoterik) bir nitelik taşıyan, yani Kuran’ın ayetlerinin ve hadislerin dış (zahiri ya da görünür) anlamlarının yanısıra bir de iç (batıni ya da gizli) anlamlarının bulunduğunu, bu anlamların ise yorumlama yoluyla anlaşılabileceğini savunan bu tarikatların hemen hemen hepsinin bir ortak özelliği onların Vahdet-i Vücut (=varlığın birliği) anlayışını benimsemeleridir. Felsefede ve tanrıbilimde panteizm olarak adlandırılan anlayışla büyük ölçüde örtüşen varlığın birliği anlayışına göre, Tanrı evrenin üzerinde / dışında bir varlık olmayıp onunla özdeştir ve / ya da Tanrı varolan her şeyde belirmektedir. Bu anlayışın, Tanrı’yı evrenin ve tüm varlıkların yaratıcısı sayan, onun dışında ve üstünde gören ve onu öncelediğini savunan geleneksel tektanrılı dinlerin ve dolayısıyla ortodoks İslam’ın ve Kuran’ın yaklaşımından farklı olduğu bellidir. Bazı Sufilerin varlığın birliği anlayışını daha uç yorumlara tabi tuttukları, örneğin Hallac-ı Mansur’un –Tanrı’nın tüm varlıklarda belirdiği görüşünden hareketle- “En el Hak” (=Ben Tanrıyım) demesinden ötürü sapkınlıkla suçlandığı, işkence edildikten sonra 922’de yakılarak öldürüldüğü biliniyor. Mevlana’nın, “İnsanı sevmek, Tanrıyı sevmektir.” ve “Yaratıktan şikayet, Yaratandan şikayettir” (Mektuplar: 136) ve “Hiçbir şey görmedim ki, Tanrı’yı onda görmemiş olayım” (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 283) türünden sözler söylemesi de bundandır. Sufi metinlerinde ve Mevlana’nın yapıtlarında sözü edilen aşksa, Tanrıya duyulan sevgi ve özlemdir. Onlara göre insan Tanrı’dan gelmiştir, yine Tanrı’ya dönecektir. Aslolanın öbür dünya olduğunu, geçici ve göreli bir nitelik taşıyan bu dünyaya gelişin bir çeşit bedene hapsolma anlamına geldiğini savunan Sufilere göre insan dünya nimetlerine sırtını dönerek Tanrı’ya dönmek ve sonunda onda yokolmak (=fena filah) için uğraş vermelidir. (Özellikle XIV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Nakşibendilik gibi Sünni tasavvuf akımlarının varlık birliği anlayışını daha farklı bir yoruma tabi tuttukları, değişen ölçülerde reddettikleri, yaratanla yaratılan arasındaki özdeşlik düşüncesine karşı çıktıkları bilinmektedir.) Bu nedenle Sufiler, insanın ya da müritlerin kendi şeyhlerinin gözetimi altında eğitim görmek ve sınanmak (oruç tutma, az uyuma, az konuşma vb.) suretiyle benliklerini temizlemek ve Tanrı’ya ulaşmak için bir dizi kural koymuşlardır. Tasavvuf erbabının yaratanı sık sık anması, başına gelen kötülüklere, kazalara ve diğer insanların olumsuz davranışlarına sabırla katlanması, Tanrı’nın verdiği nimetlere şükretmesi gerekmektedir.

Buradan Mevlana ve izleyicilerinin düşüncelerine geçebiliriz. En azından lafız düzeyinde Mevleviliğe göre de tasavvuf eğitiminin amacı insanın kendini bulmasını sağlamak, nefsini zayıflatmaya ve öldürmeye çalışmak, paraya kölelikten kurtulmak, Tanrısal olmayan varlıklardan arınmak, Tanrı’yı bulmak, onun içinde erimektir. Bunun yolu da onun kendisini mürşidi (yani yolgöstericisi) ya da şeyhine tabi kılması, onun tüm isteklerini kabul etmesi, onun sözünü dinlemesi, dahası ona itaati Tanrı’ya ve Peygambere itaat, ona karşı çıkmayı Tanrı’ya ve Peygambere muhalefet bilmesidir. Bu nedenledir ki Mevlana’nın, Mevleviliğin kurucusu sayılan oğlu Bahaeddin Veled şöyle diyordu:

“Şeyh yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Madem ki her şey Hak’tandır ve ona döneceğiz, o halde biran önce dönmek ve mesafeyi kısaltmak için bir şeyhe tâbi olmak gerekir. Allah, yeryüzüne nebîleri, insanları hidâyete yöneltmek ve dalâletten kurtarmaları için gönderilmiştir. Şeyh ve nebiler aynı durumdadırlar. Allah, şeyh suretinde Allahlık eder.”

Mevlana’ya göre tasavvufun amacı insanı olgunlaştırmak, onu insan-ı kamil (=kusursuz insan) haline getirmektir. Bunun için insanın çile çekmesi ve çeşitli sıkıntılara katlanması gerekir. Bu nedenle Mevlevi adayları; sema dönmeyi, ney çalmayı ve ilahi okumayı öğrendikten, tarikat eğitimi aldıktan, 1001 gün süreyle meydancılık, çamaşırcılık, bulaşıkçılık, sofracılık, kandilcilik, yatakçılık, türbedarlık gibi hizmetleri yerine getirdikten, belli bir süre hücrede çile çıkardıktan sonra tarikatın saflarına kabul edilirler. Geçerken, genellikle egemen sınıfların (feodal ve burjuva mülksahiplerinin) bir tarikatı olan Mevleviliğin çile çekme ve sıkıntılara katlanma anlayışının Sufi tarikatlarının çoğununkinden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Mevlana’ya göre gerçeği arayan kişinin dünyadan, dünya nimetlerinden kaçmasına gerek de yoktur. Çünkü, dünya Tanrının tezahürüdür. O şöyle demektedir:

“Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve Barıştır.” Ancak yaşam pratikleri Mevlana’nın ve Mevlevi tarikatının tepe noktalarında yer alanların dünya nimetlerinden hiç de kaçmadıklarını göstermektedir.

Mevlana için ölüm, yeniden doğma ve gerçek var oluştur. O, “Tanrı erlerince ölüm, Tanrı’yı görmektir.” (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 466) demektedir. Ona göre, biz dünyaya gelmeden önce özgür ve mutlu bir hayat yaşayan, ancak bu dünyaya gelerek bedenin tutsağı olan ruh, bedeni terkederek tekrar eski mutluluğuna kavuşabilir.

Mevlana bu düşüncesini şöyle dile getiriyor:

“Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Tanrı’nın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır.” (agk, s. 424)

“Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.” (Mesnevi I, s. 525) Bu nedenle Mevlana ölüm olayına “ortalama” insandan farklı yaklaşmaktadır. “Ortalama” insana göre ölüm, onun varoluşunun bitimi ve dolayısıyla kural olarak korku verici olaydır. Genelde tasavvufa ve özelde Mevleviliğe göreyse ölüm, öncesiz ve sonrasız gerçek olan Tanrı ile buluşma ve sonsuz yaşama kavuşmadır. Onun için Mevlana ölümü şeb-i aruz, yani sevgili ile buluşma anı olarak nitelendirmiştir.

Dolayısıyla tasavvufa bağlı insanın amacı, bu dünyada iken Tanrı’yla mistik iletişime geçmek, ona yaklaşmak, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmak, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmaktır. Bunun yolu kişinin yani müridin şeyhinin yardımıyla kendi benliğine, gönlüne yönelmesidir. Mevlana şöyle der:

“Canının içinde bir can var, o canı ara!/ Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!/ A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara;/ Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!” (Rubâîler I, s. 43)

Burada yapılmak istenen, bir yandan da fiziksel çalışma, halvete çekilme yoluyla sınanan müridin riyazet (=az yeme-içme yoluyla nefsi kırma) ve ibadetle arındırdığı yüreğine Tanrı’nın yerleşmesini sağlamaktır.

Mevleviliğin simgesi sayılan sema, işte bu Tanrı’yla birleşme, onun içinde erime eyleminin önemli bir öğesidir. Mevleviler semahanelerde; rebab, zurna, nakkare ve başarat adlı çalgılarla yapılan müzik ve okunan şiir eşliğinde olduğu yerde dönmek suretiyle sema yaparken kendilerinden geçtiklerine ve Tanrı’ya yaklaşmakta olduklarına inanırlar.

Bu çerçevede Mevlana, tasavvufu şöyle tanımlamaktadır: “Tasavvuf aşk ve vecdle ilahi vuslata erişmektir. Can ve beka alemidir.” Burada “aşk ve vecd ile ilahi vuslata ermek”ten kasıt, seven ile sevilenin birleşerek tek bir vücut haline gelmesidir; bir başka deyişle tasavvufun özü Tanrı’ya duyulan aşktır. İnsan ancak Tanrı’ya aşkla ulaşabilir. Şimdi onun bu konudaki düşüncelerinden bir buket sunalım:

“Dünyada aşk gibi bir üstad, bir mürşit ve insanı doğru yola ulaştıran bir kimse yoktur.” (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 408)

“İnsanlar, kuşkular, işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu işkili gidermeye imkan yoktur; meğer ki aşık olsun. Aşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. Bir şeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder o sevgi seni.” (Fihi Mafih, s. 86)

“Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun.” (Fihi Mafih, s. 146)

“Aşksız yaşama ki, ölü olmayasın;

“Aşkla öl ki diri olasın.” (Mektuplar, s. 36)

“Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Hakk’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir.” (Mesnevi VI, s. 971)

“Ebubekir’in diğer insanlara üstünlüğü çok ibadet etmesinden değil, Tanrının lütfettiği sevgi yüzündendir.” (Fihi Mafih, s. 186)

İnsanlara bu dünyada iken Tanrı’yla mistik iletişime geçmeyi, ona yaklaşmayı, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmayı, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmayı öneren Mevlana’nın düşünce sistemi içinde akıl ve –o dönemde daha çok “felsefe” sözcüğüyle karşılanan- bilim en iyimser bir anlatımla ikincil bir yere sahiptir. (Tam da burada İslam’da ve Mevlana’daki “ilim” sözcüğünün bugün kullanmakta olduğumuz “bilim” sözcüğüyle bütünüyle örtüşmediğinin altı çizilmeli. Örneğin Gazali (ölümü 1111), ancak Tanrıbilim kapsamındaki bilgilerin ilim (ya da bilim) olarak nitelenebileceğini, bunun dışındaki düşünsel ve entellektüel çalışmaların bu kategoriye sokulamayacağını ileri sürüyordu. Bugün bilim dediğimizde matematiğin dalları da içinde olmak üzere doğa ve toplum bilimlerini anlıyor, metafiziği, tanrıbilimi vb. bu kavramın dışında bırakıyoruz. İslam’a göre ise “İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur’ân’ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur’ân’ı okur.” İslam anlayışı ilmi vahiysel bir gerçeklik olarak algılar ve onun kaynağını ise Tanrı olarak görür.)

Genelde mistikler ve özelde İslam mistikleri ya da mutasavvıflar aklı güvenilir bir bilgi kaynağı saymazlar. Cemil Sena’nın dediği gibi,

“Genel olarak mistikler için bir akıl gözü, bir de kalp gözü (basiret gözü) vardır. Onlar aklı yalancı bir fakülte saydıkları için, bunun yanıldığına, aldandığına inanırlar. Onlara göre, insanı sonsuzlukla özdeş bir hale getiren aşk’tır; bunun için de aklı bir tarafa atmalıdır.” (Hazreti Muhammed’in Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s. 47)

Ünlü bir din bilgini olduktan, uzun süre hocalık yaptıktan sonra dinin gerçekliği konusunda kuşkuya düşen ve daha sonra İslamla tasavvufu bağdaştıran Gazali “…. aktif Sufizmi, Ustalık kapasitesine sahip çok sınırlı sayıda insanın gerçekleştirebileceği uzmanlaşmış bir girişim sayıyordu.” (Idries Shah, The Sufis, s. 172) İslam dünyasının en büyük otoritesi sayılan Gazali, İhya Ulum ed-Din (=Din Bilimlerinin Canlandırılması) adlı yapıtında şöyle diyordu: “İlahi ilim konusu öylesine derindir ki bunu ancak ona sahip olanlar gerçekten bilebilirler Bir çocuk, bir yetişkinin marifetleri konusunda gerçek bir bilgiye sahip olamaz. Sıradan bir yetişkin bilgili bir insanın marifetlerini anlayamaz. Aynı şekilde, bilgili bir insan aydınlanmış velilerin ya da Sufilerin deneyimlerini anlayamaz.” (agk, s. 176)

Mevlana da tasavvufa, yani İslam mistisizmine bağlılığı nedeniyle aklın sınırlılığını, her şeyin akılla kavranamayacağını, daha doğrusu esas olanın sezgi, dinsel deneyim, keşif ve esin olduğunu savunmakta, hatta yer yer aklı ve bilimi aşağılamaktadır. “Akıl, Hakk’a ulaşma yolu değildir” diyen Mevlana bir şiirinde felsefeyi ve felsefecileri şu sözlerle aşağılıyordu:

“Küçük felsefeci kör olacak / Işık ondan uzakta kalacak / Felsefecide dinin çiçeği açmayacak / Çünkü Sen onu onda dikmeyeceksin.” Ona göre,

“Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı.

Aşkın da aşıklığın da hakikatini söyleyecek yine aşktır.” (Mesnevi I, s. 120).

“Akıl, Tanrı gölgesidir. Tanrı ise Güneş…. gölge güneşe karşı durabilir mi?” (Mesnevi IV, s. 211)

“Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar.” (Mesnevi VI, s. 1370)

Yrd. Doç Dr Celaleddin Çelik, 2002’de kaleme aldığı “Mevlana’nın Fikirlerinin Türklerin Dini Hayatına Etkileri” adlı yazısında bu konuda şunları söylüyordu: “Mevlana sürekli olarak dinî tecrübeyi de öne çıkarmıştır. O’nun, düşüncelerinde duygusal ve sezgisel ağırlık, derin bir dinî tecrübeyi benimsemesi ile bağlantılıdır. Cüz- i aklın sınırlarına işaret eder, kişisel tecrübelerin mantıki tartışmalardan ve beş duyudan daha ikna edici olduğunu savunur.”[2]

Ünlü mesnevihan Şefik Can ise, 21 Kasım 2007 tarih ve “Hazreti Mevlana’nın Etrafındakiler” başlıklı yazısında,

“Aslında (Endülüs kökenli ünlü Sufi- G. A.) Muhyiddin-i Arabi de, Mevlana Hazretleri gibi aklın mahsulü olan bilgiyi çok gerilere atmıştır. O da Mevlana gibi iman yolunda, aklı kurban etmiştir de gönül yolunda, keşf ve ilham yolunda yürüyerek Şeyh-i Ekber olmuştur” derken Mevlana’nın “Mustafa’nın (yani Hazreti Muhammed’in- G. A.) huzurunda aklı kurban et” deyişine göndermede bulunmakta ve –çok ünlü bir Sufi alim olan- Arabi gibi Mevlana’nın da aklı ve akıl ürünü bilgiyi önemsemediğini kabul etmektedir.

Bütün bunlar ve egemen sınıflarla ve devlet aygıtıyla içli-dışlı olmaları Mevlevileri, bağnaz Müslümanların saldırılarına uğramaktan alıkoymamaktadır. Mevlana’nın Hristyan din adamları, esnaf ve zanaatkarlarıyla rahat bir ilişki içinde olmuş olması, onun bazı öykülerinin erotik bir nitelik taşıması, Mevlevilerin şarap içebilmeleri, müzik ve şiir yapmaları, raksetmeleri ve diğer güzel sanatlarla uğraşmaları, kadın-erkek ilişkileri konusunda liberal denebilecek bir tavra sahip olmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında çağdaşlaşma adına yapılan reformlardan yana tutum almaları vb., onları Türkiye ve dünya burjuvazisinin ana gövdesi ve burjuva aydınları katında saygın bir konuma oturtmaktadır; ama bütün bu saydığım özellikleri Mevlana ve Mevlevilerin bağnaz Müslümanlar tarafından Kuran’ın ve İslam’ın ilkelerine aykırı konumda ve sapkın kişiler olarak algılanmaları için fazlasıyla yeterli olmaktadır. Gerçekten de Mevleviler ortodoks Müslümanlardan farklı olarak varlığın birliği anlayışını savunmakla ve ayinlerinde musiki ve sema’ya yer vermekle kalmamışlardır; onlar resme de karşı çıkmamış, dahası şiire, müziğe, hattatlığa ve genelde güzel sanatlara ilgi göstermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu döneminin birçok ünlü divan şairi Mevlevidir. Doç. Dr. Osman Horata, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisinde yayımlanan “Mevlana ve Divan Şairleri” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Edebiyatımızda Mevlevi olan Divan şairlerinin sayısı 300’ü bulmaktadır. Bu Mevleviliği yüzde 68 gibi büyük bir oranla Divan şairlerinin en çok rağbet ettikleri tarikatların ilk sırasına yerleştirmektedir. Diğer tarikatların oranı ise yüzde 10’ların altında kalmaktadır.”

Ahmet Özalp’ın deyişiyle, “Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur.” (Mevlevilik)

Tabii bütün bu farklı ve özgün yanları, “ılımlı” ve entellektüel bir Sünni tarikatı olan Mevleviliğin İslam’ın genel çerçevesinin dışına çıktığı anlamına gelmemektedir. Zaten Mevlana da, “Canım bedenimde oldukça Kuran’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse; ondan da şikayetçiyim ben, bu sözden de şikayetçiyim” ya da “Tıpkı bir pergel gibi; bir ayağım şeriatte sabit olduğu halde, öteki ayağımla bütün kainatı dolaşırım” deyişleriyle bunu doğrulamaktadır.

Sultan Veled’den itibaren Mevleviliğin bir tarikat haline gelmesiyle birlikte Konya’daki merkez tekke şeyhliği babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmeye başladı. Zamanla merkez tekke şeyhliği makamına oturan kişiye Çelebi adı verilir oldu. Tarikatın şeyhi önceleri, makamda oturan kişi tarafından belirlenirken bunlar daha sonra öndegelen tarikat yöneticilerinin onayıyla atanmaya, hatta bazan padişahların iradesiyle saptanmaya başladı.  

XIII. Yüzyıl Anadolusu

a- Anadolu Selçuklu Devleti

Her düşünür gibi, kaçınılmaz olarak yaşadığı dönemin maddi koşullarının ve entellektüel ortamının bir ürünü olan Mevlana’nın görüşlerinin gerçek anlamını ve onun ünlü “hoşgörüsü”nün sınıfsal niteliğini kavramak için, onun yaşadığı çağa, bu çağın siyasal ve ekonomik koşullarına ve entellektüel ortamına bakmak zorundayız. Bu bölümde bunu bir ölçüde yapmaya çalışacağım.

Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusu; can çekişmekte olan Doğu Roma ya da Bizans İmparatorluğu, Orta Asya’dan kalkan ve önüne gelen bütün ülkeleri ve orduları yerle bir eden Moğol akınları, yoksulluk ve zulme karşı ayaklanan göçebeler ve yoksul köylüler, zanaatkarlar, Anadolu Selçuklu devleti ve –sürmekte olan Haçlı seferleri gibi- diğer bazı daha önemsiz aktörler arasındaki karmaşık ilişkiler ağı ve Selçuklu devletinin tarihsel evrimi temelinde anlaşılabilir. Ben burada bu ilişkiler ağına ve XIII. yüzyıl Anadolusu’na kuşbakışı göz atmakla yetineceğim.

Kabaca 1075-1308 yılları arasında hüküm sürdüğünü söyleyebileceğimiz Anadolu Selçuklu devleti, 1038-1157 yılları arasında hüküm süren Büyük Selçuklu devletinin gerileme ve parçalanma süreci içinde ortaya çıkmıştı. Anadolu Selçuklu devleti, 476-1453 yılları arasında hüküm süren Bizans ile 1299-1923 yılları arasında hüküm süren Osmanlı arasındaki bir geçiş dönemi devleti gibi algılanabilir. Anadolu Selçuklu devleti dönemi, Anadolu’nun, -çeşitli nedenlerle- oldukça yavaş ilerleyecek olan bir Türkleşme ve Müslümanlaşma sürecine girdiği, ama aynı zamanda Bizans’la, Haçlılarla, Büyük Selçuklularla, başta Danişmendliler gelmek üzere diğer Türk ve Kürt beylikleriyle, Eyyübilerle, Gürcülerle, Moğollarla vb. yapılan sürekli savaşlarla ve iç çatışmalarla / hanedan kavgalarıyla geçen bir dönemi olacaktı. Büyük Selçukluların, Bizans’ı 1071’de Malazgirt’te yenmelerinin ardından Türklerin Anadolu’ya daha büyük yığınlar halinde girmeye başladığı biliniyor. O sıralar iç çatışma ve parçalanmalarla iyice zayıflamış ve büyük ölçüde çürümüş olan ve giderek küçülen Bizans varlığını, ancak Türk ve Frank kökenli paralı savaşçıların yardımıyla ve gerek Rumeli ve gerekse de Anadolu’dan üzerine yürüyen daha geri ve barbar toplulukları birbirine karşı kullanarak ya da assimile ederek koruyabiliyordu. 1071’den sonra, büyük ölçüde kendi inisiyatifleriyle hareket eden Türk akıncıları hızla Batıya doğru ilerleyecek,[3] 1081 yılında Bizans için simgesel ve dinsel bir önem taşıyan İznik’i ele geçirecek, bunu Bizans’ın, Türk akınlarına karşı yardım için başvurduğu Papalığın ve Batı Avrupalı kralların örgütleyeceği Haçlı Seferlerinin özellikle birincisi (1096-99) ve ikincisinin (1147-49) Selçukluları geçici olarak geriye atması izleyecekti. Ancak Bizanslıları 1176’da Afyonkarahisar yakınlarındaki Miryokefalon’da ağır bir yenilgiye uğratmalarının ardından Anadolu Selçukluları yarımada üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiler. Çok geçmeden Bizans, kendisine yardım edeceğini umduğu Batı Avrupalı Hristyanlardan da ağır bir darbe yiyecek, 1200’de başlayan Dördüncü Haçlı Seferi Konstantinopolis’in 1204’te Haçlılar tarafından işgaliyle ve Konstantinopolis ve yakın çevresinde kurulan ve Bizanslıların saldırıları yüzünden ancak 1261’e kadar yaşayabilen Latin Krallığının kurulmasıyla sonuçlanacaktı.

1205’te I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci kez tahta çıkışından, I. Alaeddin Keykubat’ın öldüğü 1237 yılına kadar uzanan dönem, Anadolu Selçuklu devletinin en parlak dönemi sayılmaktadır. Herbert J. Muller, mimari yapıtlara olan tutkusu nedeniyle “Selçuk Jüstinyeni” diye tanımladığı I. Alaeddin Keykubat’ın Konya’yı çağın en büyük kentlerinden biri haline getirdiğini, bu dönemde Selçuklu mimarlarının çok sayıda görkemli cami, medrese, türbe vb. inşa ettiklerini, Konya’yı ve kendi sarayını Moğol istilasından kaçan Sufilerin, din adamlarının, şairlerin, filozofların, sanatkarların, ustaların barındığı bir merkez haline getirdiğini söylüyor. Muller, I. Alaeddin Keykubat’ın hükümranlığı döneminde Bizans ile karşılıklı kültürel alışverişin yoğunlaştığına işaret ettikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Konya, gerçekten uygarlaşabilmesi için bir yüzyıldan fazla bir süre geçen imparatorluğun, şimdi trajik ölçüde kısa bir altın çağ yaşayacak ve ömrü Selçukluların Moğollara 1243’te yenilmesiyle sona erecek olan mücevheriydi.” (The Loom of History, New York, The New American Library, 1961, s. 327) V. Gordlevski, Muller’in gözlemlerini doğruluyor. O, Selçukluların Küçük Asya’da çok sayıda han, kervansaray, cami, medrese, darülaceze vb. yaptırdığını söyledikten sonra şunları söylüyordu: “Sultan I. Alaeddin Keykubat, camiler, kervansaraylar gibi anıtsal yapılar dikmektedir; kentler kurmakta (Alaiye ve Kubadiye), Konya’nın ve Sivas’ın surlarını restore etmekte, başkentin su dağıtım sistemiyle ilgilenmektedir… Ticaret büyük kazançlar getirmektedir; zenginlikler yalnızca feodallerde yoğunlaşmakla kalmamaktadır…

“Bu görkemli yapıları gören yabancı, kurucularının zenginliği karşısında saygıyla dolu bir heyecan duyuyordu. Ticaret genişliyor, sermaye ve az bulunan mallarla ilgili işler çeviren feodaller sınıfı zenginleşiyor, zenginleştikçe yapı yapıyordu.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 238-39)

Anadolu Selçuklu ordusu önceleri, kendi beylerinin komutası altında savaşan Türkmen savaşçılarına dayanıyordu. Hatta bu Türkmen savaşçıları Bizans’a karşı savaşarak, XII. yüzyılın ikinci yarısına kadar merkezi otoritesi zayıf olan devletin sınırlarını hızla Batıya doğru genişletmişlerdi. Merkezi devlet ise, bir yandan feodal beylere dağıttığı iktalar aracılığıyla hem onlara bağlı Türkmenleri yerleşik hale getirmeyi ve onların tarımsal üretim yoluyla yaratacağı artı-ürünü gasbetmeyi hedefliyor, hem de bu yerel beylerin sadakatini güvence altına almayı ve herhangi bir savaş anında onlara bağlı savaşçıları hizmete çağırmayı hesaplıyordu. Ancak, merkezi devlete bağlılıkları sık sık değişebilen yerel beylerle ve özellikle de askeri disiplini zayıf olan Türkmen yığınlarıyla bağları zayıfladığı ölçüde Selçuklu yönetimi giderek daha çok paralı askerlere ve / ya da kiralanan birliklere bağımlı hale gelmeye başladı. Bu süreçte sultan ve sarayın korunması, çoğunluğu Türk-olmayan yabancı etnik gruplardan askerlere emanet edilecekti.

Şurası da unutulmamalı ki, Anadolu Selçuklu devleti esas olarak yoksul Türkmen kitlelerine dayanmakla birlikte onları aşağılayan ve küçükseyen, hatta Türkçe değil Farsça konuşan / yazan ve kendilerine Keykubat, Keykavus, Keyhüsrev gibi Farsça adlar veren ve pek çok durumda Türk-olmayan eşlerle evlenen sultanlar ve onlara bağlı askeri şefler ve / ya da yerel feodal beyler tarafından yönetiliyordu. Prof. Dr. Mustafa Akdağ’a göre “gerek siyasi hakimiyetinin sembolü olmak ve gerek şehirde oturan Türk-Müslüman cemaatin idaresini İslam esasları dahilinde sağlamak gayesiyle, eline geçen her şehre İran’dan bir kadı tayin edip yol”layan (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Cem Yayınevi, 1974, s. 13), hatta vezir, diğer yönetici, hattat vb. açığını bu ülkeden karşılayan Selçuklu devleti zaman içinde, yani yığınlara giderek daha fazla yabancılaşmasına ve daha yerleşik bir karakter kazanmasına paralel olarak savunmasını paralı –Frank ya da Türk- askerlere emanet eden merkezi askeri-feodal aristokrasinin bir devleti haline geldi. Dışardan ya da uzaktan bakanların ilk başta gözüne çarpan ihtişamı, yoksul göçebe ve köylü Türkmen kitlelerini acımasızca ezen ve sömüren askeri-feodal beylerin çıkarlarını savunan Anadolu Selçuklu devletinin özünde yatan zayıflığı gizlemeye yetmiyordu.

Anadolu Selçuklu devletinin önemli bir sömürü ve kazanç kaynağı da köle ticaretiydi. Gordlevski bu konuda şunları yazıyordu:

“Askeri seferler, canlı işgücü yedeklerini, sürekli olarak bütünlüyordu; savaş ganimeti olarak bu güç feodala ucuz, bedava veriliyor ve tutumsuzca harcanıyor, çabucak azalıyordu. Fethedilen kentlerin ve bölgelerin halkı (çoğunlukla Hristyanlar), köle topluluğuna dönüşüyor, kalabalıklar halinde, ülke içinde oradan oraya sürülüyordu…

“Savaştan sonra kentlerin pazarlarını, köleler ve tutsaklar dolduruyordu. Bunlar, hem Kıpçak bozkırlarından, hem Akdeniz kıyılarından getiriliyordu. Ama, barış zamanında da köle akını daima sürüyordu; köle ticareti büyük karlar sağlıyordu.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 166)

“Kral II. Levon’a karşı, Ermenistan üzerine yapılan sefer sırasında, ‘hesaba gelmez, sayısız ganimet’ ele geçirilmişti… Kayseri’de güzel bir Ermeni (erkek ya da kadın) tutsak 50 akçeye satılıyordu. Bu, kışın, sert soğuklarda (Küçük Asya’da etine büyük değer verilen) bir kekliğin fiyatından daha yüksek değildi.” (agk, s. 169)

Speros Vryonis ve Bar Hebraeus da XII. ve XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçuklularının giriştikleri seferlerde çok sayıda Hristyanı tutsak aldıktan sonra onları köle olarak sattıklarını belirtiyorlar. Örneğin, Bar Hebraeus’a göre Edessa’nın (=Urfa) ele geçirilmesinden sonra 16,000 Hristyan köleleştirilmiş ve Halep’te satılmıştı. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism and the Islamization of Asia Minor, 11th Through 15th Century (=11. Yüzyılla 15. Yüzyıl Arasında Ortaçağ Helenizminin Çöküşü ve Küçük Asya’nın İslamlaşması) adlı yapıtında Selçukluların Batı Anadolu’da giriştikleri seferlerde onbinlerce Greki köleleştirdiklerini belirtirken Süryani Mikael’in Kroniki’ni esas alan Bar Hebraeus Selçukluların 1185 ve onu izleyen yıllarda Kapadokya, Ermenistan ve Mezopotamya’da 26,000 kişiyi tutsak aldığını ve satılmak üzere köle pazarlarına gönderdiğini yazıyordu. Devam edelim.

Giderek keskinleşen sınıf çelişmeleri, 1230’larda çok miktarda göçmenin Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya sığınması ve gene Moğollardan kaçan Harezm kuvvetlerinin Anadolu’nun doğu illerindeki süregelen silahlı varlığı sonucu siyasal ve ekonomik istikrarın iyice sarsılması, bardağı taşıran son damla oldu: 1239’da, Anadolu Selçuklu devletine ağır darbeler indiren ve ertesi yıl büyük zorluklarla bastırılabilen Babai ya da Baba İshak ayaklanması patlak verdi. Onu Keykubat’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev komutasındaki Selçuklu kuvvetlerinin 1243’te Kösedağ savaşında Moğollara yenilmesi ve Anadolu Selçuklu devletinin onlara bağımlı hale gelmesi izledi. Giderek daha da zayıflayan, iç çekişmeler ve Moğol / İlhanlı baskısı ve entrikaları yüzünden birkaç parçaya ayrılan bu kukla devlet, son sultan II. Mesud’un 1308’de ölümüyle sona erdi. Şimdi bu süreçte belirleyici rol oynayan iki önemli tarihsel olaya biraz daha yakından bakalım.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               

XIII. Yüzyıl Anadolusu

b-Babai İsyanı

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin vakanüvis, düşünür ve entellektüellerinin ezici çoğunluğu, -kendi dünya görüşleri nedeniyle- tıpkı bugünkü ardılları gibi, yaşadıkları toplumun refah ve debdebe içinde yaşayan küçük bir sömürücü azınlıkla açlık, yoksulluk ve zulme mahkum kılınmış bir çoğunluk arasında bölünmüş olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye özen gösterirler. Dolayısıyla, Sultan ve ona vasallık eden feodal beylerden / askeri şeflerden ve büyük tacirlerden oluşan egemen sınıfla büyük çoğunluğu yoksullukla boğuşan köylüler, göçebe topluluklar ve zanaatkarlar arasındaki, bazan sert çatışmalara dönüşen keskin sınıf çelişmeleri dikkate alınmadan yapılacak herhangi bir tarih yorumu ve / ya da dönem analizi son derece yanıltıcı olmaya mahkumdur. Bu husus, Mevlana gibi kişiliklerin konumunu, felsefesini ve duruşunu değerlendirmek bakımından da belirleyici önem taşır. Babai isyanına geçmeden önce, büyük çoğunluğu hiç de Marksist ya da devrimci olmayan araştırmacıların sunduğu ve Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusu’nda emekçi yığınlarla feodal egemen sınıfları arasındaki derin uçurumu gösteren bazı verilere göz atalım.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı reaya’nın (sözcük anlamı, “bir kimsenin yönetimi altında bulunan/lar”), yani üretici köylünün, görünüşte feodal devlete ait olan, ancak uygulamada kullanım hakkının yanısıra denetimine de sahip bulunan yerel feodal beylere ve / ya da askeri şeflere bağımlı olan toprağın el değiştirmesiyle birlikte köylülerin de toprak köleleri gibi efendi değiştirdiğini söylemektedir. O, merkezi devletin, askeri işlev ve yükümlülükleri de bulunan yerel feodal beylere verdiği toprak, yani ikta ya da diğer topraklar (mülk ve vakıf) üzerinde çalışan ve verdiği vergilerle egemen sınıfın sonu gelmez gereksinimlerini karşılayan serf konumundaki üretici köylünün durumunu şöyle anlatıyordu:

“Selçuki devleti topraklarındaki halk, arazinin idare tarzına göre ikta, mülk ve vakıf reayası idiler; bunlar öşür ve vergilerini kimin reayası iseler ona verirlerdi; toprak nereye aitse köylü de oranın reayası sayılırdı. Toprak ikta ise ve o ikta kime verilmiş ise orayı ekip biçen halk da o iktanın sahibinin reayasından addedilirdi. Toprak vakfa tahsis kılınmış veya mülkiyet üzere kime terkedilmiş ise reaya da oranın malı idiler. Bir mülk arazi vakfa intikal etse veya bir ikta mülk olsa köylü de toprağı ile beraber vakıf veya mülk raiyyeti olurdu.” (Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1970, s. 116)

Osman Turan daha X. yüzyılda, yani Anadolu Selçuklu devletinin ve hatta Büyük Selçuklu devletinin kurulmasından önce Türk toplulukları içinde sınıf çelişmelerinin gelişmekte olduğunu şu sözlerle doğruluyordu:

“… büyük zenginler ile fakir kitleler arasında husule gelen iktisadi tezat ve uçurumlar… birbirine düşman zümreler meydana çıkarmış idi.” (Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul, Turan Neşriyat Yurdu Yayınları, 1969, s. 328)

Yazar kitabında Anadolu Selçuklu egemen sınıfı mensuplarının zenginliğine ilişkin şu çarpıcı bilgileri de veriyor.

“Bu gelişim sürecine bağlı olarak büyük bir varlıklı sınıf türemişti. Örneğin, Çankırılı Nusretüddin Çelebi’nin malvarlığının –taşınmaz mallar dışında- 10,000 koyun, 700 at ve 500,000 dirhem nakit olduğu; Moğolların Harput Kadısı Seyid Mecdeddin’den 500,000 dirhem, Aksaray’lı Şeyh Hacı Hamus’dan öteki mallarının yanısıra 12,000 altın aldıkları bilinmektedir. Hoca Mecdeddin’in bir kervandaki kumaş yüklerinin 50,000 dirhem değerinde olması, bir başka kervanda ise 300,000 yük şeker ve 100,000 altın bulunması bu konuyu aydınlatacak niteliktedir” (agk, s. 296-97)

“Konyalı vezir Fahreddin Ali muazzam bir servete sahip idi. Kendisine, evlatlarına ve mensuplarına ait iktalar hariç günlük iradı 7,000 dirhem tutuyordu. 200 hassa kölesi hizmetindeydi. Onu otağında ziyaret eden Abdullah bin Abdüzzahir büyük hükümdarlardan daha debdebeli bir hayat sürdüğünü, hayrat ve iyiliğinin çok olduğunu ve bununla şöhret bulduğunu söyler.” (agk, s. 295-96)

Turan, Büyük Selçuklu devleti ve Anadolu Selçuklu devletinde üretim ve ticaretteki gelişmenin egemen sınıf mensuplarını zenginleştirirken köylüyü yoksullaştırdığını da söylemektedir:

“Ticari kazanç ve servetlerin artması karşısında umumiyetle toprak gelirine dayanan vergiler kifayetsiz kalıyor ve içtimai adaletsizliğe sebep oluyordu… Bu iktisadi inkişaf sayesinde büyük bir sermayedar ve zenginler sınıfı meydana gelmiş(ti).” (agk, s. 267)

Bu gelişmeye Mustafa Akdağ da işaret etmektedir. O, Türkmenlerin Anadolu’ya kitlesel olarak girdiği 1071’den sonra Batıya doğru sürülen Hristyan ahalinin mal ve mülküne gaza gerekçesiyle ve askeri güç kullanarak el koyan askeri şeflerin zenginleşmesini şöyle anlatıyordu: “Türk asker ve beyleri zaptettikleri şehirlerde arsa spekülasyonları yapmayı ve ganimet emlaki elde etmeyi çok sevdiklerinden, böyleleri çabucak askeri hüviyetlerini kaybederek hemen şehirlerin zengin ve nüfuzlu aileleri durumuna geçiyorlardı…

“Yukarda söylediğimiz üzere, gazilik sıfatlarından dolayı şehirlerde pek kolay ve çabuk servet yığan Türk zenginleri, medrese, cami, hanekah, zaviye gibi hayır müesseseleri yaptırmak ve bunları besleyecek vakıflar tesis etmekte çok cömertlik gösteriyorlardı…

“Şu halde, Türk ahalinin zenginliği, bilhassa gayrımenkule dayanmaktaydı. Şehir ve kasabaların etrafındaki kıymetli bağ ve bahçelerin çoğu Türklerin elinde olduğundan başka han, hamam ve dükkanlar dahi onlara ait bulunuyordu.

“…fertlerin refah ve zenginlik dereceleri de siyasi teşkilatta tuttukları mevkilerine tabi bulunuyordu. Mesela, bir şehirde, hükümet ricalini teşkil edenlerin aileleri zenginlikte de birinciydiler.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 13-16)

V. Gordlevski ise feodal beylerin ve köylülerin durumu hakkında şu bilgileri veriyor: “Küçük Asya’da köylülüğün ekonomik durumu konusunda, Vakayiname, doğal olarak susuyor. Köylülerin hangi yükümlülükleri taşıdıkları belli değildir, ama onlar ağır yükümlülükler taşıyorlardı. Patron, toprağa ve suya çağırdığına göre, yalnız toprak üzerinde değil, su üzerinde de hak ona aittir.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 174)

“Barış zamanında, köylülük hukuksuzluğa ve baskıya sessizce dayanıyordu, ama feodal sınıfın temsilcisi safyürek vakanüviste, her yanda sessizlik ve bolluk varmış gibi görünüyordu. Ama, köylülüğün esenliği, kuşkusuz görüntüsel, düşseldi.” (agk, s. 176)

Gordlevski, Selçuklu sultanlarının gösterişli yaşamından bir kesit sunarken şöyle diyordu: “Büyük zenginlikler feodallerin ellerinde yoğunlaşmış olsa da, tarım ürünleri, değiş tokuş edilen ya da satın alınan mallar ve mamul mallar, savaş ganimeti genellikle sultana gidiyordu…

“Sultan, gezisi sırasında, geçtiği her yerde, güzel erkek ya da kadın tutsaklardan, altın dolu keselerden, Türk ve Arap atlarından vb. oluşan armağanlar topluyordu. ‘Melikler’, sultana değerli taşlar sunuyorlardı…

“Sultanın tahta çıkışı sırasında, zengin armağanlar sunuluyordu…

“Sultanın haraçları feodallar tarafından, fazlasıyla, durumları gittikçe kötüleşen köylülere ödetiliyordu. Perişan durumdaki köylüler, dayanılmaz bir zulüm altında bunalıyordu…

“Ülkede zorbalık ve baskı egemenliği sürüyordu. Köylülüğün -reayanın-, haraçlardan şikayetleri sonuçsuz kalıyordu…

“Hoşnutsuzlar kesimi, belli ki kulluktan ve seferlerden yorgun düşmüş köylülerden çıkıyordu. Bunların yitireceği bir şey yoktu; savaş sırasında her şeyi yüzüstü bırakıyor, feodallerden kaçıyor ve ‘büyük ana yollara’ çıkıyorlardı: Buralarda kervanları soyuyorlardı. Soygunlar kent pazarlarında da sürüyordu ve alışılmış bir olgu haline gelmişti.” (agk, s. 162-64)

I. Alaeddin Keykubad’dan sonra tahta oturan II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde (1237-1246) merkezi devletin zayıflaması, biçimsel olarak devlete / kamuya ait olan iktaların giderek yerel feodal beylerin ve / ya da askeri şeflerin çıplak özel mülkiyetine dönüşmeye başlaması, bu katman mensuplarının göçebe Türkmenlerin yaylak ve kışlaklarını kendi özel topraklarına katmaya girişmeleri, Keykubad ve Keyhüsrev döneminde süregelen ardı arkası gelmeyen savaşların ve özellikle Moğollardan kaçarak Doğu Anadolu’ya sığınan Harezm ordularına karşı gerçekleştirilen seferlerin bedeli, Moğol selinin Anadolu’ya kaçmak zorunda bıraktığı yüzbinlerce göçmenin ülke ekonomisine getirdiği ek yük, Anadolu yoksul köylüsünün ve esas olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe Türkmenlerin durumunu daha da zorlaştırdı.

İşte, Anadolu’da yaşanmış olan halk hareketlerinin belki de en büyüğü olan Babailer isyanı bu koşullarda, 1239 yılında patlak verdi. Tarafların dinsel söylemine rağmen isyan işte bu ekonomik ve toplumsal nedenlerden kaynaklanıyordu; bu yüzdendir ki isyan, esas itibariyle yoksul Türkmen yığınlarına dayanmakla birlikte “her ulustan katışanlar vardı. Din, ulus ayırt etmeksizin sürüler (“halinde” olmalı- G. A.) bir yere geldiler.” (Müneccimbaşı’ya Göre Anadolu Selçukileri, Çev. Hasan Fehmi Turgal, İstanbul, Türkiye Yayınları, 1935, s. 59)

Remzi Yürükoğlu aynı konuda şunları belirtiyor: “Babailerin bir önemli özelliği de, yalnız Türkmenlere ve yalnız kendi inançlarına sahip insanlara seslenmemeleridir. Etnik ya da dinsel konumlarına bakmadan Anadolu’nun tüm ezilen kesimlerine seslendiler. Dolayısıyla, ayaklanmanın temel gücünü Türkmenler oluşturdu, ama her dinden ya da ırktan geniş kesimler de katıldı. Örneğin Kürtler, Ermeniler, Hristyanlar yoğun olarak katıldılar. Ayaklanmaya katılımı etnik ya da dinsel konumlar değil doğrudan sınıfsal konumlar belirledi. Şii kaynaklı sufizm bunun örtüsü oldu.” (Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, İstanbul, Alev Yayınevi, 1992, s. 252-53)

Ayaklanma, Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş bulunan –Baba Resul diye de anılan- Baba İlyas ve onun müridi Baba İshak tarafından örgütlendi. Yoksul halk kitleleri dayanılmaz hale gelen sözkonusu koşullarda Baba İlyas ve Baba İshak’ın önderliği altında örgütlenmeye giriştiler. Kutsal bir kişi olarak tanınan ve mucizeler yarattığına inanılan Baba İlyas, propagandasında; dünyanın sonunu getiren kötülerin ve zalimlerin yok edileceğini anlatıyor, içki sofralarında ve hareminde eğlenmekten başka bir iş yapmayan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kişiliğinde Selçuklu egemen sınıfını sergiliyor ve feodal beylerin topraklarına, sürülerine ve diğer mülklerine elkonacağını ve bütün bu zenginliklerin ayırım yapılmaksızın, ayaklanmaya katılacaklar arasında eşit olarak bölüştürüleceğini söylüyordu.

Ahmet Yaşar Ocak Babailer İsyanı adlı yapıtında hareketin anti-feodal bir toplumsal düzen ve ilkel de olsa ortak mülkiyet talepleriyle ortaya çıkmış olduğu ve farklı etnik ve dinsel gruplardan emekçileri biraraya getirdiği yolundaki saptamayı doğruluyordu. Dahası isyanın, sadece Selçuklu devleti ve egemen sınıfına değil, onların Mevlana gibi savunucularına da yöneldiğini belirtiyordu:

“Her hal ü karda hareket, temelde Celaleddin Rumi ve Mevlevilerin aristokratik hareketine karşıydı….

“Önce, Türkmen kendini dışlanmış görüyordu ve bu ‘dışlanma’yı da yaşıyordu. Onun yabancı bir uygarlığa mal olmuş aristokratik bir zümreye bir insiyaki (içgüdüsel) husumeti vardı. Baba İlyas, bu husumete bir de dini gerekçe yaratmıştı ve fakir Kürt ve Hristyan zümrelerin de desteğini sağlamıştı… Babailerin başarılarına amil bir başka etken de, İlyas’ın feodalizme karşı bir içtimai düzen sağlayacağı vaadi olmuştu. Göçebe zihniyetine çok iyi uyan bir çeşit müşterek mülkiyet sistemiydi bu. Bu arada, çeşitli kentlerde işsiz kalmış çok insan vardı; fityan zümrelerine mensup olanlar da dönemin kötü iktisadi koşullarından olabildiğince zarar görmüşlerdi ki bunlar her zaman, her türlü kargaşanın içinde bulunmuş insanlardı. Baba İlyas hareketi onlara uygun bir ortam sağlamıştı. Nihayet bu gayrımemnunlar zümresine, iktisadi krizlerden etkilenen bir kısım çiftçileri de eklemek gerekir.” (Aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri III, İstanbul, Simurg, 1997, s. 176-77, abç)

Gordlevski ise Babai isyanı konusunda şunları söylüyordu: “Köy, kentin üzerine yürüdü. Bu, kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle zulmedici feodaller arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek bir sınıf savaşımıydı. ‘Eski düzen’, köylüleri barış zamanında feodal için çalışmaya, savaş zamanında onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu.

“Köylüler köyleri yakıyor, büyük kin duydukları ‘soylu yurttaşları’ öldürüyor ve kent üzerine yürüyorlardı. Onlar, ‘Bize dost olan ganimete ortaktır’ diye bağırıyorlardı; isyancılara karşı çıkanları ise koşulsuz yokediyorlardı.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 180-81)

Bu arada verilerin Babai isyanının belli ölçülerde de olsa kentlerdeki yoksullaşmış zanatkarların bir bölümünü de etkilediği ve onları da saflarına kazandığı anlaşılıyor. Selçuklu egemen sınıfı ve onun çıkarlarını savunan Mevlana ve izleyicileri sadece, ezilen ve sömürülen emekçilerin büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul göçebe ve köylülere karşı olmakla kalmıyorlardı; onlar Ahilerin önderliğinde örgütlenmiş olan kentlerdeki zanaatkarları da kendilerine düşman olarak görüyorlardı. Ahilerin bazıları Mevlana’nın müridi olmuş olsalar da onlar genellikle Mevleviliğe karşı bir tutum içindeydiler. Bu karşıtlık, 1260’larda birçok kentte Ahilerin de içinde yer aldıkları ya da önderlik ettikleri Moğol-karşıtı ayaklanmalar sırasında daha da belirginleşecekti. Devam edelim.

Selçuklu ordusuyla Baba İlyas’ın Amasya, Çorum, Sivas, Yozgat ve Tokat çevresinde ve Baba İshak’ın Maraş, Adıyaman, Malatya çevresinde örgütlenmiş bulunan taraftarları arasında bir dizi şiddetli çarpışma yaşandı. Babailer II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ve ona bağlı valilerin ordularını birkaç kez ağır yenilgilere uğrattılar. Hatta Babailerin zaferleri karşısında paniğe kapılan sultan, başkent Konya’yı terkedip –bugünkü Beyşehir’e bağlı- Kubadabad’a çekildi. Babailerin propaganda, eylem ve zaferlerinin kendi Türkmen kökenli askerlerini de etkilemeye başladığını gören Selçuklular, sonunda 60,000 kişilik bir ordu topladılar ve ön saflara yerleştirdikleri paralı Frank ve Gürcü zırhlı askerlerinin yardımıyla isyancıları Kırşehir’in Malya ovasında yenilgiye uğratmayı başardılar. Selçuklular zaferlerini büyük bir kıyımla kutlayacaklardı. Vakayiname sadece iki-üç yaşındaki çocukların canlarının bağışlandığını belirtiyor. Babai isyanı yenilgiyle sonuçlanmakla birlikte çürüme sürecine giren askeri-feodal Anadolu Selçuklu devletine ağır bir darbe indirdi. Değişik etnik ve dinsel gruplardan ezilen ve sömürülen emekçileri aynı bayrak altında toplayan bu isyan, başta Şeyh Bedrettin hareketi olmak üzere daha sonraki halk hareketlerine güçlü bir maddi ve manevi miras bıraktı.

Tam da burada Bektaşi tarikatının kurucusu büyük Sufi Hacı (ya da Hace) Bektaş-ı Veli’nin de Baba İlyas’ın halifeleri arasında olduğunu, kardeşi Menteş’in aktif olarak Babai isyanına katıldığını ve bu isyanda yaşamını yitirdiğini anımsatmak gerekir. Osmanlı tarihçisi Aşık Paşaoğlu kendi adını taşıyan tarih kitabında bu konuda şunları söylüyordu:

“Bu Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadolu’ya gelmeye heves ettiler. Evvela doğru Sivas’a geldiler. O zaman da Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler… Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye geldiler. Menteş yine memleketine yöneldi. Hacı Bektaş, kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı, Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti. Onu şehid ettiler…” Egemen sınıfın ve onun sözcülerinin Hacı Bektaş-ı Veli’yi zararsız bir aziz durumuna sokma, hatta neredeyse devlet ve düzen yanlısı bir Sünni Sufi olarak göstermeye çalıştıkları biliniyor. Oysa, üzeri yoğun bir dezenformasyon çöplüğüyle örtülmeye çalışılan gerçek Hacı Bektaş-ı Veli’nin emeğe, bilgiye ve insanların kardeşliğine büyük değer veren, Babai isyanının yenilgisinden ve Baba İlyas ve Baba İshak başta gelmek üzere isyanın önderlerinin büyük kısmının öldürülmesinden sonra sağ kalan Babaileri eğiten ve örgütleyen ve bu toplumsal isyanın mesajını Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli köşelerine ve gelecek kuşaklara taşıyan bir çeşit ideolojik önder olduğunu göstermektedir.

XIII. Yüzyıl Anadolusu

c- Moğol istilası ve sonuçları

XIII. yüzyılda Çin’den Mezopotamya’ya kadar uzanan dev bir jeografiyi istila eden ve giriştikleri savaşlarda onmilyonlarca insanın ölümüne yol açtıkları tahmin edilen Moğollar –daha sınırlı ölçekte olmakla birlikte- Anadolu’ya da yıkım getireceklerdi. Prof. Ernst Werner, Orta Asya ve Çin’de Moğol istilasının, oralardaki nüfusun onda sekizini ortadan kaldırdığını söylemektedir. (Bkz., Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481), 2, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1988, s. 253) Nüfusbilimcilere göre XIII. yüzyılda toplam dünya nüfusunun 400 milyon dolayında olduğu gözönüne alındığında Moğol istilasının yol açtığı insan yitiminin boyutları daha iyi anlaşılır.

Cengiz Han’ın ve oğullarının komuta ettiği Moğol orduları 1209’da Kuzey Çin’i ele geçirip yağmaladılar ve 1218’de Karahitayları egemenlikleri altına aldılar. Onlar 1219-1220’de Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm İmparatorluğu’na saldırdılar; Sultan Muhammet’in 400,000 kişilik ordusunu yendikten sonra Buhara’yı yerle bir ettiler ve sivil halktan 30,000 kişiyi öldürdüler. Semerkant ve Belh, teslim olmalarına rağmen benzeri bir yağma ve toplu kıyıma hedef oldu. Arap gezgini İbni Batuta, bu tarihten yüzyıl sonra ziyaret ettiğinde bu kentler hala yıkık durumdaydı. Aldıkları tutsakları ordularının önüne yerleştiren, yani canlı kalkan olarak kullanan ve onları kendi yurttaşlarına karşı savaşmak ya da arkalarındaki Moğollar tarafından biçilmek seçeneğiyle yüzyüze bırakan Cengiz Han’ın ordusu aynı yıl Merv’i elegeçirdikten sonra kitaplığıyla ünlü bu kenti yerle bir etti. 1221’de uzun bir direnişten sonra teslim olmasının ardından Nişapur’un tüm kadın, çocuk ve erkekleri öldürüldü. 3,000 camisi ve çömlek fırınlarıyla ünlü Rey aynı akibete uğradı ve tüm nüfusu öldürüldü. Moğol valisine karşı ayaklanan Herat 60,000 sakini öldürülerek cezalandırıldı. Moğolistan’a dönen Cengiz Han’ın 1227’de burada ölmesinin ardından oğullarının yönettiği Moğol orduları Batı’ya doğru ilerleyişlerini sürdürdüler. 1220-21’de ve daha sonra 1234’de Moğollar Azerbaycan, Kuzey Mezopotamya, Gürcistan ve Ermenistan’ı işgal ettiler. Geçtikleri yerleri çöle çeviren Moğollar 1236 ile 1242 yılları arasında Güney Rusya, Ukrayna, Polonya, Moravya, Macaristan, Hırvatistan’ı kapsayan bölgeyi denetimleri altına aldılar. Bu arada, İran’da Hasan Sabbah’ın yönettiği Haşhaşinler’in kendilerine karşı ayaklanması üzerine Cengiz Han’ın torunu Hülagu’nun komuta ettiği bir Moğol ordusu Semerkant ve Belh üzerinden harekete geçti ve Haşhaşinler’in direnişini ezdi. 1258’de Moğol kuvvetleri, başında son Halife Müstasım’ın bulunduğu Abbasi devletinin başkenti Bağdat’ı kuşattı. Kentin, bir ay süren kuşatmadan sonra teslim olması, tarihin tanık olduğu en büyük yıkımlardan birine tanıklık edecekti. Kırk gün kadar süren talan, ırza geçme, yakma ve kıyımlar sonucunda sokakları kanla kaplanan dönemin en göz kamaştırıcı kentlerinden biri olan Bağdat tanınmaz hale getirildi. 800,000 dolayında kadın, çocuk ve erkeğin öldürüldüğü Bağdat’ın yüzlerce yıllık kültür birikimi, yani dev kitaplıkları ve sanat yapıtları acımasızca yokedildi.

Moğolların Transkafkasya’da gerçekleştirdiği vahşeti gözlemleyen ve onların kadınları, erkekleri, küçük yaştaki çocukları toptan katliama uğrattıklarını, hatta hamile kadınların karınlarını yararak ceninleri bile öldürdüklerini anlatan Arap tarihçisi İbnü’l Esir (ölümü 1233) şöyle diyordu: “Moğol Tatarların İslâm diyarına girişleri hadisesini kaleme almaktan yıllarca çekinip durdum… Kim bu büyük felaketin yazılmasını ve anlatılmasını kolay bir iş gibi görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı; keşke bu büyük felaketten önce ölüp gitseydim!.. Biri çıkıp, ‘Adem Aleyhisselam’ın yaratıldığı günden bugüne kadar, alemde bu felaketin benzeri görülmemiş ve yaşanmamıştır’ dese, mutlaka doğru söylemiş olur…

“Moğol çapulcuları, geçtikleri hiçbir şehri yakıp yıkmadan, uğradıkları en ufak bir köyü ateşe verip yağmalamadan geçmiyorlardı. Kendilerine yarayanı alıyor, alamadıkları eşyaları, evleri ve camileri ateşe veriyorlardı. Hatta değerini bilmedikleri için, ipek iplikleri bir araya toplayıp yakarak seyrediyorlardı.

“1220 yılında Cengiz Han’ın başlattığı Moğol İstilası, bir sene içinde Türkistan, İran ve Azerbaycan ülkelerini dehşet verici tahribatla, kan ve ateşle ele geçirmişti. Müslümanların uğradığı bu büyük belanın, dünyada benzeri görülmemiştir.”

Gerçekten de Moğol istilası Çin’den Mezopotamya’ya ve Orta Avrupa’ya kadar uzanan çok geniş bir bölgede yaşayan halklar ve uygarlıklar, özellikle de bir dizi İslam ülkesi üzerinde son derece yıkıcı bir etki yapmıştı. Kırk yıl gibi tarihsel açıdan görece kısa bir süre içerisinde Cengiz Han, oğulları ve torunlarının orduları sadece onmilyonlarca insanı katletmekle kalmamış, bütün bu devasa jeografinin ekonomisini neredeyse bütünüyle tahrip etmiş, sayısız kent ve kasabayı kitaplıkları, okulları, sanat yapıtlarıyla birlikte yakmış ve yıkmış, zanaatkarlar başta gelmek üzere yetişmiş insan gücünü ya katletmiş ya da Moğolistan’a götürmüş ve böylelikle İslam dünyasının yaşamaya başladığı durgunluk ve gerilemenin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuşlardır.

Moğol istilasının etkilerini daha 1230’lı yıllarda hissetmeye başlayan Anadolu 1243’de Sivas yakınlarında 10,000 kişilik Moğol ordusunun Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 70,000 kişilik ordusunu bozguna uğrattığı Kösedağ savaşının ardından Moğolların / İlhanlı Devletinin boyunduruğu altına girdi. Baycu Noyan’ın komutasındaki Moğollar; Erzurum, Sivas, Kayseri gibi önemli kentleri işgal ve yağma etmiş, bu arada onbinlerce kişiyi öldürmüşlerdi. Daha Moğollar gelmeden önce onlardan kaçan yüzbinlerce göçmenin Anadolu’ya girişi, ülkedeki istikrarsızlığı arttırmış, çok sayıda köylü topraklarını terketmek zorunda kalmış ve bu da tarımsal üretimin düşmesine yol açmıştı. Moğol istilası ve boyunduruğu, öncelikle ekonomisini tahrip ettiği Anadolu Selçuklu toplumunun yaşadığı bunalımı daha da derinleştirdi. Öte yandan Moğol işgalciler Selçuklu sultanlığını ortadan kaldırmayıp kendi vasallari olarak tutmayı, tahsildarları ve hoşnutsuzluğunu eyleme döken halka ve diğer öğelere karşı jandarmaları olarak kullanmayı yeğlemişlerdi. Bu da, manevi otoritesi zaten önemli ölçüde ortadan kalkmış olan kukla Selçuklu sultanlarına karşı bir kısmı halktan, bir kısmı da yerel feodal beylerden kaynaklanan bir dizi ayaklanmaya yol açarak ülkedeki kaosu derinleştirecekti.[4]

Gordlevski, Kösedağ savaşının ardından oluşan durumu şöyle betimliyor:

“Tarım altüst oldu; tarlalar bakımsız bırakılmıştı ve 1243 yılında ülkede ağır bir açlık başladı. Türkler yığınlar halinde Bizans devletinin sınırlarına yöneldiler…

“Küçük Asya’nın Erzurum, Kayseri gibi kültür merkezleri boş alanlara dönüşmüştü; sakinleri kırılmış, zanaatkarları Orta Asya’ya götürülmüş, halka yüksek vergiler yüklenmişti.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 66)

Mustafa Akdağ ise Moğol işgalinin sonuçlarını şöyle anlatıyordu:

“Konya, Kayseri ve Sivas’ın teşkil ettikleri üçlü başşehir mihveri parçalandığı, Moğol-Selçuki askeri gruplarıyla onlara karşı savaşan bağımsızlık mücahitlerinin çete şeklindeki grupları faaliyetlerini soygunculuk yoluyla besledikleri için, memlekette müthiş bir karışıklık çıkmış, adıgeçen başşehirler üçgeni çevresinde eski refahlı hayat tamamıyla yıkılmış, bölgeler, kasabalar ve şehirler arasındaki dengeli ilerlemişlik yokolmuş… böylece Selçukiler zamanında kurulan siyasi-sosyal ve iktisadi-sosyal düzen çökmüştür.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 2, s. 11)

O dönem için bile olağanüstü olarak nitelendirilebilecek bu açlık, yoksulluk, güvenliksizlik, kaos, felaket ve çaresizlik ortamında yığınların daha büyük ölçüde dine ve Sufi tarikatlara yönelmesi, bir bakıma kurtuluşu ya da kurtuluşun hayalini tekkelerde, şeyhlerin mucizelerinde, Tanrıda ve öbür dünyada araması hiç de şaşırtıcı değildir. Tabii tablonun bütünü bundan ibaret değildi ve 1278’deki Cimri (Siyavuş) isyanının da gösterdiği gibi onu değiştirmek için uğraş verenler de vardı. Ancak egemen ruh hali bezginlik, karamsarlık ve umutsuzlukla niteleniyordu. Dolayısıyla, XIII. yüzyıl Anadolusu’nda, insanları yatıştırmayı, onların acılarını dindirmeyi amaçlayan Sufi tarikatlarının güçlenmesi ve yaygınlaşması ve esas olarak Moğol saldırısı ve baskısı nedeniyle Harezm, Horasan, İran ve Mezopotamya gibi ülkelerden ve Semerkant, Belh, Baku, Bağdat gibi kentlerden çok sayıda düşünür, din bilgini ve mutasavvıfın yapıtlarını sığındıkları Anadolu’da vermeleri nesnelerin doğası gereğiydi. Bunlar arasında Muhyiddin İbni Arabi’yi (ölümü 1240), Necmüddin Daye’yi (ölümü 1256), Ahi Evran’ı (ölümü 1261), Hacı Bektaş-ı Veli’yi (ölümü 1270), Mevlana’yı (ölümü 1273), Sadreddin Konevi’yi (ölümü 1274), Fahrüddin Iraki’yi (ölümü 1280), Evhadeddin Kirmani’yi (ölümü 1298), Yunus Emre’yi (ölümü 1320) sayabiliriz.

Mustafa Akdağ bu konuda şunları söylüyordu: “Türkistanlı meşhur Şeyh Ahmed Yesevi’nin izinde yürüyen birtakım dervişler Anadolu’ya akın ettiklerinden beri, bilhassa XIII. asırda, medresenin klasik ve kitabi din anlayışı yanında, Türkiye halkına ‘veli’ yahut ‘ermiş dervişlerin’ hayallerinde tarifini bulan yeni bir din anlayışı telkin olunmaya çalışılmaktaydı. Görünüşte dünya nimetlerine kendilerini kaptırmaktan kurtulmuş olan bu yeni tip din büyükleri, bazı hayır sahiplerinin kurdukları zaviye ve tekkelere yerleşerek, bu müesseselerin vakıfları sayesinde propagandalarını çok verimli hale getirmişlerdi. Bununla beraber, tarikat hareketi cemiyeti, asıl Moğol istilasından sonra halk ruhunda meydana gelen derin bedbinlik devresinde sarmış bulunmaktaydı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 2, s. 47-48)

Mevlana’nın Düşünce ve Eyleminin Siyasal Anlamı

Mevlana’ya ve onun yazıp çizdiklerine objektif bir biçimde baktığımızda ne görürüz? Her şeyden önce, insanın kendine ve Tanrı’ya yönelmesi gerektiği düşüncesini. Nitekim yukarda Mevlana’nın; tasavvufa bağlı insanın Tanrı’yla mistik iletişime geçmek, ona yaklaşmak, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmak, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmak olduğunu savunduğunu söylemiştim. Zaman zaman açık siyasal tutum almış ve siyasal nitelikli açıklamalar yapmış olmakla birlikte Mevlana öncelikle ve doğrudan bir biçimde siyasetle ilgilenmemiştir. Ama bu, onun felsefesi / düşünce sistemi, sanatı ve –olduğu kadarıyla- eyleminin siyasal bakımdan tarafsız ya da sınıflarüstü olduğu anlamına gelmemektedir. Lenin’in de söylediği gibi siyasette tarafsızlık olamaz. O, “Sosyalist Parti ve Parti-Dışı Devrimcilik” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Siyasete ilgisizlik siyasal bakımdan doygunluk anlamına gelir. İyi beslenen bir insan bir ekmek parçasına karşı ‘ilgisiz’, ‘duyarsız’dır; ama aç bir insan bir ekmek parçası konusunda her zaman ‘partizan’ bir tutum alacaktır. Bir kişinin bir ekmek kırıntısı karşısında ‘ilgisiz ve duyarsız’ kalması, onun ekmeğe gereksinimi olmadığı anlamına gelmez; bu sadece onun ekmek bulacağından, asla ekmek sıkıntısı çekmeyeceğinden ve iyi beslenenler ‘partisi’ içindeki yerinin sağlam olduğundan emin olduğu anlamına gelir.” (“The Socialist Party and Non-Party Revolutionism”, Collected Works, Cilt 10, Moscow, Progress Publishers, 1965, s. 79) Kaldı ki Mevlana siyasette “tarafsız” olmadığını gösteren –aşağıda bazı örneklerini vereceğim- ve içerik ve üslup bakımından net bir dizi açıklama da yapmıştır.

Halkın büyük çoğunluğunun Selçuklu sultanlarının, yerel askeri-feodal beylerin, büyük tacirlerin, Moğol işgalcilerinin boyunduruğu altında ezildiği ve sömürüldüğü, açlık, evsizlik ve yaşam güvencesizliğiyle yüzyüze olduğu, dahası kan ağladığı koşullarda Mevlana gününü gün etmekte, şiir yazmakta, sema yapmakta, ders vermekte ve zaman zaman da düzene isyan eden insanları yermekte, onlara çatmaktadır. Emekçi yığınların bir bölümü kendi yerel önderlerinin ya da işgal-karşıtı bazı feodal beylerin komutası altında Selçuklu yöneticilerine ve / ya da Moğol istilacılarına karşı savaşırken onlara, bütün bu gelişmelere sırtlarını dönmelerini, “geçici” olan bu dünyaya boş vererek öbür dünya için hazırlık yapmalarını öneren Mevlana şöyle buyuruyordu:

“Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Tanrı’nın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır.” (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 424)

“Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.” (Mesnevi I, s. 525)

Mevlana ve onun tarikatı dünyayı zindan, öbür dünyayı mesire olarak görmekte ve insanın esas çaba ve dikkatini Tanrı’yla birleşme, onun varlığında erime uğraşı üzerinde yoğunlaştırması gerektiğini ileri sürmektedirler; dolayısıyla onların yığınlara mesajı, bu dünyada başlarına gelen felaketlere, çektikleri acılara aldırmamaları ve sabretmeleri, hallerine şükretmeleri ve kurulu düzene karşı çıkmamaları olacaktır. Mevlana daha da ileri gitmekte, sabrın kişi için bir huzura kavuşma, ibadet, Tanrı’yı düşünme ve anma demek olduğunu, “yaratık”tan, yani bu bağlamda yöneticilerden şikayet etmenin “Yaradan”dan şikayet etmek anlamına geldiğini söylemektedir. Ona göre insan haline şükretmediğinde memnuniyetsiz, yoksun ve üzüntülü olacağı gibi haline şükretmesi halinde nimetleri artacak, gönlü zenginleşecek ve Tanrı’ya yaklaşacaktır. Onun şu sözleri, bu yaklaşımını açık bir biçimde dile getirmektedir:

“Yaratıktan şikayet, Yaratandan şikayettir.” (Mektuplar, s. 136)

“Seni Hak’tan başka şeylerle meşgul eden dostlarınsa, hakikatte düşmanındırlar.” (Mesnevi IV, s. 96)

“Sabret, zira sabırla güçlük ortadan kalkar. Sabır, ferahlığın anahtarıdır.” (Mesnevi III, s. 1848)

“Tanrı yüzbinlerce kimya yarattı ama, insan sabır gibi bir kimya görmedi.” (Mesnevi III, s. 1854)

 “Tanrı’dan başkasına kavuşmak ona gitmekle olur. Halbuki Tanrı’ya sabır ile ulaşılabilir.” (Eflaki I, s. 479)

“Hakk’a şükretmek herkese vaciptir. Ekşi yüzlü itirazcı mahrum ve meyus olur.” (Mesnevi I, s. 1587)

“Şükür, nimeti arttırır.” (Mektuplar, s. 204)

“Nimete şükür can; nimetse posttur. Zira şükür dosta götüren rehberdir.” (Mesnevi III, s. 2912)

“Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişinse maden.” (Mesnevi III, s. 510)

“Zaman arı, su da Hakk’ı zikirdir / Bunun dışındakiler derttir, tasadır.” (Mesnevi IV, s. 447)

“Peygamber: ‘Eğer sen Tanrı’dan cennet istiyorsan, hiç kimseden bir şey isteme

Eğer kimseden bir şey istemezsen, cennetin ve Tanrı’nın yüzünün senin olacağına kefilim’, buyurdu.” (Eflaki I, s. 438)

Bu bakış açısının mantıksal bir uzantısı da Mevlana’nın “sosyal işbölümü” dediği sınıf farklılaşmasını “Tanrı’nın herkese yapabileceği görevi vermesi” olarak nitelendirmesidir. (Bkz. Nilgün Çelebi, “Fîhî Mâ-Fîh’i Okumak”, Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, Anı Yayıncılık, Ankara, 2001, s. 49) Böylece o, küçük bir azınlığın toplumun tepesinde yer alırken, geniş emekçi çoğunluğun açlığa, yoksulluğa ve zulme mahkum edilmesini “ilahi iradenin bir sonucu olarak” görmek ve göstermek suretiyle varolan düzeni kutsamakta, bu emekçi çoğunluğa, varolan düzene karşı çıkmanın Tanrı’ya ve onun iradesine karşı çıkmak olduğunu söylemektedir. Burhan Oğuz, Mevlevilerin kurulu düzeni ayakta tutmak için çaba harcadıklarını anlatırken şöyle diyordu:

“Mevlevilik özellikle Sünni çevrelerinde gelişmiş olup Mevlevi dervişleri şer-i şerife daima riayetkar olmuşlardır. ‘Kulluk’ kavramının işlenmesi de Mevlevi tekkesinin esas işi olagelmiştir. ‘Elden geldikçe kul ol, padişah olma’ diyor Celaleddin.” (Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri II, İstanbul, Simurg, 1997, s. 230)

Görülebileceği gibi, sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşliğin simgesi olarak sunulan Mevlana ve Mevlevilik, devlet ve düzeni Tanrısal bir aylayla süslemeye çalışıyor, ezilen ve sömürülen yığınlara bu devlet ve düzen önünde secdeye gelmeyi ve onlara gönüllü olarak “kul”luk etmeyi öğütlüyordu. Kendisi de toprak ve maddi zenginlik sahibi olan Mevlana’nın -ve tabii onun izleyicilerinin- bu öğütlere uymayan ve düzene isyan edenler için verdikleri yargıysa kesindi. Örneğin Mevlana, Selçuklu tarihçisi Kerimeddin Aksarayi’nin ‘etrak-ı nâpak’ (=‘temiz olmayan Türkler’), ‘etrak-ı mütegallibe’ (=‘işgalci Türkler’) diye nitelendirdiği “Türk”ler, yani dönemin “Türkmen” diye bilinen göçebeleri ve yoksul köylüleri için şöyle diyordu: “Yapım için Grek işçileri, yıkım için ise aksine Türk işçileri almak gereklidir. Zira dünyanın yapımı Greklere özgüdür. Yıkım ise Türklere ayrılmıştır. Tanrı evreni ilk kez yaratınca, ilkin tasasız kafirlere can verdi… Onlar taşların zirvelerinde, tepeler üzerinde birçok kent ve kaleler yükselttiler… Ama Tanrı işleri öyle düzenledi ki, yavaş yavaş bu yapılar yıkılmaya yüz tuttular. O zaman Tanrı, gördükleri bütün yapıları, saygı duymadan, acımasız yıksınlar diye Türkleri yarattı. Türkler yıktılar ve hala yıkıyorlar. Kıyamet gününe kadar bunu yapacaklar. Sonunda Konya’nın yıkılması, adaletsiz ve acımasız Türklerin elinden olacak…” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Birinci Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1979, s. 157)

“Mevlana Celaleddin’in oğlu Veled Çelebi ise, Sultan Mesut’a Türkmen kırımı önerir. Çelebi, can korkusundan mağaralara, dağlara ve ormanlara kaçıp gizlenen ‘alem yıkıcı’ Türklerin acımaksızın tümünün öldürülmesini öğütler:

“ ‘Onlar öyle çok zarar vermişlerdir ki, Şahım sakın sen onlara acıma; halkın yaşamasını istiyorsan onların tümünü kurban et.’ ” (agk, s. 158)

Gerçeğe saygı, Mevlana’nın bu saptamasında küçük de olsa bir doğruluk payı olduğunu teslim etmeyi gerektiriyor. Sosyo-ekonomik koşulları ve yaşam biçimleri gereği sürekli hareket halinde olan ve esas itibariyle hayvan besleyen ve hayvanlarını kışlaklardan yaylaklara götürüp getiren tüm diğer göçebe halklar gibi Türkmenler de belirli ölçüde yağma ve talana eğilimliydiler. Yerleşik yaşama ve tarıma ilgi göstermeyen Türkmenlerin tarımsal ya da sınai ürün gereksinimlerini trampa yoluyla karşıladıkları gibi -göçebe yaşamının doğal bileşeni sayılan- yağma yoluyla karşıladıkları da oluyordu. Kaldı ki Anadolu Selçukluları Hristyan topluluklarına ve Bizans’a karşı savaşı ve onun bir parçası olan yağmayı “gaza” gerekçesiyle meşrulaştırmakta ve teşvik etmekteydiler. Devam edelim.

Askeri-feodal Selçuklu devletine karşı haklı bir kuşku ve güvensizlik besleyen emekçi köylü ve göçebe yığınlarını –anlaşılan devlete karşı- “vefasızlık”la suçlayan ve Konya’da debdebeli bir yaşam sürdüğü bilinen Mevlana, “Köylü ile Şehirlinin Hikayesi”nde şöyle demektedir: “Köye gitme, köy, adamı ahmak bir hale sokar. Aklı nursuz, fersiz bir hale getirir. Ey seçilmiş temiz adam, Peygamberin sözünü dinle; köyde yurt edinmek, aklın mezarıdır. Köyde sabah akşam bir gün kalan kişinin aklı bir ay yerine gelmez, tam bir ay onun ahmaklığı gitmez… Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır.” (Mesnevi, Cilt III, s. 41) Bütün sınıflı toplumlarda ve dolayısıyla Anadolu Selçuklularında da köyün ve “köylü”nün kentten ve “kentli”den daha geri olduğu doğrudur; ancak Mevlana’nın bu sözlerini onun genel düşünce sistematiğiyle birlikte ele aldığımızda, burada düşünürümüzün emekçi köylü yığınlarına karşı beslediği küçükseme ve hatta düşmanlık duygularını dile getirmekte olduğunu görürüz. Kaldı ki, başka yer ve zamanlarda olduğu gibi XIII. yüzyıl Anadolusu’nda da köyün ve “köylü”nün geriliğinin asıl nedeni, esas olarak kentlerde üstlenmiş olan –ve Mevlana’nın da bir üyesi olduğu- egemen sınıfların emekçi köylülüğü vahşice sömürmesinden başka bir şey değildir.

Anadolu tarihine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Fuad Köprülü Mevlevilik hakkında şu isabetli saptamayı yapıyordu:

“Musiki, sema, şiir gibi üç vasıtaya istinaden (=dayanarak- G. A.) Mevlevilik, Anadolu’nun Acem harsına meftun (=İran kültürüne tutkun- G. A.) şehirlerinde ve yüksek mehafilde (=çevrelerde- G. A.) daima tarafdarlar bulmuş. İslam sanayi-i nefisesi (=güzel sanatları- G. A.) Mevlevi tekkelerinde her zaman mevki-i rağbet kazanmış, Mevlevi şeyhleri de mevcud olan nizam-ı siyasi ve içtimainin (=siyasal ve toplumsal düzenin- G. A.) muhafazasına ve hükümet merkezinin idame-i nüfuzuna (=etkisinin sürdürülmesine- G. A.) çalışarak siyasi-dini kıyamlardan daima uzak durmuşlardır. Osmanlılar zamanında Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan başlayarak ta Pecs’e (Macaristan) kadar her tarafta Mevlevi zaviyelerinin inkişafı ve mahdud (=gelişmesi ve sınırlı- G. A.) bazı zamanlar istisna edilmek şartiyle Mevleviliğin hükümet tarafından asla takibata maruz kalmaması, onların siyaseten bu dürüst hatt-ı hareketlerinden münbaistir. (ileri gelmektedir- G. A.) Mevleviler, daha Celaleddin Rumi’den başlayarak Türkmen babalarına fena bir gözle bakmışlar, onları kendilerine rakip görmüşler; Moğol istilasını müteakip onlara aleyhdar bir vaziyette bulunmak için bir aralık Karamanlılara karşı bile Moğolların hakimiyetini tercih etmişlerdir.” (M. Fuad Köprülüzade’nin Anadolu’da İslamiyet adlı yapıtından aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri II, İstanbul, Simurg, 1997, s. 229-30)

Yoksul emekçi yığınlara hallerine şükretmelerini, sabırlı olmalarını, az yiyip içmelerini, kimseden bir şey istememelerini tavsiye eden, ama kendisi yazın Meram bağlarında, kışın Konya köşklerinde sefa süren Mevlana kendisini dünya nimetlerinden hiç de uzak tutmamaktadır. V. Gordlevski bu konuda şunları söylüyordu: “Din adamları feodallaşıyordu; bunların toprakları, yüzkızartıcı şekilde sömürdükleri hizmetkarlar ve halayıklar kadroları vardı…

“Mevlevilerde, Celaledin-i Rumi’nin tekkesinde de kuşkusuz, büyük zenginlikler toplanmıştı. Ve zenginliklerini korumak için bunlar, başlangıçta Selçukluların, sonra da Moğolların ‘yasal’ iktidarını destekliyorlardı… (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 136)

“Mevlevilerin elinde topraklar birikmiştir. Mevlevilerin yaşama biçimi de feodallerde olduğu gibidir; Amir Arif Çelebi’nin atının tırnağı önünde, derviş, uysallıkla eğilmektedir. Selçuklular yıkıldığı zaman Mevleviler, Kuran’ı kaynak gösterip Selçukluların yasal ardılları olarak Moğol Hanlarını destekliyorlar, böylece onlar, büyük topraklarını kurtarmak istiyorlardı…” (agk, s. 201)

Gordlevski, XIII. yüzyılda Kalenderiler, Rufailer gibi bir dizi batıni mezhebin yaygınlaştığını anlattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Ama Mevleviler, ‘Mevlana’ Celaleddin Rumi’nin izleyicileri, zenginlikleri ve etkileriyle tüm diğerlerini geride bırakıyordu.

“Bir yandan yerel geleneklerden yararlanarak, öte yandan Irak’tan gelen akıma kapılarak, Celaleddin Rumi dinsel ayin dansları uygulamaya koymuştu; bu danslar Konya’da saray çevrelerini sarmış, mevleviler de bu şekilde güçlerini pekiştirmişlerdi. Bol akşam yemeği eşliğindeki ayin törenleri, Konya‘da sık sık Celaleddin’in sanatına vurgun bir topluluğu bir araya getiren erkan tarafından düzenleniyordu.

“Selçuklular, mevlevilere büyük sevgi besliyorlardı. Örneğin, başlangıçta kuşkulu bir belirsizlikle bakan Sultan I. Alaeddin Keykubat, kısa sürede Celaleddin Rumi’nin babası Behaeddin Veled karşısında eğilmiş ve ona hükümdar saygısı göstermeye başlamıştır. Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan (Aksaray’da boğularak öldürülmüştür), Celaleddin’i ‘baba’ olarak yüceltiyordu. Onun annesi Gürcü Tamara (Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi), Celaeddin Rumi’ye bir tür derin saygı duyuyordu. Celaleddin’in portresinin yapılmasını buyuruyor, Konya’dan bir yere giderken portreyi yanında taşıyordu, onun bir giysisini (gömleğini) elde etmek için büyük paralar (ikibin altın sikke) ödüyordu vb…

“Mevlevi tarikatı, giderek, yalnızca başkentte değil, taşrada da güçlenmiştir. Celaleddin’in sesine, daima duyarlıkla kulak vermiş olan (1262-1277 yılları arasında Moğol istilacıları adına Anadolu’yu yöneten, ancak daha sonra onlar tarafından öldürülen- G. A.) vezir Muineddin Pervane’nin çocuklarında mevlevilere bir ailesel bağlılık vardı. Örneğin, Amasya’daki mevlevihane, vezirin oğlu tarafından yaptırılmıştır.

“Celaleddin’in müritleri (izleyici çırakları) yalnızca müslümanlar değildi, onu dinleyen ve gözlemleyen hıristyanlar İslama geçmişlerdi. Celaleddin’in hayranları, ona ait eşyalara binler ödüyorlardı; çünkü, ‘bunlar, olağanüstü güce sahipti ve sahiplerini uğursuzluktan koruyordu.’ ” (agk, s. 325-26)

Siyasal otoriteye boyun eğmekle tanınan ve Selçuklular güçlü olduğunda onların, Anadolu’nun Moğolların işgal ve hegemonyası altına girdiği koşullarda da[5] onların borusunu öttüren Mevlana, 1243’den sonra Anadolu’nun gerçek efendileri haline gelmiş olan Moğollar için şöyle diyebiliyordu: “Bana Tatarın yaptıklarından değil, Tatar ceylanının göbeğinden sözet! Tatarın talan ettiği herşey tanrının hazinesine girmiş olur. Tatar dünyayı savaşla yıktı, ama yıkılan yerde tanrının definesi bulunur; ne diye gönlümüzü sıkalım?” (Aktaran İsmail Kaygusuz, Alevilikte Dar ve Dar’ın Pirleri, İstanbul, Alev Yayınları, 1995, s. 117)

Prof. Dr. Mikail Bayram, Murat Kayacan’la yaptığı bir söyleşide Selçuklu resmi tarihçisi İbni Bibi’ye ve başka belgelere dayanarak Moğolların Anadolu’ya girdiği tarihlerde Mevlana’nın iki hocası Şems-i Tebrizi ve Seyyid Burhaneddin-i Tirmizi’nin işgalci güçlerle işbirliği yaptıklarını ileri sürdükten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelip Mevlana ile görüşmelerinden sonra Mevlana ile Moğollar arasında bir diyaloğun başladığını görüyoruz. Bunun pek çok belgesi bulunmaktadır. Kayseri’de onbinlerce Ahi ve Türkmen’i öldüren Baycu Noyan, ikinci defa Anadolu’yu istila ettiğinde Konya’ya da gelmişti. Bu gelişinde Mevlana ile görüşmeler yapmış ve Mevlana Baycu Noyan ile görüştükten sonra, şehre gelerek Baycu Noyan’ın evliyaullahtan olduğunu Konyalılara telkin etmeye çalışmıştır. Ahmet Eflaki Dede Menakibu’l-Arifin adlı eserinde bunu yazmaktadır.

“Mevlana’nın buna benzer bir iddiayı Cengiz Han için de dile getirdiğini görüyoruz. Dünya tarihinde Fir’avn ve Nemrut’tan sonra en gaddar ve kan dökücü devlet adamı Cengiz Han’dır. Mevlana Cengiz Han’ın bir mağaraya çekildiğini orada 10 günlük itikaftan sonra Allah’tan mesaj aldığını ve bu mesajı aldıktan sonra Harezmşahlar (Maveraunnehir ile Horasan arası) ülkesine yürüdüğünü ve başarılarının buradan kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu iddiasını Fihi Ma fih adlı eserinde (M.E.B. baskısı, s. 101-103) dile getirmektedir.

Hülagu Han için de buna benzer bir iddiada bulunmaktadır. Mevlana Moğollar’ın putperest olduklarını fakat oruca büyük bir önem verdiklerini ifade ettikten sonra Hülagu Han’ın Bağdat’ı kuşattığını bir türlü şehre giremediğini sonra bütün ordularına emir vererek atlarına üç gün süreyle yem ve su vermemelerini askerlerin de oruç tutmalarını emrettiğini söyler. Atların tuttuğu bu orucun yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah’ın Bağdat’ın fethini Hülagu Han’ı müyesser kıldığını bildirir. (Menakibu’l-Arifin)

Mevlana’nın Moğollardan birçok kez yüklü miktarda para aldığını örneklerle anlatan ve Şems-i Tebrizi’nin, Makalat adlı yapıtında Anadolu halkını Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı”nı söyleyen Prof. Bayram daha sonra şunları aktarıyordu:

“Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anekdot nakletmektedir. Ulu Arif Çelebi Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: ‘Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız’ demiştir. (Menakibu’l-Arifin, II, s. 925-926) Bütün bu belgeler ve bilgiler bize açık olarak göstermektedir ki, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve hocası Şems-i Tebrizi Moğol yanlısı bir politika izlemişlerdir.” (“Mikail Bayram ile Mevlana’nın Moğollarla ve Moğol Yanlılarıyla İlişkileri Üzerine”, 13 Haziran 2002)

Bu verilerin ışığında halk yığınlarının XIII. yüzyıl Anadolusu’nda yaşanan bunalıma nasıl karşılık vermeleri gerektiği konusunda iki ayrı ve birbirine karşıt tutumun ortaya çıktığını net olarak görebiliyoruz. Bunlardan birincisi, Babai isyanının, bu isyanın manevi önderlerinden biri olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin ve diğerlerinin boyun eğmeme, direnme ve düzeni halk yığınlarının çıkarları doğrultusunda dağiştirme olarak özetlenebilecek tutumudur. İkincisi ise, siyasal otoriteye ve iktidara sahip olanlardan yana çıkan Mevlana ve benzerlerinin ezilen ve sömürülen sınıfları düzene boyun eğmeye teşvik etme ve onları cennet ve öbür dünya hayaliyle avutma tutumudur. Aslında Hacı Bektaş-ı Veli’nin ünlü,

“Hararet nardadır sacda değildir / Keramet baştadır, tacda değildir / Her ne arar isen kendinde ara / Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir” ve “Ellerin Kabesi var / Benim Kabem insandır / Kuran da kurtaran da / İnsan oğlu insandır” dörtlüklerini işte güce tapan bu ikinci tutumun sahiplerine yönelik bir eleştiri gibi okumak gerekir.

Babailere karşı örtülü bir düşmanlık besleyen Mustafa Akdağ bu iki tutum arasındaki ayrımı şu sözlerle doğruluyordu:

“XIII. asrın sonlarına doğru Türkiye’deki tarikatçıları iki zümre halinde toplamak mümkündür. Birinci zümreye Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahsiyeti sembol oluyordu. İkinci zümre ise, Celaleddin Rumi’nin rehberlik ve irşadında temsil olunan ‘Mevlevilik’ mensuplarıydı. Her ikisi de Batıniliğe dayanan bu tarikatlardan Bektaşilik, Sünniliğe ve medrese skolastiğine açıkça cephe almış, bilhassa Türkmenlerle basit halk arasında tahriklere de başlamıştı. Hatta Baba İshak adlı Batıni şeyhi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında tehlikeli bir isyan çıkarmaya bile muvaffak oldu. Böylece, Babailik veya Bektaşilik perişan halk tabakalarıyla şehirlerdeki işçiler arasında çabucak yayılıyor, ‘fütüvvet’ teşkilatına mensup, genç, çoğuncası da bekar olan bu insanlar, Batıniliğin telkinleri altında, ‘rindlik’ hayatına atılıyorlardı…

“İbni Bibi ve Aksarayi’nin verdikleri izahlardan anlıyoruz ki, iktisadi hayatın sarsıldığı XIII. asırda, bilhassa Moğol boyunduruğu altında yaşanan yıllarda, büyük şehirlerde, esnaf teşkilatı içinde geçinemeyen veya iş bulamayan binlerce genç işçi babaların ve şeyhlerin tesiriyle hep rindliğe sapmışlar, böylece de içtimai düzen için ciddi bir tehlike olmuşlardı… Mamafih, Mevlevilik, Babailiğin aksine, şehirlerde oturan yüksek ve refahlı sınıfları okşayacak bir yol tuttu ve tarikat prensiplerini Sünnilik ile uzlaştırmaya çalışarak, bir taraftan medreselerin asabiyetini telkin, diğer taraftan da siyasi otoritenin desteğini kazandı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 49-51)

Mevlevilik ve Devlet

Gordlevski kitabında,

“Moğol döneminde, genel olarak mevleviler, saraya ustalıkla sızabilmişler ve tüm sultan sarayını, kadınlar aracılığıyla etkileyebilmişlerdir. Örneğin, Sultan II. İzzeddin Keykavus’un eşi Gürcü Hatun, Celaleddin Rumi’nin alımına kendini kaptırmıştır” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 304) diyordu. Mevlana’dan sonra da Mevlevi şeyhleriyle egemen sınıflar ve onların devletleri arasında yakın ilişki sürmüş, hatta bu ilişki giderek derinleşmiştir.

Nazif Velikahyaoğlu, “Anadolu’nun İskanı ve İslamlaşmasında Dervişlerin Rolü” başlıklı ve bir devlet yetkilisi üslubuyla kaleme aldığı yazısında Mevleviliğin gerici rol, konum ve işlevini doğrulamaktaydı. Onun yazısından devletin, ilerici-devrimci potansiyel taşıyan Sufi tarikatlarına karşı ortodoks İslam’ın yanısıra gerici-düzeniçi Sufi tarikatlarını da desteklediğini ve hem sopa hem de havuç politikasını birarada kullandığını gösteren şu uzun parçayı sunmakta yarar görüyorum:

“Tarikatlar, toplum düzenini bozacak faaliyetlerde bulunmadıkları ve Ehl-i sünnete aykırı davranışları tespit edilmediği sürece devletin himaye ve desteğini görmüştür. Hatta devlet kırsal kesimlere inşa ettikleri zaviyeler vasıtası ile boş sahaları tarıma elverişli hale getirmeleri, göçebe halkın bir toprak parçasına iskân edilerek, yerleşik düzene kavuşturulması, Orta Asya içlerinden kopup gelen Türklerle bu topraklar üzerinde yaşayan yerli halk arasında bir kaynaşmanın sağlanması konularında, tarikatların gösterdikleri olumlu faaliyetlerini görerek, yaptıkları temliklerle bunları teşvik etmiştir.

“Hükümdarlar ve devlet büyükleri inançlarından dolayı tarikatlara ilgi duymalarının yanında; bunların halkın üzerinde mevcut manevi nüfuzlarından yararlanarak, toplumun destek ve bağlılığını sağlamak gayesi ile de tarikat mensuplarını hoş tutmuşlardır… 

“Tarikatlara gösterilen bu derece büyük ihtimama rağmen, bunlar başıboş bırakılmamışlardır. Bursa’nın fethinden sonra, Orhan Gazi, o havalide mevcut tarikat ve dervişleri denetlemiş, davranışları İslamiyet’e ve Ehl-i sünnet itikadına uygun olmayanların ‘Çerağların ve alemlerin ellerinden alarak’ bunları Bursa ve çevresinden uzaklaştırmıştır. Devlet tarafından alınan tedbirler, bu ve benzer kişilerin İslamı gerçek manada öğrenmeleri için medreseler açılması, camilerde ders halkaları ihdas edilmesi, zaviyelere alim ve fazıl insanlar tayin edilmesi suretiyle sürdürülmüştür…

“Devlet büyükleri aldıkları bu tedbirlerle kaynağını İslam’dan alan otoriteye dayalı bir adalet kavramı çerçevesinde, tebaa ile bütünleşmeyi ve bu yoldan içtimai istikrarı sağlamayı amaçlamaktadır. Bu amacın sonunda, güçlü bir devlete ve huzurlu bir topluma kavuşma arzusu yatmaktadır. Devlet kendini istediği bu hedefe götürecek her meşru vasıtaya başvurmuş; nihai hedeflerden sapmaya yol açan veya açacak davranışları sürekli kontrol ederek, gereken tedbirleri almakta hiç tereddüt göstermemiştir…

“Batıni görüşlerle ayaklanan Baba İlyas ve Şeyh Bedreddin, kuvvet kullanılarak bastırılmıştır. Ancak devlet, her şeyin bununla bitmeyeceğinin farkındadır.

“Din ve mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırmayı ve insanları mistik bir Tanrı sevgisi etrafında toplamayı amaçlayan Şeyh Bedreddin isyanının peşinden, Hacı Bayram Veli’nin temsil ettiği Ehl-i sünnete uygun Bayramiye tarikatının kurulması ve özellikle II. Murad’la (1421-1451) Edirne’de yapılan görüşmelerden sonra devletçe sağlanan temlikler ve devlet büyükleri tarafından bu tarikat adına kurulan vakıflar, devlet-tarikat ikilisinin nihai hedefler için bütünleşmesine güzel bir örnek teşkil etmektedir.

“Siyasi amaçlarla devlet-tarikat iş birliğine bir başka misal de, II. Bayezid’in (1481-1512), Mevlana (1207-1273) ile birlikte Hacı Bektaş-ı Veli’nin (1209-1270) türbelerini onartarak, Bektaşilerin gönlünü alması ve Şah İsmail’in (1502-1524) Doğu Anadolu’da başlattığı Alevi ayaklanmasına bir karşı tedbir alarak, Balum Sultan’ı (?-1516) Diyarbakır ve havalisine göndermesi, Bektaşilerin Şah İsmail ile birlik olmasını önlemiş, böylece Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) başarılı olması zeminini hazırlamıştır.

“Bektaşi babalarının Yeniçeri ordusuna pir seçilmesi de sebepsiz değildir. Bu kararın alınmasında Bektaşi tarikatı prensipleri arasında gaza fikriyatının zikredilmesinin yanında; zannediyorum devşirmelerden meydana gelen Yeniçerilerin Türkleştirilip İslamlaştırılması gayesi de vardır.

“Devlet büyük halk kitlelerini her türlü sapmalardan korumak ve sağlıklı bir toplum meydana getirmek amacıyla İslami esaslara uygun faaliyet gösteren tarikat şeyhleri ile sürekli iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş ve bu yolla tebaanın nabzını elinde tutmuştur. Bir zamanlar, aynı sistemden yararlanılarak Konya ve çevresinin Mevlana, Kırşehir ve çevresinin Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara ve çevresinin de Hacı Bayram-ı Veli vasıtasıyla bir tek güvenlik görevlisine hacet kalmaksızın asayişi temin edilmiş, yöre halkının devlete bağlılığı sağlanmıştır.” (www.sadabat.net/makale/anadolununiskanveislamlasmasi.htm)

(Anadolu Selçuklu devletinin ve) Osmanlı İmparatorluğu’nun bu politikasına bir örnek de, temel ilkeleri bakımından halkın yoksul ve ezilen katmanlarının özlem ve eğilimlerini yansıtan ve geniş bir desteğe sahip bulunan Bektaşiliğin denetim altına alınması yolunda yapılan girişimlerdir. Yavuz Sultan Selim’in yoksul Alevi Türkmen halkına karşı gerçekleştirdiği kıyımın ardından 1527’de, yani Kanuni Sultan Süleyman döneminde başını Bektaşi postnişini Kalender Çelebi’nin çektiği bir köylü ayaklanması patlak vermişti. Osmanlı devleti; Yozgat, Sivas, Maraş, Adana, Tarsus yörelerini etkileyen ve hızla yayılan isyanı büyük güçlükle bastırdıktan, isyana katılan aşiretleri kılıçtan geçirdikten ve başta Kalender Çelebi olmak üzere isyanın önderlerini idam ettikten sonra 1552 yılında Sersem Ali Baba adlı kişiyi Dedebaba ünvanıyla Hacı Bektaş-ı Veli dergahının başına geçirmişti. Özellikle o tarihten itibaren devlet, Kalender Çelebi soyundan gelen ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilerici düşüncelerini savunan Alevi / Bektaşi çoğunluğu ve onların meşru dinsel liderlerini terörize ederken kendisine bağlı şeyhler aracılığıyla Bektaşiliği bir devlet tarikatı haline dönüştürmeye çalıştı. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yeniçeri ocağının piri haline getirilmesi, bu önlemlerin en önemlilerinden biridir. Remzi Yürükoğlu bu sürecin gelişimi konusunda şöyle söylüyordu:

“Aleviliğin içinde egemen ideolojinin öğelerini güçlendirmede de dedebabalığın, Nakşibendi şeyhlerinin ve devletin genel olarak koyduğu büyük baskının derece derece rolü olmuştur.

“Sonuçta Osmanlı’nın bu çabaları, toplumsal bilincin güçlü direnişi nedeniyle hedeflenen sonuçlara ulaşamadı… Halkın neredeyse tamamı, İstanbul’dan atanan Nakşibendi şeyhlerine, mücerred dervişlere ve dedebabalara bakmadı, Hacı Bektaş’ın felsefesinden ayrılmadı. Mücerred dervişlik (babağan kolu), İstanbul ve Rumeli’nin birkaç kentinin dışına çıkamadı….

“Ne var ki, Osmanlı’nın girişimlerinin tümüyle sonuçsuz kaldığını düşünmek de yanlış olur. Bir kez, egemen sınıf ve egemen ideoloji ve devlet tarikata sızmış ve üst katı denetimi altına almıştır. Halk ve Çelebiler soyu bunları onaylamamış, benimsememiş ama açıktan kavga konusu da yapamamıştır. Bu üst katlarda devletle ve egemen ideolojiyle girilen bir bakıma zorunlu evlilik sonucunda ama, Alevilik içinde din öğeleri, devlet fikri ve daha sonra Türklük fikri güçlenmiştir. Bu etkiler tepeye ve merkezlere yaklaştıkça güçlenmekte, tepeden ve merkezlerden uzaklaştıkça, halkın içine indikçe azalmaktadır.” (Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, s. 216-17)

Bektaşilik / Alevilik kadar geniş bir tabana sahip olmayan ve başından beri Selçuklu ve Moğol egemen sınıflarının bağlaşığı konumunda olan Mevlevilik ise zaman içinde devlet-yanlısı tutumunu derinleştirmiştir. Kendisi de Mevlevi olan ünlü neyzen Kudsi Erguner, kendisiyle yapılan ve 11 Haziran 2007’de yayınlanan söyleşide şöyle diyordu:

“Mevlevi tarikatı, Osmanlı toplumunda en elit sınıfın tarikatıdır…”Osmanlı toplumunun Batılılaşması sürecinde o elit de Batılılaştı. Bunun içinde Mevleviler de var. Yenikapı Tekkesi’nin şeyhi Osman Dede, mesela yobazlara kızıp, İttihat ve Terakki’nin adamı oluyor. İlerici, çağdaşlaşmayı savunan bir adam. Başka bir şeyh, Mevlevi ayinine piyano konmasını istiyor. Onlar elit insanlar ve Avrupacılık, Osmanlı elitinde var.” (Aksiyon, 11 Haziran 2007)

Burak Artuner ise, 25-29 Nisan 2005 tarihleri arasında Akşam gazetesinde yayımlanan “Bugünü ve Yarınıyla Mevlevilik” başlıklı dizide şunları söylüyordu:

“Mevlana’yı da sayarsak onikinci çelebi olan Cemalettin Çelebi, Fatih Sultan Mehmet’e oğlu Bayezıd’ın doğumunu müjdeleyen kişiydi. Bu yüzden II. Bayezıd ona ve Mevlana’ya karşı büyük bir saygı göstermiş, türbedeki sandukaları yenilemiş, üstlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiş, türbede onarım yaptırmıştı. Cemalettin Çelebi’nin yerine geçen Hüsrev Çelebi de Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde çelebilik yapmıştı. Sultan Selim, Mevlana dergahına vakıflar vermiş, türbeye su getirtmişti. Sultan Süleyman da Mevlana türbesine hizmet etmiş, semahane ve mescid ile Mevlana ve oğlu için de mermer sanduka yaptırmıştı…. “III. Selim Mevlevi olan ilk padişahtı. Mevleviliğe yönelişi de Hacı Bektaş’ı pir tanıyan Yeniçerilere karşı bir hareketti. Nitekim II. Mahmud da aynı yolu tutmuş, hatta bu yüzden Devlet kethüdası Halet Efendi bile Yeniçeriliğe dayandığı halde Mevleviliğe girmişti ve bütün devlet büyükleri Mevlevi dostu olmuştu.”

Artuner’e göre, babası II. Mahmud’un 1 Temmuz 1839 tarihinde vefât etmesi üzerine Osmanlı tahtına 16 yaşındayken oturan I. Abdülmecid de Mevlevî tarikatına mensuptu. Yazar, Yeniçeri ocağının 1826’da zorla tasfiyesi sırasında devletin Bektaşiliğe karşı sırtını Mevleviliğe dayadığını ve Mevlevilerin V. Murad’ın tahttan indirilişi ile II. Abdülhamid’in tahta geçirilişinde olumlu bir rol oynadığını belirttikten sonra şunları söylüyordu: “II. Abdülhamid’ten sonra tahta geçen Mehmed Reşad da Mevlevi’ydi. Mehmet Reşat daha önce yanmış olan Yenikapı ve Bahariye Mevlevihaneleri’ni yeniden yaptırdı ve diğer dergahları onardı…

“Veled Çelebi’nin şeyhlik döneminde ise I. Dünya Savaşı çıktı ve Çelebi, Mevleviler’den oluşturduğu Mücahidin-i Mevleviyye Alayı’yla Kanal Harekâtı’na katılmak için Şam’a gitti.” (agy)

İttihat ve Terakki’nin üç numaralı ismi Cemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının yanında Birinci Dünya Savaşına katılmasından kısa bir süre sonra Suriye ve Filistin’den sorumlu Dördüncü Ordu’nun başına geçirilmişti. Görev bölgesine giderken Kasım 1914’de Konya’ya uğrayan Cemal Paşa anılarında, “Bu vesileden yararlanarak Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin mübarek mezarlarını ziyaret ettim.” (Hatırat/1913-1922, Cemal Paşa, İstanbul, Nehir Yayınları, 2006, s. 162) diyordu. Mevlana’nın hayranları arasında, Mustafa Kemal de bulunuyordu. Hürriyet gazetesinin 22 Aralık 1987 tarihli sayısında çıkan bir haberde şöyle deniyordu: “Atatürk, Konya’daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya’ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya’dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi’nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, Hz. Mevlana’nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.” 1925 yılında ilan edilen bir yasayla tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı sırasında, Mustafa Kemal, Konya’daki dergâhın tümden kapatılması yerine müzeye çevrilmesini buyurdu. Onun, 18 Şubat 1931’de Konya’yı ziyaret ettiği, 21 Şubat gününün tümünü Mevlana Müzesi’nde geçirdiği ve Falih Rıfkı Atay’a,

“Karar gereğince Konya’da Mevlana dergahının da kapanmış olmasından üzgünüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum. Hey koca Sultan! Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı” dediği de biliniyor. (“Mevlevi Alayı İle Atatürk’e Destek Oldular”, Sabah, 28 Ekim 2005)

Mevlevilerin Antakya’nın, bu ilde yaşayan halkın çoğunluğunun iradesine aykırı olarak 1939’da Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin onayıyla Türkiye’ye verilmesi sırasında da “yurtseverlik” görevlerini yerine getirdikleri anlaşılıyor. Halep’teki mevlevihanenin bu konuya ilişkin çalışmaları hakkında bilgi veren Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler şöyle diyordu:

“Mehmet Bakır Çelebi Halep’te postta bulunduğu dönemde Hatay’ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuştur. Bu yüzden de Suriye’de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriyeli ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından ‘Türkiye lehinde casusluk yapmak’la itham edilmiş; 1937’de bir aile ziyareti için gittiği İstanbul’dan bir daha Suriye’ye geri dönmesine izin verilmemiştir.”

Mevleviliğin devlet-yanlısı tutumunu dikkate alanlar arasında askeri darbelerle iktidarı ele geçiren ve laiklik üzerinde yaygara koparma eğiliminde oldukları bilinen subaylar da bulunuyor. Murat Güzel, Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Özcan’a dayanarak, 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların 1960 yılı Mevlana törenlerini engellemediklerini şöyle anlatıyordu:

“Törenlerin son gecesi muhteşem olmuştur. O gece törenlerde bulunmak üzere Başbakan Yardımcısı ve Millî Savunma Bakanı Fahri Özdilek, Devlet Bakanları Hayri Mumcuoğlu, Nasır Zeytinoğlu, Ticaret Bakanı Mehmet Baydur, Nafıa Bakanı Prof. Dr. Mukbil Gökdoğan, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Ragıp Üner, Ziraat Bakanı Osman Tosun, Millî Eğitim Bakanı Fehmi Yavuz Konya’ya gelmişler ve protokoldeki yerlerini almışlardır. Ayrıca Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları, Millî Birlik Komitesi üyelerinden Ahmet Yıldız, Osman Köksal, Kamil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Sezai Okan, Sami Küçük de törene katılmışlardır. Bunların yanında yüksek mahkeme başkanları, genel müdürler, yabancı elçilik mensupları töreni izlemek imkânını bulmuşlardır.” (Memleket, “Allah Diyeni Görürsem İptal Ederim”, 17 Aralık 2006) Aynı gazeteci 12 Eylül darbecilerinin benzer bir yol izlediklerini şu sözlerle belirtiyor:

“Törenlere ihtilali takip eden günlerde kurulan Danışma Meclisi Başkanı Prof. Dr. Sadi Irmak katılırken dönemin diğer üst düzey yetkilileri de büyük ilgi gösterdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası bütün ülkede gece saat 20.00’dan sonra uygulanan sokağa çıkma yasağı saatleri Konya’da 11/12 Aralık ve 17/18 Aralık 1980 geceleri ihtifaller dolayısıyla değiştirildi.” (agy) Oysa aynı 12 Eylül cuntacıları, 1960’lı yılların ortalarından o zamana kadar Alevi derneklerinin ve Hacıbektaş halkının inisiyatifiyle gerçekleştirilen Hacı Bektaş-ı Veli törenlerini yasaklamışlardı.

Bitirirken: Mevlana ve Hoşgörü

Mevlana üzerine yazan ya da konuşanların hemen hemen tümünün sürekli olarak vurguladığı bir husus varsa o da Mevlana’nın sevgi, barış, kardeşlik, hoşgörü çağrısı yapan bir düşünür ya da din bilgini olduğudur. Artık öyle olmuştur ki, kulakları sağır eden bu propaganda sonucunda Mevlana’nın adı adeta otomatik olarak ne idüğü belirsiz bir “hoşgörü” kavramını çağrıştırır hale gelmiştir. Nitekim dünya burjuvazisinin ideolojik aygıtlarından UNESCO’nun 2007’yi Mevlana yılı ilan etmesi ve emperyalist ve gerici burjuvazinin “uygarlıklar bağlaşması” türünden içi boş ve gerici formül ve sloganlarını pazarlayan temsilcilerinin bu düşünürü göklere çıkarmaları da işte esas olarak bu gerekçeye dayandırılmaktadır.

Bu yazıda ortaya konan verilerin, Mevlana hoşgörüsünün “saraylara barış, kulübelere savaş” türünden bir “hoşgörü” olduğunu göstermeye yeteceğini söyleyebiliriz; yani Mevlana’nın ve Mevleviliğin ideolojik-siyasal içeriği ezilen ve sömürülen yığınlara karşı düşmanlık ve Selçuklu sultanlarına ve feodal beylerine, hatta yabancı istilacılara ve tabii Osmanlı padişahlarına ve sarayına dostluk olmuştur.

Peki Mevlana’nın sözü edilen “hoşgörü” anlayışının maddi temelleri neydi? Mevlana’nın söylediği ileri sürülen, ama ona ait olduğu tartışmalı olan,

Gel, gel, ne olursan ol, yine gel / ister kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel / bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir / yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…” deyişinde anlatımını bulan hoşgörü anlayışı hangi koşullarda oluşmuştur ve ne anlama gelmektedir?

Bu anlayışın birbiriyle yakından ilişkili iki maddi nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi; Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkmenlerin Müslümanlığı görece yakın bir geçmişte, yani X. yüzyılda, esas olarak Arap İslam ordularının kılıç zoruyla ve hayli yüzeysel bir tarzda benimsemiş olmalarıdır. Göçebe nitelik ve geleneklerini daha uzun süre devam ettirecek ve Anadolu Selçuklu devletinin esas dayanağı olan bu Türkmen kitleleri hala büyük ölçüde İslamiyet-öncesi dinsel anlayış ve inançların etkisi altındaydılar. Bu da İslamı daha yumuşak, esnek ve daha az ortodoks bir biçimde yorumlayan ve önemli bir kısmı Orta Asya, İran, Mezopotamya, Kafkaslar ve Anadolu’da konuşlu Sufi tarikatlarının –ve bu arada Mevleviliğin- gelişmesi ve etkili olması için uygun bir ortam oluşturuyordu. Dahası, zenginleştiği ölçüde Türkmen kitlelerine daha da fazla yabancılaşan Selçuklu egemen sınıfı da -İran’ın yanısıra- önemli ölçüde Bizans’ın ve onun Hristyan kültür ve yaşam biçiminin etkisi altında bulunuyordu. Gordlevski bu konuda şu ilginç bilgileri veriyor:

“Tahta çıkmadan önce, sürgün ya da konuk olarak Bizans’ta bulunan Selçuklular, doğallıkla Konya’ya Hristyan-Rum kültürüyle beslenmiş olarak dönüyorlardı.” (Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara, s. 332) Birçoğu Hristyan kadınlarla evlenen Selçuklu prens ve sultanlarının bazılarının gizli Hristyan olduğuna ilişkin söylentilerin yaygın olduğunu anlatan yazar sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Doğallıkla dinsel hoşgörü, Selçukluların ayırıcı özelliği oluyordu; hiç değilse onlar yobazlıktan uzaktılar.” (agk, s. 334) Buna, küçüksenmeyecek sayıda Rum kökenli sivil ve asker yöneticinin Anadolu Selçuklu devletinin hizmetine girmesini ve üst düzeylerde görev yapmalarını ekleyebiliriz. (Bkz. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Beşinci Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1996, s. 2015-2017)

Bu “hoşgörü”nün ikinci ve daha önemli nedeni, XII. ve hatta XIII. yüzyıllarda Anadolu’da Türk-olmayan kavim ve toplulukların ağır basıyor olması, yani bu dönem Anadolusu’nun ne etnik olarak Türk / Türkmen ağırlıklı ve ne de dinsel olarak Müslüman ağırlıklı bir ülke olmasıdır. Büyük Selçukluların, iç çatışma ve parçalanmalarla zayıflamış ve büyük ölçüde çürümüş olan Bizans’ı 1071’de Malazgirt’te yenmelerinin ardından Türkmen yığınlarının Anadolu’ya yığınlar halinde girmeye başladığını ve o sıralar Diyar-ı Rum (=Roma ülkesi) olarak anılan Anadolu’nun oldukça yavaş ilerleyecek olan bir Türkleşme ve Müslümanlaşma sürecine girdiğini biliyoruz. Doğan Avcıoğlu’nun aktardığına göre Ortaçağlar, İslamiyet ve Osmanlı öncesi Anadolu tarihi üzerine araştırmalarıyla tanınan Fransız tarihçi Claude Cahen XIII. yüzyılın ortalarına doğru başlayan Moğol istilası öncesinde çoğu uç bölgelere yerleşen Anadolu’daki Türkmen sayısının 200-300,000 dolayında olduğunu ileri sürmekte, bu rakam diğer araştırmacılar tarafından da üç aşağı beş yukarı kabul edilmektedir. Avcıoğlu bu konuda şunları söylüyor:

“Anadolu Selçuklu Devleti ise, İslam geleneğine uygun bir biçimde kentlerde kurulur. Kent, idari ve ekonomik merkezdir. Selçuklu sultanları, ilk zamanlar kentlerde asayişi sağlamak için asker bulmakta güçlük çekerler. Kentlerdeki askeri garnizonlar, birçok durumda bir-iki yüz kişiyi aşmaz.” (agk, s. 2005)

“Selçuklu kentlerinde siyasal ve kültürel etkinliği elinde tutan islam nüfus, sayıca artış gösterirse de, XIII. Yüzyılda hala hıristyan nüfus çoğunluktadır.” (agk, s. 2029)

Mustafa Akdağ bu saptamayı doğruluyordu:

“Türkiye’nin kuruluşunda etnik unsurun esasını teşkil etmiş olduklarını söylediğimiz Türkmenlerin yayla hayatına ve ‘obalar’ halinde cemaatlenerek hayvancılık yapmaya çok düşkün olmaları, hele bu hayatın ifadesi olan birtakım sosyal geleneklerden kurtulamayışları, hıristyan ahali arasında ise, kayda değer bir ihtida (=sözcük anlamı “doğru yola girme”, yani din değiştirerek Müslümanlığı kabul etme- G. A.) hareketinin görülmeyişi, Selçuki Türkiyesinin Bizans’tan devraldığı başlıca şehirlerde Türk-Müslüman nüfusun çok yavaş artmasına sebep olmuştur. XIII. asrın sonlarında bile, Konya, Kayseri, Sivas gibi en önemli Türk merkezlerinde Hıristyan ahali hala oldukça kalabalık kitleler teşkil ediyorlardı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 14-15)

Öte yandan Gordlevski, Anadolu Selçuklu devletinin başkenti Konya’nın kozmopolit yapısına işaret ederken, bu kentin nüfusunun “yarısını Hristyanların oluşturduğu”nu (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 254) söylüyordu. Bu koşullarda, İslamın bağnaz ve ortodoks yorumunu esas alan bir devletin Anadolu’yu başarılı bir biçimde kolonize etmesi ve bu ülkenin gerek Hristyan Grek, Ermeni halklarını ve gerekse diğer halklarını kendi ideolojik-siyasal hegemonyası altına alması, bu halkları özümsemesi, hatta belki devlet olarak ayakta kalması bile çok güç, hatta olanaksızdı. Sayıca da görece az olan ve esas olarak hayvancılık ve askerlikle uğraşan Türkmen nüfusun göçebe karakterinin ağır bastığı koşullarda, Selçuklu devleti kırlarda tarımsal üretimin ve özellikle de kentlerde çeşitli zanaat etkinliklerinin sürdürülmesi için uzun süre Hristyan emekçilere bağımlı kalmıştır. Bu bakımdan Konya’da Hristyan din adamlarıyla tartışmalar yapan, birlikte içki içen Mevlana’nın –ve diğer Sufi tarikatlarının- “hoşgörülü” ve İslami bağnazlıktan uzak yaklaşımının, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması açısından mantıklı, hatta zorunlu ve kaçınılmaz bir nitelik taşıdığını düşünebiliriz. Dolayısıyla, kendi aralarında İslam’ın farklı yorumlarına bağlı çok sayıda ekol bulunan ve Anadolu’da ve Rumeli’deki Bogomil’ler, Poliçyan’lar gibi kilise-karşıtı Hristyan tarikatlarıyla karşılıklı etkileşim içine giren sözkonusu tarikatlar, o sıralar yeni yeni Türkleşmekte ve Müslümanlaşmakta olan bu kozmopolit jeografide İslam dininin yayılmasında önemli bir rol oynamışlardır.

Nitekim Speros Vryonis şöyle diyordu:

“Hristyan toplumunun yaşadığı altüst oluşlar yüzünden Hristyanlar psikolojik olarak, en öndegelenleri Mevleviler ve Bektaşiler olan Derviş tarikatlarının dinsel telkinlerini kabule hazır hale gelmişlerdi. Bu koşullarda sözkonusu Sufi tarikatları Grek ve Ermeni çoğunluğun Müslüman Türklere dönüştürülmesinde önemli bir rol oynadılar ve böylelikle, yüzyıllar öncesinde Arapların Bizans Suriyesi, Mısırı ve Filistini’nde görülene benzer boyutlarda bir kültür devrimini gerçekleştirdiler.” (Byzantium and Europe, Londra, Thames and Hudson, 1967, s. 172-74)

Ancak tam da bu noktada Selçuklu devletinin ve Mevlana’nın reelpolitiğin gereklerini ve feodal sınıfın çıkarlarını yansıtan gerici “hoşgörü”süyle, Yunus Emre’nin,[6] Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Babailerin ve diğer Sufi tarikatlarının ezilen sınıf ve katmanların toplumsal hoşnutsuzluk ve muhalefetini yansıtan ilerici / devrimci hoşgörüsü arasındaki derin ayrımın ve uzlaşmaz karşıtlığın altını çizmek gerekiyor. Dünya ve Türkiye burjuvazisi kendi sınıfsal çıkarları gereği Mevleviliği ve benzer akımları yüceltecek ve onları ve onların kokuşmuş felsefesini ezilen ve sömürülen yığınlara dayatacaktır. Devrimci proletarya ise “Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan kimseyi, halka müderris olsa bile yine hakikatta asi” varsayan Yunus Emre’lere, “Yetmişiki milletin hepsine bir nazarla bakacaksın” diyen Hacı Bektaş-ı Veli’lere, değişik ulus, din ve inanışlardan emekçileri askeri-feodal rejime karşı bir bayrak altında savaşıma seferber eden Babailerin ve izleyicilerinin tarihsel miraslarına sahip çıkacaktır.

XIII. yüzyılın Anadolusu ile bugünün dünyası arasındaki son derece büyük sosyo-ekonomik ve siyasal farklılıklara rağmen Türkiye ve dünya burjuvazisinin bugün Mevlana’ya özenle ve hararetle sahip çıkması ve onu göklere çıkarmasında şaşılacak bir yan yok. Bunun görece önemsiz bir nedeninin ise, tam bir ideolojik iflas yaşayan ve gelecek kuşaklara verecek bir şeyi olmayan burjuvazinin ve burjuva aydınlarının Mevleviliği kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı manevi bunalıma deva olacak bir ilaç ya da ilaçlardan biri olarak algılaması olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak burjuvazi Rumi’nin düşünce ve mesajına öncelikle kendi gerici ve karşı-devrimci emel ve stratejileri nedeniyle sahip çıkmaktadır. “Bütün ülkelerin burjuvaları, birleşiniz!” sloganını benimseyen Türkiye ve dünya burjuvazisi, iç çelişme ve çatışmalarına rağmen “terörizme karşı savaş”, küreselleşme, neo-liberalizm, anti-komünizm ve kozmopolitizm bayrağının altında biraraya gelmeye ve İslam ülkelerinin işçi sınıfı ve halkları başta gelmek üzere dünya proletaryası ve halklarına karşı birleşik bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu bağlamda “uygarlıklar bağlaşması”ndan kastedilenin aslında emperyalist burjuvazi ile İslam ülkelerinin burjuvazisi arasında –zaten varolan, ama İslam ülkeleri işçi sınıfı ve halklarının üstü örtülü / açık muhalefeti nedeniyle zorlanan ve daha da zorlanacak olan- bağlaşması olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci proletarya ise, burjuvazinin “uygarlıklar bağlaşması”nın karşısına Babai isyanı ve benzer isyanlar sırasında etnik, dinsel, mezhepsel ayrımlar yapmadan eşitlik ve sosyal adalet bayrağı altında biraraya gelen emekçilerin birliğinin çağdaş biçimi olan proleter enternasyonalizmini çıkarmaktadır ve çıkaracaktır. Sömürücü sınıflar açısından hepsinden önemlisi ise Mevlana’nın düşüncesinin ve Mevleviliğin, egemen sınıfların her zaman ezilen ve sömürülen sınıflara tevekkül, kulluk, teslimiyet ideolojisi ve siyasetini benimsetme, onların hoşnutsuzluk ve öfkesini radikal ve devrimci olmayan kanallara akıtma çabalarında küçüksenmeyecek bir rol oynama potansiyelidir. Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğinin boyunduruğundan kurtuluşunun, esas olarak Mahatma Gandi’nin “barışçı” eylemleriyle gerçekleştirildiğini (!) ileri sürerek dünya proletaryası ve halklarını aldatan ve onların siyasal öncülerini Gandicilikle[7] ve benzer devrimci-olmayan ve gerici anlayışlarla zehirlemeye çalışan emperyalist burjuvazi ve onun bilinçli ve bilinçsiz sözcüleri aynı şeyi Mevlana Celaleddin-i Rumi üzerinden de yapmaya çalışmaktadırlar. Ama bunu asla başaramayacaklarını şimdiden söyleyebiliriz.

Sözlerime Server Tanilli’nin Mevlana’ya ilişkin değerlendirmesiyle son veriyorum:

“Mevlana, şiirlerinde, rint bir şair olarak, Şeriat ölçülerini zaman zaman aşarsa da, temelde bir Şeria adamı olarak kalmıştır. Özelllikle Mesnevi’de bir Kuran yorumcusudur. Öyle, denildiği gibi, hoşgörüden yana da değildir; tam tersine felsefeyi yasaklar. Sonra, inanışları dışında kalan bütün dinleri ve mezhepleri Tanrı’dan uzak sayar; Müslüman olup da dinin gereklerini bütünüyle yerine getirmeyenlerin bile öldürülmelerini uygun bulur. Din ve mezhep ayırımı yanında ırk ve ulus ayrımı da yapar; Türk’ü ve Hintli’yi kötüler. Onun ‘aşk’ ve ‘insan sevgisi’nden sözederken bunları gözönünde tutmalı. Toplumda en yukarda gördüğü, şeyhler, ermişler, padişahlar, varlıklılardır; alt katta ise halk ve köylüler vardır ve kötüler onları. Bu yanlarıyla, tipik bir egemen sınıfın sanatçısıdır. Öyle olduğu için de, Mevlevilik, bir ‘burjuva tarikatı’ olarak, saraylarda, konaklarda ve seçkinler arasında yayılıp desteklenecektir.” (Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İnsanlık Tarihine Giriş II, İstanbul, Say Kitap Pazarlama, 1986, s. 359)

Şubat 2008

 



[1] Ancak XIII. yüzyıl Anadolusu’nda diğer din ve inançlar konusunda hüküm süren göreli hoşgörü ortamına aykırı duran Sufiler de vardır. Gelmiş geçmiş Sufilerin en büyüklerinden sayılan ve bundan ötürü “Şeyh’ül Ekber” diye anılan ve ünlü mesnevihan Şefik Can’ın hakkında “Fakat o kendisine küfredenleri bile hoşgören, affeden büyük bir veli idi” diyeceği Muhyiddin Arabi (1165-1240) Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’a 1212 yılında yazdığı bir mektupta şunları söyleyecekti: “Sana çanları kaldırmak, imansızlığı gidermek, yurdunda müslümanlığın ününü yüceltmek, kafirlerin koymuş oldukları töreleri kaldırmak gerektir. Müminlerin ulusu Hazret-i Ömer, dini ayrı tebaa için şunları buyurmuştur: Yabancı din taşıyanlar, kentler çevresinde kilise, manastır, bekar papaz yurtları yaptırmasınlar, yıkılmış olan tapınaklarını yenilemesinler…. Çocuklarına Kur’an öğretmesinler, Tanrı’ya ortak koştuklarını açığa vurmasınlar, müslümanlarla hısımlık etmek dilerlerse, müslümanlara saygı göstererek derneklerinde oturmak dilerlerse, onlara yer verin. İslam olmayanlar, kılık ve kıyafetlerinde, şapkalarında, sarıklarında, pabuçlarında, traşlarının biçiminde müslümanlara benzemesinler. Müslüman adlarını ve künyelerini almasınlar. Eyerli atlara binmesinler. Kılıç kuşanmasınlar, silaha dair hiçbir şey taşımasınlar. Arap yazısıyla mühür kazdırmasınlar. Şarap satmasınlar. Kendi büyüklerine saygı göstersinler. Her nerede olursa olsun kendi kılıklarını giyinsinler. Bellerine zünnar (=papazların bellerine bağladıkları ipten veya kıldan örme kaba sert ve uçları öne sarkık kuşak- G. A.) bağlasınlar ve Müslümanların yolları üzerinde haç gezdirmesinler ve kitaplarını yol üzerine çıkarmasınlar. Ölülerini götürürken yüksek sesle bağırmasınlar. Cenazeleri müslümanlardan ileri geçmesin, çanlarını ancak yavaş sesle çalsınlar. Kiliselerinde yüksek sesle okumasınlar. Konulan bu yasaklara aykırı yürürlerse, onlar için zimmet yoktur.” (Aksarayi Tarihi, M. Nuri Gençosman çevirisi, s. 354-55, aktaran Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Beşinci Kitap, s. 2022-2023)

[2] İslam mistiklerinin ya da Sufilerin çoğu gibi Mevlana da cüz’i (=tikel) akıldan ve külli (=tümel) akıldan bahseder. Cüz’i akıl bireysel akıl, yani insanların kendi çabalarıyla deneyimleriyle, araştırmalarıyla oluşan bilgilerin toplamıdır. Gerek Müslümanlığa ve gerekse Sufilere göre külli akıl bütün bilgilerin kaynağıdır; yeryüzünde görülen her şey tanrısal bir nitelik taşıyan külli aklın gölgesidir. Mevlana’ya göre “Cüz’i akıl, her zaman öğrenmeye muhtaçtır; Külli akıl ise öğretmendir. Peygamberler Akl-ı Küldür. Cüz-i Aklı Küll-i Akla Peygamberler ve Veliler bağlar.” (Fihi Mafih, s. 220)

[3] (3) 1071 Malazgirt zaferinden sonra Selçuklu ordularının Kutulmuşoğlu Süleyman önderliğinde büyük bir hızla Anadolu’yu fethetmelerinin bir dizi nedeni vardı. Ancak bunlar arasında belirleyici olanı, Bizans rejiminin iliklerine kadar çürümüş olması ve Rum emekçi yığınlarından neredeyse tümden kopmuş olmasıydı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyor: “Fakir köylülük arasında hakim olan toplumsal koşullar yerel nüfusların Bizans otoritesine yabancılaşmasına yol açıyordu. Bu köylülerin büyük bir kısmı zengin toprak sahiplerinin egemenliği altındaydılar ve rakip bir gücün vaadlerini dinlemeye hazırdılar. Bir çok mülkte köleler çalışıyordu. Süleyman onlara, belirli bir vergi karşılığında özgürlük ilan etti ve istilacı olarak sempatilerini kazandı.” (John Kinsley Birge, Bektaşilik Tarihi, İstanbul, Ant Yayınları, 1991, s. 23-24)

Prof. Ernst Werner ise bu konuda şunları belirtiyor: “Doğu Anadolu Bizanslılar tarafından olağanüstü ağır bir şekilde sömürülmekteydi. Orada kısmen despot denebilecek bir rejim vardı. Türkler, yani o zamanki adıyla Selçuklular, o zamanlar henüz Bizanslılarınki gibi bir devlet yapısı yaratmamışlardı. Bu bakımdan onlarda sömürü oranı oldukça düşüktü. Vergi çeşitleri azdı… Bu bakımdan istilacıların istilacı olarak değil, kurtarıcı olarak görülmesi kolayca anlaşılabilir. Zaten halk, Bizansı sömürücü ve işgalci olarak görmekteydi. Bu bölgede oturanlar, yalnız Rumlar değildi. Rumlaştırılmış uygarlaşmamış halklarla Anadolu’nun esas yerli halkı da bu bölgenin nüfusunu oluşturuyordu.

“Batı Anadolu’da durum şehirler yüzünden değişikti. Şehirlerin nüfusunu oluşturan Rumlar Türklere karşı idiler. Çünkü bu şehir halkı yörüklere karşı idi. Yörüklerle köylük alanlarda ve şehirlerde oturanlar arasındaki zıtlığı görmek lazım.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481) 2, s. 251-52)

[4] Moğolların Anadolu’yu istila ve yağmalamasına karşı gelişen direniş hareketleri arasında en önemlisi 1278’de patlak veren ve Selçuklu resmi tarihçilerinin “Cimri” diye andıkları Siyavuş’un önderliğindeki Türkmenlerin isyanıdır. Prof. Ernst Werner bu konuda şu bilgiyi veriyor: “…Moğollara karşı döğüşen Cimri’nin geniş bir hareket, gerçek bir halk hareketi yaratması bir rastlantı değildir. Cimri, hem Moğol istilacılarına, hem de Selçuklulara karşı savaştı. Başkent Konya’yı bile aldı. Bunun üzerine Moğollar ve Selçuklular, tüm askeri güçlerini birleştirip Cimri’yi saldırdılar. Ancak güneydoğuya çekilen Cimri’yi takip etmeye cesaret edemediler. Konya’yı tekrar ele geçirmekle Moğol istilacılarına karşı direnmenin sona ereceğini düşünüyorlardı. Fakat ne Moğollar, ne de onlara boyun eğen Selçuklular rahat yüzü göremediler. Cimri, her yana haberciler saldı. Taraftarlarını topladı. Uç beylerini kazandı. Nihayet Karahisar yakınlarında Moğol-Selçuklu ordularıyla bir savaşa tutuştu. Bu savaş, her iki taraf için de çok ağır kayıplara yol açtı. Cimri yenildi. Selçuklu Sultanı da Moğol istilacılarına karşı savaşan bu kahramanın derisini ayağından başına kadar yüzdürdü. İçine saman doldurup şehir şehir gezdirdi. Böylece Moğollara ve kendisine karşı ayaklananlara gözdağı vermek istiyordu.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481) 2, s. 253)

[5] (5) Mevlana’nın, Abdülbaki Gölpınarlı’nın derlediği ve yayıma hazırladığı mektupları onun, devrin güçlü kişileri karşısında nasıl dalkavukça bir tutum aldığını ve onlara nasıl övgüler düzdüğünü göstermektedir. O, Moğollar tarafından Kırşehir emirliğine atanan, oradaki Moğol-karşıtı bir isyanı bastıran ve aralarında isyanın başını çekenlerden Ahi Evren ile Mevlana’nın kendi oğlu Alaeddin Çelebi’nin de bulunduğu binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan Nureddin Caca’ya yazdığı ve ondan yardım dilendiği bir mektupta şöyle diyordu:

“… Layık olanları yücelten, keremlerde bulunan, hayırlar yayan, yoksullara yardımcı olan, müslümanlığıyla müslümanlara ışık olan ulu emir, devletin ve Dinin Nur’una eş-dost olsun! Allah yüceliğini daimi etsin; dostları yardım görsün, düşmanları kahrolsun… Bu özü doğru duacıdan selam ve duadan sonra bilsinler ki, bu duacı, kendilerinin, devletlerinin hayır-duasıyla meşguldür. Ey şahsı yanımda bulunmayan, anısı yanımda olan! Şunu bildireyim ki: Allah sonunu pek güzel bir hale getirsin, aziz oğlum Nizameddin, işittik, duyduk ki, hayırlar düşünen, yoksulları yetiştirip geliştiren kutlu gönlünüzün gazebine uğramış; bir küstahlıktır etmiş; yüce gönlünüz incinmiş ona. Bu duacı, şefaat ederek Allah için yalvarmada. Yaptığınız iyi işlere, kulluklara, oruçlarınıza, namazlarınıza, sadakalarınıza üstelik, bu bağışlamayı da belirtirseniz, şüphe yok ki Allah, bütün kulluklarınızı en güzel bir şekilde kabul edecektir. Oğlumuz Nizameddin, sizi sevenlerdendir; o devletin sürmesini, artmasını diler; boyuna sizi anarak neşelenir. Bir küçük suç, o da bilmeyerek yaptıysa, bağışlanması… Bu takdirde pek minnettar olurum; büyük bir sevaba, güzel bir övülmeye erişirsiniz.” (Hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İstanbul, 1963, s. 80-81)

[6] (6) Egemen sınıfların ve onların akademyadaki uşaklarının düzene ve ortodoks İslama karşı niteliğini özenle gizlemeye çalıştığı büyük ozan Yunus Emre,

“Gayridür her milletten bizim milletimiz/ Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz/ Bu din ü diyanette yetmişiki millette/ Bu dünya ol ahrette ayrıdur ayatımız” diyor; yani; kendisinin hiçbir milletten ve dinden olmadığını belirtiyor ve zamanın sömürücü sınıflarının simgesi olan beylere şu sözlerle çatıyordu:

“Gitti begler mürveti (=yiğitliği)/ Binmişler birer atı/ Yediği yoksul eti/ İçtiği kan olusar.” (Aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri III, s. 88)

[7] Komünist Enternasyonal 1928’de Gandicilik için şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“Baştan başa dini görüşlerle dolu olan, en geri ve ekonomik bakımdan gerici yaşama biçimlerini idealize eden, çıkış yolunu proletarya sosyalizminde değil, bu geri biçimlere geri dönüşte gören, pasif biçimde sabretmeyi vaazeden ve sınıf mücadelesini olumsuzlayan, Hindistan’daki Gandicilik gibi akımlar, devrimin gelişme süreci içerisinde açıkça gerici güçler haline gelirler.” (“Komintern Programı”, III. Enternasyonal, Belgeler 1919-1943, İstanbul, Belge Yayınları, s. 186)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar