Ana SayfaArşivSayı 61Liberal Sivil Toplumculuğun Kökenleri 

Liberal Sivil Toplumculuğun Kökenleri 

 

Liberal Sivil Toplumculuğun
Kökenleri

 

Yaşar Ayaşlı

 

Yeni Gündem ve “Tarihsel Uzlaşma”

Türkiye’de sivil toplumculuğun neoliberal yapılanmaya paralel yükselişi 1980’den sonradır. Sola servis edilişi ise Murat Belge çevresinin çıkardığı Yeni Gündem (1984) eliyle olmuştur. Dergi, devrimci hareketi “eski dogma”larını gözden geçirip, genel rotasını demokrasi ve özgürlükler üzerinden yeniden tanımlamaya davet ediyordu. 12 Eylül yenilgisinin yarattığı karamsarlık ve umutsuzluk ortamında ‘konsensus’, ‘uzlaşma’ lafları ağızlara pelesenk olmuştu. AKP iktidarıyla birlikte hegemonyayı ele geçiren İslamcılarla flörtün ilk adımları da o yıllarda atılmıştı. Askeri-bürokratik vesayeti gerilettiği ölçüde sivil toplum alanını genişleteceği farz edilen ittifak fikri, daha sonraki yıllarda karşılıklı paslaşmalara devam etti. Sağ politik güçlerle kutuplaşma (Şili’deki hezimetten sonra) yerine yakınlaşmayı yeğleyen “Eurokomünizm”in öncülerinden İtalyan Komünist Partisi (İKP) Genel Sekreteri E. Berlinguer, iktidar stratejisini, adına “tarihsel uzlaşma” dediği Hıristiyan Demokrat Parti ile ittifaka dayandırmıştı. M. Belge’nin Yeni Gündem’i çıkardığı yıl yazdığı “Tarihsel Uzlaşma Üstüne” adlı makalesinde İtalya’yı mercek altına alması, yalnız çıkış noktası hakkında bir ipucu değil, aynı zamanda Gramsci’den çok Berlinguer’den etkilendiğine işarettir.[1]

Bir edebiyat eleştirmeninin, “Gramsci deyince, Türkiye solunda akla gelen, ‘sivil toplum’ fikri, yani Murat Belge” derken, sol kamuoyuna yerleşmiş bir önyargıyı dile getirmiş oluyordu.[2] Oysa bir komünistle Avrupai bir sosyal demokrat arasında ne fark varsa, M. Belge ile Gramsci arasında da o fark vardır. Çünkü Marksizmin iktisattan politikaya, felsefeden tarihe kadar pek çok bileşenini tamamen ya da kısmen reddetmiş biridir. Gramsci ise hem Komünist Enternasyonal ve Lenin geleneğine bağlı, hem de canını sermayeye ve faşizme karşı mücadeleye feda etmiş inançlı ve özverili bir devrimcidir. Kuşkusuz hapishanede geliştirdiği bazı yorumları, özellikle sivil toplum ve hegemonya üzerine görüşleri reformizme dönüşmeye açıktır ve eleştirilmesi gerekir. Fakat eserleri derinlik ve özgünlük bakımından takdire şayandır. Bu yüzden, sadece eleştiriye en açık yanlarını alıp gerisini reddeden M. Belge’yi Gramscist saymak doğru değildir. Eğer aralarında bu denli büyük bir açı olmasa kendi yayınevinde Gramsci’nin bütün eserlerini çoktan yayınlardı; eğer yayınlamadıysa görüşlerinin büyük kısmından hazzetmediğindendir. 

Gramsci hiçbir zaman sosyalizmden bağımsız bir demokrasi savunucusu olmamıştır. Ama sivil toplumcular stratejik hedeflerini Türkiye’nin burjuva demokrasisine geçmesi üzerine kurmuşlardır. Üstelik eski İKP gibi iktidar düşleyecek ya da ortak olacak güçte olmadıklarından, kurguları, AKP’nin AB’ye tam üyeliğini destekleme boyutunu aşmamıştır. O güne kadar söylem düzeyinde sahiplenilen emperyalizm, devrim, emek-sermaye çelişkisi, sınıf mücadelesi, iktidarın elde edilmesi gibi Marksist kavramların bir yana bırakılıp, bürokrasi/burjuvazi, devlet/toplum, otoriterlik/demokrasi, merkez/çevre gibi ikilikler üzerinden liberal açılımlara geçilmesi bunun sonucudur. “Tarihsel uzlaşma”nın meyvesinin ne olacağını merak edenler, AKP’nin 2007 seçim galibiyetinin, darbeleri tarihe gömen bir “burjuva demokratik devrim” olarak alkışlandığını görünce “sivil toplum”un derinliği hakkında bir fikir sahibi olmuşlardır.

Gramsci algısında olduğu gibi, Türkiye’de sivil toplumculuğun temel tezlerini ilk kez Birikim çevresinin başı Murat Belge’nin attığı da bir yanılgıdır. Çünkü Osmanlı toplumsal düzeni, Batılaşma hareketi, Türk-Yunan Savaşı, Kemalizm/bürokratik vesayet, Osmanlı-Türkiye tarihinin ve tarihsel siyasi partilerin yorumlanması (vb.) gibi alt başlıklarda ilk eleştirel tezleri eski TİP başkanı M. A. Aybar’a yakınlığıyla bilinen Profesör İdris Küçükömer formüle etmiştir. O zamanlar antimarksist özü gereği sosyalist hareket içerisinde kendiliğinden tecrit olan İdris Küçükömer, şimdilerde AKP iktidarıyla birlikte canlanan liberal “sol”dan aldığı destekle “ölen sosyalizm”in bunalımına çare olarak yeniden keşfedilmiştir.

Düzenin Yabancılaşması

Küçükömer, Albay Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’teki askeri darbe girişiminden önce sivillerle ilişkilerden sorumlu kişidir.[3] Birkaç yıl sonra yazdığı kitap ve makalelerde ters bir dönüşle CHP’yi, Kemalizmi ve askeri bürokrasiyi topa tutarak “sol” hakkında şaşırtıcı görüşler öne sürmüştür. Bunlar, ”Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” diye özetlenebilir. 

Küçükömer, adını seyrek ansa da, 1960’larda Avrupa’dan ithal postmarksist ATÜT’çülüğün ilk savunucularından biridir. 1969’da yayınlanan Düzenin Yabancılaşması adlı kitabında, Batının zıddı bir gelişme yolu olarak formüllendirdiği despotik Osmanlı toplumunun kapitalizme evrilecek iç dinamikten yoksun olduğunu öne sürmüştür. Bir yanda “sanayi üretim aracı sahibi sermayedar yeni bir sınıfın”, öte yanda “üretim araçlarından ayrılmış emek gücü satan işçi sınıfının” oluşamaması, Batı’daki “Feodal senyörlük ve manoryal sistemin, Osmanlı’da kurulmaması”na dayandırılıyordu.[4] Osmanlı’da feodal düzenin olmadığına tanık olarak ise Ö. L. Barkan ve H. İnalcık gibi Kemalist paradigmaya bağlı klasik Osmanlı tarihçilerini gösteriyordu.

Kitapta uzun uzadıya Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) kaynaklı Osmanlı ceberrut devlet geleneğinin, Batılaşma hareketine öncülük eden bürokrasi marifetiyle Tanzimat, Islahat Fermanları ve 1908’i izleyerek Kemalist cumhuriyete intikal ettiğini göstermeye çalışmıştır. Kendisi sivil toplumun gelişmesini Batı işbirlikçisi bürokrasinin engellediğine inanmaktadır. Osmanlı-Türk toplumuna uymadığı halde bürokrasi kapitalist sistemi zorla yerleştirmeye, dışarıdan alınma askeri, siyasi, eğitsel, kültürel kurumları tutturmaya çalışmıştır. Buna rağmen halka yabancılaşmaktan başka sonucu olmayan bu taklitçi ve tepeden reformlar kapitalistleşmeyi sağlayamamıştır, çünkü “Batıcı-laik akım, halka karşı, Batının çıkarlarına aracı olan, üretim güçlerinin gelişimini engelleyen sözde bir akımın savunucularıdır.” “İslamcı-Doğucu (olmaktan başka çaresi kalmayan) halk” haklı olarak onlara onay vermeyerek bürokrasiyi Batı’yla birlikte “gâvur” diye sınıflandırmıştır.[5] Buna karşılık, “İslamcılar emperyalizmin, gâvurluğun karşısına çıkmışlar, Batı’yı yermişlerdi.”[6] Türkiye’nin azgelişmişliğinin nedenleri aranacaksa burada aranmalıdır.

Küçükömer Batı’dakilerden farklı olarak Türkiye solunun üretici güçlerin gelişmesini istemediği ve otoriter bir örgütlenmeyi savunduğu için ilerici olmadığını ve halka yabancılaştığını öne sürer. Ona göre asıl ilerici olan, değişime açık sağdaki İslamcı halk kitlesidir. Onun için Türkiye siyasetinin sağı solda, solu sağda durmaktadır: “Sol yanı, yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen, gerçek ve büyük kitlesiyle İslamcı-doğucu cephe”, “sağ yanı” ise “batıcı-laik bürokratik gelenek” temsil eder.[7] Bunu siyasi partiler tarihine de şöyle uyarlar: “Türkiye’nin ‘sağ’ güçleri batıcı-laik bürokratik güçleri temsil eden Jön Türkler’in İttihat ve Terakki kanadı, Birinci Meclis’te C.H. Fırkası, CHP, Ortanın Solu’dur. ‘Sol Güçleri’ ise Hürriyet ve İtilaf, DP, Adalet Partisi’dir.”[8] “Doğucu-İslamcı halk”, yabancılaşmaya tepkisini Demokrat Parti’yi iktidara getirerek göstermiştir.

Yeni Gündem’deki yazılarında “sivil toplum” kavramını iyice öne çıkaran Küçükömer, görüş alanı CHP muhalifliğiyle sınırlı bir sivil toplumcu sosyal demokrat portresi çizer. Merkezine Tanzimat bürokrasisini, M. Kemal ve CHP’yi koyarak yaptığı “sol” ve “sağ” ayırımları, doğru bir toplum biçimi ve sınıflar analizi üzerinde yükselmez. Yüzeysel, sistemsiz ve popüler bir yaklaşımı vardır. Üretici güçlerin gelişmesini engellediği için CHP’nin “sağ”, “İslamcı-doğucu” cephenin ise ilerlettiği için “sol” olduğu çıkarsaması, Marksizm-Leninizmin mezara gömdüğü II. Enternasyonal kalıntısı üretici güçler teorisinin kaba ve kötü bir uyarlamasıdır. Düzenin Yabancılaşması aslında “Ortanın Solu” merceğine odaklanmış bir CHP ve Kemalizm (İttihatçılık dâhil) eleştirisidir. O dönemde sosyalist kesim üzerinde hayli etkili olan Kemalizmi eleştirmek çok yerinde olurdu ama Küçükömer gibi alaturka liberalizminin görüş açısıyla değil, Marksist açıdan yapılması şartıyla.   

Küçükömer sol eleştirisini CHP’yi dışta tutarak devrimci hareket üzerinden yapacağına, devrimci hareketi fazla anmadan CHP ve “Ortanın Solu” üzerinden yapmıştır. Oysaki “Ortanın Solu” 1960 sonrasında sosyal muhalefetle birlikte büyüyen devrimci hareketin önünü kesip onu denetim altına almak isteyen İsmet İnönü tarafından yapılmış bir manevraydı. Özellikle 1930’lardan itibaren yer yer faşizan lekeler taşıyan tarihi geçmişi ortadayken sol sayılması mümkün olmayan CHP odaklı sol eleştirisini, onu sistem içinde daha sola çekme arayışının ya da TİP reformizmine alan açmanın bir ifadesi olarak okumak daha doğru olur. Çünkü görüş alanı egemen sınıflar ve çeperiyle sınırlıydı ve mevcut sistemin yerine ne koyacağı konusunda suskundu. Tezlerinin devrimci kesimden çok sosyal demokratlar ve liberal sol üzerinde (hatta sağ cenahta) iz bırakması da bunu doğruluyor.[9] Etkiledikleri arasında B. Ecevit, İ. Cem gibi sosyal demokratlar, TİP’teki yoldaşı M. A. Aybar grubu, öğrencisi A. S. Akat, A. Gevgilili ve sonradan bunları başka şeylerle sentezleyerek liberal-muhafazakâr-İslamcı cepheye kılavuzluğa soyunan Birikim çevresi sayılabilir. Bugüne kadar M. Belge, A. İnsel, H. B. Kahraman gibileri “sol ve sağ güçler”den yaklaşık olarak Küçükömer’in dediklerini anlamışlar, AKP iktidarını da bu yüzden desteklemişlerdir. Bu bakımdan “İdris Hoca”yı sivil toplumculuğun erken ötmüş horozu saymak yanlış olmayacaktır.

Sırf halk kitlelerini güdebilmelerine bakarak “sol” sayılmalarına gelince DP, AP ve MNP gibi egemen sınıf partilerinin işbirlikçi, burjuva, gerici, antikomünist karakterleri devrimcilerin her günkü mücadele içinde bile algılayabildikleri pratik bir meseledir. Yazarın kitabının yayınlandığı yılda İstanbul’da NATO’yu protesto eden solculara karşı yapılan vahşi saldırı (Kanlı Pazar olayı) İslamcı muhafazakârlığın kampını ve antikomünist potansiyelini göstermişti. Yine Amerikancı, NATO’cu, tekelci sermayenin bir dediğini iki etmeyen AP iktidarının işçi sınıfı hareketi, devrimci gençlik ve Kürtler üzerine nasıl hışımla saldırdığını bilmeyen mi vardı? Buna rağmen Küçükömer emperyalizmi ve devletin sahibi işbirlikçi tekelci sermayeyi bir yana bırakıyor, onun hizmetinde bir tabakadan başka bir şey olmayan ‘bürokrasi’ gibi “soyut” bir düşmanı hedef gösteriyordu. Kendisinin sakınmadan söylediği gibi kapitalistleşmeye karşı değildi; “sağ cepheyi” de üretici güçleri, dolayısıyla kapitalizmi daha hızlı geliştirdiği için solda sayıyordu. Uzun uzun Osmanlı toplumsal sistemini anlatıyor, ama Türkiye’nin emperyalizmin ve burjuvazinin egemenliğinden nasıl kurtulacağını anlatmıyordu. Esas hedefi Türkiye’de o güne dek yaşanamamış, en ileri örneği Batıda görülen burjuva demokrasisi, sivil toplum olduğu için buna gerek görmüyordu. Sonuçta bir şekilde Avrupa seviyesine ulaşmayı hedeflemiş Kemalistlerle buluşmuş oluyordu; sadece güzergâhı farklıydı.

Liberal “sol” kesimler, üyesi olduğu TİP içerisinde ve akademi çevresinde oldukça etkin olan İ. Küçükömer’in çıkışını bir cesaret ve ileri görüşlülük örneği olarak alkışladılar. Oysaki CHP ve ordunun sol olmayıp sağ olduğu eleştirisi, ancak doğru bir çözümlemeyle anlam kazanabilirdi. CHP’ye karşı DP-AP geleneğinden ya da sahte sola karşı gerçek sağdan yana çıkmak, gericiliğin kuyruğuna takılmaktan başka bir sonuca yol açmazdı. Nitekim sivil toplumculuğun bu kaba ve ilkel biçiminin mirasçılarının son on yılda AKP iktidarının ideolojik lojistiğinde birinci dereceden rol üstlenmeleri ve bizlere “İdris Küçükömer’den öğrenilecek çok şey var” tavsiyesinde bulunmaları tesadüf değildir.

EK – Kemalizmin Soldan Eleştirisi: İbrahim Kaypakkaya

Ondan birkaç yıl sonra bir Kemalizm ve CHP eleştirisi de İbrahim Kaypakkaya’dan gelmiştir. Türkiye solunun Kemalizmden en çok etkilenen D. Perinçek grubunun içinden gelen Kaypakkaya’nın eleştirisi zamanının ilerisindedir. Kendinden öncekilerde görülmemiş bir keskinlikle, İttihat ve Terakki’nin devamı olarak gördüğü Kemalist diktatörlüğü, “komprador burjuvazi ve toprak ağaları”nın “sözde demokratik, gerçekte askeri faşist diktatörlüğü” olarak tanımlamıştır.

Kemalizmle ideolojik-politik bağlarını bir kılıç darbesiyle kesmek isteyen Kaypakkaya’nın bu noktaya gelişinde şu dört etkenin rol oynadığı söylenebilir: Birincisi kendine dayanak yaptığı Sovyet tarihçi Şnurov’un Türkiye Proletaryası adlı kitabı ve Komintern içinden TKP’nin Kemalizm kuyrukçusu çizgisine yönelik eleştiriler, ikincisi Malatya, Pazarcık ve Dersim yörelerindeki çalışmaları esnasında Kürt sorunuyla (Kemalizmin üstünü örttüğü) yakından tanışması, üçüncüsü o güne kadar “sol” Kemalist diye lanse edilen Muhsin Batur ve Faruk Gürler gibi komutanları birden (12 Mart’la birlikte) faşizmin elebaşıları olarak karşısında görmesi, dördüncüsü ise sağ Kemalizm eleştirilerini (İ. Küçükömer, K. Tahir) aşma çabası.

Sonuçta Kaypakkaya eski sivil toplumculuğun soldan eleştirisine bir giriş yapmıştır. Bugün Kemalizmi hâlâ “küçük burjuvazinin radikal kanadı” olarak değerlendirip yakın müttefik muamelesi yapan sosyalist gruplara bakınca Kaypakkaya’nın eleştirilerinin sarsıcı ve uyarıcı yanlarını görmemek haksızlık olur. Zaten bunu algılamakta gecikmemiş Türkiye solunun kimi kesimleri Kaypakkaya’nın eleştirilerini okuduktan sonra kendine çekidüzen verme gereği duymuştur. 

Bununla birlikte çok iyi yakaladığı böylesine hayati bir meseleyi nesnel ve ölçülü değerlendiremeyerek (gençliğinin ve içinde bulunduğu ağır illegalite koşullarında meseleyi yeterince inceleme imkanının olmamasının da etkisiyle) bazı yanlış sonuçlara ulaşmıştır. En başta İttihatçıları ve Kemalistleri “komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının askeri faşist diktatörlüğü” olarak nitelemesi uç bir yorumdur. Aksi takdirde faşizmden başlayarak birçok konuyu yeniden tartışmak gerekecektir.

O günkü uluslararası ve yerel koşullar ayrıntılı olarak analiz edilmeden İttihatçılar ve Kemalistler doğru tanımlanamaz. Zamanın asıl kompradorları olan Saray çevresi, Ahrarcılar/İtilafçılar ve gayrimüslim burjuvazi ile muhalif kanattaki Türk ticaret burjuvazisi ve toprak sahipleri arasında konjonktürel olarak oluşmuş farklılığı (“millilik”) dikkate almamak doğru değildir. 1908 de, 1923 de (cılız antiemperyalist) burjuva devrim adımlarıdır. Ancak yukarıdan burjuva devrimi oldukları için demokratik değil gerici bir yol izlemişlerdir. Bir ellerinin emperyalizmde, bir ellerinin de yarı feodal toprak sahiplerinde olması bu yüzdendir. Dolayısıyla sınırı net ve kalın çizerek kuyrukçuluğa düşmemek gerekirken, “askeri faşist diktatörlük” diye kestirip atmak kolaycılıktır.

Bugün 1908’e “askeri darbe”, 1919-1923’e “gerici savaş” diyerek, ikisini de 12 (Mart) Eylül faşist darbesiyle aynı sepete yerleştiren ve bunu AKP iktidarını desteklemenin gerekçesi yapan liberal “sol”la araya sınır çekmek için yakın tarihe daha dikkatli bakmaya ihtiyaç vardır.

 



[1] Murat Belge, Din ve Üretim Biçimleri Üstüne, İletişim Yayınları, İstanbul 1984

[2] Yücel Kayıran, Radikal İki, 01.02.2013

[3] Asaf Savaş Akat, “İdris Küçükömer’in Mirası”, (sanal kitap) s. 37

[4] İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, İstanbul 2006, s. 46, s. 217

[5] A.g.e., s. 57

[6] A.g.e., s. 69

[7] A.g.e., s. 73

[8] Aynı yerde

[9] Bir CHP versiyonu olan SHP İstanbul-Adalar üyesi olması da buna delalettir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar