Ana SayfaArşivSayı 13Bir “Pratik İlke” Olarak “Altın Kural”

Bir “Pratik İlke” Olarak “Altın Kural”

İbrahim Daşkaya

Bu yazının konusu, “Altın Kural” (Golden Rule) olarak anılan “Başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” ifadesinin, pratik bir ilke olup olmadığını, bir pratik ilke ise nasıl bir çerçeveye oturtulabileceğini tartışmaktır. Bu çerçevenin sınırlarını çizebilmek için çerçevenin oluşturucu öğelerinin kısaca da olsa tanımlanması gereklidir. Ardından, sözü geçen ilkeyi bu öğeler açısından ele almak uygun olur.

Bunun için iki aşamalı bir iş yapılacaktır. Önce Altın Kural’ın içinde ele alınacağı teorik bir çerçeve çizilecektir. Bu işi yaparken İ. Kuçuradi’nin Uludağ Konuşmaları’nda (UK) yer alan “Ahlak ve Kavramları” adlı konferansında “ilkeler” üzerine söyledikleri, kendi içinden bir bakışla tartışılacaktır. Bu tartışmalar ışığında çizilen çerçevede Altın Kural’ın ne ölçüde bir pratik ilke olduğunun incelenmesi gerçekleştirilecektir.

A. Teorik Çerçevenin Çizilmesi

I. Bir pratik ilkenin “ilke” olarak kuruluşu üzerine bir yorum

Konu gereği burada “ilkeler” ile, örneğin bilimsel ilkeler değil, davranışları ya da istemeyi belirleme iddiasında olan ilkeler kastedilmektedir.

Tanım: Yapıp etmeleri (davranışları) ve/ya da istemeyi belirleyen, insan değeri bilgisinden türetilen gereklik önermelerine “ilke” denir. (UK: 29)

Ek: Yapıp etmeleri belirleyen ilkeler “eylem ilkeleri”dir. İstemeyi belirleyen ilkeler “isteme ilkeleri”dir. (UK: 29-31)

Tanım iki yönden incelenmelidir: İlkin, tanımda belirtilen türetim yeri tartışılmalıdır. İkincileyin ise tanım, ekte sözü edilen iki tür ilkeyi birbirinden ayıran karakteristikler açısından çözümlenmelidir. Bu iki tür ilkeyi farklılaştıran özellik türetildikleri yer değildir. Çünkü her iki tür ilke de, ilke tanımına göre aynı kaynaktan türetilmiştir. Bu kaynak, “insan değeri bilgisi”dir. İki ayrı tür ilkeden söz etmeye yol açan ayırıcı nitelikler, bu ilkelerin bazısının içerikli olup, bazısının da içeriksiz olması ve yine bazısının genel geçer olup, bazısının da genel geçer olmamasıdır.

Bu ilkelerden içerikli ve genel geçer olmayan önermeler “eylem ilkeleri”ni, içeriksiz ve genel geçer olanlar ise “isteme ilkeleri”ni oluştururlar.

I. Şema:

Eylem ilkesi

değer bilgisi

içerikli

genel geçer değil

İsteme ilkesi

değer bilgisi

içeriksiz

genel geçer

Şimdi iki ayrı tür ilkeden söz edilmesine yol açan bu özelliklere sırasıyla bakalım.

I.I. Türetim yerleri açısından ilkeler

Gereklik düşünceleri olan ilkeler ile kurallar arasında yapılacak tanımsal bir farklılaştırmada bunların türetim noktaları esas alınmıştır. (UK: 27-29)

Buna göre, kurallar deneylerden kaynaklanırlar. Bu da iki biçimde olur: 1) Farklı doğal-toplumsal koşullardan türetilen kurallar. Bunlar pratik işlevleri yerine getirir. 2) Tek tek davranışların etkilerinin değerlendirilmesinden yapılan çıkarımlarla (induksiyonla) ulaşılan kurallar. Bunlar da davranışlarda alınacak sonuçların olasılıklı bilgisini verirler.

İlkeler ise, kurallardan farklı olarak, insan değerinin bilgisinden türetilmiş diye tasarlanırlar. Bu da iki biçimde olur: doğrudan ya da dolaylı çıkarımlarla. Bu tür çıkarımlar şöyle yapılır: insanlar, insanın tür olarak yapısal olanaklarına zarar verecek, bu olanakların gerçekleşmesine engel olacak hiçbir eylemde bulunmamalıdırlar. (UK: 29) Şimdi bu çıkarım yapılırken deneyin kullanılıp kullanılmadığı incelenmelidir. Çünkü kurallar ile ilkeleri birbirinden ayıran karakteristik, bunların farklı yerlerden türetildikleri savıdır.

Dikkat edilirse insan türünün yapısal olanaklarıyla kastedilen, geçmişten bu yana insanlığın yaşamını sürdürmesini sağlayan ve insanın yaşamı daha kolay, daha güzel hale getiren etkinliklerde bulunabilmesidir. (Bilim ve sanat gibi etkinlikler.) Bu olanaklara sahip olması insanın değerini oluşturur. Dolayısıyla bu olanakların bilgisi ile insanın değerinin bilgisi aynı şeydir. “İnsanın bu olanaklara sahip olması, onu değerli kılar mı?” sorusu konumuz değil, ancak kısaca şu söylenebilir: Birtakım başarılı sonuçlara ulaşmaya değer vermek doğaldır. “Değerlik” insanlığın geçmişten günümüze taşıdığı başarıları gerçekleştirme olgusuna yapılan bir atıftır. İşte bu başarılar hakkında üretilen bilgi, bu başarıların saptanmasına dayalıdır. Bu ise ancak başarıların görülmesi, anlaşılması ve değerlendirilmesiyle olanaklı olur.

Burada kuralların deneyden kaynaklanmasıyla, ilkelerin bu başarıların farkına varılmasından kaynaklanması arasında bir koşutluk olduğu düşünülebilir. Kurallar iki biçimde deneyden türetiliyorlardı. Her iki biçimde de deney ile kastedilen, belirli olgular karşısında hangi eylemlerde bulunulursa, bunun kişilere zarar vermeyip, tersine yarar vereceğinin zaman içinde saptanmasıydı. İşte aynı türden bir deney, insanın olanaklarının da birer olgu olarak farkına varılıp, bu olanakların hangi eylemlerle geliştirilip, hangi eylemlerle zarara uğramasının engellenebileceğinin ortaya konulmasında gerçekleştirilir. Olanakların korunmasının gereği ile pratikten ya da induksiyondan gelen yerel ya da genel düzenlemelerin gereği arasında bir benzerlik vardır. Her ikisi de olgu gözlemleriyle temellendirilmiştir.

Dolayısıyla kural ya da ilkeleri oluşturmak açısından “pratik koşullar” ve “induksiyon” ile “insan değeri bilgisi” (reductio ad absurdum) arasında yalnızca bir derece farkı olduğu söylenebilir. Her iki tarz da deneyi esas olarak alır. Ancak kuralların oluşturucusu olan deneyin konusu, zamansal-uzamsal koşullar ve gereklerken; ilkelerin oluşturucusu olan deneyin konusu, insanlığa ait başarılardır. Özetle, insanlarla ilişkilerde ortaya çıkan her durumda, davranışları ve istemeleri belirlemeye yönelik olarak geliştirilebilecek pratik kural ve ilkeler, deneyden türemişlerdir.

I.2.I. ”İçerikli olma”, “içeriksiz olma”

Eylem ilkeleri ile isteme ilkelerini birbirinden ayırmada kullanılan iki karakteristikten ilki “içerikli olma”dır. Tanımlamaya göre eylem ilkeleri, içerikli olup, genel geçer olmayan ilkelerdir. Tanımlamaya göre isteme ilkesi ise, içeriksiz olup, genel geçer bir ilkedir.

Ek tanıma göre, her tek durumda (ya da koşulda) kişilerin nasıl eyleyeceğini belirleyen ilkeler, eylem ilkeleridir. Durumlar bu ilkenin içeriğini oluşturur. Hangi durumda nasıl eyleneceği durumun özelliklerine göre biçimlenir. Durumlar (ya da koşullar) değiştiğinde bu tür ilkelerin de değişmesi kaçınılmazdır.*

Öte yandan, isteme ilkelerinin de içeriksiz olduğu ileri sürülmektedir. Bu ilkelerin içeriksiz olması türetildikleri yerden kaynaklanmaz. Bu ilkeler de eylem ilkeleriyle aynı kökten çıkarlar, ancak bunlar genel bir amaç, ana amaç belirlenmesinde iş görürler. Eylem ilkelerindeki içerikleri taşımadan, bu genel amaca uygun istemeyi dile getirirler. İçeriksiz oldukları için koşullar üstüdürler. Durumdan duruma değişmezler. Tüm durumlarda bu ilkelerin belirleyici olması istenir.

Bu iki tür ilkenin, içerikli olup olmama açısından birbirinden ayrılmasının arkasında yatan nedeni araştıralım. Eylem ilkelerinin tekil durumlarda nasıl bir davranışta bulunulması gerektiğini belirledikleri için içerikli oldukları söylenir. İsteme ilkeleri ise çok genel, herkes için söz konusu olan bir üst-amacı dile getirdiklerinden, yani tekil durumlardaki anlık amaçlardan söz etmediklerinden içeriksiz olarak görünürler. Oysa isteme ilkelerinin içeriklerinin bu üst-amaçlar olduğu ileri sürülebilir. Bir amacı dile getiren tüm gereklik önermeleri bu amacı ifade etmelerinden ötürü içeriklidirler. Bir gereklik önermesi (gereklik önermesi tanımınca -temellendirilebiliyorsa-) içerikli olmalıdır. İlkeleri iki türe ayırmanın arkasında yatan neden, dile getirdikleri amaçların genelliğidir. İsteme ilkelerindeki amaçlar çok genel ve çok ortaktırlar. Bu nedenle eyleme ilkelerinin kişisel ya da gruplara ait amaçlarıyla karşılaştırıldığında bir üst-amaç olarak gözükürler. Ancak kişisel olsun ya da gruplara ait olsun bu istekler (eylem ilkeleri) üst-amaçlarla aynı yerden türetildiklerinden aynı hedefe yönelmiş olmalıdırlar.

Kant’ın “her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun” ifadesine bu açıdan yaklaşılırsa, bu ilke de kendi başına içeriksiz değildir. Çünkü önermenin nesnesi olan “insanlık”ı, “amaç olarak görme” isteminde, önerme içerikli hale gelir: “Eylemlerinde karşındaki insanları, onlara zarar verme pahasına kullanmaman gerekir.” Burada belirli bir durum söz konusu olmadıkça “zarar”ın, bir başkasını “kullanma”nın ne anlama geldiği sorulacaktır. Ancak bu soruların farklı yanıtları olması önermenin içeriksiz olduğunu değil, çok genel olduğunu gösterir. Bu genel gereklik önermesi pek çok durumu kapsadığı ve tek bir içerik taşımadığından, ayrıca tekil durumlarda amacın ne olacağının önceden bilinmemesi (belirtilmemiş olması) nedeniyle içeriksiz olarak görülür.

Şu halde isteme ilkelerinin “içeriksizlik”i zorunlu bir nitelik değildir. İçerikli olmak ise tüm ilkeler için zorunlu gözüküyor. Çünkü içeriksiz bir ilke, kaynağı ne olursa olsun türetilemez. Böyle bir ilkenin gerekliği gösterilemediğinden, temellendirmesi de yapılamaz. “İnsanlığı amaç olarak gör” ilkesi temellendirilebiliyorsa, bu, ilkenin gereğinin gösterilmesidir. Bu gerek, ilkenin içeriğidir. Buradan hareketle “içeriksizlik” ile farklı durumlarda ne yapılacağının belirtilmemiş olduğu anlaşılabilir. Eyleyen (bir kişi ya da grup), her durumda (tek bir durumda), insanlığı (bir kişi ya da grubu) amaç olarak görecek biçimde davranmalıdır. Bu ilke, eylemi (tek durumda ve kişiler arasında ortaya çıkan eylemi) belirleyen ilkedir. Tek durumda hangi eylemin seçileceğine bu ilke karar verir. Dolayısıyla isteme ilkelerinin içerikli olduğu söylenebilir. Daha ileri gidip, isteme ilkelerinin, eylemleri belirlemesine bakarak, eylem ilkeleri olduğu da söylenebilir. Böylece önermelerin içerikli olup olmamaları baz alınarak yapılan bu ayrıma gerek kalmaz.

I.2.2. “Genel geçer olma”, “genel geçer olmama”

Eylem ilkeleri ile isteme ilkelerini birbirinden ayırmada kullanılan ikinci karakteristik “genel geçerlik”tir. Genel geçerlik, içerikli olup olmama ile yakından ilgilidir. Bu nedenle yukarıda geliştirmeye çalışılan mülahazalar doğrultusunda ele alınacaktır.

Eylem ilkelerinin içerikli olduğu iddiası, bu ilkelerin aynı zamanda genel geçer olmadıkları savına da yol açar. Zira içerik durumlara göre değişeceğinden genel geçer bir eylem ilkesinden söz edilemeyecektir. Öte yandan isteme ilkelerinin içeriksiz olduğu iddiasıysa, bu ilkelerin genel geçer olduğu savına yol açar. Bu ilkeler içeriksiz olduklarından koşullar üstü, yani genel geçer olacaklardır.

Ancak isteme ilkelerinin içeriksiz olmasının ne anlama geldiği yukarıda görüldü. Bu nedenle genel geçer olmanın ne anlama geldiği de tartışılmalı. Bu noktada “isteme ilkeleri içerikliyse, genel geçer olmadıkları da söylenebilir mi?” sorusu sorulmalıdır. Zira, eylem ilkeleri içerikli olmaları nedeniyle genel geçer değillerdi. İsteme ilkeleri de aynı nedenle genel geçer olmayabilirler. Sorun bu koşutluğun doğru kurulup kurulmadığıdır.

İsteme ilkeleri çok genel bir gerekliği dile getirdikleri, türetildikleri yerden dolayı koşullar ne olursa olsun (hep) insanın değerini korumayı amaçladıkları için, bu amacı yerine getirmeyi buyuran ilkelerin kalıcılığı ve genel geçerliğinden söz edilebilir. Bu ilkeler deneyden değil, koşullar üstü özel bir değer bilgisinden türetilmişlerse ve yanı sıra bir üst amacı istemeyi belirlemek için dile getirilmişlerse; hem türetildikleri yerin koşullara bağlı olmaması nedeniyle, hem de bir belirledikleri istemenin genelliğinden ötürü genel geçerdirler.

Aynı biçimde eyleme ilkelerinin de genel geçer olması olasıdır. Çünkü eylem ilkeleri içerikli olmakla birlikte, durumlara göre farklı görünen bu içeriklerin aynı ortak amaca yöneldiği ve aynı ortak kökenden çıktığı ileri sürülebilir. Şu halde her iki ilke türü de, türetildikleri kaynağın ve amaçlarının ortak olması nedeniyle genel geçerdirler.

II. Sonuç

Buraya kadar kendi içinde kalarak Uludağ Konuşmaları’nda yer alan “Ahlak ve Kavramları” adlı konferansta sunulan “ilke” tanımı incelendi. Getirilen ilke yorumu (1) ilkelerin türetildikleri yer açısından, (2a) ilkelerin içerikli olup olmaması ve (2b) genel geçerlik açısından tartışıldı. Bu tartışmada varılan sonuçlar şunlardır:

1. İlkeler ve kurallar türetildikleri yer açısından farklı değildirler. Her ikisi de deneyden gelirler. Ancak aralarındaki derece farkı ihmal edilmemelidir. Zira daha çok pratik bilgelik denilebilecek belirleyicileri dile getiren kurallar, insanın yapısal olanaklarının deneyi ile değil, dışarıdaki somut durumların ve koşulların deneylenmesi ile çıkarılırlar. Oysa ilkeler insana ait olan özel bir “başarılı olabilme” olanağının deneylenmesi ile türetilirler.

2. İlkeler iki karakteristik açısından farklılaşmazlar. Buna göre eylem ilkeleri ve isteme ilkeleri arasında yalnızca nominal bir ayrımdan söz edilebilir.

Böylece başta çizilen şema şu biçimi alır:

II. Şema:

Eylem ilkesi

değer bilgisi

içerikli

genel geçer değil

İsteme ilkesi

değer bilgisi

içeriksiz

genel geçer

3.Tanım gereği (UK:31) meta-ilkeler, pratik ilkeler söz konusu olduğunda isteme ilkeleriyle çakışmaktadır. Yukarıdaki sonuçlara göre, pratik meta-ilkeler ile eylem ilkelerinin farklılaştırılmasından da söz edilemez. Ancak yine de bu iki tür pratik ilkenin ayrı konulabileceği düşünülebilir: Pratik ilkeler toplumsal yaşamın kişilerarası ilişkiler düzeyinde sürdürülmesine yöneliktir. Bu ilkelerin yerine getirmeye çalıştıkları amaç, toplumsal barış ve düzenin devamıdır. Ancak bu amaç da kendisi için değil, bir başka amaç için, nihai bir amaç için bir araçtır. Bu, Aristotelesci ifadeyle “en amaç” olan erek, bireysel yaşamın her türlü tehditten korunarak sürdürülebilmesidir. Bu ereği yerine getirmeyi sağlayacak ilkelerin (eylem ilkelerinin) kendilerinden türetildiği ilkeler, eylemin meta-ilkeleridirler. Ayrıca tanıma göre eylem ilkeleri, meta-ilkelere göre değerlendirilirler. Dolayısıyla meta-ilkeler hem ilkeleri belirleyici, hem de ilkeleri değerlendirici kaynak ve ölçüt ilkelerdir. Tüm meta-ilkeler çözümlemenin sonunda (başta bulunan) eylem ilkeleri olarak ele alınsalar da, kendilerinden türeyen eylem ilkelerinden, onların kökeni olmak bakımından ayrıdırlar. Birleştikleri yer, ortak bir ereğe yönelmiş olmalarıdır.

B. Altın Kural’ın Bir Pratik İlke Olarak Kurulmasının Olanağı

Toplumsal yaşamı olanaklı kılan ana öğelerin başında kişilerarası barışın kurulmuş ve korunmuş olması gelmektedir. Toplumsal yaşam ise birey ve tür olarak insanların yaşamlarını sürdürmesinin koşuludur. Şu halde bireysel yaşam için toplumsal yaşam, toplumsal yaşam için de barışın, toplumu oluşturan kişiler arasında kurulmuş ve sürdürülüyor olması önkoşuldur. Gerekçesini bu koşullara dayandıramayan hiçbir pratik ilke (eylem ilkesi ya da meta-ilke) meşruiyetini temellendiremez. Zira, bu koşullar yerine getirilmedikçe davranışların nasıl olacağı ve nasıl değerlendirileceği üzerinde asla nihai bir karara varılamaz. Ne deney ne akıl, “en amaç”ı hesaba katmadan, ne bir ilkeyi ne de bir kuralı ya da normu türetemez. “En amaç”ın ne olduğu tartışılabilir elbet. Ancak bireysel ve türsel yaşamın sürdürülmesi söz konusu olduğunda, tartışma askıya alınmalıdır. Çünkü yaşamın yok edildiği yerde, ne olduğu hakkında bir tartışmanın sürdürüleceği bir “en amaç”tan söz edilemeyecektir. Yaşamın korunması ve geliştirilmesi “en amaç” olarak kabul edildikten sonradır ki, diğer amaçlar, o da onaylanmış bu “en amaç“ açısından ikincil, ama kendilerinden türetilen ilkeler açısından da ana amaçlar olarak ele alınabilir. Bu ilkeler toplumsal yaşamın bireysel yaşam için koşul olduğu ortamlarda, kişilerarası ilişkilere zarar vermeyip, tersine bu ilişkileri bir biçimde sürekli daha olgun duruma getirme amacı taşırlar. Bu amaç toplumsal yaşamın gereklerini yerine getirmektir.

Şu noktaya da değinmek gerekiyor: Yaşamın korunması gerektiği fikrini hiç kimsenin yadsımadığı düşünülecek olursa, bu fikrin bir meta-ilke olarak ele alınmasına gerek kalmaz. Zira bu fikir öyle yaygın bir onamadan geçmiştir ki, tartışılmaz bile. Dolayısıyla bir ilke olmaktan çok, adeta bir doğa yasası gibi görülür. Bu nedenle türetilmiş bir ilke olmaktan çok, eylemleri belirlemede en etkili olan bir içgüdü gibi de ele alınabilir. Öldürülmekten korkan canlılar gibi, yaşamın değeri üzerine hiç düşünmemiş insanlar da varlıklarına bir zarar gelmesini engellemeye çalışırlar. Bunun nedeni nedir bilmiyorum, ama yaşamın değerine ilişkin bilgiye sahip olmak gibi de gözükmüyor. Yaşamı koruma amaçlı eylemler açısından bakıldığında “yaşamı koruma” bir ilke olmaktan uzak görülüyor. Çünkü çoğu kez, bu eylemler kendiliğinden ortaya çıkan davranışlar olarak beliriyor. (Bazı durumlarda ise bu eylemlerin besbelli bir ilke olarak yaşamı koruma fikrine dayandığı da söylenebilir. Özellikle eylemleri yargılarken yargıcın baktığı yer eylem, durum ve bu çerçevede düşünülebilecek olan ilkelerdir.) “Yaşamı koruma”nın pratik bir ilke olmaması, bu fikirden kimi meta-ilkelerin türetilmesine engel olmaz. Tersine, bir ilke olmadığı için kendisinden çıkarılacak ilkelerin, daha sonra gelen ilkeler açısından üst ilkeler olması olanaklı olur.

Buraya kadar çizilen tablo meta-ilkelerin neliğine ilişkindi. Altın Kural’ın pratik bir ilke olup olmadığı, pratik bir ilke ise ne tür bir ilke olduğu (bir meta-ilke [isteme ilkesi] mi, bir eylem ilkesi mi, evrensel bir ilke mi, yoksa yerel bir ilke mi?) araştırılacaktır. Bu sorular “teorik çerçevenin çizilmesi” başlığı altında yer alan ve Altın Kural’ı değerlendirmenin iki farklı ölçütü olarak kullanılacak olan, iki ayrı ilke yorumu (“teorik çerçevenin çizilmesi başlığı altında sunulan I. ve II. şemalar) açısından yanıtlanacaktır.

Altın Kural’ın istemi nedir? Bu açıklandıktan sonra, yukarıdaki soruların yanıtlarına geçilebilir. “Altın kural” olarak bilinen pratik ilkenin dillendirdiği istem şudur: “Başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran.” Bu buyrukta vurgulanan husus, kişinin eylerken kendini bu eylemlerinden etkilenen diğer kişilerden ayrı tutmamasıdır. Başka deyişle kişi, eylemlerinin etkilerine, başkaları kadar kendisinin de maruz kalacağını düşünerek eylemelidir. O, etkileyen kendisi olduğu için bir istisna olduğunu düşünmemelidir. Bu kural, eyleyenin eyleminde kendini kayırmamasını, eyleminin etkileri karşısında tarafsız olması gereğini dile getirir. (PA: 596-7)

Şimdi “Başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” ifadesi, ilke yorumlarında farklı gözlerle görülen üç karakteristik (türetim yeri, içeriklik, genel geçerlik) açısından ele alınmalıdır.

Sözü geçen iki ayrı ilke yorumundan ilkine göre bir ilke, insanın yapısal olanaklarının farkına varılmasıyla edinilen, insan değeri bilgisinden türetilir. İkinci yorum ise, bu bilginin deney kaynaklı oluşuna dikkat çeker. Dolayısıyla, ilk yorum ilkelerden söz ederken, doğrudan hiç deneye değinmese de, aslında insanın yapısal olanaklarının gözlemlenmesi anlamında bir tür deneyi imler. Bu nedenle her iki yorum da bir gereklik önermesini ilke olarak görüp görmeme konusunda karşıt sonuçlara ulaşmaz.

Altın Kuralı dile getiren önermenin türetildiği yer neresidir? Toplumsal düzenin korunması iki buyurma alanının varlığı ile sağlanır: Hukuk ve ahlak. Devlet aygıtları icra ettiği için, hukukun yaptırım gücü ahlaktan fazladır. Ahlak ise toplumsal baskılarla yürütülmeye çalışılır. Ancak her iki buyurma alanının da kendi yaptırımlarını icra edebilmesi için, suç ya da ahlaksızlık olarak tanımlanan eylemin ortada olması, yani bilinmesi, topluma açık olması gerekmektedir. Aksi takdirde zarara uğrayanların zararı tazmin edilemez. Hukuk, faili ortaya çıkarmak için kendi içinde bazı araştırma prosedürleri geliştirmiştir. Bunlar, pozitif hukukun içinde kalındığı sürece, kişilerin meşru olarak soruşturulmasına denk düşen uygulamalardır. Böylece hukuk, kendisini yürütenlere ne yapmaları gerektiğini de bildirir. Emniyet mensuplarına suç kapsamına giren eylemlerin önüne geçmek ve failleri bulmak; savcı ve yargıçlara ise gerektiğinde polise suçu önlemede ve faili bulmada meşru (hukuki) sınırı aşmadan yetki vermek ve failleri yargılamak düşer. Ancak ahlak için böyle meşru bir soruşturma zemini yoktur. Ahlaka aykırı bir davranış, hukuka da aykırı bir davranışla çakışmıyorsa, ortaya çıkarılması için yapılacak hiçbir şey yoktur. Bu nedenle ahlak, hukuktan farklı olarak faile dönük (ikinci tekil kişi için) buyruklar verir: “Yapmalısın”, “yapmamalısın” gibi.

Altın Kural da, görüleceği üzere faile dönük bir buyruktur. Bu tür çok genel içerikli buyruklar, tüm ikinci tekil kişilerin hep birlikte uymaları gereken buyruklardır. Öte yandan, belirli durumlardaki teklerin ne yapmaları gerektiğini dile getiren buyruklar özel içeriklere sahip olacağından, bu belirli duruma uymayanların bu buyruklara muhatap olması beklenemez. Oysa, içerikleri daha kapsamlı olan buyruklar her tek kişiyi muhatap alırlar. Zira içeriğin geniş kapsamlı olması, buyruğun etki alanını da genişletecektir. Bu salt mantıksal bir sonuç değildir. Çünkü bu tür buyruklar tüm kişiler muhatap alınmadığı zaman işlevini yitirir. Üçüncü çoğul kişinin, ikinci tekil kişiye nasıl davranması gerektiğine ilişkin bir varsayım vardır: İkinci tekil kişinin yararına uygun davranma. Böylece, ikinci tekil kişi de karşısındakilerin yararına davranışlarda bulunacaktır. Bu, bir karşılıklık ilkesidir. Bu nedenle sınırlı sayıda kişiye yüklenmiş bir buyruk değildir. Herkese buyurulmuştur. Dikkat edilecek olursa, önerme, buyruğun yöneltildiği ikinci tekil kişinin yapması gerekeni değil, onun karşısındaki üçüncü çoğul kişinin yapması gerekeni dile getiriyor. Yani ikinci tekil kişiye hitap eden önerme, aslında üçüncü çoğul kişinin, örtük de olsa, ne yapması gerektiğini de belirliyor.

Görüleceği üzere Altın Kural önermesi, “eylemlerin karşılıklı” olacak biçimde yapılması gerektiği düşüncesinin bir sonucudur. Bu bir “denge istemi”dir. Eylemlerin karşılıklı olması, toplumsal yaşamı olanaklı kılan ilişkilerin birbirlerine karşılık gelen, birbirlerini dengeleyen eylemlerle kurulmasını sağlar. Karşılıklık düşüncesinin nedeni, dengesiz ilişkilerin yol açtıkları sorunlara çözüm bulma çabalarıdır. Altın Kural gibi ilkeler ve kurallar, yalnızca bu anlamda (sorunlarla karşılaşma ve belirli çözüm önerilerini sınama anlamında) deney kökenlidir denebilir. Gerçi belirli bir tek duruma yönelik olmasalar da, pek çok benzer durumu ve insan davranışlarının aldığı biçimleri esas alan bir gözlemlemeye dayanırlar. Bu deney (tecrübe) yaşam pratiği içinde gerçekleşir. İlkeler alanındaki çıkarımlar açısından deneyin konumu, doğa bilimlerinde indüksiyon açısından gözlemin konumuna koşuttur. Doğa bilimlerinde yapılan gözlemler induksiyonun ulaştığı vargıyı nasıl içinde taşımıyorsa (Hume’un nedensellik fikrinin deneyden gelmediğini ileri sürerken belirtiği “induksiyon sorunu”), eylem ilkeleri alanında da deney, ilkeyi içinde taşımasa da, bu ilkeye ulaştırıcı bir niteliğe sahiptir. Fiziğin pek çok farklı fizik olgusunu açıklayan birkaç temel yasa altında toplanması gibi, pek çok farklı durumda nasıl davranılması gerektiğini belirleyen, bu nedenle genel bir ifade tarzı geliştirip adeta içeriksizleşen, salt formel bir kalıba dönüşen; öte yandan da, nesnesinin yapısal özelliklerinden dolayı genel geçer olan ilkelerden söz edilebilir. Bu ilke (Altın Kural) sanki bir doğa yasasıdır: Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davranmadığın takdirde, sana da istediğin gibi davranılmaz. Bu, Hobbesçu deyimle savaş durumunun betimidir. İnsanların bir arada yaşaması için, önce savaşın bitmesi gerekir. Bu, başka bir durumun (barış durumu) yaratılmasıdır. Bu yapay durumun kurucu öğesi karşılıklık düşüncesidir. Bu düşünce, yalnızca Altın Kural’ı dile getirmeye yol açmaz, aynı öncüllerden hareketle, örneğin özgürlükler ve ödevler arasındaki ilişkileri kurup, bu iki kavramı birbirleri aracılığıyla tanımlar, birbirleri açısından sınırlarını çizer.

Şu halde Altın Kural ve benzeri ilkeler, toplumsal yaşama zarar veren eylemlere engel olmak amacıyla, bu tür zarar verici eylemlerde soruna yol açan öğenin (zarar görenin, uğradığı zararın, kendisine zarar veren aracılığıyla telafi edilmesini istemesi) giderilmesi istemiyle ortaya atılmışlardır. Zarar gören, bu olumsuzluğun düzeltilmesinden, ilkin bu duruma yol açan kişiyi sorumlu görecektir. Bu durumu düzeltmesi için ya hukuk aracılığı ile ya da bireysel ve çoğu kere hukuk dışı olacak eylemlerle zarar verene baskı uygulamaya çalışacaktır. Hukuksal baskı meşru bir yaptırım olarak etkili olabilir. Devletin yetkili organları zarar verenden, zarara uğrayanın zararını tazmin edebilirler. Ancak hukuk, telafinin gerçekleşmesinden sonra başka yaptırımlarda da bulunabilir. Bunu kamu yararı gerekçesiyle ve caydırıcılık adına yapar. Bu tür yaptırımlarda artık zarar görenin zararının telafisi değil, hukuk diliyle söylendikte ceza söz konusudur. Öte yandan hukuk dışı baskılar ise, çoğu zaman zararı telafi edemezler. Çünkü bu tür baskıların arkasında güçlü bir tüzel kişi yoktur. Bu baskılar meşru da olmadıklarından, zararı telafi etme fikrinden uzaklaşıp, kısa sürede bir intikam alma biçimi haline gelirler. İntikam alma, hemen hemen haksızlığa uğradığını düşünen tüm insanlarda gözlenen bir duygudur. Bu duyguyla zarara uğrayanlar zararlarını kendi başlarına, çoğu zaman gayrimeşru yoldan telafi etmeğe kalkıştıklarında, Hobbes’un betimlediği savaş durumu yaratılmış olur. İşte intikam duygusunun toplumsal düzen açısından altının çizildiği bu nokta, baştan beri ifade edilen karşılıklık düşüncesinin başka türlü dile getirilişidir. Karşılıklık kısastır. Kısas ise çoğu zaman zararın tazmin edilmesini sağlamaya değil, suçludan intikam almaya dönüktür.

Altın Kural’ın bir ilke olarak ortaya çıktığı yer, tam da burasıdır. Bir kişinin zarar görmesi, toplum yaşamı için sorunlara yol açmayabilir. Altın Kural, zarar görenin zararını tazmin etme amacıyla hareket etmesinden çok, intikam duygusuyla kısasa yönelmesini engellemeyi amaçlar. Dikkat edilirse, intikam duygusunun insanın yapısal bir özelliği olduğu sonucuna varılması, bu ilkenin deneysel kökeninde yer alır: bu yapısal özellik, insanın etkinliklerinde gözlenir.

Bu tür ilkeler, türetim yerleri deney olmakla birlikte, belirli bir uzam-zaman noktasıyla sınırlı bir deney konusunu değil, insanın uzam-zaman sınırlarının dışında yer alan yapısal özelliklerini konu edindiklerinden, içerik açısından günlük yaşamdaki (uzam-zaman sınırları içinde kalan) ikincil kurallardan çok daha fazla geniş kapsamlıdırlar. Bu nedenle her durumda işletilebilirler, genel geçerdirler. Dolayısıyla eylemleri belirlemede kullanılan pek çok ilkenin kaynağı olmak anlamında meta-ilkeler olarak görülebilirler.

Bu çalışmada şu iki kaynak kullanılmıştır:

1- Kuçuradi, İoanna; “Ahlak ve Kavramları” Uludağ Konuşmaları, s. 20-36. 1994-Ankara

2- Hospers, John; Philosophical Analysis, s. 596-598. 1956-Great Britain

 

 

 



* Burada I.I.’de söz edilen hususlara dikkat edilmelidir. Ayrıca, bu ilkeler tanım gereği [deneyden çıkarılmadığı düşünülen (i.d.b.)]den türetiliyorsa, durumlardaki (ya da koşullardaki) değişmelerin ilkeleri etkileyip onları değiştirmesi yalnızca biçimsel olacaktır. İlkenin özü (insan değerinin korunması) değişmeyecektir. Eylem ilkelerindeki değişmelerden söz etmek ilkeler ile kurallar arasında yapılan ve tanımlarına yerleştirilen farklı kaynaklardan türetildikleri savıyla çatışır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar