Ana SayfaKürsüBizi Demokritos Gibi Güldürdün

Bizi Demokritos Gibi Güldürdün

Mehmet Akkaya’nın “Metin Kayaoğlu Öküz Altında Buzağı Aramaya Devam Ediyor” yazısını Demokritosvari, gülerek okudum ve aptallığın sınırlarının nereye uzanabileceği konusunda filozofça düşündüm. Metin Kayaoğlu’nun, Muzaffer Oruçoğlu eleştirisi üzerinden aslında ülkemiz için özgülleşmiş tek tutarlı Marksizm örneği olan Kaypakkaya’nın eserinin çarpıtılmasına karşı savunusu olan “Devrime Adanmamış Bir Yaşama Bakış” adlı yazısına karşı Akkaya’nın yazısı; kendiliksiz biçimde kuyruğu dik tutmaya çalışıyor.

Akkaya ne okuduğunu anlamış ne de anlamadığını anlamış. Ama Oruçoğlu’na karşı her sözü kendi üstüne almış. Metin Kayaoğlu, sözde Oruçoğlu’nun edebi ve estetik serüvenini eleştiri konusu yapmış! Oysa Kayaoğlu Oruçoğlu’nun estetiğiyle de serüveniyle de ilgilenmiyor: “Bir roman olarak Tohum mu? Bizi, bu figürün Kaypakkaya’yla ilişkisi olanlar dışındaki yaptıkları hiçbir şekilde ilgilendirmiyor” diyor. Kayaoğlu’nun yazısı Oruçoğlu’nun siyasal dejenerasyonunu konu alıyor. Üstelik bunda da amaçlanan Oruçoğlu değerlendirmesi değil, Kaypakkaya’nın eserinin çarpıtılmasına ve sömürülmesine karşı durmak. Bu çarpıtma ve sömürüye karşı durmak ve Kaypakkaya’nın biricikliğini vurgulamak. Hâlâ çarpıtan ve sömürenler varsa Kaypakkaya’nın biricikliğini vurgulamak totoloji değil zorunluluktur.

Sanatla ilgili kısmi de olsa eğitimi olmadan (Gerekli kültürel formasyonu Akkaya’nın kitaplarından edinebilirmiş!) boyunu aşan işlere karışmış Kayaoğlu. Sanatı hakir görmüş, edebi metinde serbestçe sallanmasına müdahale etmiş. Bu kırtasiyeci üstelik Tohum dışında bir kitabını dahi okumadan Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ayarındaki bu engin romancı, ressam vb. vb. hakkında söz etme gafletinde bulunmuş.

Ben de, Mehmet Akkaya’nın bu yazısından başka hiçbir yazısını okumadım; yani gerekli kültürel formasyonum yok. Sosyal baskı sonucunda Muzaffer Oruçoğlu’nun Tohum kitabının tamamını, Çıplak ve Özgür kitabının üçte birini ve Kaypakkaya ile ilgili birkaç yazısını okudum sadece. Grizu’yu bir arkadaşın zoruyla aldım, kitaplığımda duruyor. Buna rağmen bir mantık yürüteyim. Bir insan iki günde bir kitap okusa otuz yılda 5400, elli yılda 9000 kitap okur. Diyelim ki Akkaya’nın ve Oruçoğlu’nun tüm eserlerini okuduk, Goethe ve Schiller’e nasıl vakit ayıracaktık!

Bir okur okuyacağı metni seçerken yazarın en azından savunduğu düşünce okuluyla tutarlı fikri ve biçimsel özelliklerde yazmasını beklemez mi? Diyelim ki fikirleri değişti, o zaman da yazarın eski fikirleri ile ayrımını ortaya koyması gerekmez mi? Kayaoğlu, Oruçoğlu’nun edebiyatla uğraşmasını eleştirmiyor ki. “Edebiyatla uğraşmanın nesi kötü olabilir!” diyor, “Buradaki mesele, bir zavallının ‒belki kendini ve‒ arkadaşlarını aldatmasıdır. Yalancı bir yaşam” diyor. Oruçoğlu kendini sadece sanatçı ilan edebilirdi, o zaman da Kaypakkayacı bir sanatçının Kaypakkayacı fikirlerinin sanattaki güzel ve tutarlı bir örneğini sergilerdi diyor. Kaypakkaya düşüncesini savunan tutarlı bir sanat eseri de Kaypakkaya’nın “buzlara karşı bir köy enstitüsü ateşi parlattığını” söyletmezdi herhalde. Edebi eserlere bakarız; bir yazar romantikse eseri de romantik olur, natüralistse eseri de natüralist olur. Kurgu gereği Kaypakkaya’ya etmediği bir laf ettirebilirsin, ama Kaypakkayacıysan Kaypakkayacı bir laf ettirirsin. Kaypakkayacı değilsen de değilsindir. Peki, o gömleği neden üstünden çıkarıp atmazsın?

Kayaoğlu, Oruçoğlu’na ilişkin “şiir ile ölümü, şiir ile devrimi karşı karşıya getiren bir tıynetteydi. Bu tıynete kaptırırsak kendimizi, devrim adına şiiri lanetleriz” diyor. Akkaya ise Kayaoğlu’nu sanat düşmanı ilan ediyor hemen. Madem Akkaya, Oruçoğlu’nu Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney gibi dört büyüklerden beşincisi sayıyor ve Kayaoğlu’na “Sanatın devrimcilik dışında, başka bir şey olduğunu ilk defa senden duyuyorum” diyor. Madem öyle, bir de Yılmaz Güney’den duysun.

Bakın Yılmaz Güney Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitabının girişinde ne diyor:

“Bu roman, bir buçuk yıllık yoğun bir uğraşın ürünüdür. Günümüz koşullarında, özellikle benim konumumda bir insanın, daha önemli sorunlar gündemde iken, daha acil konular üzerinde araştırma ve inceleme yapması gerekirken, bir buçuk yıllık zamanı bir roman için ayırması tartışılması gereken bir gerçektir; kabul ediyorum. Bu uzun çalışmanın beni siyasal gerileyiş içine soktuğunu da ayrıca belirtmek isterim.”

Demek ki Yılmaz Güney’in zihni edebiyatın, sinemanın özgür iklimi tarafından yavaş yavaş iğfal edilmemiş. Demek ki Yılmaz Güney’le kıyas yaparsak bırakın Kaypakkayacı bir sanatçı olmayı, genel olarak Marksizm alanında olabilirliği bile tartışılabilecek edebiyata hasredilmiş bir yaşamı olan bir figür var karşımızda. Bu pespaye figürün de pespaye filozof yardakçısı. Bana göre Akkaya’nın yaptığı halkımızın bir sözünde anlattığı gibi: “Körler sağırlar birbirini ağırlar.”

Büyük materyalist filozof Akkaya, cahil Kayaoğlu’na sanat hakkında söz etmeyi yasakladıktan sonra siyaset eleştirisini de yasaklıyor. “Bunların savunduğu siyasal görüşler öyle senin benim gibi insanların entelektüel faaliyetleriyle açıklanacak, rekabet edilecek türden görüşler değil. Tartıştığın siyaset radikal, radikallikte de aşırı bir noktada bulunuyor. Bir entelektüelin veya bir dergi/gazete çevresinin de bu alana ilişkin söz söyleme hakkının olduğunu düşünmem, düşünsem de, seninki gibi üst perdeden ithamlarla andığın tartışmalara girmeyi ancak hastalıklı bir ruh haliyle açıklayabilirim” diyor. Eğer radikal siyaset buysa, Kaypakkayacılık buysa Marksizm adına Kaypakkayacılığa lanet okumalı. Her Marksistin görevi bir kötülük görüldüğünde sopayla düzeltmek, buna güç yetmezse dil ile düzeltmek, buna da gücü yetmezse kalben buğz etmektir. Bu sonuncusu ise Marksizmin en zayıf derecesidir.

demokritos 3

Teori ve Politika adlı bu dergi çevresi, çıkış broşüründe, kendi ayrımını ve uğraş alanını ortaya koydu ve çeyrek yüzyıllık yayın hayatı boyunca tutarlı bir çizgi izledi. Kendini olmadığı bir şey gibi gösteren pozlara hiç girmedi. Ne filozofça düşündüğünü söyleyip akademik pozlara girdi, ne de devrimciyim dedi. Örgütlü yapıları eksikliklerine rağmen küçümsemedi, onları düzene karşı birer kale olarak gördü.

Akkaya, Kayaoğlu’na “Meseleleri ele alış yönteminde ne objektif koşullar, ne sınıfların analizi, ne ittifaklar ne de bir bütün olarak Türkiye devriminin ve özel olarak da andığın geleneğin tarihi tecrübelerini söz konusu etmişsin” diyor. Sonra da “lider devrim yapamadı diye de liderin yol arkadaşlarına, bunların içinde de bilhassa tek kişiye, Muzaffer Oruçoğlu’na hücumlar yapıyorsun” diyor. Kayaoğlu’nun yazısında niçin devrim yapamadınız diye bir laf yahut ima var mı? Türkiye devrimi için bir strateji mi çiziyor yazı? Yazı şunu diyor: Kaypakkayacı olmadığın halde neden Kaypakkayacı pozu takınıyorsun? Kaypakkaya nerede bu tür Kaypakkayacılar nerede diyor. Neden hem fikirlerini çarpıtıyor hem de Kaypakkaya’nın popülerliğinin rantını yiyorsun diyor. Akkaya bunu da anlamıyor ve para kazanmıyor ki gibi laflarla geveliyor. Ama para da kazansaydı daha büyük mahsuru olmazdı.

Sonuçta Kayaoğlu’nun yazısının amacı besbelli. Derdi döküntülerle uğraşmak değil. Türkiye’de özgülleşmiş tek tutarlı Marksizm örneği olan Kaypakkaya’nın eserini korumak ve geliştirmek. Eminim, Marksizme yönelen yeni nesil de Oruçoğlu ve Akkaya’nın tüm seçkin eserlerini okumadan hangi yanı tutması gerektiğini anlayacaktır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar